Garbis Altınoğlu

   
Garbis Altınoğlu
Nazım Taban
Uzun süredir çok yakından tanıdığını düşündüğün bir insanı, bir yoldaşı, bir arkadaşı ve hatta bir ağabeyi anlatmanın bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Belki de bana bu kadar zor gelmesinin nedeni, kişisel olarak duyumsadığım şeyleri yazıya dökerken, ifadelerimle duygularımı ve kuşkusuz meramımı yeterince anlatamama kaygısıdır. İlk gençliğinden beri ve yaklaşık 50 yıllık politik bir geçmişten, yaşanabilecek en ağır işkenceleri yaşamış bir insandan, yıllarca cezaevinde yatmış bir devrimciden, ailesi dâhil bütün “soydaşları” kırımdan geçirilmiş, bu kırımın etkilerini üzerinde bir kimlik gibi taşıdığına kesin olarak inandığın Ermeni kökenli bir komünistten bahsediyoruz.
Garbis, bana göre bu yazılanların ve bundan sonra da yazılacakların toplamından çok daha fazlasıdır. Fazlasıdır, çünkü ölümünün verdiği duygusal ortam zamanla durulacak, esas olarak onu anlatabilecek insanlar da muhtemelen “daha önemli” işlerinden dolayı konuya el atmayacak ve uzun denemeyecek bir zaman diliminde de yitip gideceklerdir. Bu ifadem ister bir uyarı, ister bir eleştiri olarak düşünülsün, bunun böyle olacağını, bundan önce yaşananlar fazlasıyla kanıtlamaktadır. Tarihe damga vurmuş insanlarımızı düşünün, biyografi konusundaki fakirliğimiz de zaten bu söylediklerimi fazlasıyla destekleyecektir.
Diyalektiğe ‘aykırı’ biri
Hemen başlangıçta, Garbis’le ikimizin ilişkisinin içeriğini tanımlamaya kalksam; çok yoğun insani yönleri olan, karşılıklı emekle yoğrulmuş nitelikli arkadaşlığı da kapsayan, Gürcü/Ermeni olmamız bağlamında komşu/kardeş halklara mensup olmamız hasebiyle kan bağını da içeren, tartışmasız tam bir ideolojik uyumla ve güçlü yoldaşlık bağlarıyla kaynaşmış “politika üstü” bir niteliğe sahipti diyebilirim.
Birlikte geçirdiğimiz mesai, aynı ortamda soluduğumuz hava, 30 yıllık ilişki içerisinde nispeten çok azdır; günlerle, haydi diyelim ki birkaç ayla sınırlıdır. Bu sınırlılığa rağmen, ilişkimizi bir teste tabi tuttuğumuzda bu uzun sürenin sonunda her ikimizin de alnımızın akıyla çıkacağımıza inancım tamdır. Benim için aynı çatı altında olmak demek, her ikimizi de komünist bir dava adamı olarak düşündüğümüzde, dünyadaki bütün mücadelelerde esen aynı havayı solumak demektir.
Sade, doğal, duru ve kapsayıcı, fiziki olarak çoğu zaman uzakta, ama bir o kadar da kendime yakın duyumsadığım yoldaşlarım var kuşkusuz; ama abartmadan söyleyeyim, metafizik bir değerlendirmeyle, dünyada Garbis’le aynı niteliklere sahip bir ikinci kişi yok! Bunu, “her insan biriciktir” babında söylemiyorum.
Garbis nasıl biriydi? Onunla ilgili değerlendirmelerin tamamen öznel olma ihtimalini de gözeterek, bu öznelliğimi ayrıca politik yaşamına da yayarak bir iddiada daha bulunuyorum. Sosyalliğim hiç fena sayılmaz, çok insanla düşüp kalkan biriyim. Bu özelliklerimi gözeterek şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bana göre Garbis, her yönüyle “çok farklı” biriydi ve bu sözlerimin altını kalın bir çizgiyle çiziyorum.
Onu, yaşama, günümüzün şekillendirdiği insan tipolojisine, neredeyse abes bir deyimle zamanın ruhu ve onun “diyalektiğine” aykırı biri olarak tanımlayabilirim. Garbis, gürültü yapmadan derinden derine kendi doğallığında akan berrak bir nehirdi. Her zaman değişen, ama bu değişimi gözümüzün önünde kendi doğallığında bütün heybetiyle akarak değiştiğini fark ettirmeyen bir değişim.
Onu tanıdığım günler
İşte bu insanı, 1990’da Emeğin Bayrağı Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü olarak göreve başladığımda, avukatları aracılığıyla gönderdiği, çok düzgün bir el yazısı ile yazılmış, büyük bir keyifle hem dizgisini yaptığım hem de didik didik okuduğum yazılarıyla tanımıştım.
Şimdi bir madalya gibi boynumda taşıdığım, en az 20 kere gözaltına alınıp kısa süreli cezaevinde yattığım ve 1255 yılla yargılandığım bu dönemde; kaybetmiş olduğumuz için adını anabildiğim Ahmet Kaya, Neşet Ertaş, defalarca bir araya gelme imkanı yakaladığım Kazım Koyuncu gibi sanatçıları, gazetemizde yazı yazan Turan Dursun’u, Nazım Hikmet’in Türkiye’ye gelen eşi Vera Tulyakova Hikmet gibi değerleri ve kuşkusuz Garbis Altınoğlu’nun yanı sıra bir dizi paha biçilmez devrimciyi nispeten yakından tanıma imkanım oldu. Devlet terörünün yine yoğun yaşandığı, işkencenin günlük yaşamın bir parçası olduğu, karakollarda ölümlerin, gözaltında kayıpların bizler için “sıradan olaylar” olarak cereyan ettiği günlerdi. Ama buna karşılık aynı zamanda, saldırılara karşı gelişen bir mücadelenin, bu mücadelenin yarattığı bir “özgürlük” ortamının dolaysız ürünü ve devrimcileriydik. Bugün geriye dönüp baktığımda, yaşadığım o günlerin, gelecek güzel günlerin habercisi olduğuna dair en küçük bir kuşkum yoktu.
İyimserliğimi bir yana bırakırsam, açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, ne o koşullar, ne de o koşulların doğurduğu kişiler uzun süre boyunca karşımıza çıkmayacak gibi görünüyor. Yediğimiz dayaklardan sonra çıktığımız gözaltıları, sanki eğlence dünyasından çıkmış gibi gülerek anlatmayı kim düşünebilir? Çalışmayan makinelerle sahte matbaalar kurup, gerçek gazeteler basmak, kaç “gazeteciye” nasip olur? Tespih çektiği için gözaltına alınanla bildiri dağıtanın, belediyeyi dolandıran “devrimci”yle Yılmaz Güney’in lakabını taşıyan mafya liderinin aynı karakolda devletin şiddetine maruz kalarak kaynaşması tesadüf değil, tamamen konjonktüreldi. Tıpkı, işkencecisinin itiraflarının yayımlandığı dergide, bir süre sonra Garbis’in röportajının yayımlanmasının tesadüf olmaması gibi.
Andığım günler, şimdi sadece sahaflarda bulunan komünist anlatı ve eserleri, ilgili yayınevinden alabilmek için parasını peşin yatırıp sıra beklemek zorunda kaldığımız günlerdi. Yazınsal alandaki bu özgün durum düşünsel alanda da geçerliydi. İşte Garbis’le ilişkimizin temeli bu dönemde atıldı.
Garbis’in yazılarında en çok dikkatimi çeken, güncel siyasal gelişmeleri Marksist-Leninist bir perspektiften incelerken, aynı zamanda “ustalar” başta olmak üzere Marksist-Leninist literatürden yapılan alıntılarla desteklenmiş olmasıydı. Bazen bu alıntıları “aşırıya” kaçırdığı oluyordu ve bu konuda okurlarımızdan gelen eleştirilere kişisel olarak da muhatap oluyordum. Bu konuyu kendisine açtığımda bana, klasikleri mutlaka okumam, Marksist dünya görüşünü birinci elden tanımam gerektiğini söylemiş ve daha kapsamlı, ayrıntılı ve anlaşılabilir olarak şuna benzer bir açıklama yapmıştı:
“Özellikle bugün, yani Marksizm’in ideolojik etkisinin azaldığı, anti-Marksist ya da Marksist-olmayan düşüncelerin yaygınlaştığı ve hele genç devrimci kuşakların Marksizm’i yeterince tanımadığı bu koşullarda itici olmamak ve insanlara doğruları sabırlı bir tarzda anlatmak”[1] gerekiyor.
1990 ve 1991 yılları, özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin geliştiği, “Batı”da da işçi/memur eylemleri ve sendikal mücadelelerinin yanı sıra devrimci mücadelenin de görece yüksek seyrettiği, Türkiye devrimci hareketinin şiddet eylemlerinin görece yaygınlaştığı, dönem dönem 700-800 kişilik korsan gösterilerin yapılabildiği yıllardı. Devlet bu şiddet eylemlerinden “bunalmış” ve cezaevlerinde rehin tutulan devrimcilerin idamlarını gündeme getirmişti. Devrimci “teröre” devlet terörü eşlik ediyor, bu arada dinamik bir kitle hareketi, işçi ve memurların sendikal mücadeleyi de kapsayan mücadeleleri 12 Eylül’ün giydirdiği deli gömleğini yırtıyor ve baskıcı cendereyi de önemli oranda kırıyordu. Siyasal yapıların kümelendikleri dergi çevreleri, aynı zamanda daha geniş kesimleri kapsayan, Beyoğlu gibi bir merkezde birkaç katlı binası bulunan ve neredeyse her soruna işaret eden komisyonlarını örgütlemiş olan İnsan Hakları Derneği, işçi ve memur sendikaları ve farklı kurumların da katıldığı eylemlerle sokaklar işgal ediliyordu. Bu koşullarda, 1991 yılında artık eskimiş ve güncel gelişmelere yanıt vermeyen TCK’nın 141 ve 142. maddeleri iptal ediliyor, yerine 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası devreye konuluyordu. Bu yasal değişiklik aynı zamanda, 12 Eylül ve onun öncesinde hapishanelere doldurulan devrimcilerin “koşullu af”la salıverilmesine yol açmıştı. Yasadaki bu değişiklikle birlikte, birçok devrimci tutsağın yanı sıra Garbis Altınoğlu da “özgürlüğüne” kavuşmuştu.
Siyasal atmosferin, salt bizim devrim olacağına dair inancımızla sınırlı olmadığını, aynı zamanda devletin ve onu oluşturan “kadroların” “devletin yıkılacağına/bölüneceğine” dair geliştirdikleri derin korkusunu da kapsadığını söyleyebiliriz.
Bugün oy verirken bile HDP ile CHP arasında yalpalayan “eğreti” yoldaşlarıma “eski” günlerimi anlatırken genel olarak bana şunu sorarlar: “Ne kazandınız?” Zaferi hak edene kadar kutsal olan zafer değil savaştır. Daha ne olsun! İyimser tesellimiz bize, “insanlığın”, geçici olarak “büyük bir sıçrama yapmak için bir adım geri çekilmiş” olduğunu söylüyor.
Kısa bir süre sonra tekrar tutuklanabileceğine dair duyumlarla birlikte koşullu afla da olsa tahliye olduktan sonra tanışma imkânı bulduğum, soyadının vurguladığı birikim aracı “altın”ın onun yanında beş para etmediği Garbis’le, altı aylık bir kopukluk dışında, o günden sonra ilişkim hiç kesilmedi.
Devrimciliği bilgeliğiyle harmanlamayı başarmış yüksek duyarlı insani yönleriyle, komünist kişiliğiyle, özellikle vurgulamalıyım ki devrimci bir enternasyonalist olarak adının da açıkça belirttiği gibi milliyetiyle, engin kapsayıcı kültürüyle, inanılmaz birikimiyle ve yüksek imanıyla sadakatle bağlı olduğu Marksist-Leninist dünya görüşüyle Garbis, adeta bir granittir. Mücadelenin yüksek olduğu “güneşli güzel günler”imizin de, en yoğun saldırıların yaşandığı, gericiliğin şahlandığı fırtınalı yılların da olduğu, ideolojik ve siyasal her türlü savrulmanın yaşandığı en azından benim şahsen deneyimlediğim 30 yıllık siyasal tarihimizde, ‒kuşkusuz nice saygıdeğer devrimcilerimizin de olduğunu kabul ederek‒ parmakla gösterilecek ender insanlardan biriydi. Bu 30 yıl elbette benim için de “şişede durduğu gibi” geçmedi. Bu uzun dönem boyunca, bütün yalpalamalarıma karşın, bugün durduğum noktanın belirleyicilerinden birinin ona sıkı sıkıya tutunmuş olmam olduğunu, yaşamımda tayin edici rol oynayan birkaç kişiden biri olduğunu gururla ve rahatlıkla söyleyebilirim.
Hayal kırıklığım!
Kusursuz muydu? Şimdi beni duyma imkânı olmadığı için arkasından rahatlıkla konuşabilirim! İdeolojik olarak ona ne kadar yakın idiysem, yapı ve mizaç olarak o kadar uzaktım. Adeta birbirimizin tam zıddıydık. Bundan çok hoşlanmasam da, her şeyi ama her şeyi hatta şakayı bile “ciddiye” alan Garbis’in aksine, her şeyi “ti”ye alan bir özelliğim var. En “resmi” ortamlarda, en ciddi anlarda bile ortalığı “karıştıran” bir espri yapmadan duramam. Bu yoldaşla ilişkilerimde de kendimi ayarlama gereği duymazdım, onunla da herkesle olduğum gibiydim. Buna karşın, onun kahkaha ile güldüğüne bir kez olsun tanık olmadım. Kuşkusuz yaptığım esprilere gülerdi. Ama bu gülüş, mimiklerle zenginleştirilmiş salt bir gülümsemeyle sınırlı kalırdı!
Cezaevinden çıktığında, hep benimle olması için özel çaba sarf ederdim. Zaman buldukça da birlikte oturduğum eve giderdik. O zamanlar, şimdikinin aksine “dünyayı düşüncenin değiştirebileceğine” dair inancım tamdı. Onunla olan güçlü bağımın kaynağı muhtemelen buydu, bana göre o tek başına her şeydi! Herkesin yanımda görmesi için çabalar, Garbis yoldaşla herkese hava atmak isterdim. Bu ruh halimin aksine, cezaevinden çıktığı için biraz zaman tanımama karşın bir milim “değişmeyen” Garbis, benim için tam bir “hayal kırıklığıydı”. Yazarken ne kadar doyurucu ve uzun yazıyorsa, konuşurken o kadar cimriydi. Sürekli, “Şu gereksiz konuşmalar bitse de kitabıma dönebilsem” modundaydı. Nasıl desem? Yuvasına bir şeyler taşıyan karınca gibi, sürekli elinde bir kitapla dolaşırdı. “Sen konuş, kulağım sende!” Çok mecbur kalmadıkça konuşmayan, alfabelerinde 13 harf bulunan Hawaii’liler gibiydi!
Ama tabii bu aylarda da yazıyor da yazıyormuş. Yayınlarımızda sürekli yazıyordu, ama buna bir de iç yazılarını eklemek gerektiğini çok sonradan öğrendim. Özellikle ulusal soruna ilişkin yayınlarımızda anti-Marksist bir eğilim görüyormuş. Sonradan okuduğum ve bu tarihlere ait bazı yazılarında kendimin de eleştirildiği hissi uyanmıştı. Çünkü o sıralar, ulusal soruna ilişkin “aykırı” fikirlerimi kendisi için yerli yersiz denebilecek şekilde paylaşıyordum. Bana, bu tür sorunların merkezi olarak bir kez karar altına alındıktan sonra karara uygun olarak işlenmesi gerektiğini ve böylesi ikili konuşmaların doğru olmadığını söylemişti. Ağzımın payını almıştım tabii. Buna karşılık, yayınlarımızda merkezi kararlara uymayan yazıların çıktığına dair uyarıları bana da yapıyordu. Merkezi kararların alınmasındaki tahmin ettiğim etkisine karşın, alınan kararlara uyulmadığını böylece görmüş oluyordum.
Bu ve başka sorunları da kapsayan yazılarına örnek vermek gerekebilir. 1992’de kaleme aldığı “Bir Örgütsel Reform Projesi (parça)” başlıklı yazıda şu uyarılarla dikkat çekiyordu:
“Temel görüşlerine sinmiş olan Maoist etkilerden kendisini bütünüyle arındıramamış olan Hareket’imizin saflarında ekonomist-sendikalist bir sapmanın yanı sıra, yarı-anarşist bir sapma (1), Kürt milliyetçiliğinin hegemonyasına (ideolojik olarak) boyun eğme biçimini alan bir sapma (2) ve feminist bir sapma (3) gelişmektedir.” (Polemikler I, s.99)
Uzun süre cezaevinde yattığından olacak, yemek yapmayı da bilmezdi. Bende kaldığı bir gün alışverişe gideceğim, sen de keyfine bak (yani istediğin kadar kitap karıştırabilirsin demek istiyorum) diyerek çıkmak üzereyken, “Sen yokken yapabileceğim bir şey var mı” diye sordu. Ben de, yapabilirsen pilav yap dedim. Tereyağı, pirinç, bir de 4 kişilik tencere bırakıp çıktım. Yarım saat sonra döndüğümde, makarna gibi yapmaya çalıştığı, soğuk su koyarak sürekli karıştırdığı pilav, lapa haline geldikten sonra yavaş yavaş suyu çekerek katı bir nesneye dönüşmüştü. Tencere neredeyse kullanılmaz hale gelmiş, içindekiler de çöpe gitmişti. Sonra öğrendi mi? Maalesef sormak aklıma gelmedi.
Bir övünme payı çıkararak, benim uğraş ve çabalarımın da etkisiyle, son yıllarda başladığımız ve her yıl düzenli olarak çıkarmayı hedeflediğimiz kitaplarından en sonuncusu, önceki yıl baskısı yapılan 3 ciltlik Seçme Yazılar’ıdır. Daha önce kitabını yayımlayan bir yayınevinin, defalarca ve ısrarla istediği “biyografi” konusunu, uygun zamanlarda birkaç kez dillendirmeme rağmen, sadece bir kere ve kesin bir dille reddederek cevap verdi. “Benim biyografimin mücadeleye ne katkısı olabilir ki?” Böyle şeylere gerek yoktu! Biyolojik bir varlık olarak zaten kendisinin hiçbir önemi yoktu, varsa yoksa “mücadele”. Kendisi dahil her şey devrim içindi!
“Yaratıcı yalancı”
1998 yılında yeni bir alanda görevlendirildiğimde, partinin dışına düşmüş, biraz da maddi olarak borçlu olan sorunlu eski biri ile muhatap olmak zorunda kalmıştım. Zorla da olsa, kendisini “sorgulayabileceğim” bir yere getirtebilmiştim. Kimsin, neyin nesisin, kimle çalışmıştın gibi sorularıma yanıt verirken, “Cuma’yı çok yakından tanırım, hatta onunla ilgili bayağı anılarım da var” dedi.
Bizim “komünist” partide de, o zamanlar nasıl olmuşsa bir metrekareye üç Cuma ve iki de İmam Hatipli düşüyordu! Bu yetmiyormuş gibi, hem Ermeni hem de komünist olan Garbis yoldaşın da adı bir ara Cuma’ydı! Bunu duyunca büyük bir heyecanla gözlerim faltaşı gibi açıldı. Karşımdaki de az buz kurt değil tabii, zaafımı o an gözlerimden ve mimiklerimden okumuş oldu. Biraz daha ayrıntılı sorduğumda anladım ki, gözlerimin açılmasına vesile olan her iki Cuma’yı da tanıyordu. Hem Garbis’i, hem de çok sevdiğim ve uzun süre birlikte çalıştığım öteki Cuma’yı… Farklı zaman ve yerlerde yaşanmış olayları uzun uzun anlattı. En ilgimi çeken Garbis’in başrolde olduğu bir hikayeydi! Buna göre, Garbis, polis aramasına denk gelen başka bir harekete mensup aranan bir devrimciyi, vurdulu kırdılı bir film sahnesindeymiş gibi silahını çekip kurtarıyor ve kaçırıyordu. Bu etkileyici anlatılarla adeta sarhoş olmuştum ve onu niye çağırdığımı unuttuğum gibi, hakkında duyduklarımın da yanlış olduğuna ikna olmuştum. Arkadaşı bana yanlış anlatmışlardı! Kendisini tanıdığıma çok memnun olduğumu belirttim ve mümkün olan en kısa zamanda tekrar görüşmek istediğimi söyleyerek sokak başına kadar uğurladım!
Bu günden sonra, diğeriyle mümkün olmadığı için, heyecanla, Ermeni olan yoldaş “Cuma” ile bir an önce görüşmek istedim. Sağ olsun, yoldaşlar beni kırmadılar ve görüşme kısa süre sonra gerçekleşti. Üzerinden çok zaman geçmediği için, anlatılanların tümü tamamıyla aklımdaydı ve ben heyecanla konuşmaya hazırlanmıştım. Garbis yoldaş gelmiş, kalabalık bir ortam. Tanışma faslı, hoşbeş uzuyor, tanıdığım insanların bir de kendilerini anlatmaları beni sıkıyor. Sıranın bir an önce anıların anlatılmasına gelmesi için, doğal ortamı bir tür panele çevirmiş “moderatör” olarak sohbeti hızla ilerletmeye çalışıyorum. Anlatılması gereken bir an önce anlatılmalı ve her şeyi herkes duymalıydı! En heyecanlısı olduğu için, silahlı özgürleştirme eylemini anlatmaya koyuldum. Daha yeni başlamış, hızımı alamamıştım ki, Garbis sözümü kesti; “Yoldaş, bunları kim anlattıysa bayağı yaratıcı bir yalancıymış. Bu tür senaryolara inanma, kafanı da böyle şeylere yorma” dedi. Ortam birden buz gibi oldu, bir süre kimse konuşmadı. Sessizliği bozmak için, çok başarılı olamasa da “Cuma” yoldaş başka konularda sohbeti ilerletmeye çalıştı. Ben henüz birkaç renk değiştirmişken, sağ olsun misafirlerden biri “yoldaş, bir şey sorabilir miyim” diye lafa girdi. En azından renk geçişlerimden ve ortamı geren derin sessizlikten beni kurtarmış olduğu için minnet duymuştum. Herkes, disiplinli ve uyumlu bir şekilde başlarını soruyu sorandan Garbis’e doğru çevirmişken ve benim kanım henüz yüzümden çekilmemişken, o, “Bu soruya Nazım yoldaşın cevap vermesini tercih ederim” dedi, eliyle de beni takdim etti! Şimdi, ne sorulan soruyu, ne de verdiğim büyük bir ihtimalle saçma sapan cevabı hatırlıyorum.
Bu buluşmanın ardından Garbis, birkaç gün bende kaldı. Uzun uzun politik meseleleri konuştuk. Benim günlük planlarım alt üst oldu, “disiplinli” bir şekilde, henüz çok az kitabımın bulunduğu kütüphanemdeki kitapları taradık. Bulunduğum bölgeyle, oranın kültürüyle, diliyle ilgili bazı şeyleri anlatmaya çalıştım, o ise bu kez “Hawaii’liler gibi” davranmayarak bana ayrıntılarıyla birlikte bilmediğim çok şey anlattı! Kendisiyle ilgili olayları anlatan, “sorunlu” kişiye karşı ne yapmam gerektiğini kısaca izah etti. Garbis’in sayesinde “sorgudan” kurtulmuş, anlattığı olayların doğruluğu yanlışlığı da “önemini” yitirmişti.
Zengin
2016 yılının ortalarında bana yazdığı “Seni bu kış çıkmadan bekliyoruz” notu olmasaydı, galiba onu son bir kez görmekten de mahrum kalacaktım. Cevabi notumda, pasaport ve vize işlemleri gibi bürokratik işlerden dolayı biraz zamana ihtiyacım olduğunu belirtmiştim. Bir sonraki notta, yolculuk masraflarını da üstleneceğini belirtince, kesinlikle gitmem gerektiğine karar verdim. O zaman, bu notun bu kadar önemli olacağını maalesef hiç düşünmemiştim. Şimdi aynı notu defalarca okuyorum. Çok sevdiğin bir dostunun, bir arkadaşının, bir sevgilinin bir yerde seni kavuşmak için beklemesi gibi bir his uyandırıyor.
2017’nin Mart ayında gittim. Türkiye’de havaların sıcak olması ve aynı zamanda kitap siparişleri dolayısıyla valize çok eşya koyamamıştım. Havalar soğuk olduğu için, birlikte dışarı çıkacağımız zaman kendi montunu giymemi istemişti. Ayıp olmasın diye sormadım, ama Türkiye’de aldığı mont muydu, yoksa eskiciden aldığı mont muydu bilemedim. Tutumluydu, ama tanıdığım en cömert insanlardan biriydi. Oğlum Taylan’ın doğum gününü hatırlayıp arayan, ona okul harçlığı gönderen tek yoldaşımdı. Kitaplarının yayın işleriyle ilgileniyordum. Çıkaracağımız kitapların ön hazırlıklarını yapar, sonra baskı vb. maliyetlerini bildirirdim. Mutlaka maliyetinden fazla para gönderir, kendi hakkımı da almamı isterdi ve bu konuda itiraz etmeme izin vermezdi. Gezi Direnişine, Hrant Dink’in ve bir dönem kendisinin de bulunduğu Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesinin yıkılmasına karşı yapılan direnişe, direşkenliğini takdir ettiği maddi sıkıntılar içindeki bir eylemciye son derece kısıtlı bütçesinden artırdığı katkılarını gönderdi. Bir devrimcinin hastalandığını ya da sıkıntıda olduğunu duyduğunda mutlaka yardım etmek isterdi. Çevremdeki en yoksul insandı, ama cömertlikte ondan daha “zengin” birini tanımıyorum.
Ziyaretimde dışarı çıkmış, kahvemizi içmiş ve bazı tarihi yerleri gezdikten sonra da birkaç eskiciyi dolaşmıştık. Bana soruyordu: Şu vazo nasıl? Harika! Demek ki yoldaş artık evine böyle şeyler de alıyor diye içimden geçirmedim dersem yalan olur. Kahvaltı ederken, yediğim peyniri beğenip beğenmediğimi sorar, ben de yanıtlardım. Kara lahanayla büyümüş biri olarak, kutsal bir yiyecek olarak hamsi dışında her yemek benim için “harika”. Son gün bir baktım, bu “harikalar”ın hepsi büyük paket olmuş, “Yoldaş, giderken sana zahmet bunları da götüreceksin”!
1990’lardan bugüne kadar yazdığı yazıların çoğunu, bazılarını ise birkaç kez okumuşumdur. Bir önceki kitap çalışmasının kapağını yaparken, Hikmet Kıvılcımlı’nın Saptamalarının Işığında Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar adının uzun olduğunu söylemiş, daha kısa ve “okuru etkileyecek”, satışta da olumlu etkisi olabileceğini düşündüğüm bir başlık önermiştim. Önerimi, daha iyi bir ad olduğunu kabul etmesine karşın içeriği yeterince yansıtmadığını ve okuyucuyu yanıltabileceğini söyleyerek kabul etmemişti.
Zaman zaman anlaşamadığımız konular oldu. Bu durumlarda, eğer varsa, bana diyelim iki sene önce yazdığım bir e-mailden bir cümle gönderir; “bak, şu tarihte böyle söylemiştin” diye, nezaketini koruyarak ve bizzat kendi sözlerimle ikna etmeye çalışırdı. Böylece kolayca anlaşırdık! Garbis çok çabuk küserdi, hatta bazen küstüğünü anlayamazdınız bile. Fakat sanırım bana küsemezdi. Daha doğrusu bana küsmeyi beceremezdi, çünkü diyaloğu sürekli koruyarak buna izin vermezdim.
Tanıdığım en mütevazı, en çalışkan ve en disiplinli insandı. Tanıştıktan günümüze kadarki zaman için iddia edebilirim ki, hiç kimse ama hiç kimse onun kadar disiplinli bir hayat organize edemedi. Onunla ancak askeri disiplinle çalışan bir fabrika işçisi boy ölçüşebilirdi.
Bizim “Gecekondu Enternasyonali”miz!
Onunla yaşadığım çelişki ve çatışmaları da, Garbis’in anlaşılmasına katkı sunacağını düşündüğüm için anlatmalıyım. İlk çatışmamızın konusu ve onu bir tür “dönemin ruhunu anlayamayan biri” olarak nitelendirdiğim olay, “Yeni Komünist Enternasyonal” (YKE) girişimiydi. 1995 yılında, ev sahipliğini Bulgaristan Komünist Partisinin yaptığı ve değişik ülkelerden komünist olarak gördüğümüz çok sayıda parti ve grubun katıldığı bu girişim için Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da çalışmalara başlanmıştı. Uluslararası niteliğiyle YKE girişiminin esas mimarları ‒aynı zamanda ilanından sonra sekreterliğini üstlenen‒ bizim parti ile ev sahibi olması dolayısıyla Bulgaristan Komünist Partisi’ydi. İktidarı Bulgaristan Sosyalist Partisi’ne kaptıran, henüz polis memurlarının “eski” alışkanlıklarından sıyrılamadıklarından karşısında esas duruşa geçip selam durdukları Vladimir Spasov önderliğindeki BKP, fikir vermesi açısından rahatlıkla söyleyebilirim ki, bizim “marjinal” partimizin herhangi bir yerel organından daha “marjinal”di. O kadar ki, yerel komitelerin sekreterleri merkezi yayına ulaşamıyor hatta bu merkezi yayını da bizim partinin katkılarıyla çıkarabiliyorlardı. Bu girişimimizin üzerinden çok zaman geçmeden, Spasov, BKP Merkez Komitesi içerisinde yaşanan sorunlardan ve ayrışmalardan dolayı bir ara basının gündemine girmişti. Her yere demeç vermeyi marifet sayan Spasov, Bulgaristan’da yayımlanan ve tamamen erkeklere dönük “erotik” denebilecek bir dergiye de uzunca bir röportaj vermişti. Neyse, 1995 yılının başlarında, Yeni Komünist Enternasyonal Sofya’da ilan edildi. İlan sırasında bizi 15 kadar genç arkadaş temsil ediyordu. İlan şenlik havasında yapılmış ve şaraplar içilmişti. Bu arada en zengin yoldaşlar olan Almanlar soyulmuştu. Arabaları, eşyalarla birlikte çalınmıştı. Çalanlar da zaten polisle birlikte çalıştıkları için Bulgar yoldaşlar rezil olmuştu, neyse ki kısa süre sonra araç bulunup iade edilmişti.
Fakat, Garbis sevincimizi kursağımızda bırakacaktı.
YKE ilanımız, o zamanlar daha çok hak ettiğini düşündüğüm tanımlamayla, gelişmelerin ve hayatın gerisinde kalmış bu “ihtiyar” tarafından, “gecekondu enternasyonali” diye “küçüksenerek” boşa çıkarılacaktı. Garbis, büyük bir enerjiyle ve bütün yetkilerini kullanarak enternasyonalimizi engellemek istiyordu. İlgili kurulları ikna etmek için herhalde ömründe konuştuğu kadar telefon konuşması yapmıştır. Biz “tarihi bir anda” olduğumuzu düşünürken Garbis bu coşkuyu bizimle paylaşmıyor, bu yetmezmiş gibi bir de enternasyonali dağıtmaya çalışıyordu. Çok yüksek coşkumuz sert kayaya çarpmıştı. Çok kızıyorduk ona.
Kesin kararlıydım; ilk karşılaşmamızda bütün tepkimi yansıtacak, ondan bir nevi hesap soracaktım. Sonunda karşılaştık; birkaç dakikalık konuşma, nazarımda işlerin tersine dönmesine yetmişti. Eleştirmeyi bırakın, girişimi savunmak için tek söz bile edememiştim. Daha sonra bu konuyla ilgili derli toplu görüşlerini, kopukluğumuzun giderildiği buluşmamızda önüme koyduğu materyalleri okuyarak öğrenme fırsatı bulabildim. Bu görüşler, Seçme Yazılar: Polemikler-I’de yayımlanan “Revizyonist Bir Enternasyonale Doğru mu?” ve “Bir Kez Daha Sofya Skandalı Üzerine” başlıklı yazılarda dile getirildiği için, beni ilgilendiren kısmıyla konuyu bitiriyor ve merak edenlerin ilgili kaynaklara bakabileceklerini hatırlatıyorum.
“Ermeni olduğumu hiç aklına getirdin mi?”
Girişte söylediğim altı aylık kopukluğumuza gelince… Partiden ayrı düştüğünü duyduğumda bir taraftan Garbis’e çok kızmış, diğer taraftan da moralmen çökmüş ve bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamamıştım. Garbis’in partiden ayrılma süreciyle ilgili Hüseyin Tekin’in yazısına göz atabilirsiniz.[2] Ben burada, bu olayı ikimizin ilişki dünyasında nasıl anlamlandığı bakımından anlatmak istiyorum. Olayın bu yönden ele alınmasının da öğretici yanları olduğu kanısındayım.
Henüz daha o zamanlar “düşünceyle dünyanın değişeceğine” dair inancım değişmemişti. Satırlarını “hatmettiğim” ama daha az anladığım bir yoldaşım da daha önce ayrılmıştı partiden, ikincisi de şimdi gitmişti. Hele ayrılma biçimine ne demeliydi! En azından benim gibi “en yakınındaki” yoldaşları bilgilendirebilir, gelişmelerden haberdar edebilirdi. Son derece öfkeliydim. Bu öfkenin şevkiyle, ulaşabileceğim bir kanaldan, “ağır” eleştiriler içeren bir not göndermiştim. Yanıtı gecikmedi.
Kısacık bir not yazmıştı. Tabii korumadım o notu, ama şöyle yazıyordu: “Henüz daha gençsin. Örgüt meselelerini kavrayışın yüzeysel. Bu eleştirileri yöneltirken benim Ermeni olduğumu hiç aklına getirip hesaba kattın mı?” Hesaba katamazdım, çünkü zaten kendisinin de söylediği gibi aklıma bile gelmemişti. Benim bildiğim, üstelik Garbis gibi partinin bir yerine gelmiş olanlar, Musa’nın asasını denize vurup yardığı gibi her bir şeyi halledebilirdi!
Elimde evirip çevirdiğim ve küçük bir kağıda yazdığı not bundan ibaretti. Notu ilk okuduğumda, “savunma” biçimini yadırgamış, “galiba bana anlamlı bir cevap yazamadığı için böyle atlatmaya, geçiştirmeye kalkmış” diye düşünmüştüm. Fakat, geçen günlerle birlikte bu nottaki ifade git gide ağrıma gitmeye ve içime oturmaya başladı. Belli bir süre sonra benim yaptığımdan çok daha ağır bir eleştiri olarak algılamaya başladım. Bu kısa not içimde büyüdükçe büyüdü ve bu nottan sonra, yapacağım her değerlendirmede, herhangi bir azınlıktan birini, özellikle de düşüncesi ne olursa olsun bir Ermeni’yi gördüğümde, Garbis’le her temas kurduğumda bu uyarıyı aklımdan asla çıkarmadım. Pir Sultan’ı gül atarak yaralayan bir dost durumuna düştüğümü hissetmiş, çok üzülmüştüm. Üstelik gönderdiği notta, benim isteğimin aksine herhangi bir ilişki kurma, görüşme talebi de yoktu. İlişkim tamamen kesilmiş gibiydi. Ta ki “İşçi Bayramı” gelene kadar.
1 Mayıs kutlamaları için Paris’teyiz. Görevli değilim ama az çok “yetki” sahibiyim. Görevlilerden bir yoldaş bana, biraz da kaygıyla, Garbis’in eşi Yıldız’la birlikte parti kortejinin en arka sırasında olduğunu söyledi. Bazı genç yoldaşların bu duruma tepkili oldukları ve tepkilerini değişik yollarla ifade eğiliminde oldukları uyarısında bulundu. Hemen kortejin arkasına seyirttim, hatırladıkça şimdi bile mutlu olduğum bir havayla kucaklayarak “hoş geldiniz” dedim. 1 Mayıs yürüyüşünü onlarla birlikte sohbet ederek tamamladık. Akşam da bir yoldaşın evine gittik. Onlara, “ikiniz de soğuksunuz, ama ben şen şakrak insanları severim” dediğimi hatırlıyorum. Tabii bu dediğim sevginin Garbis’e duyduğum derin sevgiyle ilişkisi yoktu. Karşılama hareketim ve yaptığımız sohbet, aramızdaki altı aylık kopukluğa son vermiş oldu. Kısa bir süre sonra da “illegal” olarak kalmayı sürdürdüğü kendi evlerinde buluştuk. Partiye dönük eleştirileri dinlemek istediğimi söyledim. Yaklaşık 700 sayfalık bir dosyayı önüme koydu. Olabildiğince dikkatle ve iki günde yazıların tümünü hızlıca okudum. Doğrusunu söylemek gerekirse dikkat çektikleri ve kaleme aldığı konuların hiçbirini ben daha önce “görmemiş” hissetmemiştim. Kuşkusuz, o zamanki birikimimle ve parti çalışma biçimini göz önüne getirdiğimde görmem de zaten mümkün değildi. Okuduktan sonra, eleştirilerle ilgili tek bir kelime konuşmadık. Kendi durumunu “meşrulaştıracak” hiçbir şey ifade etmedi, Partiyle ilgili tek bir olumsuz söz söylemedi. Sadece ben istemiştim, o da metinleri bana göstermişti, o kadar. 2018’de yayımlanan Seçme Yazılar: Polemikler I-II-III’te, bu eleştirilerin bazıları yer aldı; kalanı da ileride bir gün, devrimciler ona ihtiyaç duyduklarında kuşkusuz gün yüzüne çıkacaktır.
Partiden koptuktan sonra insanlardan “tecrit” bir hayat, aynı zamanda tam bir illegalite koşullarında yaşadı. Bu tamamen kendi tercihiydi. Gerekçesi bağımsız siyasal görüş oluşturmak, bol bol okumak, araştırmak ve yazmaktı. Sık sık benden bazı kitaplar isterdi ve çok iyi İngilizce bilmesine karşın Türkçe çıkan kaynakları da yakından takip ederdi. Genç yoldaşlar yapamasa da, onun kuşağından ya da nispeten “yaşlı” yoldaşların, böyle bir “tecrit” hayatı yaşamasına izin vermeyebilecekleri, onun siyasal birikiminden salt okuma yoluyla değil daha organik şekilde yararlanılabileceği yolunda bir hayıflanmam hep oldu. Kendi payıma, ben Türkiye’ye dönmemiş olsaydım, bir süre sonra bir yolla ilişki biçimi yaratabileceğimi düşünüyorum. “Çocukluk hastalığım” hâlâ devam ediyor olabilir, dolayısıyla bu düşüncem spekülatif elbette. Bunun önemi var mı? Artık yok! Çünkü Garbis yok!
Paris’teki buluşmadan sonra birkaç kez yüz yüze görüştük, ayrı ülkelerde olduğumuz zamanlarda telefonla ya da yazışmayla olsun karşılıklı ilişkimiz hiç kesilmedi. 2002 yılında Türkiye’ye döndüm. Kan bağı dahil olmak üzere Türkiye’den görüştüğü ender kimseler vardı, fakat sık sık görüştüğü ve direkt kendisine ulaşabilen tek kişiydim sanırım. Şaka yollu da olsa Garbis’in Türkiye temsilcisi olduğumu söylerdim!
Bıraktığı hatıra
En son görüştüğümüzde, “Yoldaş kendine dikkat et, çalışmalarını da bir an önce kitaplaştıralım. Yaşlandın, ölürsen giden sadece kendin olmayacaksın, birikimini de yanında götüreceksin, ona üzülürüm” demiştim. Bu kez gülümsemekle yetinmemiş, sesli de gülmüştü. O kahkahanın ardında yatan ağırlığı o zaman fark etmemiştim. Bu gülüşünü de bana hatıra olarak bıraktığını düşünüyorum. Herkes ölür fakat bazı değerler sonsuza kadar kalır. Garbis de mücadelesiyle, düşünceleriyle, siyasal tarihiyle, özgün devrimci kişiliğiyle, az bulunur insani özellikleriyle, komünist kimliğiyle ve kuşkusuz yazdığı eserleriyle onu unutan en son insana kadar yaşamaya devam edecek ve bir değer olarak kalacaktır.
İkinci Dünya Savaşında Fransa’nın Nazi işgali altına girdiği dönemde Fransa Komünist Partisi’ne bağlı 23 kişilik bir partizan grubunun lideri olan ve işgalcilere karşı sabotaj eylemleri yaptıktan sonra yakalanıp kurşuna dizilen Manusyan’ın, İttihat ve Terakki çeteleri tarafından 19 yoldaşı ile birlikte Beyazıt Meydanı’nda asılarak infaz edilen Paramaz’ın yoldaşıydı, bizim kardeşimizdi o.
Yazımın başlığına hiçbir şey yakıştıramadım. Bunun için, kendi sınırlarımla onu anlatmaya çalıştığım bu satırlara başlık olsun diye onun adını koydum: Garbis Altınoğlu.

[1] Benim hatırladıklarımdan çok, kendi ifadesini aktarmamın daha iyi olacağı düşünerek, bu alıntının da aynı şeyi ifade ettiği kanısındayım. Seçme Yazılar: Polemikler I, Pêrî Yayınları, İstanbul 2018, Önsöz’den.

[2] Hüseyin Tekin, “Bir ‘Devrimci Tanım’: Garbis Altınoğlu”, Teori ve Politika 79, Kış 2020.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar