Ne yakışıklıydı ne romantik…
Parası bol olanın bahşişi de bol olur ve karşılğını görür. Parası olmayanların ise, yemeği beğenmemeleri, tabağa karınca koymaları, hatta bahşiş verenleri, mide değil işkembe sahibi olmakla suçlamaları olasılık dahilindedir. Onlar için yemeğin bedelini ödemek ya bulaşık haneden geçer ya da bir ton sopadan… Mühim olan bir bedel karşılığında nerede nasıl yemek yemen gerektiğini bilmektir. Nerede nasıl yemek yemek… Bazen Avrupa’da Papaya Incil’i methetmek, bazen de Türkiye’de, devlete Türk askerinin başarılarından bahsetmek…
Bir de yakışıklı ve romantik değilse, bahşişi bol olan şahsa tahammül etmek daha da zorlaşır.
Bahşişi bol olan savunma
Onu teknolojik avcılar, vahşi bir yaratığı ormanından koparıp getirir gibi getirdiler. “asrın katili” olarak bellettikleri bu şahsı, her ne kadar geleneğe uyarak Taksim Meydanında sallandırmak vardıysa da bu, olmadı. Bir kafeste başladı her şey. Nefesler tutuldu, gerçekten de tutuldu; susmanın yerine konuşmayı tercih ederek, o da, geleneksel yapının dışına çıktı.
Acı bir tarih ve yaralı bir toplumun ağır yükünün hesabını hem sordu, hem verdi. Kendini yakacak kadar fedakar ve aynı zamanda hain evlatları olan bir toplumun oğluydu o. Herkesin anlayacağı kadar kolay ve hiç kimsenin anlayamayacağı kadar zor bir barış ve demokrasi istedi; “Üçte biri hasta, üçte biri delirmiş ve üçte biri tutsak” bir gerçek için…
Yapılan savunma şöyle özetlenebilir: “Oynatılamaz bir kara parçası olarak devletle, onu sürekli deniz dalgalan gibi vurmaya çalışan siyasal ayaklanma arasındaki gerginlik giderilmelidir. Sorunu çözecek ideal rejim demokrasidir, Türkiye’de denenmeyen demokratik ölçütlerdir. Demokrasinin, onun yönetim gücünün eşsiz yaratıcılığının gücü buradadır. Büyük duyarsızlık ve sürekli yıkıcılık hiç kazandırmadığı gibi, kayıp ettirdikleri tarihseldir.” Ya da şiar olarak şudur: “Yaşasın bağımsız ve özgür vatan, Yaşasın demokratik cumhuriyet, Yaşasın barış ve kardeşlik.” Şayet daha da kısaltmak gerekiyorsa, yıllardan beri söylenegelen “Benim anam da Türk’tür” sözü, belki yeterlidir. Demokrasi çağrısı, politik bir hamle olarak anlaşılmak kaydıyla, atlanması gereken ilk çıtanın aşılmasıydı. Yaşanan konjonktürde bu mümkündü.
“Üzüm yeme maksadı” ve bol bahşiş
Savunmayı destekleyenler genel olarak meseleyi, “Maksat üzümü yemektir, bağcıyı dövmek değil” şeklinde değerlendiriyor.
Eğer arkasında 15 bin kişilik militan kadrosu, her türlü engele rağmen seçimlerde birçok ilde birinci sırada yeralan bir HADEP, Medlerden bu yana gelen bin yıllık bir isyan tarihi, 30 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir trajedi, Ukrayna’da bile sokak başlarında “Mala-Kurda” yazıları, Filipinler’e kadar sokaklarda eylem yapan Kürtler varsa, Avrupa Parlamentosu onun için. toplanıyorsa, Yunan ve Italyan bakanlar onun yakalanmasından kendilerini sorumlu tutup istifa ediyorsa… Bu kadar güç ve etki karşısında bahşiş tabii ki bol tutulur. İdeolojik bir tavıra artık gerek kalmamıştır. Liderin kendi nezdinde bir davayı savunması da, kendi deyimiyle ideolojik ve ütopyacı değil, gerçek olmak durumundaydı ve öyle de oldu. 30 bin insanın trajedisi ne kadar gerçekse, pazarlık da o kadar gerçektir. Annesinin Türk olması kadar gerçek olan, bir gerçek savunma… “Şehit yakınlan” haricinde kimsenin duygularını, inançlarını fitillemeyen bir gerçek… Zaten gerçek soğuktur.
Eleştiriler gülünç ve trajik
Bu gerçeklik karşısında, Türk solunun ağırlıklı kısmının, parası olan birinin tabağına karınca koymaya çalışması söz konusu değil midir? Hem gülünç hem trajik bir durum. Evet herkes karnını doyurmak yani politika yapmak zorunda, ancak bir başkasının tabağında değil. Bulaşık yıkamak göze alınmıyorsa, karın ancak yenilen yemeğin bedelinin üzerinden doyar. Türk solu, yargılanma süreciyle iyice belirginleşen yetenek ve taktisyenliğiyle, çoktan Ortadoğu’nun önde gelen politikacısı olarak adlandırılabilecek liderin tutumunu, kazanım elde etmek bir yana, eldeki mevzilerin de kaybedileceği bir tarz olarak değerlendiriyor.
Mesele bu aşamaya gelmişken Türk solunun kimi öğelerinin Kürtleri hatta PKK’lileri kendi safına çağırma cüretine ne demeli! Devlet de 15 yıldan beri kendi saflarına çağırıyor.
Genel olarak Türk solu nezdinde sadece iki yapının, durumlarını en ciddi ve en kronik olarak değerlendireceğimiz iki yapının, eleştirilerine cevap vereceğiz.
İmralı’daki savunmayı, “Mücadelenin haklılığını savunmayan bir savunma, oligarşiyle işbirliğine gitmek” şeklinde yorumluyor, Türk solunda ciddiye alınması gereken devrimci bir yapı. Bu olaya gözlerini kapatıp aynı zpmana denk gelen Kosova sorununu gündemine koyuyor. NATO’ya karşı İstanbul’daki ABD Konsolosluğu’na silahlı saldırı girişiminde bulunuyor ve 2 militanını yitiriyor. Anti- emperyalizmin ilkelerle dolu bir pratiği yoktur. Bazen emperyalizmle uzlaşmak anti-emperyalistliğin gereği olabilir. Aykırı ama gerçektir. Bu gerçeği reddedenler öncelikle Lenin’in Ekim Devrimi sonrasında Almanlarla anlaşmasını sorgulamalıdır. O dönemde de ilkeler adına emperyalizmle her türlü uzlaşmaya karşı olanlar vardı. O anlaşmayla o zaman büyük devrimin hayatı kurtarılmadı mı? Anti-emperyalistliğini daha üst boyutta gerçekleşebileceği bir ortam yaratılmadı mı?
İşçici/sosyalizmci niteliği artık neredeyse kronik hal alan ve MGK’nın İslamcılara savaş açtığı günlerde “Türban neyi örtüyor”, “Şeriata geçit yok” sloganlarıyla ‘siyasal atılım’a geçen bir yapı, 18 Nisan seçimlerinde Diyarbakır’da, HADEP düşmanlarının küçük bir bölümünün oyunu alıp bu oylarla övünecek hale geldi. Şimdi kalkmış, Kürtleri kendi safına çağırıyor. Bu yapı Kürtler için ne yaptı? Bu yapı; patronlardan ve DGM’lerden bir nebze fayda gelecek olsaydı, konunun ahlaki ve taktik boyutlarını oturup tartışmanın yine de mümkün olacağını, bunun yokluğunda küfrün kaldığını söyleyerek küfretmeye çağırıyor, ya da “Türk ve Kürt işçi ve aydınlarının birlikte yürümeleri ve tartışmaları gerekiyor. İşçiler aydınlar haydi görev başına” şeklindeki kronik işçici fakat devrimci olamayan tavrıyla sözde küfür dışında bir çözüm öneriyor.
Hiçbir şey olmayanların tavrı
Buna “Türkiye’nin aydınlık geleceğinin tavrı da diyebiliriz. Hangi sıradan kızın hayalini süsleyebilir ki, orta yaşlı, bıyıklı, romantizmden olanca uzak, karısından -büyük aşk bir tarafa- ihanetle ayrı duran bir adam. Üstelik göbeğini kaşıyor!
Karşılarında romantik Che ve Deniz’i görmeyi umanlar, Erdal öz romanları okuyup gözyaşı -ama sadece gözyaşı- dökemeyeceklerine üzüldüler herhalde. Aslında onlar Che ve Deniz’in politik tavırları ya da eylemleriyle de ilgili değillerdi. Politikanın p’sinden bile uzak duran bu kalabalık şimdi birden bire radikalleşti. Imralı’daki lideri ihanetle, sadece kendi canını kurtarma derdinde olduğu gerekçesiyle suçladı. “Şehit analan”na dilenen özrün, ölen binlerce militana hakaret olduğunu söyleyip, “Bana herhangi bir kötü muamele ve işkence yapılmadı” sözüne ise, “Sayısız insan işkence görüyor, nasıl böyle bir şey söylenebilir” karşılığını verdi. Demokratik taleplere bile şiddetle karşı çıkan, ama devrimcilikle de uzaktan yakından alakası olmayan bu insanları anlamak özel bir derinlik mi gerektiriyor, yoksa bunlara, oraya buraya dil uzatarak kendilerini tatmin yoluna giden züppeler demek yeterli mi? Ne bekleniyordu ki? İmralı’daki liderin duruşma salonunda sol yumruğunu havaya kaldırıp ütopik birkaç laf söylemesi mi..? Gerçek soğuk olmakla ünlüdür demiştik, bunu
kabullenmeyenler de zaten ancak kendilerini bile temize çekemeyen bu “derin” tavrı gösterebilirlerdi.
Devrimcilerin hakkı
Yanlış bir politik tavır da olsa, en azından böyle bir beklentiye hakkı olan, beklentisinin makul görülebilmesi mümkün olanlar, sol yumruklarını kaldırdıkları için ağır bedeller ödeyen devrimciler dışında kim olabilir! Devrimci olmayanların böyle bir beklenti içinde olmaları ne hadlerine!
Hiçbir şey olmayanlar, aynı tavrı son seçimlerde de gösterdiler. Aslında Kürtleri sevdiğini ve Kürtlere ciddi baskılar yapıldığını söyleyen bu “demokrat” kişilerin ciddi bir bölümü seçimlerde oy kullanmadı. Neden ortadaydı: Ya sayılmamışlardı, ya o gün Kutan’ın dediği gibi, hava sıcaktı ve pikniğe gitmişlerdi, ya da çok sıra vardı. Ya HADEP ve ÖDP arasında kararsız kalıp hiçbirine oy vermemişlerdi, ya da Türkiye’de hiçbir partiye güven duymadıkları için oy kullanmaya karşı çıkmış ve oy kullanmamışlardı; zaten onları hiç kimse anlamıyor, hiç kimse temsil etmiyordu. Seçimlerin sonunda MHP’nin gücü görülünce de Türkiye’nin bu “aydınlık geleceği” yine suçu, askerleri öldüren, dolayısıyla şovenizmi körükleyen PKK’nin üzerine atmıştı.
Çünkü PKK’de de tıpkı lideri gibi cezbeden hiçbir taraf yoktu; ne yakışıklı ve romantik Zapatista militanları gibi, dağbaşlarında vals yapıp maskeyle dolaşıyor ne de Tupac Amarular gibi, esir aldıkları kişileri faşist Fujimori saldırısı esnasında hümanizm adına öldürmekten vazgeçiyorlardı. Sadece ezilen değil aynı zamanda ezen bir güçtü karşılarındaki PKK’liler. Anadolu’nun bağrından kopup gelen, kara kuru, hem uzak hem de yasak olduğu için romantizmin zerresini barındırmayan birileriydi onlar ve çok yakınlardı; yanından geçilen çöp tenekesinin içindeki bomba kadar yakın…
Şaibeli bir artist tavrı
10 yıl ara verdiği mesleği olan avukatlığa birden bire geri dönüp, zırt pırt basın açıklaması yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu çıktı karşımıza… Kendisinin savunma avukatı olduğunu söyledi. Sonra birdenbire, “Üzerimde baskılar var, tehdit ediliyorum, Amerika beni korusun” dedi. Diğer avukatlar ise ancak bir şey sorulunca cevap veriyordu. Okçuoğlu bir anda bütün dikkatleri üzerine topladı. Baş aktör edası vardı İmralı’ya gidişte ve dönüşte. Sonra kalkıp İngiliz BBC’ye, müvekkili için “diktatör” dedi. Bu lafla da yetinmeyerek, “O artık devre dışı kalmıştır. Yeniden etkin konuma geçebilmek için kapalı kapılar ardında çeşitli pazarlıklar yapıyor. Diktatörler için kendi hayatları her şeyden önemlidir. Onun için feda edilmeyecek hiçbir şey yoktur. Kendisine ziyaretlerimde yardımcı olmaya çalıştım. Türk ve Kürt halkının birlikte şerefli bir biçimde yaşamasının zeminini oluşturabilecek birtakım açılımlar içine girmesini istedim. Ama o, kapalı kapılar ardındaki hesaplar içine girmeyi tercih etti. Sanırım bu da onun sonunu getirecektir” şeklinde devam etti.
Bir de akbaba tavrı var
Yıllardan beri Almanya’da yaşayan ve demokratik çözüm önerili yazılarıyla tanınan PSK lideri Kemal Burkay da duruşma sürecinde ilginç bir rol üstlendi. İlginç bir rol; çünkü hem Kürt’tü hem de yıllardan beri muhatabı bile olmadan bir demokrasi istiyordu, ama tek ve zavallı pratik eylemi olan demokrasicilikten mustarip yazılarında istiyordu bunu. Burkay, yargılama sürecinde bütün Alman medyasına faks çekerek Imrah’daki liderin savunmasının kabul edilemez olduğunu savundu. Bunun gerekçesi ise şöyleydi: “Bu şahıs tutuklu bulunduğu süre içinde hatalı olduğunu düşünerek, barışçıl bir çözüm kabul etmiş olabilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devletine hizmet arzusunu ısrarla dile getirmesi, saygılarını iletmesi, mahkemeye ve rejime yönelik, ne istiyorsanız onu yaparım demesi Kürtleri ve örgüt mensuplarını şoke etmiştir, bu tavır Kürt ve devrimci kamuoyunu incitmiş ve düş kırıklığı yaratmıştır”. Acaba Burkay ne bekliyordu, söz konusu liderin mahkeme salonunda savaş sloganları atmasını mı? öyle olsaydı bile Burkay kalkıp bu sefer yine demokrasi için yazılar döşenmeyecek miydi? Acaba Burkay ne kadar ve ne için incinmişti? Burkay, bir akbaba edasıyla şimdi bir şeyler kapmaya çalışıyor ve nedense sözümona devrimci tavırlar sergiliyor, hiçbir şey olmayanların tavrı gibi. Fakat onu bu tavırlardan ayıran en önemli şey herhalde Kürt olmasıdır.
Nihayetinde Kürt olmak, ‘hiçbir şey olmayanlardan’ bile olunsa, bu süreçte bir vicdan muhasebesi yapmayı gerektirir. Trajik tarihi olan bir halkın ferdi, köylülerine bok yedirilen bir kitlenin bireyi olmak… Büyük bir bağlayıcılıktır bu aslında.
Bu vicdan, Turgut Özal’ı mantıki çözümler getirmesiyle bağladı, Ahmet Kaya’yı bağladı, İsmet Sezgin’i HADEP’ten aday olmayı düşündürecek denli bağladı, İbrahim Tatlıses’i bile bağladı…
İmralı mahkumunun da kendini benzettiği gibi, acaba Urfa’nın Balıklı Göl Efsanesi geri mi döndü?