Ali Pınarbaşı’na Cevap
Ahmed Cevdet Paşa ne güzel söylemiş:
“İlm-i târih efrâd-ı nâsı vekâyi ve me’asîr-i mâziyeye ve vükelâ vü havâssı hafâyâ ve serâ’ir-i mukteziyyeye muttali’ idüp, nef’i âmme-i âleme â’id ve râci’ olduğundan âmme-i eşhâs mutâla’asına mecbûl ve beyne’l-havâss makbûl ve merg’ub bir fenn-i kesîrü’l-menâfi’dir.”
Evet, gerçekten de tarih böylesine önemli bir disiplindir. Tarihsel konularda eleştirilerde bulunmak için öncelikle alan hakkında bilgi sahibi olunması gereklidir. Aksi halde ilgisiz örneklemlerle ilgisiz sonuçlara ulaşırız. Ali Pınarbaşı benim Gazete Duvar‘da yayınlanan bir yazımdan yola çıkarak ve şahsımı da katarak, Türkiyeli Marksistlerin harf devrimi ve genel olarak burjuva devrimleri hakkında bağımsız bir düşünme/değerlendirme yetenekleri olmadığını, bu hususlarda Kemalistlerin hegemonyası etkisinde kaldıklarını söylüyor. Öncelikle şunu ifade edeyim: Benim bu ülkede Marksist tarihçiliğin prototip temsilcisi olduğuma dair bir iddiam olmadığı gibi, Gazete Duvar‘da kaleme aldığım yazı da alfabe sorununa “Marksist bakış nasıl olmadır” başlığını taşımamaktadır. Bu sebeple Ali Pınarbaşı’nın benim konuya bakış açıma dayanarak Türkiyeli Marksistlerin alfabe konusuna nasıl baktıklarına dair yaptığı çıkarsamaların bilimsel açıdan geçerliliği yoktur. Bunlar Töre Sivrioğlu’nun şahsi görüşleri olup, beni bağlar.
Ayrıca ben Osmanlıca üzerine ilk defa bir yazı da yazmış değilim. Bugüne kadar Osmanlıca çevirileri ve Osmanlıca üzerine çeşitli makaleleri yayınlanmış biriyim. Bu makalelerde kimi zaman bu yazının/dilin zenginliğini övdüm, kimi zaman ise karmaşıklığını yerdim. Gazete Duvar’da da seri olarak düşündüğüm yazı dizisinde aynısını yapmayı planlamaktayım. Kişisel olarak Osmanlıcadan hoşlanır ve çoğu şahsi notumu da bu yazıyla tutarım. Evimin duvarları hat ve minyatürlerle doludur, Mesud Cemil’i kimseye değişmem, III. Selim’in Suzidilara takımını, hele Dede’nin Ferahfeza Ayinini bin kere dinlesem bıkmam. Meragi’nin Nihavend Kebir’i ve Dedenin Ey Humay-ı Padişahı berser-i balay-ı tu en sevdiklerimdir. O nedenle Pınarbaşı kendisine çarpışmak için modernist Marksist bir tarihçi arıyorsa ne yazık ki o ben değilim. Ruhen o yapıda olmayı da başaramamaktayım. Öte yandan Osmanlıcaya şahsi ilgim ve hayranlığım bu dilin emekçiler için faydasız bir mirası temsil ettiğine dönük düşüncemi etkilemez. Evet, ben bir Osmanlıca hayranıyım; ama tıpkı John Lennon’ı, artık ölmesi gerektiğini düşünecek kadar kıskançlıkla seven hayranı gibiyim.
Ali Pınarbaşı eğer yazıları takip etmeye devam ederse harf ve dil devrimlerine dönük eleştirilere de rastlayabilir. Zaten bir araştırmacının belirli bir konudaki görüşlerini o konuda yayınlanmış diğer yazılarını incelemeden bu kadar acele biçimde tenkit etmek; hele ki hâkim olmadığı bir konuda yazara Osmanlıcanın inceliklerini öğretmeye kalkmak hakikaten enteresan bir durumdur. Ama elbette burada Pınarbaşı zaten hâkim olmadığı bir dil üzerinden bilimsel bir tartışma açmış değildir. Buradaki maksadı benim şahsım üzerimden pek hoşlanmadığını anladığım cumhuriyetçi denilen taifeye ve sanırım kendini daha yakın hissettiği İslamcı taifeye bir mesaj vermek, arada beni de bu kamplaşmanın nesnesi olarak simgeleştirmektir.
Dediğim gibi, ben Marksist Tarihçiler Odası Başkanı olmadığım gibi Türkiyeli Marksistlerin bu konuda ne düşündükleri konusunda hiçbir araştırma yapmış da değilim. Ama genellikle harf devrimine olumlu yaklaştıklarını sanıyorum. Bunun sebebi acaba Pınarbaşı’nın söylediği gibi Marksistlerin bağımsız düşünme yetisini kaybetmeleri olabilir mi? Bilemiyorum, olabilir… Marksistler genellikle bir gelişme karşısında bunun emekçi sınıfların ve tabakaların çıkarına olup olmadığına bakarlar. Alfabe konusuna da böyle bakabiliriz. Böyle bakınca da karmaşık ve öğrenilmesi zaman alan bir yazı ve dil sistemi yerine daha basiti tercih edilebilir. Bu geçişin ideolojik nedenleri de olabilir. Şu ya da bu nedenle geçmişte Marksist gelenek halk adına basit yazı sistemlerini savunagelmiştir. Ali Pınarbaşı alfabe meselesinin Kemalistlikle özdeş olduğunu sanabilir; ama Müslüman dünyada harf devrimlerini asıl başlatan ve Türkiye’ye de ilham veren Bolşeviklerdir. 1926’da Bolşevikler Azerbaycan halkını bir gecede ‘cahil bırakmışlar’ ve onların ‘hafızalarını silerek’ Latin alfabesine geçmişlerdi. Bolşevikler bu hareketlerini Özbekistan’da tekrar ederek onları da ‘özünden koparıp’ Latin yazısı kullanmaya mecbur ettiler. Bolşevikler bu hamleleriyle kadınların ve emekçilerin daha rahat okuyup yazabilecekleri iddiasındaydılar. Hâlbuki Arap harflerinin bir ölçüde düzeltmeleri yeterli olabilirdi ya da Japonya’yı örnek alabilirlerdi.
Burada asıl ilginç olan Pınarbaşı’nın aslında elitlerin, saray erkânının ve ulemanın kullandığı ve halka öğretmekten de imtina ettikleri bir yazı sistemini savunma çabası, onun korunabileceğine dair önermeleridir. Bir Marksist neden birtakım uyarlamalarla bir saray/Enderun yazısının korunmasına kafa yormaktadır ki? Yoksa Pınarbaşı bir tür Doğu medeniyeti mefkûresine sahip bir oryantalist midir? Pınarbaşı ‘yeni yazı emekçilerin işine mi yaramıştır sanki’ diye sormaktadır. Evet, çok acı, ama yaramıştır. Harf devrimi bunu yapanların amaçlarından ve kimliklerinden bağımsız olarak emekçiler için yararlı olmuştur. Mesela matbaa emekçilerine… Matbaalar devrinde dizgiciler bu yazı sistemi yüzünden 800’e yakın kurşun levha kullanmak zorunda kalıyorlardı. Örneğin birçok hece için de sonda başta ortada ayrı kalıp gerekiyordu: kef (ﻛﻒ), kes (ﻛﺲ), kem (ﻛﻡ), keş (ﻛﺶ), kel ( ﻛﻞ),ker (ﻛﺮ), ka (ﻛﺎ), keb (ﻛﺐ), kez (ﻛﺬ) gibi… Latin yazısına geçişle bu kalıplar 30’a düştü ve gazete, bildiri basmak da kolaylaştı. Bir gazete hazırlamak için harcanan süre yaklaşık 20 kat azaldı. Kolay bildiri basmak Pınarbaşı’nın anladığım kadarıyla pek hoşlaşmadığı o dönemin ‘modernist komünistlerinin’ de işine yaramıştı. Neticede bu, emekçiler ve onlar için propaganda yürütenler için de olumlu bir gelişmeydi. Saray ve Enderun hayranı aydınların bu değişime ağlanmaları anlaşılır bir durumdur; Pınarbaşı’nın bu zaman ve emek kaybını savunmaya çalışması ise ilginç bir tutumdur.
Pınarbaşı’na göre Latin harfleri burjuva elitlerinin çıkarları içi getirilmişti. Doğru, ama eski harfler burjuvalardan daha elit olanlara aitti. Anladığım kadarıyla Pınarbaşı tarihten ve koşullardan bağımsız bir burjuvazi kavramına sahiptir. Onun burjuvazisi her koşulda ve her dönemde nefret duyulması gereken bir sınıftır. Ben ise burjuvazinin rolünü döneme göre değerlendiren bir ‘Ortodoks’um. Bana göre Osmanlı “Asyatik feodalitesi” (bu terimi şu anda Osmanlının sosyo-ekonomik formasyonuna bir isim bulamadığım için icat ettim) karşısında burjuvazi ilerici bir rol oynamaktaydı. Pınarbaşı’nın da gayet iyi bildiği üzere Marx da benim gibi bir Ortodoks’tu ve genellikle eski dünyanın döküntüleri karşısında yeniden yana tavır almaktaydı. Mesela Amerikan İç Savaşında pastoral sevimli köylülerin Konfederasyonuna karşı borsacı liberal Birlikten yana olmuştu; zira bu sevimli pastoral köylüler aynı zamanda siyahların sırtında kamçı şaklatan ve onları canlı canlı yakan iflah olmaz ırkçılardı. Gerçi bu ülkede, sol cenahta emperyalizme direniyorlar diye Talibanlar, Pasdaranlar, Besiçler savunulduğuna göre Yankee emperyalizmine direnen Ku Klux Klanların savunulmasına da şaşırmam; o da ayrı konu. Pınarbaşı’ya göre benim tavrım demode Marksist bir tutum olabilir; ama Marksist geleneğin bize öğrettiği de bu demode tavırdır.
Bana göre Pınarbaşı’nın temel yanılgısı Arapça yazıyı halk katmanlarının Müslüman kitlelerinin içselleştirdikleri, içten benimsedikleri, halktan, tabandan bir yazı olarak görmesi, Latin harflerini ise burjuvazinin “Jakoben” müdahalesi sonucu dışarıdan dayatılan yabancı bir unsur olarak kabul etmesidir. (Burada herhalde İdris Küçükömergillerin ruhunu şad ediyoruz.) Üstelik Pınarbaşı aynı yazı içinde önce Galantivari biçimde “Huruf-u Arabiye Mani-yi Terakki Değildi” sonucuna ulaşıyor; ardından fikrini değiştirip Arap harflerinin terakkiye engel olduğuna ikna olarak bu sefer de harflerin değişimi “kapitalizmin gelişen tekniğine uygun işgücü oluşturmak için gerekmekteydi” diye kendi içinde çelişkiye düşüyor. Hakikaten bu ciddi bir hatadır. Pınarbaşı bir karar vermelidir: Huruf-u Arabiye terakkiye mani miydi değil miydi?
Pınarbaşı’nın harflerin kapitalizmin gelişimi için değiştirildiği uyarısı bana göre gereksiz bir hatırlatmadır. Ben de bu durumda buharlı gemi, demiryolu veya telefonun da aslında kapitalizmin gelişimi için icat edildiğini hatırlatabilirim. Sonuçta insanlar pratikte bu icatlar yoluyla hem ulaşım iletişim olanaklarına kavuşmakta hem de sömürülmektedirler. Ama Pınarbaşı insanlara sanırım bu icatlardan yararlanmak yerine Robin Sharma gibi inzivaya çekilmeyi salık veriyor değildir. Yoksa vermekte midir? Pınarbaşı günlük yaşamı pratik hale getiren icat ve simgelere kapitalist sömürüye yol açtıkları gerekçesiyle mi karşıdır? Onun karşıtlığı sadece kapitalizme ve burjuva uygarlığına mı yöneliktir? Yoksa bütün uygarlığa mı karşıdır? Karşıtlığı Ortaçağın teokratik modellerini de içermekte midir? Yoksa daha derinlere inmekte ve mesela H. Erectus’un ateşi kullanma yoluyla doğayı denetimi altına almaya başlamasına kadar geri gitmekte midir? Kapitalizmin gelişimiyle yolları bir şekilde çakışmış pratik icatlara karşı tavrımızda hangi ölçüt bizi gerçek ‘Marksist’ yapmaktadır? Marksistleri bu konuda John Zerzan’lardan, makine kırıcılardan ya da Mormonlardan ayıran ölçütler nelerdir? Bence Pınarbaşı bunlara net bir cevap vermelidir.
Beni egemen kanatlardan birinin (burada kastedilen Cumhuriyetçi taraf) ideolojik hegemonyasına kapılmakla itham eden Pınarbaşı alfabe değişiminin zorunlu olmadığını kanıtlamak maksadıyla memleketin gerçekten en umutsuz gericilerinin ve sağcı muhafazakâr demagogların yaptığı gibi Uzak Doğu ülkelerini örnek vermektedir. Şu kısa ömrümüzü Türk sağının tuhaf modernleşmeci görüşlerine dayanak yaptığı Japonya, Kore şimdilerde de Çin gibi ülkelerin “ama onlar kendi kültürlerini koruyarak modernleştiler ya biz” demagojileriyle tükettik. Şimdi aynı satırları Pınarbaşı’dan okuyoruz. Pınarbaşı bu örnekleri neden vermektedir? Çin yazısı uzmanı mıdır? Çin’de eski ve yeni basitleştirilmiş yazı tipleri konusundaki tartışmalar hakkındaki bilgisi nedir?
Çinliler 4000 yıldır kendi dillerine göre dizayn ettikleri bir yazı sistemi kullanıyorlar. Bu yazı sistemi onların kültürü ve dilleri ile öylesine iç içe geçmiş ki bunu bir kaplumbağanın kabuğuna benzetebiliriz. Çinli aydınlar 100 senedir bu yazı sistemini basitleştirebilmek ve halkın da rahatlıkla okuyabileceği bir standarda kavuşturmak için mücadele vermekteler. Ama kabuk omurgayla öylesine birleşmiş ki onu sökemiyorsunuz. Oysa Türkler tarihleri boyunca Runik/Göktürk, Uygur/Sogd yazısına, İbrani, Kiril ve Arap yazısına kadar adeta gömlek değiştirir gibi alfabe değiştirmişlerdir. Muhtemelen ilki hariç tüm alfabeleri dışarıdan almışlar ve kendi dil yapılarına uyup uymadığına da önem vermemişlerdir. Türk için alfabe, yılanın derisi veya salyangozun kabuğu gibi artık kendisine dar geldiğinde atılan ve yenisi kabul edilen bir fazlalıktır. Zaten harf devrimi denilen olgunun bu kadar kolay olabilmesi, dirençle karşılaşmamasının en büyük sebeplerinden biri de budur.
Pınarbaşı’ya göre yazımın temel zaafı tek yönlü bir eleştiri kaleme alarak İslamcılara yönelttiğim eleştiriyi uygarlıkçı modernistlere yöneltmememdir. Eleştirilerin her koşul ve durumda çift yönlü, dengeli dağılımlı olması gibi bir kural olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu bunlar akademideki sıkıcı tez izleme komitelerinden aşina olduğumuz tarzı anımsatıyor. Eleştiri oklarının bu yazıda asıl olarak İslamcılara dönük olmasının sebebi bu konuda İslami romantizmin modernist romantizmden çok daha sürrealist aşamaya varmış olmasındandır. Alfabe değiştiği için kültürümüzün mahvolduğunu savunanların yarattıkları yapay trajedinin yarattığı gürültü, alfabenin değişmesi sayesinde Türkiye’nin kalkınabildiğini iddia edenlerinkinden çok daha yüksek tonda çıkmakta. Bu durumda eleştirmen doğal olarak sesi çok çıkanla daha çok mesai harcamaya yönelmektedir. Ayrıca Pınarbaşı farkında olmayabilir ama burada iki eşit ‘egemen güç’ arasında bir kavga verilmekten çok Türkiye’de artık bürokrasiyi ve eğitim kültür politikalarını manipüle eden kamusal bir egemen güçle ona ancak sivil toplum kanalıyla direnebilen bir egemen (!) güç arasında çatışma sürmektedir. Bu nedenle eleştirinin eşit dağılması ve her iki tarafa da eşit mesafe gibi kulağa hoş gelen ama bana göre apolitik söylemlerin benim nezdimde geçerliliği yoktur. Mesela Pınarbaşı aynı dengeli mesafeyi Amerikan ambargosuna direnen ama kendi halkını da fütursuzca ezen nasyonal-teokratik İran için de korumakta mıdır? Yoksa asıl eleştirisini daha güçlü olana mı yöneltmektedir? Türkiye nezdinde konuşursak Pınarbaşı’nın İslamcılara ve modernistlere eşit mesafeli olma çağrısı bana göre en az 1930’larda Nasyonal-Sosyalistler ile Sosyal Demokratların burjuvazinin iki farklı yüzü olduklarını savunan –hatta bir ara Nazilerle yerel seçimlerde işbirliği yapan‒ komünistlerin apolitik ve çılgınca tavrıyla eş değerdir.
Gerçi ben bu yazıda Türk Burjuva Devriminden yana bir tutum alma çabası içine girmemiş, sadece alfabe tartışmaları nezdinde ortada dönen çarpıtmalara bir cevap vermiştim. Şahsi olarak hemen hiçbir hedefine ulaşamamış başarısız bir girişim olarak gördüğüm Türk burjuva devrimine de Pınarbaşı kadar ciddi anlam yüklemiyorum. Benim bu konularda kıstasım şudur: belirli bir gelişme emekçi sınıfların çıkarına mı değil mi? Bu kıstas basit olabilir ama benim için yeterli ve meşrudur. Buna ulusal kültürleri de ekleyelim. Bu bakımdan ilginç bir deneyim olarak Kürtler incelenebilir. Bugün Ortadoğu’da politik ve kültürel alanda en yetkin Kürtler sonuçta Latin yazısı kullananlardır. Geçmişte Sovyetler Birliği’nde de daha basit yazılara geçiş sonucu en ücra köylerde bile yerel edebiyatlarda patlamalar yaşanmıştı.
Şimdi okuyucunun affına sığınarak alfabe yanlısı tutumumun nedenini açıklamak istiyorum. Açıklamalıyım ki Pınarbaşı benim Türkiye’nin bayatlamış kamplaşmaları nedeniyle alfabeci olduğumu düşünmesin. Bana göre tarih boyunca yazı sistemlerinin basitleşmesi total olarak halkın geniş kesimlerinin de yararına olmuş ve elitlerin elindeki birtakım kozların toplumun çoğunluğunun eline geçmesini de sağlamıştır. Bu nedenle çok genel olarak karmaşık yazı sistemlerine karşı basit yazıların yanındayım. Örneğin Sümer ve Babil’de halk çiviyazısı denilen ideogramları ve Mısır’daki hiyeroglifleri okuyamıyordu. Ben de bu işin okulunu okumama ve yıllardır bu iki piktografik ve ideografik yazı hakkında seminerler vermeme rağmen ne yazık ki halen ancak birkaç düzine kadar hiyeroglif ideogramı ve piktogramı çözümleyebiliyorum. Çok az sayıda Sümer ideogramını tanımlayabiliyorum. Mezopotamya ve Mısır halkı da benim durumumdaydı. Binlerce ideogram ve piktogramı öğrenmek insanın yıllarını almaktaydı ve emekçilerin bunun için zamanı yoktu. Borç senetlerini, tefeci notlarını kutsal adamların sahtekârlık dolu metinlerini bizzat okuyup inceleyemiyorlardı ve bu şekilde daha rahat aldatılıp sömürülmekteydiler. Daha demokratik katılımcı yönetimlere (polis) sahip olan Fenikeliler ise alfabeyi icat ettiler. O güne kadar icat edilen en kolay yazı sistemi olan bu tip yazı Yunanlarca da kabul gördü. Böylece rahiplerin, kralların, yüksek derecede memurların öğrenebildiği ve halka da asla öğretilmeyen bu karmaşık yazı sistemlerinin yerini herkesin öğrenebildiği alfabe aldı. Alfabenin Mısır-Mezopotamya’nın otokratik sistemlerinde değil Fenike/Yunan demokratik polisinde doğması elbette tesadüf değildi. Şimdi ben ‘Marksist bir tarihçi’ olarak, nasıl ki Arap yazısı yerine Latin yazısının toplumsal kültürün ilerlemesine daha fazla katkı sağladığını savunuyorsam; aynı şekilde çivi yazısı ve hiyerogliflere karşı da alfabenin doğuşuna bu şekilde sempati ile bakıyorum. Hatta Mezopotamya’da çivi yazısının yerini Süryani ve Arap alfabesinin alışına da sempatiyle bakıyorum. Şimdi Pınarbaşı’na şunu sormak istiyorum: Mezopotamyalı rahiplerin çiviyazısına karşılık Fenike ve Yunan alfabesini savunmam acaba benim köleci egemen ideolojinin hegemonyasını kabullendiğim anlamına mı geliyor? Çiviyazısı karşısında Yunan alfabesini daha rahat öğrendiğim ve yine birçok kişisel notumu da sanırım 14 yaşından beri Yunan alfabesiyle aldığım için Yunan köleci sisteminin bir taraftarı olmayayım? Zaman yolculuğuyla MÖ 100 yılına gittiğimi hayal ediyorum ve kendimi Mezopotamya rahiplerinin karmaşık ideogramlarına karşı Fenike alfabesinden yana tutum takınmışken buluyorum. Pınarbaşı da beni Fenikeli tüccarlara karşı uyarıyor ve çiviyazısının da o kadar karmaşık olmadığını, biraz düzeltilse pekâlâ kullanışlı bir yazı sayılabileceğini söylüyor.
Pınarbaşı, benim Türk burjuva devriminin Jakoben taraflarını sorgusuzca kabul ettiğimi savunuyor. Gerçi Jakoben benim sözlüğümde övünülecek bir sözcük… Türk devriminin asla Jakoben olduğunu düşünmüyorum ve bu yakıştırmayı Jakobenlere bir haksızlık olarak kabul ediyorum. Gene bir zaman makinem olsaydı ve 1789’a gitseydim, kızıl Phryg külahını da seve seve başıma takardım. Pınarbaşı’nın Jakobenliği eleştiri tarzına bakıldığında ise memleket sağının tınısını duyumsuyoruz. Jakobenlikten anladığı sanırım halka zorla siyaset dikte etmek. Bu durum Pınarbaşı’nın ‘Osmanlı yazısı korunabilirdi’ itirazıyla uyumlu bir hal alıyor.
Sonuç olarak anladığım kadarıyla Pınarbaşı’nın ‘bağımsız Marksist’ duruşu dinci ideolojilerle Jakobenliğe eşit mesafede durmak. Hatta galiba an’anât-ı milliye-i islâmiyeyi Jakobenci burjuvazinin yarı modern kültür devrimine tercih etmek. Yoksa ne diye bid’ate karşı huruf ve hatt-ı Kur‘anı muhafaza etme mevzusunda rical-i mütedeyyin ile teşrîk-i mesâî eylesin. Pınarbaşı yazısı boyunca İslami aydınlara ağır ve hakaretamiz sözler ediyor; ama aslında onlarla benzer düşünüyor. Töresi ve kültürü sonuçta sözlü kültüre dayanan halk kesimlerinin değil; ulema ve Enderun taifesinin dertleriyle dertleniyor. Hatta ‘sünepe’ olarak nitelediği insanların savunmasını da cesurca üstleniyor. Sanki onların böyle bir desteğe ihtiyacı varmış gibi… Ve bunun da ‘bağımsız Marksist eleştiri’ olduğunu iddia ediyor. Keşke bunların yerine tüm yazı sistemlerinin gerçek yüzünü deşifre eden, gerçekten uygarlığa bütünüyle meydan okuyan bir eleştiri kaleme alsaydı. Aslında bir ”uygarlık ve modernite karşıtı” olarak Pınarbaşı’nın John Zerzan gibi tüm yazı sistemlerinin insanları köleleştirdiğini ve en iyi yazının olmayan yazı olduğunu savunması yerinde olurdu.
Tüm yazı sistemlerinin sınıflı toplumların icadı olduğunu, kayıt tutma ihtiyacının, mal mülk biriktirme, borçlanma ve karşılıklı güvensizlikten doğduğunu biliyoruz. Bana göre de geleceğin komünist toplumunda edebiyat dışında kayıtlara ve yazı sistemlerine ihtiyaç kalmayacaktır. Hele ki borç senedi, sözleşme, antlaşma, mal mülk defterlerinin tümü birden müzelere kaldırılacaktır. Konuyu bu şekilde ele alırsak belki de alfabe tartışmalarında bağımsız bir Marksist pencere açabiliriz. Yoksa salt harf devrimi karşıtlığı bizi bağımsız Marksistler yapmaz.