Ana SayfaArşivSayı 77 - 78Stalin ve Hitler: İkiz Kardeşler mi Can Düşmanlar mı?

Stalin ve Hitler: İkiz Kardeşler mi Can Düşmanlar mı?

http://crisiscritique.org/ccmarch/losurdo.pdf

Crisis& Critique / Volume 3 / Issue 1 / 29-03-2016

Stalin ve Hitler: İkiz Kardeşler mi Can Düşmanlar mı?

Domenico Losurdo
Çeviri: Dicle Kızılkan

“Totaliterlik” kategorisinden yola çıkan anaakım ideoloji Hitler ve Stalin’i ikiz olarak kabul eder. Halbuki Gandhi kendi ülkesinin bağımsızlık mücadelesi sürecinde “kolonyalizm” kategorisinden yola çıkıyor ve Hitler’in ikiz kardeşi olarak Churchill’i görüyordu, çünkü Hitler’in amacı Doğu Avrupa ve özellikle Sovyet Rusya’da “Alman Hint Adaları” [1] yaratmaktı. Yirminci yüzyılı daha iyi anlamamıza iki kategoriden hangisi yardımcı oluyor? Bugünlerde meşhur tarihçiler Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya arasındaki savaşı dünya tarihindeki en büyük kolonyal savaş olarak nitelendirmekte hemfikir. Hitler ve Stalin’in her ikisine de “totaliter” diyebiliriz ama ilkinin Batı sömürgeci geleneğini devam ettirip daha da radikalleştirerek Doğu Avrupa’daki “aşağı ırklar”a boyun eğdirmeye ve hatta onları köleleştirmeye çabaladığını, fakat Stalin tarafından ortaya konan sert bir direnişle bu çabasının hakkından gelindiğini unutamayız. Bu anlamda Stalin, Hitler’in ikizinden ziyade baş düşmanıdır. Hitler’in Doğu Avrupa’da “Alman Hindistan’ı” yaratma projesine Stalingrad’da aldığı darbe, İngiliz Hindistan’ının ve dünya sömürge düzeninin düşüşünün de başlangıcı olmuştur.

1. Tarihsel olaylar ve teorik kategoriler

Felsefeciler tarihsel olayları incelediklerinde, aynı zamanda o olayların inşa edildiği ve betimlendiği kategorileri de tartışmaya çalışırlar. Bugün de “totaliterlik”(birey kültü ve tek partinin terörist diktatörlüğü) kategorisinin altında, bu kırbacın beden bulmuş halleri olarak Stalin ve Hitler’i düşünüyor insan; birbirine neredeyse ikiz olacak kadar benzeyen iki canavar. İkisini iki yıl boyunca birleştiren utanç sebebi pakt boşuna değildi, diye sürdürülüyor argüman. Hakikaten de o paktı izleyen acımasız savaş bu ikizler tarafından yürütülüyordu; ikizler kendi aralarında çekişiyor olsalar da.

Peki, bu zorunlu bir sonuç mu? Bir an için yüzümüzü Avrupa’dan başka bir yöne çevirelim. Gandhi de Hitler’in bir ikiz kardeşi olduğuna ikna olmuş durumdaydı, ama o ikiz kardeş 1946 Eylül’ünde hâlâ Hintli lider nezdinde “harika insanlar”ın başındaki “harika adam” olarak görülen Stalin değildi, hayır. [2] O kişi Churchill’di. En azından 1941 ve 1946 Nisanlarında verdiği iki röportaj sırasıyla bu savı doğrular nitelikte: “Ben Hindistan’da Hitleryen bir rejimimiz olduğunu öne sürüyorum, her ne kadar yumuşak şartlar altında gizlenmiş olsa da…” Dahası: “Hitler Büyük Britanya’nın günahıydı. Hitler yalnızca İngiliz emperyalizmine verilen bir cevaptı.” [3]

Belki de bu iki açıklamadan daha imalı olanı ilkidir, ne de olsa Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki saldırmazlık paktı hâlâ yürürlükteyken söylenmiş ve Hintli bağımsızlık hareketi lideri bu duruma gücenmiş görünmüyor. Sömürge karşıtı harekette halk cephesi politikası büyük zorluklarla karşılaştı. Bunun sebebini ünlü Trinidad’lı Afro-Amerikan tarihçi, Troçki hayranı C.L.R. James 1962’de, siyahilerin kurtuluş mücadelesinin yine Trinidad’lı bir başka savunucusunun nasıl geliştiğini anlatırken şöyle açıklanıyor:

“Bir zamanlar Amerika’da aktif bir komünist oldu. Ardından Siyahi propaganda ve organizasyon departmanının başına geçmek için Moskova’ya gönderildi. Bu şekilde, Afrika bağımsızlığının en güvenilen ve en çok tanınan ajitatörlerinden oldu. 1935’te Kremlin, müttefik ithiyacı duyduğu için Britanya ve Fransa’yı demokratik emperyalizmler olarak tanımladı ve Rus ve Komünist propagandanın asıl hedefinin Almanya ve Japonya, yani faşist emperyalizmler olduğunda karar kıldı. Bu durum ister istemez Afrika kurtuluşunu bir kaba güldürüye çevirdi, nihayetinde Almanya ve Japonya’nın Afrika’da kolonisi yoktu. Dolayısıyla son haliyle mevcut durum Padmore ile Kremlin arasında bir çatlak oluşması anlamına geliyordu.” [4]

Bu anlatıda Stalin Hitler’in ikiz kardeşi olmakla suçlanmıyor, daha ziyade İngiliz ve Fransız emperyalizmlerini tanımayı reddetmesiyle eleştiriliyor. Sömürge karşıtı hareketin önemli isimleri için o sırada Nazi Almanya’sının sömürgeci ve köleleştirici bir karşı-devrimci çizgide olduğunu görmek kolay değildi: saldırmazlık paktı çerçevesinde yürütülen tanıdık tartışma bariz bir biçimde Avrupamerkezcilikten muzdaripti.

Gandi’nin doğrudan, diğer sömürge karşıtı hareket savunucularının dolaylı şekillerde yaptığı Churchill-Hitler benzetmesi tartışmalı olsa da anlaşılabilir bir şey: Hitler birden fazla defa Doğu Avrupa’da Alman Hindistan’ı inşa etmek istediğini söylemedi mi? Churchill de İngiliz Hindistan’ını ne pahasına olursa olsun savunacağının sözünü vermedi mi? Aslında 1942 yılında İngiliz başbakanı bağımsızlık hareketini bastırmak durumunda bile kalmıştı; “hava kuvvetlerini kullanarak protestocu kitleyi makineli tüfekle hedef almak gibi olağanüstü önlemler” [5] almıştı. Bu baskının temelinde yatan ideoloji özellikle fikir verici. İzninizle bizzat Churchill’in ağzından duyalım: “Hintlilerden nefret ediyorum. Canavarca bir dini olan canavarca insanlar.” Neyse ki benzeri görülmemiş miktarda “beyaz asker” düzenin sağlanmasının garantisini veriyor. Görevse, hızlı çoğalmaları sayesinde kıyametten korunan bu ırkla karşı karşıya gelmek; burada bahsi geçen kıyamet Almanya’daki saha bombalamalarının öncüsü Marshall Arthur Harris’in önerdiği şekliyle “birkaç bombardıman uçağı yollayarak onları yok etmek.” [6]

Yüzümüzü Asya’dan Avrupa’ya çevirelim. 23 Temmuz 1944’te Alcide de Gasperi, faşizmden kurtulmuş İtalya’da başbakan olmasına az kalan Katolik lider, empati kurarak şöyle ilan ediyor: “Bir yanda Hitler ve Mussolini’nin insanları nasıl da ırklarına bakarak yargılayıp şu korkunç anti-Yahudi yasasını icat ettiğini görerek diğer yanda 160 ırktan oluşan Rusların bu ırkların kaynaşması yönünde nasıl da uğraştığını görerek söyleyebilirim ki; Hristiyan olan budur, tamamen evrensel olması sebebiyle bu anlamda Katolikliktir.” [7]

Bu örnekte çıkış noktasını ırkçılık kategorisi oluşturuyordu; Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanya’sında en yoğun dışavurumunu göstermiş bir bela. Peki, tüm bunlara karşıt örnek teşkil eden kimdi? Önceden bahsettiğimiz sebep dolayısıyla Churchill Büyük Britanya’sı olamazdı. Öte yandan en azından Güney eyaletleri düşünüldüğünde beyaz üstünlüğünün hüküm sürdüğü Birleşik Devletler de olamazdı. Bu rejime atfen ünlü bir ABD’li tarihçi (George M. Fredrickson) yakın zamanda şöyle yazdı: “ABD’nin güneyinde ‘ırk saflığı’nı sağlama alma yönünde sarfedilen çabalar, 1930’larda Nazilerin Yahudilere yönelttiği zulmün öngörülebilir yönlerini sunuyordu.” ABD’nin güney eyaletlerinde geçerli olup tek damla katışık kanın bile beyaz cemaatten dışlanmaya yeterli olduğunu söyleyen yasayı da düşündüğümüzde şu sonuca varmalıyız: “Nazilerin Yahudi tanımı bile güney eyaletlerindeki Zenci kategorizasyonunda kullanılan ‘tek damla kuralı’ kadar bağlayıcı ve sert değildi.” [8] Dolayısıyla De Gasperi’nin Sovyetler Birliği’nde Hitler Almanya’sının asıl büyük hasmını görmesi bizi şaşırtamaz. Totaliterlik kategorisinin ikizleri, ırkçılık ve sömürgecilik kategorilerinin sahnelerinde baş düşmanlar olarak karşımıza çıkıyorlar.

2. Tarihteki en büyük sömürge savaşı

Peki, şimdi biz hangi kategoriyi kullanmalıyız? Sözü adı geçen şahıslara verelim. Hitler, 27 Ocak 1932’de politik gücü eline geçirmek amacıyla destek istemek için Düsseldorf’un (ve Almanya’nın) sanayicilerine hitap ettiğinde, tarih ve politikayı nasıl kavradığını şu şekilde ifade ediyor:

“Beyaz insanlar” 19. yüzyıl boyunca, ta Amerika’nın fethiyle başlamış olan tartışılmaz bir hakimiyeti ellerinde bulundurdular. Bu, “mutlak ve doğuştan gelen bir beyaz ırk hakimiyeti”nin nişanesiydi. Bolşevizm, kolonyal sistemi tartışmaya açarak “Beyaz Avrupalı düşüncesinin aklını karıştırma”ya sebep olmakta ve durumu kötüleştirerek medeniyete ölümcül bir tehlike oluşturmaktadır. Bu tehlikeye karşı koymak isteyen kişi, “beyaz ırkın üstünlüğü ve hakkı”nı dayatmalı ve koşulsuz bir biçimde “beyaz ırkın dünyanın geri kalanına efendi olan pozisyonu”nu gerekirse “zalim bir acımasızlık”la savunmalıdır. “Efendinin olağanüstü acımasız hakkı” gereklidir.

Şüphesiz Beyaz Irkın Üstünlüğü fikrinin öncülerinden biri olan ve bu fikri dünya çapında savunmak isteyen Hitler, Avrupa’daki en önemli uluslardan birinin başı olarak bahsettiği davanın liderliğine adaylığını koyacak kişidir.

Beyaz ırkın savunusu ve harekete geçmesini amaçlayan çağrı, I. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında Almanya’da büyük yankı uyandırdı. Fransa’nın farklı ten renklerinde insanlardan oluşan birlikleri skandal ve öfkeye yol açtı. Dahası, bu renkli tenliler Ren Bölgesindeki işgal birliklerinde yer alıyordu ve Alman kadınlarına tecavüz etmişlerdi. Muzafferlerin amansız intikamı olmalıydı bu; yenilmiş düşmanla mümkün her yolla dalga geçmek ve hatta kanını kirletmek. Her halükârda, Zenci tehlikesi yalnızca Klu-Klux Clan’ın tetikte olduğu Birleşik Devletler’in güneyinde değil, Almanya’da (ve Avrupa’da) da pusuda bekliyor. Böyle diyordu Almanya’da geniş bir kitle o zamanlar. Ve bu ideolojik iklim dönemin yüksek rütbeli Nazilerinin biçimlenmesini kuvvetle etkiliyordu.

14 Haziran 1922’de Heinrich Himmler, “Deutsche Notbung gegen die Schwarze Schmach” [9] tarafından Münih’te organize edilen bir kitle protestosuna katıldı. Yerel bir gazete haberine göre, “Ren Bölgesinin renkli tenlilerce işgal edilmesi, bizi ırk olarak yenilgiye uğratmayı ve sonunda yok etmeyi amaçlayan iyi tasarlanmış bir suç”tu [10] . Himmler günlüğüne şöyle not almıştı:“Çok fazla insan. Hepsi de ‘intikam’ diye bağırıyor. Çok etkileyici. Ama ben çoktan buna benzeyen daha keyifli ve daha eğlenceli etkinliklerde bulundum.” [11] Şansımıza İngiltere Fransa’nın ırk sorumsuzluğuna yabancıydı. “İki beyaz halkın federasyonu”, hatta daha iyisi, ‒eğer “Zencileşme”ye karşı mücadeleyi küresel ölçekte düşünüp Almanya ve Büyük Britanya’nın yanına ABD’yi de katarsak‒ üç beyaz halkın federasyonu fikrinin savunucusu Alfred Rosenberg böyle düşünüyordu. Churchill’i “İngiliz İmparatorluğu’nun asıl mezar kazıcısı” olarak kınayan Joseph Goebbels’ten aktardığı kadarıyla Hitler, 1942’nin sonunda, Nazi Almanya’sı ve Japonya’nın yan yana savaştığı tarihte bile, sarı ırktan olan müttefikinin başarısından memnun olacağına “Doğu Asya’da beyaz adamın vermek durumunda kaldığı ağır kayba duyduğu hicap” sebebiyle ağıt yakıyordu. [12]

Beyaz ırkın Avrupa’da savunulması gerekiyordu zaten. Asıl düşman, kendisi de kolonyal dünyaya aitken “aşağı” ırkları isyana teşvik eden Sovyetler Birliği’ydi. Bolşevikler gücü ellerine aldıktan sonra ‒diye yazıyordu Oswald Spengler 1933’te‒ “beyaz ırk”a [13] nefret besleyen, “yeryüzünün tüm renkli tenli nüfusunun” yer aldığı Rusya’nın, Asyalı/‘Moğol’ bir süpergüç olmak için “’beyaz’ maskesini yeniden düşüreceği fikri çok yaygındı. Ağır tehdit aynı zamanda büyük bir fırsattı; beyaz ırkın ve Almanya’nın önünde muazzam bir kolonyal alan açılmıştı. Bir anlamda Uzak Batı’ydı. Kavgam zaten Amerikan sömürgeci genişleme modelinin “inanılmaz iç kuvvet”ini övüyordu, Orta ve Doğu Avrupa’da bölgesel olarak daha yoğun bir krallık kurmak için bu model taklit edilmeliydi [14] . Barbarossa Harekâtı [15] başladıktan sonra Hitler sık sık kendisinin Doğu Avrupa’nın “yerli halkları”yla olan savaşını “Kızılderili Savaşları”yla, “Kuzey Amerika’daki Kızılderili Savaşları’yla” kıyaslamıştı: her iki savaş da “güçlü ırk”ın “muzaffer olacağı” [16] . savaşlardı Kamuya açık olmayan konuşmalarında Himmler de Nazi Almanya’sının sömürge programına açık bir şekilde değiniyordu: “Efendi ırkın”, karşılarında “efendiliğini” [17] asla kaybetmeyeceği ve kanını onlarla asla bulanıklaştırmayacağı “yabancı ırklardan kölelere” koşulsuz bir ihtiyacı vardır. “Eğer kamplarımızı nasıl bir kayıp olursa olsun çalışan, şehirlerimizi, köylerimizi ve çiftliklerimizi inşa eden kölelerle doldurmazsak –bu odada bunu açıkça ve anlaşılır bir şekilde söyleyebilirim‒ Doğu Avrupa’da fethedilen toprağın kolonileştirilmesi ve Almanlaştırılması ülküsü gerçekleştirilemez” [18] .

Sonuç itibariyle, Doğu Avrupa’nın yerli halkları bir anlamda Kızılderililerdi ve topraklarından mahrum bırakılmaları, sürgün edilmeleri ve yok edilmeleri gerekiyordu; öte yandan bir de siyahiler vardı ki onların kaderinde efendi ırk için çalışan köleler olmak vardı, Yahudilerin ise Bolşeviklerle beraber aşağı ırkları kışkırtmış oldukları için sonları getirilmeliydi.

Tabii, bu, kaderi belirlenmiş kurbanlar kavramı kabul edilemez, özellikle de Sovyetler Birliği nezdinde. İlginçtir, Stalin 1917’nin Şubat’ı ile Ekim’i arasında, bitmeyen savaştan yorgun düşmüş Rusya’nın İngilere, Amerika ve Fransa’nın sömürgesi”ne [19] dönüşme tehlikesi altında olduğuna dikkat çekiyordu: İtilaf devletleri savaşın devam etmesini sağlamaya çalışarak Rusya’ya “Orta Afrika’da”ymış [20] gibi davranıyorlardı. Bolşevik Devrim bu tehlikeyi defetmek için de önemliydi. Ekim’den sonra, Stalin Sovyet iktidarında bulunan ve “Rusya’yı bir sömürgeden bağımsız ve özgür bir ülkeye çevirecek olan” [21] öncülüğü de görmüştü.

Başından beri Hitler’in planı sömürgeci geleneği alıp bunu Doğu Avrupa’da, özellikle de ‘Bolşevik’ zaferiyle darbelenmiş Rusya’da uygulamaktı. Öte yandan Stalin de en başından beri ülkesini kolonyal boyun eğdirme tehlikesine karşı uyarıyor ve Bolşevik Devrimi’ni bu bakış açısıyla yorumluyordu.

Doğrudan bir fikri olmasa da, Stalin yeni başlayacak binyılın temel özelliklerini tanımaya başlamıştı. Ekim Devrimi dalgasıyla Lenin, yirminci yüzyılın temel yöneliminin kapitalizm ile sosyalizm/komünizm arasındaki savaş olacağını umuyordu. Bu arada kolonyal dünya kapitalist kuvvetler tarafından tamamen işgal edilmişti ve dezavantajlı veya yenilmiş ülkelerin her yeni bölünmeyi izleyen herhangi bir girişimi, yeni bir dünya savaşına yol açarak kapitalist sistemin kesin yenilgisine bir adım daha yaklaşmak anlamına gelebilirdi. Zaman sosyalizm zamanıydı. Ne var ki Hitler beklenmedik bir hamle yaptı; Doğu Avrupa’da ve özellikle Sovyet Rusya’da hâlâ boş olan geniş alanlar Nazi Almanya’sının kullanımına tahsis edilmeliydi. Çin’i işgal eden Japon İmparatorluğu ve Balkanları ile Yunanistan’ı (Etiyopya istisnasıyla beraber) hedefleyen faşist İtalya da benzer şekilde davrandı. O zaman Stalin anlamaya başladı ki, Avrupa’da yirminci yüzyılın ayırt edici özelliği, tüm beklentilerin aksine, sömürgecilik ile komünist hareket tarafından desteklenen anti-sömürgeci hareket arasında olacaktı.

Günümüzde haklı bir şekilde vurgulandığı gibi; “Hitler’in Lebensraum [yaşam alanı] savaşı tarihteki en büyük sömürge savaşıydı.” [22] Öncelikle Polonya’ya yöneltilmiş bir savaş. Führer’in saldırıdan önceki akşam verdiği yönerge diyor ki: Polonyalıların “yaşam güçlerinin” ortadan kaldırılması elzemdir; bunun için hiçbir “empati” duymadan “acımasız eylem” gereklidir; zira “güçlü olanın hakkı vardır”. Daha sonra Barbarossa projesinde verilen direktifler de benzerdi. Kızıl Ordu’nun, Sovyet Devletinin ve Komünist Parti’nin kadroları hapsedilmelerinin hemen ardından yok edilmeli: Doğu’da olağanüstü ve sert önlemler alınmalı, Alman askerleri ahlaki zorunluluklarını geri plana atabiliyor olmalılar. Eski bir kültürün insanlarını Kızılderililerin durumuna (topraklarına el konulması ve katledilmek) ve Zencilerin durumuna (köleleştirilmek) düşürmek için “Leh istihbaratının temsilcilerinin öldürülmesi gerekliydi ve tabii ki Sovyet istihbaratının tabi olacağı yasa da buydu; “belki acımasız bulunuyor, ama yaşamın kanunu bu” [23] . Katolik ruhban sınıfının ve SSCB’deki komünist kadroların kaderini böyle açıklamak mümkün ve her iki ülkedeki entelektüel tabakalarda da Yahudiler çokça temsil ediliyor ve Bolşevizme destek ve esin verdiklerinden şüphe ediliyordu. Hitler Polonya’yı Sovyetler Birliği’nin aleyhine kullanmayı başarmıştı ama her ikisi için de aynı kaderi öngörüyordu: Çok zorlu ve karmaşık bir ortamda olunmasına karşın, Polonyalıların ulusal direnişi ve Sovyetler’in Büyük Yurtsever Savaşı birbiriyle ilintiliydi. “Dünyanın en büyük sömürge savaşı”nın dönüm noktası Stalingrad’dır. Hitler ne kadar kolonyal karşı-devrimin yanlısı idiyse, Stalin de en az o kadar anti-sömürgeci devrim yanlısıydı ve bu durum beklenmedik bir şekilde merkezini Avrupa’da buluyordu.

3. Stalin, Hitler ve ulusal azınlıklar

Stalin’in az önce bahsedilen yaklaşımı, bizzat onun Sovyetler Birliği’nde izlediği azınlık politikalarıyla çelişiyor mu? Stalin’in kavramsallaştırmasında ayrılıkçı fikirlere yer olmadığı çok açık. 7 Kasım 1937’de Dimitrov’la olan söyleşisi de bu savı doğrular nitelikte: “Gerek faaliyetleri, gerek düşünceleriyle sosyalist devlete bir saldırı başlatan herhangi biri hiçbir acıma gösterilmeden ortadan kaldırılacaktır.” [24] Düşünceler bile cezalandırılıyor: İşte totaliteryanizmin fazlasıyla etkili bir tanımı!

Öte yandan Stalin, Doğu Avrupa’nın uzun yıllar boyu baskılanmış ulusal azınlıklarının yeniden doğuşunu sıcak karşılar ve hatta bunu destekler. 1921 yılında, Rusya Komünist Partisi’nin onuncu kongresinde sunduğu gözlemleri şöyle: “Yaklaşık 50 yıl önce tüm Macar kentleri Alman bir karakter taşıyorlardı, şimdi Macarlıklarına geri döndüler”; dahası “Belaruslular” bir “uyanış” yaşıyorlar. Ukrayna şehirleri “kaçınılmaz olarak Ukraynalılaşacak ve önceden baskın olan Rus öğesini ikincil yapacaklar.” Bu, tüm Avrupa’yı ele geçirmesi gereken bir olgu. Ve Stalin sürekli olarak asimilatörlerin karşısında bir konum alıyordu, bunlar gerek “Türkler”, gerek “Almanlar veya Prusyalılar”, gerekse “Çarlık Rusya’sının asimilatörleri” olsun. Bu pozisyon özellikle önemli, çünkü bu evrensel karakterin teorik olarak detaylandırılmasıdır. Kautsky ile zıtlaşmalarında Stalin sıklıkla, sosyalizmin ulusal özelliklerin ve dillerin yok olması değil, bunların gelişmesi ve içerilmesi anlamına geldiğinin altını çiziyor. Yani her türlü “asimilasyon politikası”, “karşı devrimci” ve “halk karşıtı” olduğu için lanetlenmelidir. Bu özellikle ölümcüldür, çünkü “ulusların sağladığı muazzam dinamiği” [25] anlayamaz. Şayet biri “ulusal kültüre savaş açmak istiyorsa”, “o, sömürgeciliğin avukatıdır”. [26] Her ne kadar bu açıklamalarla somut politikalar arasında dramatik bir uçurum olsa da; eğitime bu kadar önem veren, parti aktivistlerinin ve görevlilerinin öğretiyi kitlece benimsemesi için yoğun olarak uğraşan bir rejimde kesinlikle az şey değillerdi.

Ve yeniden Hitler’le fark belirginleşmiş oluyor. Hitler de konumunu Doğu Avrupa için bir Slavlaşma ve “Almanlılaşmama” noktasından kuruyor ama onun için bu geriye çevrilebilecek ve ne pahasına olursa olsun geri çevrilmesi gereken bir süreç. Aslında “piçleştirmenin başlangıcını” ve dolayısıyla “Alman öğelerinin imhasını”, “ tam olarak da fetheden insanların bir zamanlar muzaffer olmasını sağlayan özelliklerin yok edilmesini” [27] temsil eden dilsel ve kültürel asimilasyona karşı çıkmak yeterli değil. İnsanların Almanlaştırılmasından da önce toprakları Almanlaştırılmalı. Bu da ancak çok belirli bir metodun takibiyle mümkün: beyaz ırk Atlantik’in ötesindeki Batı’ya, toprağı Amerikanlaştırarak ‒ama kesinlikle Kızılderilileri Amerikanlaştırarak değil‒ yayıldı. Bu yolla ABD, bir “uluslararası insanlar lapası”na dönüşmeden “İskandinav-Cermen devlet” olarak kalmayı başardı. [28] Aynı model Doğu Avrupa’da Almanya tarafından da kullanılmalıydı.

4. Coğrafyanın ve jeopolitiğin önemi

Mevzu ulus sorununa yaklaşım olduğunda Sovyetler Birliği’yle Nazi Almanya’sının farkı doğrulanmış oluyor. Ne var ki her iki rejimdeki hükûmet pratiklerine odaklanırsak tamamen farklı sonuçlara varıyoruz, ki bu kıyası totaliterlik kategorisi temelinde kesinlikle yapabiliyoruz. Yine de terör, acımasızlık ve dahice psikopatolojik yollarla düşünceleri kontrol etmeye yönelik talebi yorumlamak yanlış yönlendirecektir.

Liberalizm klasiklerinden biriyle gelişmiş olan yöntem öğretisini unutmamakta fayda var: 1787’de Alexander Hamilton, yeni bir federal anayasanın şafağında, gücün kısıtlanması ve hukuk egemenliğinin kurulmasının ada ülkesi olmaları itibarıyla deniz tarafından herhangi bir düşman tehlikesinden korunan iki ülkede, yani Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde başarıya ulaştığını ilan etmişti. Eğer federasyon projesi başarısız olsaydı, ve onun yıkıntılarından ayrı devletler şeklinde bir sistem doğsaydı, aynı kıta Avrupasındaki gibi, o vakit orada yani Amerika’da da daimi ordu, güçlü bir merkez ve hatta mutlakiyet olabilirdi. “Dolayısıyla Eski Dünya’nın kırbacı olan ve bu ülkenin her tarafında kurulmuş despotizm mekanizmalarını en kısa sürede görebilmeliyiz.” [29] Hamilton’a göre liberal kurumların sürmesi veya ortadan kalkışı öncelikle coğrafik ve jeopolitik kamplara bağlıydı.

Büyük tarihi krizleri araştırmaya kalkarsak, hepsinin, farklı boyutlarda da olsa, gücün az çok otokratik bir kişinin elinde toplanmasına yol açtıklarını görürüz: birinci İngiliz Devrimi Cromwell’in bireysel iktidarıyla sonuçlandı, Fransız Devrimi önce Robespierre’in iktidarına yol açtı, sonra ve asıl olarak Napoleon’unkine, San Domingo’lu siyahi kölelerin ayaklanmasıyla oluşan devrimin sonucu önce Toussaint Louverture’ün askeri diktası sonra da Dessalines’inki oldu: 1848’deki Fransız Devrimi Louis Napoleon’un (ya da 3. Napoleon) şahsi iktidarına yol açtı. Totaliterlik kategorisi, hükûmet pratiklerinin analitik bir karşılaştırması açısından az veya çok şiddetli kriz durumlarında kullanışlı. Ancak bu kategorinin asıl karakterini unutup da onu mutlaklaştırırsak, ikiz kardeşler riski gittikçe geniş ve heterojen bir aileye dönüşür.

20. yüzyılda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında, tek adam diktatörlüklerinin ortaya çıkmasına sebep olan sayısız kriz yaşandı. Yakından bakılınca bu neredeyse bütün kıta Avrupası ülkelerinin kaderiydi. Hamilton’un değindiği ‘ada statüsündeki’ ülkeleri bir kenara ayırdığımızda tabii ki. Ne var ki bu ülkeler arka planda liberal bir geleneğe sahip olsalar ve bilhassa jeopolitik ve coğrafik durumlarından faydalansalar da, onların da gücün merkezileşmesine, yürütme gücünün yasama gücü üzerindeki kontrolünün pekişmesine ve hukukun üstünlüğünün kısıtlanmasına olan yatkınlıkları aşikâr. ABD’de Franklin Delano Roosevelt’in bir kanun hükmünde kararnamesi Japon kökenli ABD vatandaşlarının hapsedilmesine yetmişti. [30] Bu, şu anlama geliyor: totaliterlik kategorisinin araştırıldığı taban en göze batmaz ülkelerde bile kendisine alan bulabilir.

5. “Totaliterlik” ve “Her şeyi kapsayan ırk otokrasisi”

Dikkatimizi tekrar yönetim pratiklerinden politik amaçlara çevirelim. Hitler iç politikada dahi ABD’ye bakmıştı. “Kavgam” ve “Hitler’in İkinci Kitabı” ısrarlı bir şekilde uyarıyordu: Avrupa’da medeniyetin ve beyaz ırkın üstünlüğünün tek düşmanı, tüm ırkları beyaz üstünlüğüne karşı durmaları için kışkırtan Sovyet Rusya değildi, bir zamanlar aynı Almanya gibi beyaz ırk baskınlığındayken, şimdi adeta farklı renklerden ve ırklardan birliklerin işgali altında olan Fransa da unutulmamalıydı. Fransa’da, daha doğrusu Ren’den Kongo’ya genişlemiş olan “Avrupalı-Afrikalı Melez Devlet”te gerçekleşen “piçleştirmeye”, “zencileştirmeye” ve “evrensel siyahileştirmeye” de dikkat çekilmeliydi. [31] “Cermenlerin aşağı insanlarla Aryan kanını karıştıracak ilişkilere girmekten kaçınmayı ve kanı saf tutmayı başarabildikleri” Kuzey Amerika’da bu utanç olumlu bir şekilde defedilebilmişti, zaten tüm kıtayı domine edebilir hale gelmeleri de bu sebepleydi. [32]

Birleşik Devletler’in güneyini domine eden ‘Beyaz Üstünlüğü’ rejimi, sonradan Nazizm’e evrilen tepkisel kültüre örnek teşkil ediyordu bile. 19. yüzyıl sonunda ABD’yi ziyaret eden büyük jeopolitika teorisyeni Friedrich Ratzel durumun bir resmini çiziyor: “adalet”e olan sadakatleriyle ideoloji bulutları ortadan kalktığında, davetsiz gelen gerçeklik “ırk aristokrasisi”dir. Siyahlara karşı linç yasası, “Amerikan Yerlilerinin baskılanması ve ortadan kaldırılması” ve doğudan gelen göçmenlerin karşılaştıkları da budur. ABD’de “form olarak kölelikten uzak duran ama itaatin özüne ve ırk temelli toplumsal tabakalaşmaya sadık kalan” bir durum ortaya çıktı. Yeniden yapılandırma yıllarında, köleliğin kaldırılmasının sevgili taraftarlarının ilüzyonları ile çok-ırklı demokrasi fikrinin avukatları arasında bir “karar bozma” vuku buldu. Ratzel’in açık bir görüyle ortaya koyduğu gibi tüm bunlar Kuzey Amerika halkının ötesine taşan sonuçlar doğuracaktı: “Bu karar bozmanın Avrupa’da, daha da fazla Asya’da yol açacağı yan etkilerin henüz başındayız.”

Daha sonra, Avusturya-Macaristan’ın Şikago’daki konsolos yardımcısı da ABD’de gerçekleşen karşı-devrime ve onun yardımsever ve öğretici karakterine değiniyor. Avrupa’nın bu konuda bir ihtiyatı var, çünkü kolonilerden gelen siyahiler bir “duyarlılık”la karşılanıyorlar: “kendi ırkının saflığıyla gurur duyan” ve “damarlarında “bir damla dahi olsa Zenci kanı” akmayan, beyaz olmayan insanlarla iletişimde bulunmayan Amerikalılardan ne kadar da farklı! “Eğer Amerika herhangi bir şekilde Avrupa’nın öğretmeni rolü üstlenecekse, bu, Zenci ve ırk konularında olabilir.”

Burada alıntılanan iki yazarın da öngördüğü gibi, ABD’deki yeniden yapılanma yıllarının çok-ırklı demokrasisine son veren ırkçı karşı-devrim aslında Atlantik’i geçiyor. Mesela Alfred Rosenberg Birleşik Devletleri “geleceğin muhteşem ülkesi” diyerek övgüye diziyor: siyasi hakları beyazlarınkiyle sınırlayarak ve ‘Beyaz Üstünlüğü’nü her kademede, her şekilde kuvvetlendirerek mutlu mesut “yeni ırk-devleti-fikri”ni formüle etmenin erdemini hak ediyor. Evet, “Zenci mevzusu ABD’deki tüm varolma sorunlarının öncüsüdür” ve eğer birileri Zencilerin eşitliği gibi gülünç bir fikirden vakti zamanında vazgeçebildiyse “aynısı neden Sarı Irk ve Yahudiler için de yapılamasın” diye sorulmalıdır. [33]

Bu yalnızca ilk bakışta hayret verici bir açıklama. 20. yüzyılın başlarında, Almanya’daki Nazi hareketinin oluşum yıllarında, ABD’nin Güney Eyaletleri’nde hüküm süren ideoloji ifadesini “güney halkının ırksal inancı”ndan etkilenen, silahlı kişilerin üniformalı vaziyette geçit töreni yaptığı “Beyaz Irkın Üstünlüğü Kutlamaları”nda buldu.

Formülasyon şu şekilde: “ 1- ‘Kan kendini belli eder.’ 2- Beyaz ırk baskın gelmeli. 3- Tipik/Asıl Almanlar ırkın saflığını savunur. 4- Zenci aşağı ırktandır ve hep öyle kalacaktır. 5- “Burası beyazların ülkesidir.” 6- Sosyal eşitlik olmayacaktır. 7- Siyasi eşitlik olmayacaktır. 8- Siyasi haklar ve yasal düzenlemeler konusunda, renkli tenlilerin aksine, beyaz adama şüphe ayrıcalığı tanınacaktır; ve hiçbir koşul altında beyaz adamın itibarına karışılmayacaktır. 9- Bırakın eğitim politikasında Zenci, beyaz adam’ın sofrasından dökülen kırıntıları toplasın. 10- Bırakın sanayi eğitimi konusunda Zenci, beyaz adama en iyi şekilde hizmet edebileceği eğitimi alsın. (…) 14- Bırakın en aşağı beyaz adam bile en iyi Zenci’den yukarıda sayılsın. 15- Yukarıdaki ifadeler Takdirî İlahi’dir.” [34]

Kuşkusuz bu noktada Nazizme bir yaklaşım görüyoruz. Bunun sebebi özellikle ABD’nin güneyinde çoğu insanın açıkça “Anayasanın cehenneme kadar yolu var” düsturuyla teori ve pratikte “Aryan ırkın mutlak üstünlüğü”nü hayata geçirmeye çalışması, siyahların “İĞRENÇ, UĞURSUZ, ULUSAL TEHDİDİ”nden kaçınması ve inanç kitabına yüksek bir bağlılık göstermesidir. Bazı eleştirel sesler “Zenci’nin bir zararı yok” dese de ırkçı çeteler “her şeyi devralan bir ırk otokrasisi”ni yükseltmek ve “güçlü ırkı mutlak bir şekilde devletle tanımlamak” için Zenci’yi öldürüp yeryüzünden silmeye” dünden razı. [35]

Hangisi Nazi Almanyasını daha iyi tanımlıyor: Hitler ile Stalin’i aynı kefeye koyan “totaliterlik” mi yoksa daha Hitler Almanya’da güç kazanırken bile Güney ABD’de hüküm süren ‘Beyaz Üstünlüğü’ne selam veren “her şeyi devralan ırk otokrasisi” mi? Şu aşikâr: yalnızca Almanya’ya bakan biri Nazi terimlerini tam anlayamaz. Beyaz Üstünlüğü savunucularının yerden yere vurduğu ‘ırkların karışımı’nı anlamadan Kavgam’da da geçen “kan utancı” kavramı nedir ki? Nazi ideolojisinin anahtar kelimesi ‘alt-insan (Untermensch)’ Amerikan ‘under-man’in bir çevirisidir yalnızca!

1930’da ABD’li yazar Lothrop Stoddard’a olan hayranlığını dile getiren Alfred Rosenberg de bu mevzuyu dile getiriyor: Sonrakine (under-man) hakkı teslim edilmeli çünkü deyimin ilk bulunuşu bir altbaşlık olarak (Alt-İnsan Tehdidi) 1922’de New York’ta basılan ve üç yıl sonra Münih’te de çevirisi bulunulabilen kitabında geçiyor. [36] Alt-insan medeniyete karşı en büyük tehlikeydi ve bu tehlikeyi defetmek için “her şeyi devralan ırk otokrasisi” gerekiyordu. Totaliterlik kategorisinden değil de bu noktadan başlayınca, mevzu Stalin ve Hitler’le ilgili olmaktan çıkıp ABD’nin güney eyaletlerindeki beyaz üstünlükçüleriyle Alman Nazileri arasındaki ikiz kardeşlik bağına dönüşüyor. Ve Stalin her iki tayfaya da karşı çıkıyor; kendisinin Afro-Amerikalı aktivistlerin bir kısmı tarafından “yeni Lincoln” diye adlandırılması boşuna değil. [37]

6. Sömürgeci ve köleci egemenliği yenileyen iki savaş

Yine de Ribbentrop-Molotov paktı kesinlikle açıklanmalıdır. Sovyetler Birliği Nazi Almanya’sıyla bir anlaşma yapmayı başvurulacak son çare olarak görüyordu. Ama ben burada politik kategorilerin analizinden yola çıkıp tarihsel bir kıyas yoluna giden bir felsefeci olarak daha farklı bir değerlendirme sunmak istiyorum. Doğu Avrupa halklarına boyun eğdirmek ve onları köleleştirmek için Hitler tarafından savaşın tasması salınmadan yaklaşık bir buçuk yüzyıl evvel, başka bir tarihsel bağlamda, amacı sömürgeci baskınlık ve köleleştirme olan başka bir büyük savaş vardı. Napolyon tarafından yürütülen ve kayınbiraderi Charles Leclerc’e emanet edilen sefere karşı San Domingo, siyah kölelerin devrimci zaferine liderlik etmiş Toussaint Louverture ile yönetilen ada.

29 Ağustos 1793’ten sonra devrim Fransa’sının temsilcisi L.F. Sonthonax adada köleliğin kaldırıldığını ilan ettikten sonra bile, Louverture İspanya ile beraber savaşmaya devam etmişti, çünkü Fransa’dan şüphe duyuyordu. Siyahi lider uzun süre kendisini Jakoben Cumhuriyet’in ve köleliğin feshini destekleyenlerin karşısında konumlandırarak, köle sahibi eski rejimle (Ancien Régime) işbirliği içinde olmuştur ve bu sırada San Domingo’da iktidarını pekiştirmiştir. 1799’da bile ekonomik çöküşten kurtardığı ülkeyi tekrar kurtarması gerekmişti; Fransa’ya savaş ilan eden Büyük Britanya ile ticaret ilişkisine girmişti. İngiltere’nin galibiyeti köleliğin kaldırılması konusunda muazzam olumsuzlukta etkilere yol açardı. [38] Tüm bunlara rağmen Toussaint Louverture hâlâ hasmı Leclerc (ve Napolyon) karşısında anti-sömürgeci ve köleliğin kaldırılmasını destekleyen hareketin baş kahramanı olarak kaldı. Tamamıyla değişmiş tarihsel koşullara ve bir buçuk yüzyıl geçmiş olmasına rağmen Stalin’e farklı yaklaşmanın âlemi yok. Tarihsel süreçlerin çarpıklığı bizi esas olanın izini kaybetmeye itmemeli.

Fransız işgalinden ve bunu öngördüğü vakitten çok önce bile Toussaint Louverture insafsızca üretken bir diktatörlük dayatmış ve kendi gücüne karşı tüm tehdit ve sınamaları demir bir yumrukla karşılamıştı: ardından Leclerc ile gelen keşif kolorduları savaşı başlatmış ve bu iki tarafın da imhâsıyla sonuçlanmıştı. ABD’nin liberal ve demokratik liderliğine karşı Louverture’ü de Leclerc’i de “totaliterlik” kategorisi altında inceleyen bu uyumsuz yoruma ne demeliyiz? Bir yandan bu niteleme son derece bayağı olur: sonunda bir ırk savaşına dönen çatışmadaki dehşet çok açık, öte yandan kesinlikle saptırılmış. Çünkü bu tanım köleliğin düşmanlarıyla köle sahiplerini aynı düzeyde tutuyor ve köle sahiplerinin, Zenci köleliğinin yıllarca pek güzel hüküm sürdüğü ABD’de bulduğu destek ve ilhamı yok sayıyor. Totaliterlik kategorisi, anti-sömürgeci devrim ve köleliği savunan ve yirminci yüzyılda kuduran sömürgeci karşı-devrim arasındaki devasa çelişkiyi açıklamak için kullanıldığında ikna edici olmaktan son derece uzak kalıyor. Derin tahlillere ihtiyaç duyan tarihin bu bölümünün, birbiriyle çatışan açıklamaları kaçınılmaz kıldığı su götürmez; yine de iki can düşmanı ikiz kardeşlermişcesine sunmanın bir açıklaması olamaz.

İngilizceye çeviri: Frank Ruda

Kaynakça

Gasperi, Alcide De 1956, La democrazia cristiana e il momento politico (1944), in Discorsi politici, ed. by Tommaso Bozza, Rome: Cinque lune.

Dimitroff, Georgi 2000, Tagebücher 1933-1943, Berlin: Aufbau-Verlag.

Fredrickson, George M. 2002, Racism: A Short History, Princeton & Oxford: Princeton University Press. Gandhi, Mohandas K. 1969-2001, The Collected Works of Mahatma

Gandhi, Publications Division, Ministry of Information and Broadcasting, Government of India, New Delhi (new edition in 100 vol.).

Goebbels, Joseph 1992, Tagebücher, ed. by Ralf Georg Reuth, München Zurich: Piper.

Hamilton, Alexander, “The Consequences of Hostilities Between the States”, on: http://thomas.loc.gov/home/histdox/fed_08.html.

Himmler, Heinrich 1974, Geheimreden 1933 bis 1945, ed. by Bradley F. Smith u. Agnes F. Peterson, Berlin: Propyläen.

Hitler, Adolf 1939, Mein Kampf (1925/27), Münich: Zentralverlag der NSDAP.

-1961, Hitlers Zweites Buch. Ein Dokument aus dem Jahre 1928, ed. and with a commentary by Gerhard L. Weinberg, Stuttgart: Deutsche Verlags-Anstalt.

-1965, Reden und Proklamationen 1932-1945 (1962-63), ed. by Max Domarus, Munich: Süddeutscher Verlag.

-1980, Monologe im Führerhauptquartier 1941-1944. Die Aufzeichnungen Heinrich Heims, ed. by Werner Jochmann, Hamburg: Albrecht Knaus.

James, C. L. R. 1963, The Black Jacobins. Toussaint Louverture and the San Domingo Revolution, London: Penguin Books.

Longerich Peter 2008, Heinrich Himmler. Biographie, Siedler, Munich./Longerich, Peter 2012, Neinrich Himmler, Oxford: Oxford University Press

Losurdo, Domenico 2007a, Kampf um die Geschichte. Der historische Revisionismus und seine Mythen – Nolte, Furet und die anderen, Cologne: PapyRossa.

-2007b, “White Supremacy” und Konterrevolution, Die Vereinigten Staaten, das Russland der “Weissen” und das Dritte Reich, in Christoph J. Bauer et alii (eds.), Faschismus und soziale Ungleichheit, Universitätsverlag Rhein-Ruhr, Duisburg, pp. 155-185.

-2012, Stalin. Geschichte und Kritik einer schwarzen Legende, Cologne: PapyRossa.

Mukerjee, Madhusree 2010, Churchill’s Secret War. The British Empire and the Ravaging of India during World War II, New York: Basic Books.

Olusoga, David, & Erichsen, Casper W. 2011, The Kaiser’s Holocaust. Germany’s Forgotten Genocide (2010), London: Faber and Faber.

Piper, Ernst 2005, Alfred Rosenberg Hitlers Chefideologe, Munich: Blessing.

Rosenberg, Alfred 1937, Der Mythus  des 20. Jahrhunderts (1930), Munich: Hoheneichen.

Spengler, Oswald  1933, Jahre der Entscheidung, Munich: Beck.

Stalin, Josif V. 1917, „To all the Toilers, to all the Workers and Soldiers of Petrograd“, on: https://www.marxists.org/reference/archive/ stalin/works/1917/06/17.htm.

-1917a, “Foreigners and the Kornilow Conspiracy”, on: https://www. marxists.org/reference/archive/stalin/works/1917/09/12.htm.

-1920, “The Military Situation in the South”, on: https://www. marxists.org/reference/archive/stalin/works/1920/01/07.htm.

-1921, “The Tenth Congress of the R.C.P. (B.), on: https://www. marxists.org/reference/archive/stalin/works/1921/03/08.htm.

-1927, “Speech Delivered on the 1st of August”, on: https://www. marxists.org/reference/archive/stalin/works/1927/07/29.htm#Speech_ Delivered_on_August_5_.

-1929, “The National Question and Leninism”, on: https://www. marxists.org/reference/archive/stalin/works/1929/03/18.htm.

Tendulkar, D. G. 1990, Mahatma. Life of Mohandas Karamchand Gandhi, New Delhi: Publications Division.

Torri, Michelguglielmo 2000, Storia dell’India, Roma-Bari: Laterza.

Woodward, C. Vann  2013, Origins of the New South 1877-1913 (1951/1971), Baton Rouge: Louisiana State University Press.

 



[1] Yazar burada İngiliz Batı Hint Adaları kavramına gönderme yapıyor. Hitler’in de, Anglo-Karayipler’de kurulan İngiliz topraklarını örnek alarak, Almanya’yı bir sömürge gücüne dönüştürme isteğinin altını çiziyor. (Ç.N.)

[2] Tendulkar 1990, p.210

[3] Gandhi 1969-2001, Vol. 80, p.200 (Answers to Questions, 25. April 1941) ve vol.86, p.223 (Interview with Ralph Coniston in April 1945).

[4] James 1963, p.310 (1938’deki özgün edisyona 1963 Eki).

[5] Torri 2000, p.598.

[6] Mukerjee 2010 içinde, p. 78 ve pp.246-47.

[7] De Gasperi 1956, p. 15-16.

[8] Fredrickson 2002, p.2 ve p.124.

[9] Zenci Dehşetine Karşı Acil Alman Birliği

[10] Longerich 2008, p.66/Longerich 2012, p. 51

[11] Ibid.

[12] Goebbels 1992, pp.1747-48.

[13] Spengler 1933, p. 150.

[14] Hitler 1939, pp. 153-54.

[15] 22 Haziran 1941’de Nazi askeri birliklerinin Sovyetler Birliği topraklarında başlattığı operasyona Nazi kaynaklarında verilen ad.

[16] Herrentum.

[17] Hitler 1980, p.337 ve p.334 (Conversations of the 30th August of 1942 ve of 8th August of 1942)

[18] Himmler 1974, p. 156 ve p.159.

[19] Stalin 1917.

[20] Stalin 1917a.

[21] Stalin 1920.

[22] Olusoga, Erichsen 2011, p.327.

[23] Hitler 1965, bak. the speeches from the 22th of August 1939, from the 28th of September 1940 and from the 30th March and 8th November 1941.

[24] Dimitroff 2000, p.162.

[25] Stalin 1921.

[26] Stalin 1927.

[27] Hitler, 1939, p.82 ve pp.428-29.

[28] Hitler, 1961, p.131-32.

[29] Hamilton 1987

[30] Yazar burada 7 Aralık 1941 tarihindeki Pearl Harbor saldırısının ardından alınan karara atıfta bulunuyor. Bu karar kapsamında yaklaşık 120.000 Japon kökenli ABD vatandaşı, ulusal güvenlik için tehdit arz ettikleri gerekçesiyle zorla toplama kamplarına götürülmüştür. Bu karar o dönemde halk arasında Japon karşıtı ırkçılığın yayılmasına sebep olmuştur. (Ç.N.)

[31] Hitler 1961, p.52; Hitler 1939, p. 730.

[32] Hitler 1939, pp. 313-14.

[33] Rosenberg 1937, p. 673 ve pp. 668-69.

[34] Woodward 2013 içinde, p.350 ve pp.335-56.

[35] Woodward 2013 içinde, p.352-53.

[36] What concerns Ratzel, the vice-consul in Chicago and Stoddard, bak. Losurdo 2007b, p.164-65 ve pp.159.

[37] Losurdo 2012, chapter 6, paragraph 8.

[38] James 1963, S.104 u. 186.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar