Ana SayfaArşivSayı 39Marksizm ve Pozitivist Yorumu

Marksizm ve Pozitivist Yorumu

  

 

Marksizm ve Pozitivist Yorumu

  

“Marksizm, kendi tarihinin trajedilerinden, bu trajedileri mahkum ederek ya da üzülerek kurtulamayacaktır. […] Nihayet, kendinin ne olduğunu anlamaya başladığında değişecektir.”

Louis Althusser

 Ali İhsan Topçu

Geçen yaz İstanbul, Ankara ve İzmir’de düzenlenen 10. yıl toplantılarında Teori ve Politika’ya dönük dikkate değer eleştiriler yapıldı. İki ana başlık altında toplanabilecek eleştirilerden birincisi ve belki de en serti Teori ve Politika’nın pratik mücadele içindeki konumlanışına yönelikti. Açık ki pratik-politik alanda bulunan kadrolar, partiler ya da grupların pek çoğunun, Teori ve Politika’ya değil, ama onun kendini tanımladığı teorik-politik alana yönelik ciddi itirazları vardı. Böyle bir alan tanımı, daha farklı ifadeyle Marksizm cephesinde teori ve pratiğin dışında geleneksel tarza aykırı üçüncü bir alan tanımı Teori ve Politika’nın Marksist olmaması için yeterli bir kanıt olarak sunuldu.

Geleneksel tanım ya da modellere bakıldığında teorik-politik konumlanışın meşru dayanaklarını ortaya koymak çok da kolay görünmüyor. İlk veya özgün olan her modelin bu tip meşruiyet sorunlarıyla karşı karşıya kalması pek de beklenmeyen bir durum değil. Ancak Teori ve Politika’nın böyle bir konumlanışı tercih ederken, anlatamadığı veya anlaşılmak istenmediği gerekçelere daha dikkatli bakılması gerekiyor.[1] Görülecektir ki Teori ve Politikacılar, ortaya koydukları bir yığın teorik farklılığa ve bunun yol açtığı veya açacağı farklı pratik tavırlara rağmen, kendilerini tanımladıkları alanı kadir-i mutlak olarak dayatmıyorlar. Teoriyle çok daha güçlenebilecek ve meşru dayanaklarını oluşturacak örgütsel-politik ayrılıklarını, Marksizmin yüz yüze kaldığı bir tarihsel döneme (ve bir ölçüde ülkesel nedenlere) yaslayarak, yoğun itirazlara neden olan konumlanışlarını geçici bir boyuta taşıyorlar. Zorunlu olarak açılmış teorik-politik cephe, tarihsel koşullarla ilgilidir ve bu koşuların tarih içinde izleyeceği seyre göre kendi mantıksal sonuçlarına ulaşacaktır.

Ne var ki pratik politika içindeki kimi özneler, Teori ve Politika’nın bu duruşunu koşullara dayalı zorunlu bir görev bölüşümü olarak algılamak yerine, ona, nedenleri daha derinlerde saklı, yörüngeden uzaklaşmış bir rol atfetme eğilimindeler. Özellikle İstanbul’daki toplantıda Emekçi Hareket Partisi’ni temsilen konuşan Hakan Öztürk’ün yaptığı bir belirlemenin üstünde durmak gerekiyor. Öztürk, Teori ve Politika’nın bir politik özne olarak kendini kuramayacağını söylerken, bunun gerekçesini, “Bilim-politika ayrıştırması mantığı, genelde de politikaya yaklaşım tarzları bir devrimci süreci kurmaya bence müsaade etmiyor” şeklinde ortaya koydu.[2]

Teori ve Politika’daki bu ayrıştırma işlemi, Öztürk gibi toplantılarda söz alan hemen her konuşmacının ve konuğun ortak eleştiri konusuydu. Fakat Öztürk’ün diğerlerinden farkı, bu tespiti yapmakla kalmayıp, Teori ve Politika’nın içine düştüğü pratik açmazı bu tespitten yola çıkarak açıklamasıydı. Öztürk’e göre, Teori ve Politika’nın özne olmak yerine, destekçi bir konumla yetiniyor olmasının temel nedeni bilimle politikayı ayrıştırma mantığı. Benzer bir vurguyu yine Emekçi Hareket Partisi’nden Ankara ve İzmir toplantılarına katılan EsraSarıoğlu da yapıyor. Sarıoğlu, Teori ve Politika’nın pozisyonuyla tarihsel bir figür olarak Althusser’in pozisyonu arasında paralellik kurduktan sonra “Mesela ezilenler tanımını ele alalım” diyor, “Derginin önerdiği yeni politik özne ezilenler. Fakat ezilenlerin yeni politik özne olmasının ve işçi sınıfının yerini almasının sebepleri belli değil. Ezilen olmak apaçık bir deneyimdir deniyor sadece, bir gerekçeye başvurulmadan. Kriz konusunda da böyle bir tespit yapılınca, Marksist kategorilerin yeniden yapılandırılması ve buna dair bir yorumlama görevi çıkıyor, ve bu durum sizi tabiatıyla politik alandan çıkarıp teorik bir alana kapatan bir şey, yani sizler bir merkezkaç gibi bir alana çekiliyorsunuz, başka bir alandan uzaklaşıyorsunuz.[3]

[4]Sarıoğlu -eğer yanlış anlamadıysak- Teori ve Politika’nın “merkezkaç” olarak ifade ettiği eğiliminin nedenini, ortaya koyduğu kategorileri tarihsel nitelikleriyle açıklamaktan kaçınmasına, yani teoriye yaklaşımına bağlıyor. Verdiği örnekle iddiasını daha da güçlendirmeye çalışıyor. “Siz bu kategorileri yeniden yapılandırma iddiasındaysanız, bu dünya-tarihsel dönüşümlerin, mesela Sovyetler’in 1989’da yıkılmasının ya da daha sonra olan bütün bu yeniden yapılandırma projelerinin hepsiyle bir şekilde hesaplaşıp, bunun etrafında yeni Marksist kategoriler yapılandırmanız gerekiyor.”[5]

Gerek Öztürk’ün ve gerekse Sarıoğlu’nun eleştirilerini toparlarsak: 1) Teori ve Politika, bilimle politikayı ayırıyor. 2) Kategoriler, tarihsel deney süreçlerinden koparılarak ortaya atılıyor. 3) Tıpkı bilimle politika arasındaki ayrım gibi, tarihsel zeminlerden ve deneylerden bağımsız ortaya atılan kategoriler Teori ve Politika’nın devrimci bir süreci kurmasına engel oluyor. Onu özne olmaktan çıkarıp, destekçi pozisyonuna sokuyor. 4) Destekçilik ise Teori ve Politika’yı, referans aldığı, sahip çıktığı “Marx, Engels, Lenin ve Lüksemburg” gibi “teorik pozisyonları hep Marksizmin pratik eylemi ve pratik sorunları çerçevesinde oluşan”[6] Marksistlerden uzaklaştırıyor.

Teori ve Politika’ya yönelik benzer eleştirilerle ilgili farklı örneklere geçmeden önce, Esra Sarıoğlu’nun yine aynı yerde Teori ve Politika’yı eleştirirken kullandığı bir söze dikkat çekerek, kestirmeden asıl konuya, yani yazının başında belirttiğimiz Teori ve Politika’ya yönelik ikinci eleştiriye gelelim. Sarıoğlu diyor ki, “Kapitalizmin, dünya-tarihsel gelişmelerin ve politik dönüşümlerin analizini fazlasıyla göz ardı etmek, yani ihmal etmenin de ötesinde krizin analizini bunlardan bağımsız yapmak sizi her zaman spekülatif eğilime götürür…”[7]

Tarihsel deneyimlerin önemine bu kadar vurgu yapıldıktan sonra, konuşmanın akışı içinde pek de önemli sayılmayacak “spekülasyon” sözcüğünü de duymuş olmamız, Esra Sarıoğlu’na yönelteceğimiz pozitivizm eleştirisini bir kat daha haklı çıkarıyor. Comte, Saint-Simon, Mill, Spencer gibi pozitivizmin yakın tarihteki7 kurucularının en temel dayanak noktaları da bilimi ve felsefeyi spekülasyonlardan arındırmak olmamış mıdır? Olgulara dayanmayan, doğruluğu kanıtlanmayan bilimsel yöntemlerin metafizik ve spekülasyon olarak adlandırılıp reddedilmesi pozitivistlerin kalkış noktalarını oluşturmaktadır. 

Ne yazık ki, pozitivizm bugün sadece akademilere egemen olan bir yöntem değil, onun spontane formlarda ortaya çıkma becerisi (ki, pozitivizmin asıl gücünü burada aramak gerekiyor), onu bir yanı bilim olan Marksizm için de ciddi ve yaygın bir tehlike boyutuna getiriyor. Öztürk ve Sarıoğlu gibi 10. yıl toplantılarının başka bir konuşmacısı olan Maya dergisinden İbrahim Horoz da, Teori ve Politika’nın bilim ve politikayı birbirinden ayırarak, kendine başlıca sorunsal edindiği anti-pozitivist duruşunu görmezden gelerek, bunun üzerine tek söz söylemiyor. Horoz, “politikanın, hiç de bilimden ayrı bir kategori”[8] olmadığını söylerken, ne yazık ki Marksizm adına sürüklendiği pozitivizmin de farkında değil?

Althusser’in, “Marksizm […] kendinin ne olduğunu anlamaya başladığında değişecektir”[9] ifadesi hiç de retorik olarak değerlendirilip geçiştirilecek bir söz değil. Bir türlü değişmeyen Marksizmimiz önemli ölçüde bir anlaşılma sorunu yaşıyor. Bilim, politika, felsefe, yani Marksizmi bütünleyen tüm bileşenler de bundan payına düşeni alıyor. Teori ve Politika, 10 yıl önce yayın hayatına başlarken pratik-politik alanda iyice tanınmayacak hale gelen Marksizmin bu üç bileşenini yeniden ele alarak işe koyuldu. Söz konusu alanlar ayrıştırılıp, yeniden tanımlanmadan Marksizmin bütünlüklü yapısı anlaşılamazdı.[10] Dahası teorik alanda istenen verimin alınması ve politikada uygun bir mevzi tutulması için de bu ayrıştırma zorunlu görünüyordu.

İstanbul’da Direniş dergisi adına toplantıya katılan Muzaffer Kaya, her ne kadar bu ayrıştırmanın olumlu bir tutum olduğuna dikkat çeken bir-iki konuşmacı arasında yer alsa da, sonuçta o da bu alanların sonsuza dek ayrıştırılmaması gerektiğini söyleyenler arasında. Şöyle diyor Kaya: “Marksizmin üç boyutunun (bilim-felsefe-politika) birbiriyle ilişkisini açıklama konusunda Teori ve Politika’nın sorunlu olduğunu düşünüyorum.”[11] Kaya’nın sözlerini ise Toplumsal Özgürlük Dergisi yazarı Oğuzhan Kayserilioğlu tamamlıyor: “Bilim ve politikanın kesiştiği yerde ideoloji ve strateji alanları vardır”[12] 

Bilimle politikanın bu kadar kestirmeden bir bağlantısının kurulmasının yol açtığı felaketler, Türkiye devrimci hareketlerinin tüm tarihi boyunca gözlemlenebilir. Ama bunun tek tek örnekleri üzerinde durmak yerine, hangi sonuçları doğurduğunu görmek için bir kez daha İbrahim Horoz’a dönelim: “Politikanın, hiç de bilimden ayrı bir kategori olarak değerlendirilmeyeceğinin en önemli göstergesi şudur: Marksist hareketin, teorik bütünlüğü içerisinde politika temel bir yere sahiptir, örneğin, taktik ilkeler [bu kavrama dikkat: taktik ilkeler] alanı vardır, yani bu taktik ilkelerin şu konjonktürle bu konjonktürle doğrudan ilgisi yoktur. Örneğin, komünist hareketin parlamentarizm konusunda bir tutumu vardır, ama taktik ilkeler alanına giren bir sorundur.”[13] Horoz devamında soruyor: “Almanya’da parlamentarizme karşı tutumla Türkiye’de veya Arjantin’deki tutum farklı olabilir mi?” Ve beklenen yanıt: “Bence ayrılmaz, dolayısıyla bu anlamda bilimseldir ve tarihsel deneyimlerden soyutlanmış bir değere sahiptir.”

Ayrıştırma gerekli mi ya da neden gerekli?

Bütün kavram ve kategorilerin birbirine karıştığı noktaya gelmiş bulunuyoruz. Taktiğin ilkesel ve teorik zemine oturtulmaya çalışılması bu uyumsuz karmaşanın belki en aşırı örneği olabilir, ama sanıldığının tersine hiç de az rastlanır örneği değildir. Bir savaş terimi olan taktiğin analojik olarak politika alanı içinde kullanılması, hızlı karar almayı, bu kararı uygulayacak gerekli manevra gücünü ve esnek olabilme gerekliliğini anlatır. Hiçbir şart altında değişmeyen, ilkesel düzeyde ele alınacak bir taktik olamaz. Devrimci hareketin parlamentoya dönük, değişik konjonktürler ve coğrafyalara sari uluslararası ortak bir bakışı söz konusuysa, bunun adına artık taktik denemez. Eğer bilim ve politika bu şekilde birleştiriliyor ya da birleştirildiği zannediliyorsa ortada ne taktik, ne politika ne de bilim kalmıştır. İlkeleri, kuralları, doğruluğu ya da yanlışlığı baştan belirlenmiş bir politika, politika olabilir mi? Eğer olursa politikacıyla bir teknisyen arasında fark kalır mı? İşte Türkiye devrimci hareketinin en fazla politika dışına sürüklendiği nokta. Önceden belirlenmiş teorik verileri, bir teknisyen gibi politika içine taşıma çabası Türkiyeli devrimcilerin politikadaki başarısızlığını hazırlayan en önemli zemindir.

Ama bununla bitmiyor. Bilimle politika arasındaki ilişkiden taktiksel/politik ilkeleri (veya doğruları diyelim) bulmayı düşünen bir mantık, sadece politika dışına sürüklenmekle kalmıyor, aynı zamanda ve aynı hızda bilim dışına da sürükleniyor. Bilim, bu şekilde önce yapılamaz ve ardından anlaşılamaz bir hal alırken, ne acıdır ki Marksizm adına hareket edenler başlarına gelenin farkında bile değildir.

Hakan Öztürk’ün Teori ve Politika’ya yönelik, “bilim-politika ayrıştırması mantığı […] devrimci süreci kurmaya müsaade etmez” iddiasının tersten okunması gerektiğini öneriyoruz: Bilim-politika ayrıştırmasını yapamayan bir mantık, Marksizmin bilimsel dokusuna zarar verir, dahası Marksizm için gerekli bilimsel süreci kurma yeteneğini kaybeder. Teori ve Politika, pozitivizme ve sonuçta idealizme götüren bu tarz bir birleştirme saçmalığına karşı tüm kabalık eleştirilerini göze alarak “bilim bilim içindir” sözünü sakınmadan söyleyecek ve bu söylediğinin totoloji olmadığını, tam tersine bilimle politikayı birleştirme çabalarının idealizme varan bir totoloji olacağını savunacaktır. Çünkü bilimle politika arasına sokuşturulacak herhangi bir rasyonalist bağlantı, kaçınılmaz olarak bir özdeşliğe kapı aralamış demektir. Gramsci, Croce’nin Vico üzerine yazdığı kitaba değinirken, bilmekle yapmak arasındaki farkın gözetilmemesi üzerinde durur. “Croce” der Gramsci, “bu düşünceyi [Vico’nun düşüncesini] idealistçe bir yönde geliştirdi. Buna göre bilmek, yapmaktır ve insan yaptığını bilir ya da ‘yapma’nın özel bir anlamı vardır. O kadar özel ki, sonunda düpedüz ‘bilmek’ anlamına varır, yani bir totoloji ile sonuçlanır.”[14] Gramsci devam ediyor. “Eğer teori ile pratiği özdeşleştirme sorunu ortaya konacaksa, şu anlamda konulabilir: Belirli bir pratik üzerine bir teori kurmak. Teori, pratiğin temel elemanlarına uygun düşüp, onlarla özdeşleşir, tarihsel süreci davranış haline getirerek hızlandırır.”[15]

Gramsci’nin sözünü ettiği olguları çözümleyen, tarihsel pratiklerden çıkarılan sonuçlara göre bir tür teori yapma girişimleri, geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok yabancısı olmadığımız bir tarz. Hatta öyle ki pratik-politik öznelerin, teori deyince başka bir modelin olabileceğini dahi düşünmediklerini söylemek hiç de abartı olmayacak. Teori ve Politika, son derece işlevselci olan bu modele karşı çıkmıyor, hatta kimi yazılarında bu yöntemi kullanıyor. Ancak bu yaptığını “bilimsel çalışma” olarak adlandırmıyor ve teoriye yönelik tüm mesaisini bu tür bir yöntemle sınırlamıyor. Çünkü Esra Sarıoğlu’nun ısrarla üzerinde durduğu, Teori ve Politika’nın temel zaafı olarak ifade ettiği “dünya-tarihsel dönüşümler”den yola çıkmak, sanıldığının tersine bilimsel bilgiyi ortaya çıkarmakta son derece güçsüz bir önermedir. Örneğin Sarıoğlu, Teori ve Politika’nın “ezilenler” sorununa yaklaşımının tarihsel olgu veya deneylerden kopuk olduğu tespitini yaparken, bunu metodolojik bir sorun olarak ele alıyor (ki, bu, pozitivizmin hüküm sürdüğü günümüz akademi camiasının tümüyle destekleyeceği bir eleştiridir) ve arkasından da bunun nasıl ideolojik soruna yol açtığını anlatıyor.

Öncelikle dikkatli bir okuma Sarıoğlu’nun maddi bir yanılgısını düzeltecektir. Teori ve Politika, “ezilenler”in, yeni bir tarihsel dinamik olarak “işçi sınıfı”nın yerine geçirilmesi gerektiğini söylemiyor. Tam tersine işçi sınıfının ve genel olarak sınıf/sınıfsallık kavramlarının Marx’taki merkezi rolüne sıkı sıkıya sarılmaya devam ediyor. Fakat politikanın alanına girildiğinde, teorideki sınıf çatışmalarının geçtiği toplumsal zemini değil, ezenle ezilenin kapıştığı her türlü kurala ve yasaya kapalı alanı işaret ediyor Teori ve Politika. Böyle bir sonuca varmak için de mutlaka tarihsel deneylerin izini sürmek gerekmiyor. Çünkü Koyre’nin büyük bir açıklıkla söylediği gibi, “Salt deneycilik, -hatta ‘deneyci felsefe’- hiçbir yere götürmez”[16]

Deney ya da tarihsel gözlemler, epistemolojinin ön şartı olarak ileri sürülemez. Lenin’in veya Mao’nun ezilenleri öne çıkaran politika yöntemleri Marksizme ciddi bir katkıdır. Ne var ki, salt bu katkıyı çıkış noktası olarak ele almak, ezilenlerin devrimci politika içindeki yerlerinin teorik olarak tespit edilmesi için bir güvence oluşturmaz. Kaldı ki Lenin’in ezilenler konusunda sunduğu devrimsel nitelikteki katkılara rağmen, tam anlamıyla “işçici” bir duruştan kopamamasının nedeni de, ağırlıklı olarak politik gerekçelerden ve Rusya devrimci hareketi ile Avrupa Marksizminin o güne kadarki mücadele deneylerinden yola çıkmasıyla ilgilidir. Olgular üzerinde, her zaman sınırlı kalmaya mahkum olan gözlemler, bilimsel bilgiye giden yolda çoğu zaman yardımcı veya kolaylaştırıcı bir rol dahi üstlenemeyecek denli yanıltıcı olabilir.

Bilimsel bilginin oluşum süreçlerinde tarihsel deneylere ille de bir rol vermek gerekiyorsa, bu, maksimum lojistik bir rolün ötesine geçemez. Ancak bu lojistik desteğin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği konusunda da açık bir bakış açısı gereklidir. Teori ile pratiğin özdeşleştirilmesini sorunlu bir yaklaşım olarak görmesine rağmen, bu konuda bir türlü net bir tavır takınamaması, Gramsci’yi sonunda bir kesişme noktası bulmaya götürmüştür. Gramsci aradığı bu kesişme noktasını, hareketin yükseldiği “geçiş” dönemlerinde bulur. Ona göre teori ile pratiğin özdeşliği sorunu genellikle, geçiş dönemi denilen tarih dönemlerinde ortaya çıkar.[17]

Gramsci’nin teorisi, dönüp dolaşıp, eleştirdiği tarihselci/pozitivist noktaya dönmek olarak değerlendirilebilir mi? Pek kolay görünmüyor bu. Gramsci’nin dönüşten çok bir çıkış, hatta bir kopuş içinde olduğunu, ancak bunu sonuna kadar götüremediğini söylemek çok daha uygun olacaktır. Bolşevik devrimini, “Bu devrim, Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrimdir”[18] diye tanımlayan Gramsci bir yandan sonuna kadar götüremediği kopuşa dair ipuçları verirken, öte yandan 2. Enternasyonal ve Kautsky’nin tersine Bolşevikleri selamlayarak, eleştirdiği yere dönmeyeceği noktasında güçlü bir duruş sergiler.

Gramsci, teori ile pratiğin birliğini olağanüstü geçiş dönemlerine havale ederek, bu konuyu Marksist teorinin merkezinden çıkarma doğrultusunda önemli bir adım atmıştır. İşte bu nedenle Gramsci, tüm eklektizmine rağmen Marksizm içindeki pozitivist yorumun en zayıf halkasını temsil eder. Ancak Gramsci’nin tersine Esra Sarıoğlu ve benzer savunularda bulunanlar, tarihsel deneye yaptıkları vurgularla değil, bu deneyleri olmazsa olmaz olarak bilimsel teorinin merkezinde görme eğilimleri yüzünden pozitivizmin dar sınırlarına çakılmaktadırlar.

Pozitivizme karşı bir duruş: Koyre

“Bilim bilim içindir” sözünün neden bir totoloji sayılmaması gerektiğinden önce, pozitivizme karşı son derece parlak bir duruş sergilemiş Alexandre Koyre’ye ve onun bilim tarihine dönük çalışmasına kısaca değinmek konunun daha iyi anlaşılması bakımından yararlı olacak. Koyre, “Yeniçağ Biliminin Doğuşu” adlı kitabında Galileo’nun bilimsel anlayışını açıklarken, ünlü Pisa Kulesi deneyini anlatır. Galileo, herhangi iki cismin yüksek bir kuleden aynı hızda yere düştüğü önermesinde bulunduğunda, Aristoteles’in ağırlığın hız üzerindeki dolayımsız etkisine yönelik tezi kuşku duyulmaksızın kabul ediliyordu. Koyre, yüzlerce yıllık Aristoteles deneyciliğinin gücünü önemli ölçüde zora düşürecek bu önermesini kabul ettirmek için Galileo’nun hiçbir zaman deney yapmadığını, Pisa Kulesi’yle ilgili anlatılanların ise birer söylence olduğunu ifade eder. Galileo, eğer gerçekten deney yapmış olsaydı ve biri 10 kilo, diğeri 1 kilo olan toplarla Pisa Kulesi’ne çıksaydı Koyre’nin dediği gibi yapacağı deney kendisi için tam anlamıyla bir bozgun olurdu.

Farklı ağırlıkta iki cisim yere bırakıldığında, ağır olanın daha erken yere düşeceği hiç kuşkusuz deney yoluyla kolaylıkla gözlemlenebilir. Ancak Galileo, cisimlerin aynı hızda yere düşeceğini söylerken, deneyle anlaşılması son derece güç olan kuramsal bir iddiadan yola çıkar. Normal koşullar altında havanın önemsiz sayılmayacak direnci ve bu direncin cisimler üzerindeki etkisi salt deneye bağlı olarak gözlemlenemez. Salt deney, her seferinde ağır cismin yere erken düştüğü ve bu nedenle de hızın ağırlıkla orantılı olacağı sonucuna varacaktır. Galileo ise, hiçbir zaman Pisa’nın tepesinde, üniversite sakinleri ve halkın önünde, yani havanın direncinin olduğu bir ortamda, yapılacak bir deneyle haklı çıkmayacağının, tezinin doğrulanamayacağının farkında olduğu kadar, bilimsel bir kuramı deneyle doğrulamanın da bilimsel yöntem için gerekli olmadığını bilmektedir.

Galileo’nun deneye bağlı olmayan ve deneyle doğrulanmayacak önermesinin, ancak ve ancak bilimsel kuramlarla doğrulanabileceğinin veya aşılıp buradan yeni bilimsel yasalara olanak tanıyacağının altını çizmek gerekiyor. Bilimin pozitivist yönlere saptırılmasına karşı, kulağa pek de hoş gelmeyecek ve abartılı bulunacak “bilim bilim içindir” sözünü kullanırken, bilim bilimle doğrulanır yönüne işaret ettiğimizi, pozitivizmin tanınmaz hale getirdiği bilimi güçlü bir şekilde savunabilmek için bu yola başvurmak zorunda kaldığımızı söyleyelim. Ama bu konuyu geçmeden, Aristoteles’in deneyle gözlemleyemediği “hava” faktörünün cisimlerin hızları üzerindeki etkisinin, Pisa deneylerinin çoktan unutulduğu çağlarda teknolojik gelişmelere nasıl bir katkı sunduğunu da yeniden düşünelim.[19] Ancak bunu yaparken, teknolojinin önsel olarak bilimi zorunlu kılacağına dair bir yanılgıya da düşmemek gerek. Teknoloji çoğu zaman kendi dinamizmiyle gelişimini sürdürürken, bilim de önceden belirlenmiş herhangi bir buluşa ya da farklı bir hedefe kendini kaptırmak zorunda değildir. Pratiğin peşinde koşuşturan bir bilim, öngörü yeteneğini ve dolayısıyla kendi niteliğini çoktan yitirmiş demektir. Koyre’nin ifade ettiği gibi: “Bilim, kendisini hakikate götüren sonsuz yolda, görünüşte boş ve erişilmez olan amaçtan, gerçeğin bilgisine ulaşma amacından vazgeçerek değil, tersine onu gözüpeklikle kovalayarak ilerler.”[20]

Marksistler için pozitivizme karşı duruşta, Kapital çok özel bir ağırlığa sahiptir. Zaman zaman kendi metodolojisiyle çelişen kimi örneklere rağmen Marx’ın bu eseri herhangi bir deney ya da olgudan yola çıkılarak asla erişilemeyecek olan mükemmel bir kapitalizm tanımı sunmuştur. Artı-değer kavramı, herhangi bir fabrika gözlemlenerek oluşturulamayacağı gibi, pratik deneylerden fabrika ve makineli sanayi olarak diğer ekonomik formasyonlardan ayrıştırılabilecek kapitalizm, Kapital’de değer, kullanım değeri, soyut emek/somut emek ve artı-değer gibi kavramlara yaslandırılarak emeğin metalaşması sonucuna varılır. Ama ilginç bir nokta, Conrad Schmidt gibi Althusser’in “aydınlanmış” diye tanıttığı ekonomistler bile Marx’ın bu kavramlarını hayal ürünü (yapıntı) olarak eleştirmiştir. “Marx’ın ekonomik çözümlemelerinin tam temeli [olan] değer ve artıdeğer konseptleri”, “ölçülemez, nitelendirilemez oldukları için ekonomidışı olan gerçeklikleri tasarımlayan ‘işlevsiz’ konseptler diye reddedilmiş”tir.[21] Oysa Ekonomistlerin ölçülemez olarak tanımlayıp reddettikleri ve metafizik buldukları nokta Marx’ı Marx yapan noktadır.

 

 

 



[1] Yazımızın asıl konusu bu gerekçeleri yeniden sıralamak ya da tartışmak olmadığı için “Geçmiş, Gelecek, Misyon” başlıklı yazımızdan küçük bir anımsatma yaparak bu konuyu geçeceğiz. “Marksizmle, bütünsel bir yapı olarak onun her boyutuyla ayrı ayrı karşı karşıya gelebilecek uğraş özneleri yaratmak gerekiyordu. Türkiye’de pratik-politik Marksistler vardı, ama onların verili konumlarıyla Marksizmi bütünsel olarak karşılayabilme imkanlarından söz edilemezdi. Zaten, Marksizmin bütünsel olarak karşılanmasının, kriz koşullarından dolayı mümkün olmadığı saptanıyordu. O halde, Marksizmin bileşenlerine karşılık gelecek misyonlar oluşturmak zorunlu bir yükümlülük halini almıştı. Biz bu manzarada kendimize, ‘teorik-politik’ olarak adlandırdığımız konumu yakıştırdık…” 

[2] Hakan Öztürk, Teori ve Politika, Sayı 38, s. 32

[3] Esra Sarıoğlu, Teori ve Politika, Sayı:38, s. 92

[4] Sarıoğlu, a.g.e., s. 92

[5] Sarıoğlu, a.g.e., s. 92

[6] Sarıoğlu, a.g.e., s. 92

[7] “Yakın tarih” deyimini bilerek kullanıyoruz, çünkü 20. yüzyılda pozitivizm ve neo-pozitivizme dönük en etkin eleştirileri yapan Rus bilim tarihçisi Alexandre Koyre, pozitivizmin kökenlerini Yunan gökbilimine dayandırır: “Pozitivizm başarısızlığın ve vazgeçmenin çocuğudur. Yunan gökbiliminden doğmuştur, en iyi anlatımı da Ptolemaios’un dizgesidir. Pozitivizm XIII. Yüzyıl filozoflarınca değil, bilimsel düşüncenin yöntemini –gözlem, varsayımsal kuram, tümdengelim ve son olarak yeni gözlemlerle doğrulama– hazırlayıp yetkinleştirdikten sonra gök cisimlerinin gerçek devinimlerinin gizemini kavramakta başarısız kalmış, dolayısıyla tutkularını ‘olguları kurtarma’yla yani gözlem verilerine salt biçimsel yaklaşımla sınırlamış olan Yunan gökbilimcilerince ele alınıp geliştirilmiştir. (Koyre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, Çev.:Kurtuluş Dinçer, Gündoğan Yay. Ankara 1994, 2.Basım, s:71)

[8] İbrahim Horoz, Teori ve Politika, Sayı:38, s. 124

[9] Aktaran Balibar, Althusser, Marx İçin, Çev.: Işık Ergüden, İthaki Yayınları, İstanbul 2002, s. 322

[10] Teori ve Politikacılar, bu alanda ciddi çalışmalara imza attıklarına yürekten inanıyor. Eğer onlara sorulacak olursa, bu 10 yılda eksik kalan iş, bilim, politika ve felsefeyi birbirinden ayırmak değil, bu ayrıştırma işleminin gerekliliğini etkin bir tarzda yayamamak ve kabul ettirememektir

[11] Muzaffer Kaya, Teori ve Politika, Sayı:38, s. 47

[12] Oğuzhan Kayserilioğlu, Teori ve Politika, Sayı:38, s. 76

[13] İ. Horoz, Teori ve Politika, Sayı:38, s. 125-126

[14] Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: Adnan Cemgil, Belge Yay., İstanbul 1997, 3. Baskı, s. 65

[15] A.g.e., s. 65-66

[16] A.g.e., s. 76

[17] Gramsci’nin bu yanılgısına karşı Althusser’in o çok bilinen ifadelerini bir kez daha tekrarlamak durumundayız: “Bir şeye ilişkin konsept ile onun gerçekliği, hep birbirine yaklaşan ama asla kesişmeyen iki asimptot gibi yan yana giderler. İkisi arasındaki bu ayrımlılık; konsepti doğrudan ve dolaysız şekilde gerçeklik olmaktan ve gerçekliği de dolaysız şekilde kendi konsepti olmaktan engelleyen ayrımlılığın ta kendisidir.” (Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, Belge Yay., İstanbul 1995, s. 115)

Althusser’in “birbirine yaklaşan ama kesişmeyen iki asimptot” sözü de eleştirel bir yaklaşımı gerektiriyor. Konsept ile gerçekliği iki asimptot yerine hareket yönleri aynı olan, fakat aralarında sıfır derece açı bulunan iki paralel doğruya benzetmek, pozitivizme karşı daha uygun ve uzlaşmaz bir örnek olmaz mıydı? Hiç kuşkusuz yaklaşmayla kesişme arasındaki fark kategoriktir, ancak kesişme özelliği göstermese de, birbirine yaklaşma eğilimi gösteren konsept ile gerçeğin, bu yaklaşma sınırlarını tartışmak, ayrıştırmayla ilgili kararlı duruşu daha gevşek zeminlere taşımayacak mıdır?

[18] Gramsci, “Kapital’e Karşı Devrim”, Çev.: Ekin Taciser, Teori ve Politika, Sayı:35-36, s.:125

[19] Yeri gelmişken, pozitivist yöntemin kaçınılmaz bir sonucu olan teknolojinin uygulamalı bilim olduğuna dair görüşlere karşı Koyre’nin itirazlarını da aktaralım: “Şimdi Bay Guerlac’ın bize yönelttiği ikinci eleştiriye, ‘idealist’ olduğumuz, salt bilim ile uygulamalı bilim arasındaki bağı önemsemediğimiz, böylece de tarihsel etken olarak bilimin rolünü yanlış anladığımız yollu eleştiriye gelelim. İtiraf edeyim, ben kendimi sorumlu görmüyorum. Zaten bizim ‘idealizmimiz’ gerçekte çağcıl bilimi teknolojinin ilerlemesi diye yorumlama –ya da yanlış yorumlama– girişimlerine bir tepkiden başka bir şey değil…” a.g.e., s.:187

[20] Koyre, a.g.e., s:76

[21] Althusser, Kapital’i Okumak, s. 114

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar