M. Ali Tütüncüler
Gazi direnişiyle başlayan politik süreç, 96 1 Mayısıyla suyu iyice berraklaştırdı. Bu sürece ölüm oruçlarıyla esaslı bir nokta konulmuştur. Geçmişte kimi gel gitleri yaşayan çeşitli siyasal grupların tuttukları yol artık açıktır: Reformizm. Devrimcilerle reformistler arasındaki makas gittikçe açılırken, son sürece damgasını vuran devrimci tarz olmuştur. Vuruşun gücü fiili bir etkiyle, kimi reformist kesimleri kendi çekim alanına almış ve gönülsüzce de olsa ardından sürüklenmelerine neden olmuştur.
Gelinen son noktayı önceleyen süreç şüphesiz son bir buçuk yıl değildir. Ölüm orucu direnişinde barikatın öbür tarafında yer alanların bu tutumları, geçmişte “reel sosyalizmin çöküşü” ve Kürt hareketine karşı takındıkları tutumla uyumludur.
Uyuşmayan frekanslar
Hatırlanacağı gibi Mayıs Genelgeleriyle başlayan dizginsiz saldırılara ilk yanıt Diyarbakır Cezaevindeki PKK’li tutsaklardan gelmişti. Buna karşın Adalet Bakanı olmasıyla Ş. Kazan’ın Ağar Genelgelerini geri çektiğini açıklaması üzerine PKK’li tutsaklar direnişlerine son verdiler. Ancak Batı’daki direniş ölüm oruçlarına dönüşerek sertleşti. Böylece öteden beri varolan Türk Solu ile Kürt Solu arasındaki frekans uyuşmazlığı kalın hatlarıyla yeniden belirdi. Ölüm oruçları özelinde bu uyuşmazlığın temel belirleyeni her iki hareketin cezaevlerindeki pratik konumlarıdır.
Türkiye Devrimci Hareketi için, cezaevlerindeki durum “dışarı”yı tayin edecek bir nitelik taşıyor. Bu bakımdan, cezaevlerindeki mücadelede gündeme gelecek anlamlı geri adımlar Türkiye Devrimci Hareketi için ölümcül sonuçlar doğuracaktır.
Kaldı ki, Dünya Devrimci Hareketlerinin tarihi bu konuda ciddi örneklerle doludur. Güney Amerika devrimci hareketlerinden Tupamaroların önderleri, yıllar sonra yapılan bir röportajda, “Yenilgi, cezaevlerinde gardiyanlara ‘komutanım’ demekle başladı” sözleriyle yenilgiyi açıklamaya çalışmıştır.
Devrimci direniş – toplumsal sonuçlar
Bu kez eylem farklıydı. Ölüm orucu direnişi öz-savunma amaçlıyken, toplumsal psikoloji açısından en sert saldırıyı başarmıştır. Buradaki özsavunma bireyin kendini fiziksel ya da psikolojik bir dış baskıya karşı koruma çabası değildir. Devrimci yaşamın içinde vücut bulan kollektifin herhangi bir üyesinin, bu kollektifin kendisine yönelen tehdide karşı, o içinde hayat bulduğu devrimci atmosferi, devrimci kollektifi koruma çabasıdır. Savunulmaya çalışılan, cezaevlerindeki ihlallere karşı “insani istemler” değil, tam da içinde anlamını bulduğu devrimci-politik yaşam alanının kendisidir. Ölüm orucuna yatan bir devrimcinin direnişi, pusuya düşen bir gerilla grubunun ya da bir hücre evinde sarılan bir devrimcinin direnerek ölmesinden çok farklıdır. Benzetmek yerinde olursa, ölüm orucu direnişçisinin ölen her hücresi toplumun ideolojik beyinlerinde patlayan bir bomba etkisi yaratmıştır. Suskun kalan çoğunluğun ölümler karşısındaki tutumu, olanları bilincinden silmek ve sonuç olarak “bilinçaltı”na itmek olmuştur. Ama bilinç altına itilen bu toplumsal travma orada rahat durmayacaktır.
Her devrimci eylem, her devrimci taktikte hedef, en geniş kitlelere ulaşmak, onlara mesaj vermek ve dinamiklerin dışavurumunu sağlamaktır. Bu ancak, her toplumsal sınıftan bireyin günlük yaşamında bir yer tutmakla, bir anlamda onların beyinlerine-yüreklerine sızmakla başarılabilir. Bunun politik karşılığı, gündemi belirlemektir. Uzun yıllardan beri ilk kez devrimciler Türkiye gündemine bu kadar yoğun ve dolayımsız girdiler. İster direnişin yanında, ister karşısında yer alsın her sınıf, her kesim, her birey bu konuda “kendince” bir yorum yapmak zorunda kaldı. Kelimenin tam anlamıyla 12 devrimcinin hücre hücre ölümü, “toplumsal vicdanı” kanattı. Egemen ideolojinin belirlediği, maniple edilmiş bu bireyler, eski ama hiç hatırlamadıkları bir dille, “beden dili” ile yüzleştiler. “İnsan olmayan” ilkel yanlarını hatırladılar ve irkildiler.
Benzer bir toplumsal etki 12 Mart döneminde ortaya çıkmış ve bu etki bir devrimci dalga yaratmıştı. Son etkinin sonuçlarının benzer olup olmayacağı, tarihsel konjonktür içinde anlaşılacaktır.
Küçük bir olay: Ölüm orucu direnişinin son haftasında Ankara’da yapılan bir protesto gösterisine polis azgınca saldırır. Bu sırada yoldan geçenler olayı sessizce izlemektedir. Polisler araya aldıkları bir göstericiyi bayıltıncaya kadar döver ve kaldırıma bırakırlar. Gösterici kanlar içinde yatarken, çevredekiler olayı korkuyla izlemektedir. Tam bu sırada aralarından küçük bir kız çocuğu fırlar, kanlar içinde yatan adamı yüzüstü çevirmeye çalışır. Durumu gören polis, göstericiyi apar topar polis otosuna alır.
Devrimci direniş küçük bir kız çocuğunun vicdanına hükmetmeyi başarmıştır. Ama sorun erişkin bireylerin içindeki politik-ideolojik kirletilmeye uğratılmamış “küçük çocuğu” ortaya çıkarmaktadır.
Devrimci tepki
Ölüm orucu direnişinin politik gündemi belirlemedeki başarısı tartışılmaz. Ancak, dışarıda örgütlenmeye çalışılan tepkinin aynı başarıya ulaştığını söylemek mümkün değildir.
Destek eylemleri, iki tarzda ortaya çıktı. Bunlardan biri genel olarak devrimci hareketlerin klasik eylem tarzı olan dar korsan gösteriler ve bunların askeri eylemlerle desteklenmesiydi. Yıllardır uygulanagelen bu tarz, sadece, devrimci hareketlerin içinde bulunan kadroların en yakınında duran katmanlara-kitleciklere dönük bir politik güce sahiptir. Herhangi bir devrimci hareketin takvimine uygun bir yıldönümünde gerçekleştirdiği eylem tarzının aynısıdır. Kısaca, özgünlük içermemektedir.
Dikkati çekmek istediğimiz ikinci tarz ise kitlesel sokak gösterileridir. (Anaların eylemi, bu tarzın omurgasıdır.) Bunun en ciddi örneği Sultanahmet Meydanında DKÖ’ler ve çeşitli siyasal partilerin katılımıyla düzenlenen eylemdir. Katılım 3000 kişi civarında kalmıştır. Oldukça düşük olan bu sayı üzerinde ciddi bir biçimde düşünmek gerekiyor. Ankara’daki iki benzer örnek de aynı sorunları taşıyordu.
96 1 Mayısına katılan en büyük iki devrimci gruptan biri Kurtuluş Gazetesinde 30 bin, diğeri ise Atılım Gazetesinde 15 bin kişilik sayılardan söz etti. Ölüm orucu süresince en kitlesel gösteride 3000 kişinin bulunması, bu sayıları önemli oranda havada bırakıyor. Teknik nedenler gözardı edilirse, bu grupların en geniş kitlelerini harekete geçiremedikleri oldukça açıktır. Peki neden? Bizce bu soru politik değil, sosyolojik bir açıklamayı gerektiriyor. İşçi sınıfının devrimci bir gelenek üzerine oturmadığı bir ülkede devrimci hareketler, tabanlarını önemli ölçüde varoşlarda yaşayan sendikasız, sigortasız işçiler ve kent yoksullarında buluyor. Bunun sonucu yaratılan insan tipi devrimcidir kuşkusuz, ama “kent yaşamı” dışında ve kent merkezinden uzaktır. Eylem tarzı olarak yıkıcı ve devrimci şiddete daha yatkındır. Toplumda yankısını önemli oranda “insan hakları” gibi liberal demokratik bir tarzda bulan ve özünde savunma tipi olan ölüm orucu bu insan tipinin sosyalitesine aykırıdır. Aslında Gazi Cemevi önündeki başarısız barikat girişimi bunun en dolaysız ifadesidir. Bu girişim sonuçta arkasında ciddi bir güç yığamasa da devrimci bir sezginin ürünüdür. “Kent merkezinde” kendini meşru zeminde tutup, yasal alanla sınırlayarak sadece meramını anlatmayı ve “insani istemleri” dile getirmeyi amaçlayan eylemler örgütlemek, bu hareketlerin tarzına yabancıdır. Varoşlardan yıkıcı bir tarzda başlayacak eylemler kendini henüz kentin merkezinde de aynı yoğunlukta hissettirecek güçte değildir.
Madalyonun bir de öbür yüzü var: Kitle tabanını önemli oranda kentli insan tipinde bulan, iyi giyimli, yüksek öğrenim görmüş, düzenli bir yaşamı ve güvenceli bir işi olan solcuların partisi olduğu izlenimi veren ÖDP’nin de kendi söylemine en uygun “insan hakları” meselesinde kendi gücünü ciddi bir biçimde yığamadığı açık seçik görüldü. Bunu, ÖDP’nin ölüm oruçlarına mesafeli bir tutum takınmasının yanı sıra, önemli oranda Türkiye’de en liberal demokratik istemin bile karşısında devletin açık şiddetini bulmasıyla ilişkilendirmek gerekir. Bu ülkenin radikal demokratları kendilerini pratik olarak ifade edeceklerse bunun tarzı da ister istemez devrimci olmak zorundadır. Başını dik tutmanın bedeli devrimcilik oluyor.
Makas açılırken
Gazi barikatı, 96 1 Mayısı ve ölüm orucu aynı sürecin halkalarıdır. Çeşitli siyasi akımlar bu sürece ilişkin tutumlarıyla barikatın hangi tarafında olduklarını ortaya koydular. Ve artık devrimcilerle reformistler arasındaki makas oldukça açıktır.
Zihnimizi biraz zorlamakla, birkaç onyıl öncesi çeşitli Euro-komünist partilerin, kimi devrimci gruplar (IRA, RAF, Kızıl Tugaylar) için yaptığı terörist nitelemesini anımsarız. Bugün Türkiye’de kimi siyasi grupların, şu ya da bu nedenle böyle bir nitelemenin öngününde oldukları açıktır.
Yüzünü kitlelere dönmek bahanesiyle, maniple edilmiş burjuva dünyanın insanlarının kuyruğuna takılan sol söylemci bu akımların unutmaması gereken, Türkiye gibi bir ülkede en sıradan liberal-demokratik istemin bile burjuvazinin şiddetiyle amansızca cezalandırıldığıdır. Ve karşı devrimin yarattığı bu şiddetin doğurduğu devrimci direnişin yanında yer almayan her akım her siyasi hareket burjuvazinin rahipliğine soyunmuş demektir.
Çirkin yüzü çoktan açığa çıkmış, artık soldan bile sayılamayacak ola Aydınlık’ın ölüm oruçları konusundaki tutumu önemli bir mihenk taşı durumundadır. Bu derginin 472. sayısında Ali Karşılayan (İP MK Üyesi) imzalı yazı, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde İP’in ipliğini ortaya seriyor. Ali Karşılayan, bir hafta önceki sayısında Ölüm Orucu Direnişini kapak yapmış olan dergisini “geçen haftaki kapak sloganımız hatalıydı” şeklinde eleştirmekle söze başlıyor. “Cezaevlerinde başlayan ölüm oruçları solun gündemidir. Hatta sol içinde iki örgütün özel gündemidir. Esas olarak DHKP’nin Bayrampaşa Cezaevinden başka bir yere gönderilen kadrolarını geri döndürmek için başlattığı bir eylemdir” diyerek, barikatın öbür tarafında oluşunun teorisini yapıyor. Bu yaklaşım, kimi karşılaştırmaları yapmada önemli bir köşe taşı oluşturuyor.
Söz’de Sungur Savran’ın eleştirel bir şekilde kaleme alınan yazısında (3 Ağustos 1996 tarihli 77. Sayı) kimi ÖDP içi eğilimlerin Aydınlık’tan hiç de farklı olmayan bir tutum içinde oldukları anlaşılıyor. “Paha Biçilmez Dersler” adlı yazısında Sungur Savran, “Cezaevi sorunu politikamızın merkezine oturmamalı. Her şeyi bırakıp bununla mı uğraşacağız?”, “Ölüm orucu (62.günde) kamuoyunun gözünde artık bir inatlaşma gibi görünüyor”, “Moral düşürücü kitle eylemlerine katılmayalım” yollu seslerin iyice yükseldiğini ifade ediyor. Bu seslerin İP ile aynı makamdan çaldığı açık. Ama buna karşılık ÖDP içinde kimi eğilimlerin de karşı bir tutum içinde olduklarını, aynı derginin çeşitli sayılarından izleyebiliyoruz. Bu kutupsal gerilim ÖDP içinde canlı bir dinamiği besliyor.
Öte yandan, işçi sınıfına vurgu yapan, ideolojik duruşu itibariyle Ortodoks Marksizmin savunucusu olan Emek Partisi, her şeyini “sınıf çizgisine” hapseden politik duruşu ile de İP’in kötü bir kopyası olmaktan öte gidemiyor. EP, sokak çocuğu olmayacağını söylerken, aslında bize hiç de yabancı olmayan reformizmin bildik şarkısını mırıldanıyor. Son hafta içinde kimi kitlesel eylemlerde sessizce yer alan EP, 1 Mayıs 1996’da takındığı tutumda olduğu gibi yine ÖDP’nin sağında yer alıyor. İdeolojik hatta Marksizm-Leninizmin tezlerini klasik bir biçimde savunan bir hareketin, ÖDP gibi, Marksizmin esamisini bile ağzına almayan, tüm muhaliflerin partisi olmayı hedefleyen bir hareketin yanında nasıl bir konumda durduğu aslında çok anlaşılır. İşçi sınıfı politik olarak devrimci bir geleneğe oturmayan bir ülkede sınıfı ürkütmemek adına sınıfın kuyruğuna takılmanın ortaya çıkaracağı sonuç budur. Kaldı ki bu, politik alanda ideolojik bir tutum takınmanın aslında apolitizm (devrimci açıdan) olduğuna en iyi örnektir.
ÖDP’nin ölüm orucu sürecine dahil olmasında rol oynayan önemli bir etken de şüphesiz ki, tutsak ailelerinin açlık grevine ÖDP’nin Ankara İl Merkezinde başlayarak yarattıkları fiili durumdur. Bu, devrimci tarzın ÖDP içine taşınmasında ve sürece damgasını vurmasında önemli bir etken olmuştur.
Dikkat çekici başka bir nokta, genel anlamda bu süreçte bir “zemin kaymasının” yaşanmış olmasıdır. Yıllardır cezaevlerine ilişkin eylemlilik süreçleri İHD’de başlatılırken, bu kez ÖDP’nin mekan olarak seçilmesi İHD’yi boşlukta bırakmıştır. Buna karşılık siyasal bir parti olması gereken ÖDP de, İHD’nin işlevini üstlenerek politik bir parti olma fonksiyonunu yerine getirememiştir. Bu zemin kayması ÖDP’nin politik duruşuna da yansımış, cezaevlerine ilişkin “tutsaklara özgürlük” yerine “genel af” sloganını benimsemek dışında bir politika üretememiş olan reformist tarzına, devrimci bir müdahalede bulunulmuştur. Kısaca, sürece damgasını devrimci tarz vurmuştur.
Sonuç yerine
- Türkiye devrimci hareketi ciddi bir sınavını, direnişi vurucu bir saldırı silahına çevirerek geçmeyi başardı.
- Bu direniş, Türkiye’de ciddi bir devrimci damarın varlığını açık ve seçik olarak dosta düşmana göstermiştir.
- Başta emekçiler olmak üzere tüm ezilen kitleler, olup-biteni sessizce izlemiş olsalar da, süreç, toplumun “bilinçaltına” kazınmıştır.
- Ölüm Orucu ile Türkiye’de devrimciler yıllardır ilk kez politik gündemi bu denli açık-seçik belirlemiştir.
- Sonuçları orta ve uzun vadede ortaya çıkacak olan ciddi bir toplumsal travma yaşanmıştır. Bu psikolojik etkinin olası politik sonuçlarından birinin yeni bir devrimci kabarış olacağını söylemek, hiç de ütopik bir varsayım olmayacaktır.
- Bu süreçle birlikte devrimcilerle reformistler arasındaki ayrım iyice su yüzüne çıkmış, sürece damgasını şimdilik devrimci tarz vurmuştur.
- Abdülhamit portresine yumurta atmak bir kenara bırakılırsa) Türkiye’de şimdiye dek reformcu tarzın ortaya koyduğu pratik bir duruş sergilenememiştir.