Ana SayfaArşivSayı 76Marksizm Açısından Demokratik Ulus Problemi

Marksizm Açısından Demokratik Ulus Problemi

  
Marksizm Açısından Demokratik Ulus Problemi
Mehmet Akkaya
Son birkaç yıldır yayınlanmasını beklediğim kitaplardan biri Marksizm açısından demokratik ulus sorununu konu ediyor. Felsefi eserleriyle de tanıdığımız yazar ve düşünürlerimizden Yener Orkunoğlu tarafından yazılan eser Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus (İletişim Yay., 2018) adını taşımaktadır. Demokratik ulus kavramı daha evvel Abdullah Öcalan ve Demir Küçükaydın gibi yazarlarca da kullanılmıştı. Orkunoğlu’nun optiğinde kavram, yeni ve geniş anlamlar kazanmış durumda. Kaldı ki adı anılan eser yalnızca bu konuyla sınırlı da değil. Yazar, bu kitapta ulus probleminin en eski kaynaklarına kadar inerken, Aydınlanma’nın ve Alman Romantizmi’nin meseleye ilişkin perspektiflerini irdelemekle kalmıyor, Marx’ın ve Engels’in konuya ilişkin görüşlerine de eserinde oldukça geniş bir yer veriyor. Marx ve Engels’in konuya dair yaptıkları tartışmaların komünist partilere miras kaldığını da yine yazarın detaylı sunumundan anlamak mümkün oluyor.
Ulusal sorun tartışmasını Küçük Enternasyonal olarak tarihe geçen Avusturyalı komünist partilerin de sürdürdüğünü tarihsel sunum içinde izlemek mümkündür. Avusturyalı komünist partilerde bu tartışmaya yönelik bir yoğunlaşma olduğu gözlerden kaçmaz. Ulusal sorunun etkili olduğu iki coğrafyadan ve örgütten daha söz etmek gerekiyor. Orkunoğlu’na göre bunlardan ilki Avusturya Sosyal Demokrat Partisi, ikincisi de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi. Yazar tartışmayı burada da bırakmıyor. Eserde Komintern’de de ulusal sorunun yeni boyutlar kazanarak sürdüğü anımsatılıyor.
1980’li yıllardan sonra milliyetçilik üzerine literatürde yapılmış tartışmaları kısaca özetleyen Orkunoğlu, Türkiye gibi ülkelerde de belirleyici tarzda ilgi görmüş olan ulusal sorunu ele alıyor. Orkunoğlu, ülkemizin siyasal tarihine yönelerek bilhassa Kürt sorunu çerçevesinde konuyu daha da derinleştirip detaylandırıyor. Türkiye’de komünist hareketin tarihi işlenirken Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya gibi simalar da kitapta kendilerine yer buluyor.
Milletlerin/ulusların değil, milliyetlerin kendi
kaderini tayin hakkı
Orkunoğlu’nun kalkış noktası eskiden olduğu gibi çağımızda da ulusal sorunun kendini milliyetçilik biçiminde göstermesi –hatta bazı durumlarda ırkçılık biçimine bürünmesi–, bunun da dünya işçi sınıfı mücadelesini sekteye uğratmakta oluşudur. Üstelik yazara bakılırsa bu can alıcı olmaya devam eden sorunla Marx ve Marksist teori de tarihi ve sosyal sebeplerle olsa gerek, yeterince ilgilenmemiştir. Bu yorumun devamında ise kitapta Marx’ın ve Marksizmin özgün bir ulus teorisinin olmadığı iddia edilmektedir. Niçin böyle bir teori kurulmadı? Yazarın ifadelerine bakılırsa başta Marx ve özellikle Engels gelecek sosyalist toplumda ulusal sorunun çözüleceğine inanmışlardır: “Marx da burjuvazinin değil, ama büyük sanayinin gelişmesinin sonucunda ortaya çıkan enternasyonal proletaryanın ulusallığı aşacağına inanıyordu” (s. 96). Çalışmada yazarın kışkırtıcı pek çok iddiasının yer aldığını anımsatmak isterim. İşçi sınıfının, sol ve sosyalist hareketlerin de milliyetçilik yüzünden bölündüğünü, birbirine düşman kesildiğini savunan Orkunoğlu, Avrupa ve Rusya’ya ilişkin örneklere ilaveten ülkemize ilişkin örnekleri de sıralamaktadır.
Yazar, Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus’ta milliyetçi ideolojinin gücünün “demokratik ulus” önerisiyle çözüleceği üzerinde duruyor. Demokratik ulus önerisinin yazarın merkezi tezi olduğunu saptamak yanlış olmaz. Elbette bu merkezi teze bağlı olarak eserde çok sayıda yan tezin de var olduğunu hatırlamak gerekir. Örneğin milliyetçiliğin özünün devletin ve ulusun birbiriyle özdeşleştirilmesi olarak ele alınması bu yan tezlerden biridir. Demokratik ulus önerisi ulusun devletten ayrılmasını öneren düşünce olarak özetlenebilir. Orkunoğlu’nun yorumuna bakarak konuşacak olursak, nasıl ki modern devletler dinden bağımsız hâle gelmiş ve din özel durum olarak devletten dışlanmışsa, ulus da mevcut devletten ayrılabilir/dışlanabilir. Yani ulusa gönderme yapan devlet adları yerine ulusa gönderme yapmayan adlar üzerinden devletler kurulursa, adı ve ulusal hakları devlette temsil edilmeyen halklar da var olmayacak demektir. Türkiye üzerinden konuşacak olursak; Türk devleti veya Türkiye devleti değil de Anadolu devleti, Erciyes devleti veya Ankara sovyeti, İstanbul ya da Diyarbakır sovyeti gibi.
Orkunoğlu’nun eserinin daha başlarında pek de alışık olmadığımız bir tartışmanın içinde buluyoruz kendimizi. Onun sunumunda ve önerisinde belli kavram ve terimlere itiraz edildiği görülüyor. Almancada ulus ve milliyet arasında ayrım yapıldığından hareket eden yazara göre ulus (millet) bir toprak parçasındaki, bir devletin sınırları içindeki herkesi kapsarken milliyet ve milliyetler ise o devletin sınırları içinde yaşayan farklı toplumsal gruplara gönderme yapmaktadır: “Millet sözcüğü ulus anlamında kullanılırken, milliyet sözcüğü bir devletteki ulusal topluluklar anlamında kullanılıyor” (s. 23). Yazılanları somutlayacak olursak, Türkiye’de yaşayanlara Anadolu ulusu denilebilir; burada yaşayan dilleri, kültürleri, coğrafyaları, tarihleri farklı olan topluluklara da milliyet denilmesi uygun olurdu. Oysa alıştığımız üzere, yazarın milliyet dediğine ulus, ulus dediğine de toplum deniliyor. Orkunoğlu –bir tersine çevirmeden söz etmesek de– yeni bir kavram seti öneriyor ve yeni tanımlamalar yapıyor.
Yazarın söylediklerinden yalnızca “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı değil, aynı zamanda milliyetlerin (ulus veya millet değil) kendi kaderini tayin hakkı anlayışını çıkarsamak mümkün. Alışıldık kavramların tanımını değiştirip kendince bir sistem kurduğu için bu kavramlara bağlı eski uygulamaların tümü tartışma platformuna getiriliyor ve bu durum kavramların içerikleri üzerine bizi yeniden düşünmeye sevk ediyor. Örneğin, ulusu ulus yapan özellikler diye mi, yoksa milliyetleri milliyet yapan özellikler diye mi sorulmalıdır? Yazar ikincisine yoğunlaşıyor. Ona göre ulusun tek dili olması gerekmez. Bunun yerine milliyetlerin tek ve farklı dilleri olabilir. Avusturyalı ve Alman Marksistlerin ileri sürdüğü ve Rus sosyalistlerinin (Lenin, Stalin) destekleyerek geliştirdiği gibi ulusu ulus yapan dört kriter vardır: ortak dil, ortak toprak, ekonomik birlik ve ortak kültür. Orkunoğlu ise bunların ulus için değil milliyet için geçerli olduğunu ileri sürüyor. Çünkü çok milliyetli bir devlette, ortak ve tek bir resmi dili kabul etmek diğer milliyetlerin dilleri üzerinde baskı yapılması sonucunu doğurur.
Kendi aklını kullanma cesaretini göster!
Ders kitapları milliyetçilik ile Fransız Devrimi arasında ilişki kurarken bir ölçüde doğru bir noktadan hareket etmiş olsalar da Orkunoğlu açısından Fransız Aydınlanma düşüncesi daha belirleyici olmuştur. Yazar, Aydınlanma açısından Fransa ve İngiltere’yi Almanya’nın karşısına koyuyor. Çünkü Rönesans’tan beri etkili olan sosyal, endüstriyel ve politik devrimler asıl olarak İngiltere ve Fransa merkezli olmuştur. Bu durum feodal yapılanma ve dolayısıyla dağınık ekonomik ilişkiler nedeniyle geri plana düşen veya geriden gelen Alman toplumu için itici güç unsuruna dönüşüyor. Felsefi planda Herder, Ficthe, Dilthey ve kısmen Hegel gibi düşünürlerin başını çektiği romantizm, asıl olarak sanat ve edebiyatın içinde güçlü taraftarlarını bulmuştur. Buna göre Aydınlanma’ya bir tepki olarak ortaya çıkan politik romantizmin anayurdu da Almanya’dır. Kitap boyunca bu tema üzerinde ısrarla duran Orkunoğlu’nun Alman düşüncesine/romantizmine Fransız ve İngiliz düşüncesiyle karşı çıkması, yani bir burjuva-feodal düşünce akımına başka bir burjuva akımıyla karşı çıkması, belki de eserin en zayıf noktasını oluşturmaktadır.
Kitabın ilk bölümlerindeki tespit ve tahlillere bakılırsa Alman düşünce dünyası Aydınlanma’ya bir yandan özlem duyuyor, bir yandan da Fransa ve İngiltere’nin ekonomik ve sosyal baskısını üzerinde hissediyor. Yazara göre, bu, iki sonuç ortaya çıkarmıştır: Birincisi, Alman entelektüelleri, Aydınlanma ve onunla birlikte gelen sanayi toplumunun açmazlarına, baskılarına karşı gelmiş ve bu baskıyı geriletmek istemiştir. İkincisi de buna bağlı olarak sorunun çözümü bir ölçüde geriye gitmekte bulunmuştur! Siyasal İslam’ın kendi açmazlarını, paradokslarını, geriliğini ve yetersizliğini gidermek için asr-ı saadet’i dillendirmesine, Türk hâkim sınıflarının ise ihtiyaç duydukça Osmanlı kaynaklarına ve tecrübesine müracaat etmesine benzetilebilir. Demek oluyor ki Alman dilinin, soyunun ve kültürünün kökenlerine dönüş, yeni dönemin sorunlarındaki yığılmadan dolayı ortaya çıkıyor. Ne var ki Alman romantizmi, buradaki çıkış kapılarından birini, yine bir Alman filozofu olan Kant’ın “otonom birey” düşüncesinde bulmaktadır. Zira Kant, bireye “kendi aklını kullanma” ve bu sayede özgürlüğünü gerçekleştirme önerisinde bulunmuştu.
Ayrıca “Kant, bir yandan ulusu ortak soya dayandırırken, öte yandan eğitimsiz halkın, devlet vatandaşı sıfatını kazanamadığını ifade etmiştir. Kant’ın bu görüşü, bir yandan soya, kan bağına dayanan elit biyolojik bir ulus anlayışını ifade ederken öte yandan devlet vatandaşı ve ulus kavramları arasındaki çelişkiyi dile getirmektedir” (s. 71). Milliyetçilik bağlamında Kant’ın da romantizm çerçevesinde değerlendirildiği kitapta, özellikle E. Kedourie’nin Kant vurgusu enteresandır. Çünkü “Milliyetçilik başlıklı kitabıyla milliyetçiliğin 19. yüzyılda geliştirilen bir doktrin olduğunu ileri süren Elie Kedourie’ye göre milliyetçi düşüncenin düşünsel öncüsü Kant’tır” (s. 71). Orkunoğlu, Kant ve “otonom birey” temasını mercek altına alıyor ve başka koşulların yanı sıra, ulusların kendi kaderini tayin düşüncesinde, bireyin kendi kaderini tayin anlayışının etkili olduğunu iddia ediyor.
Ulus probleminin tarihi ile düşünce tarihi arasında bir örtüşme bulan yazar, 17. yüzyılda İngiliz liberalizminin egemen hale geldiğini, 18. yüzyılda ise bu düşünceyi Fransız rasyonalizminin dengelediğini ima ediyor. Alman romantik geleneğinin ise köklerini daha eskilere (Orta Çağ) götürmekle birlikte, bu geleneğin asıl olarak 19. yüzyılda baskın hâle geldiği kanaatinde. İ. Berlin, H. Kohn ve Gellner gibi düşünürlere de referansla Alman romantizminin, İngiliz liberalizmine ve Fransız rasyonalizmine karşı bir tepki olarak geliştiği vurgulanıyor eserde. Orkunoğlu, Alman düşüncesinin bu tepkisinde duygusal ve kültürel pek çok öğenin sisteme eşlik ettiğine inanmakla birlikte, meselenin özünün ekonomik olgularda gizli olduğuna da işaret ediyor.
Yazar için, Fransız ve İngiliz sermayesi, Alman toplumunu sömürge konumuna itmektedir, bunun sonuçlarından birisi de Alman devletinin Slav halklarını sömürgeleştirmek isteme eğiliminde oluşudur. Otuz Yıl Savaşları başta olmak üzere, Yeni Çağ boyunca Avrupa’daki savaşlarda Almanların yenilgiye uğramış olmaları da yazarın saptamasını doğrulayan olaylar olarak okunabilir. Aslında sömürge sorunu bağlamında bir paragraf daha açılsa iyi olurdu. Çünkü ulusal sorunların eski yerleşik toplumlarda ortaya çıkışlarıyla yeni toplumlarda ya da yeni sömürgelerde ortaya çıkışları arasındaki farklara değinmek gerekirdi. Mesela emperyalizm koşullarında yeni sömürgeler ortaya çıkmıştır. Emperyalizm halkları, ülkeleri ve devletleri sömürgeleştirdiği için ulusal sorunun da biricik kaynağı haline gelmiştir. Polonya, Türkiye, Kürdistan, Filistin, İrlanda, Katalonya, vs.
Devrimci uluslar / karşı devrimci uluslar
Marx ile Engels, ulus konusuna ilk olarak literatürde 1848 Devrimleri olarak bilinen olaylar zamanında yöneldiler. Her iki düşünür de proleterleşmenin genişlemesi ve yaygınlaşması üzerine komünist devrimlerin olacağını, bu yüzden de “geri kalmışlığı” bir Avrupa devriminin önündeki engeller içinde gördüler. Üstelik 1848 Devrimleri sürecindeki yenilgilerde bu “geriliğin” de rolü söz konusuydu. Marx’ın Çarlık Rusyası’nı olası bir Avrupa devriminin en büyük engelleyicisi olarak değerlendirmesi oldukça düşündürücüdür. Engels ise Doğu Avrupa’daki Slav halklarının “gericiliği” üzerinde yoğunlaşmıştı. Orkunoğlu, çalışmasında Marx ve Engels’in ulusal sorun konusunda pek çok defa açmaza düştüklerini, yanlış görüşler savunduklarını örnekler vererek açıklıyor. Ayrıca bu görüşlerde yanlışa düşmelerinin objektif koşullarına da dikkat çekiyor. Onun söylediklerine itibar edilecekse, Marx ve Engels bu yanlış görüşlerini zaman içinde düzelttiler.
Marksizm içi tartışmalarda da sıklıkla karşılaştığımız konular içinde Meksika, Hindistan, İrlanda, Slav toplumları, Rusya ve Osmanlı gibi toplumlar baş sırada geliyor. Bu toplumların analiz edilmesi sırasında Marx ve Engels birçok kez paradoksal argümanların altına imza attılar. “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” diye yazan Engels, aynı zamanda “tarihsiz uluslar” belirlemesinde bulunabildi. Keza, “İşçilerin milliyeti/vatanı yoktur” sözlerini yazan Marx bazı ulusları ayrıcalıklı görebildi. Bu konudaki açmazı anlayabilmek için Orkunoğlu’nun bir önerisini okuyoruz: “Marx ve Engels’in gençlik dönemi yazılarını incelerken, o dönemin entelektüel ortamının onlar üzerindeki etkisi göz önüne alınmalıdır” (s. 96).
Marx ve Engels biraz da teleolojik bakış açısının etkisiyle, ABD’nin Meksika’ya sanayi ve buna bağlı olarak burjuva demokrasisi götüreceğine, İngiltere’nin Hindistan’da demiryolları yapmasının Hindistan toplumu açısından olumlu sonuçları olacağına, yine İngiltere’nin İrlanda’da ilerici bir rol oynayacağına inandılar. Engels, Slav halklarını değerlendirirken “karşı devrimci halklar” ifadesini kullanabiliyor ki, tartışmalı ve materyalizm karşıtı bir görüş gibi durmaktadır. Orkunoğlu’nun, burada özetini vererek yansıttığımız yorumların detaylarını sergilerken yabancısı olduğumuz çok sayıda düşün ve bilim insanının tespitlerinden, tezlerinden ve teorilerinden de yararlandığı anlaşılıyor. Marx ve Engels’in uluslara hatalı bakışları inceleniyor, bunun felsefi-düşünsel ve pratik nedenlerinden söz ediliyor Orkunoğlu’nun kitabında. Yazara göre her iki düşünür de Hegel’in idealist tarih anlayışının etkisi altında kalmıştır. Zira Hegel, halkları “tarihsel halklar” ve “tarihsiz halklar” olarak ikiye ayırmıştı.
Hegel, Tarih Felsefesi adlı çalışmasında insanlık tarihinde Persler, Yunanlılar, Romalılar ve Cermenler gibi ulusların tarih yaptığını ve aynı zamanda tarih yazdıklarını ileri sürmüş; diğer ulusların ise böyle bir özlerinin olmadığını savunmuştur. Rusya’nın geri kalmışlığı Doğu Avrupa içlerine kadar uzandığından Avrupa devrimlerinin gecikmesinin nedeni olarak düşünüldüğü için “tarihsiz halklar” kavramı kullanılmıştı Marx ve Engels tarafından. Bu dönemde ulus ile halk terimlerinin aynı anlamda kullanıldığını gözden kaçırmayalım. Orkunoğlu, Engels’in hatalı ulus anlayışını irdelerken düşünürün “karşı devrimci halklar”dan bile söz ettiğini ileri sürüyor ki, Engels adına gerçekte idealist bir akıl yürütmedir bu. Yazarın sunumuna bakılırsa Kautsky, Rosa Luxemburg ve Avusturyalı komünist Otto Bauer, Engels’e eleştiriler yöneltmiştir. Tarihte pek çok halkın pozisyon değiştirdiği, devrimci halkların nasıl da karşı devrimci olduğu, karşı devrimci halkların ise farklı tarihsel koşullarda nasıl da devrimci karakterlere büründüğü hatırlatılmıştır.
Enternasyonaller neden dağıldı?
Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus’un işçi sınıfı açısından ayrıştıran ilginç saptamaları ve iddiaları da bulunuyor. Bunlardan birisi sol örgüt ve partileri milliyetçilik düşüncesinin böldüğü ve güçsüz bıraktığıdır. Üstelik bu sorun günümüzde de dünya komünist hareketinin ve Türkiye sol hareketinin en elzem sorunu olmaya devam ediyor. Orkunoğlu’nun iddiasına göre II. Enternasyonal milliyetçi ideolojinin işçi sınıfı içinde etkili olması yüzünden dağıldı. Çünkü Avrupa’daki işçi partilerinin büyük çoğunluğu I. Emperyalist Savaş arifesinde “anavatan savunması” adı altında Alman milliyetçiliğini desteklediler, yani devletin, kurulu düzenin yanında yer aldılar. Lenin, Alman sosyal demokrasisine ve “anavatan savunusu”na ya da “yurtseverlik” kılığına bürünmüş şoven düşüncelere karşı mücadele etti. Yazar açısından, Komintern de tek ülkede sosyalizm projesiyle milliyetçiliği komünist partilerin içine sızdırtmıştır, bu yüzden de kendini dağıtmak zorunda kalmıştır. Yazar literatürden pek de tanıdık olmadığımız bir oluşumdan daha söz ediyor: Küçük Enternasyonal. 1850’lerden sonra kurulan ve içinde altı “ulus”a ait komünist partilerin bulunduğu Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’dir anılan parti. Peki, hangi ulusları kapsıyordu Küçük Enternasyonal?
Hareketin içinde başta Almanlar olmak üzere, Çekler, Polonyalılar, İtalyanlar, Ukraynalılar ve Slovenler yer almaktaydı. Farklı partilerin bileşiminden oluşan yapıda ulusal soruna ilişkin tartışmalar “demokratik bir çözüm”le aşılamadığı için yapı dağılıyor. Avusturya Marksist Partisi olarak bilinen Küçük Enternasyonal önce sendikaların, sonrasında da partilerin uluslara göre ayrışması neticesinde bir dönemler onlarca milletvekili ile parlamentoda da yer alacak kadar kitleselleşmiş ve işçi sınıfıyla buluşmuşken 1912’de dağılıyor. Orkunoğlu’nun yaptığı analize bakılırsa, öncelikle Çek Marksistler Alman sosyalistlerini eleştirdiler. Eleştirenlere göre Alman sosyalistleri halkın Cermenleştirilmesini savunuyordu. Çekler ise bağımsızlıktan yanaydılar. Bu talep uygun görülmeyince Çekler ayrılık ilan ediyor ve ayrışma diğer partileri de etkisi altına alıyor.
Yazarın görüşüne göre eğer Çeklere özerk davranabileceklerinin güvencesi verilebilseydi bu ayrışma gerçekleşmeyebilirdi. Buna göre Marksist ulus teorisinde iki ekolün çatışma halinde olduğu anlaşılıyor. Her ikisi de birliği hedeflemesine rağmen, birisi, birliğin ancak ayrılma hakkının tanınmasıyla olacağını ileri sürüyor, diğeri ise birliği ancak birlikte kalmayı savunarak sağlayabileceğine inanıyor. Zor kullanılarak birlikteliğe mecbur bırakılan hiçbir oluşum başarılı olamadığına göre doğru politikanın “ayrılma hakkının tanınması”nda yattığını söyleyebiliriz.
Avusturya Partisi üzerinden yapılan tartışmanın diğer toplumların sosyalistleri için de geçerli olduğunu vurgulamak kaydıyla, olup bitenin iç yüzünü daha yakından görmek gerekir. Çek delegelerin Alman komünistlerine karşı ileri sürdüğü şu cümleler öğretici olabilir: “Alman sosyal demokratları [komünist diye okuyun], Çeklere okul istediğimiz için bizleri şovenist olmakla eleştiriyorlar ama talebimize karşı durmanın milliyetçilik olduğunu görmüyorlar. Bizleri milliyetçilikle suçlayarak, kendi milliyetçiliklerini gizlemektedirler” (s. 173). Orkunoğlu açısından, gerçek anlamda bir enternasyonal düşünce egemen olsaydı dağılma gerçekleşmeyecekti. Buradaki kriterlerden biri, tarafların, kendi uluslarına istedikleri ulusal hak ve ayrıcalıkları karşıdaki kesime de istemeleridir. Bir diğer kriter de yalnızca kendi ulusunun veya kendi ulusuna ait işçi sınıfının çıkarlarını değil, tüm dünya işçi sınıfının çıkarını merkeze koymak olmalıdır.
Avusturya Partisi ve Otto Bauer
Birçok araştırmacı gibi Orkunoğlu da 1900-1910 yıllarında etkili olan Küçük Enternasyonal’in dağılmasını II. Enternasyonal’in çökeceğinin habercisi olarak değerlendirmektedir. Kuşkusuz ki parti içinde ulusal sorunun teorik ve felsefi boyutlarını ele alan düşünürler ortaya çıkmıştı ama bir görüş birliği yoktu. Yazar üç isme dikkat çekiyor ki bunlardan birisi Marksist teoride adına kısmen de olsa gönderme yapılan Otto Bauer idi. Bauer parti içinde dengeci bir eğilimin temsilcisi oldu. Konuya ilişkin en kapsamlı teorik ve felsefi sunumları ortaya koydu. Partinin sağ kanadı diyeceğimiz eğilimi ise K. Renner temsil ediyordu. Renner, Marx’tan ziyade Lassalle’den etkilendiği için ulusal mücadele ile sınıf mücadelesini birbirinden izole ediyordu ve bir bakıma devlet sosyalizmi diyeceğimiz bir anlayışın temsilcisi idi. Sol kanatta ise J. Strasser yer almıştır. Strasser Marksizm içinde “sol radikaller” olarak da bilinen anlayışa yakındır. Rosa Luxemburg ve Anton Pannekoek gibi isimler de bu ekol içindedir.
Orkunoğlu’na göre Strasser, dili ve kültürü ulusun dışına sürdüğü için olumlu bir konumda yer almaktadır. Düşünüre göre ortak dil ve kültürü ulusun niteliği olarak değerlendirmek milliyetçiliktir. Dil ve kültürün kutsanması da doğru değildir. Kitapta Strasser’in “sol radikal” konumuna rağmen ulusal sorun konusunda Lenin’i etkilediği de ileri sürülmektedir. Lenin 1913’te Gorki’ye yazdığı bir mektupta Strasser’in yazdığı bir makaleyi övmüştür. Adı anılan “[b]roşüründe Strasser, işçi sınıfının enternasyonal sınıf bilincine ulaşmasının ‘uzun ve sancılı bir süreç’ olduğunu vurguladıktan sonra ulus ve ulusal çıkarlar sorununu ele alır. Bu noktada milliyetçilerin işçileri nasıl etkilemeye çalıştığını açıklar” (s. 202).
Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus’un “Avusturya Marksizmi” başlıklı bölümünde üzerinde en çok durulan kişi Bauer’dir. Bauer ulusal sorunu ilk defa teorik, tarihsel ve felsefi düzeyde ele alan kişi olarak lanse edilmektedir. Yazara bakılırsa Bauer öncelikle ulusal sorunun çok karmaşık bir fenomen olduğunu ileri sürüyor. Engels de dahil olmak üzere dönemin kuramcılarına eleştiriler getiriyor. Sorunun kaynağını Orta Çağ’a, antik döneme, hatta komünal çağlara kadar genişletiyor. Ona göre komünal toplumlarda ulus ile soy ve kandaşlık arasında bir paralellik düşünülmüştür. Sınıflı toplumlarda ise işin içine dil ve kültürel alışkanlıklar da katılmıştır. Bauer açısından bu kriterler ulusu açıklamak için yetersizdir, hatta gereksizdir. Çünkü Fransız ulusunun içinde dilleri, soyları değişik olan Galyalılar, Romalılar, Britanyalılar, Cermenler bulunmaktadır. Keza İtalyan ulusu da Etrüsklerden, Romalılardan, Cermenlerden, Keltlerden ve Yunanlılardan oluşmaktadır. Alman ulusu da tek dil ve tek soydan oluşuyor değildir. Onlar da Cermenler, Keltler ve Slavlardan meydana gelmiştir (s. 141). Neticede Bauer’in kendisi de ulus için bir kriter koyuyor: ulusal karakter. Ulusal karakteri bir öz olarak düşünmeyen Bauer’e göre halkların karakteri değişim de gösterebilir.
Orkunoğlu, Bauer’in bir görüşünü daha tanıtıyor ki, son derece özgün ve önemlidir. Bauer’e göre ulusal sömürü ile sınıfsal sömürü biçimleri arasındaki en önemli ayrım ilkinin “açık”, ikincisinin ise “gizli” oluşudur. Ulusal sömürü ve baskıyı fark etmek zor değildir. Oysa sınıfsal baskıyı ve sömürüyü fark etmek için gayret, ilgi ve zaman gerekmektedir. Sömürgede bir vatandaşın kamu kurumlarına gittiğini düşünün; yabancı dille verilen bir hizmet vardır. Bu dil, o yörenin ya da ülkenin halkına yabancıdır. Sokaklardaki güvenlik güçleri de yöre halkından uzak duygu ve düşüncelere sahiptir. Ülke halkı, kendisinden olmayan bu güçleri ve uygulamaları görmekte, sorunun özünü kavramakta, sınıf olgusunda olduğu gibi fazla zorluk çekmez. Bu yüzden uluslaşma süreçlerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri, çoğu zaman sınıf mücadelesini öncelemiştir (s. 154-155). Aslında bu noktada Orkunoğlu konuyu Türkiye ve Kürdistan örneklerine getirebilirdi. Kürt ulusal mücadelesinin, sınıf mücadelesinden daha fazla ön plana çıkmış olması, “klasik sol hareket”in bir ölçüde ulusal hareketi izlemesi, onunla ittifak etmesi, aynı zamanda ulusal harekete sınıfsal bir öz de şırınga etmesi Bauer’in görüşlerine günümüzden kanıtlar olarak gösterilebilirdi.
Evrensel dillerden yerel dillere: Genç Almanlar, Genç Türkler…
Kitabın üzerinde durduğu temalardan birisi milliyetçiliğin hangi tarihsel, ekonomik ve sosyal koşullarda ortaya çıktığıdır. Ne olmuştur da çok uluslu devletlerden (imparatorluklar) tek uluslu devletlere, yani modern anlamdaki ulus devletlere geçiş gerçekleşmiştir? Kısaca açıklasa da Orkunoğlu’nun bu devlet tarzlarını farklı ekonomik formasyonlara bağlaması didaktiktir. İmparatorluklar feodal üretim tarzına karşılık gelirken ulus devletler kapitalist üretim tarzına tekabül ediyor. İmparatorlukların parçalanmasının, halkların kendi devletlerini kurmalarının kavramsal/felsefi tartışmaların paralelinde olduğu anlaşılıyor. 17. yüzyıla kadar hiç değilse entelektüel alanda Latince ve Yunanca egemenken giderek ulusal diller gelişmeye başlıyor: Almanca, Fransızca, İngilizce, vs. Yazarın İtalya’nın ilk kuşak düşünürlerinden Mazzini’yi konu etmesi bu bağlamda ilginçtir. Çünkü Mazzini ulusu devletle eşleştiren ya da özdeşleştirenlerden birisidir. Ona göre ulus devletsiz, devlet de ulussuz olmaz.
Ulus tartışması kavramsal planda yürürken sorunun siyasallaşması ise yeni terimlerin üretilmesine neden oluyor: Jön (genç) topluluklar. Genç Almanlar, Genç Ruslar, Genç Osmanlılar veya Genç Türkler türünden ifadelerin de ulus tartışmalarıyla ve ulus devletler anlayışıyla bağlantısı bulunmaktadır. Felsefi ve siyasal tartışmalar üzerinde yoğunlaşan Orkunoğlu, ulusu analiz eden iki düşünüş tarzının altını çiziyor: objektif kaynaklı ulus anlayışı, sübjektif kaynaklı ulus anlayışı. İlki, ulusun varlığı için somut temellere başvuruyor, bu temellerin objektif olduğunu ileri sürüyor. Bu anlayışa göre farklı dilleri, kültürleri, soyları, tarihleri olması ulusların var olduğunun kanıtıdır. Mesela “Herder (dil, kültür) ve Fichte (dil, kültür, soy, etnik köken, vb.) ulusu yalnızca objektif kriterlere göre tanımladılar, objektivist bir ulus anlayışını ileri sürdüler” (s. 23-24). Sübjektif bakış açısına göre ise uluslar bir uydurmadır. Yani ilkinde ulus bir keşif iken ikincisinde icat olarak sunulmaktadır. Ulusun icadına örnek olarak İtalyan politikacısı Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” sözlerine işaret ediyor Orkunoğlu.
Objektif ve sübjektif bakış açılarının tartışıldığı ve “genç” eğilimlerden söz edildiği yerde konuyu Osmanlı-Türkiye toplumu ve tarihine bağlamak ilginç olabilirdi. Önceleri Genç Osmanlılar, sonrasında da Jön Türkler ile İttihat ve Terakki Partisi açısından Türkleşmenin objektif ve sübjektif nedenleri vardır. İmparatorluktan ayrılan Sırp ve Yunanlılar gibi ulusların varlığı, Batı kapitalizminin Osmanlıyı sömürgeleştirme girişimleri objektif temeller olarak tespit edilebilir. Türk milliyetçiliğinin sübjektivizmle de ilgisini kurmak için Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in çabalarını hatırlamak yeterli olabilir. Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserindeki düşüncelere göre öncelikle Osmanlıcılık üzerinden bir ulus devlet yaratılmalıdır. Bu olmayınca, ikinci olarak İslamcılığı merkezine alan bir ulus devlet düşünülmelidir. Bu da olmuyorsa Türkçülük ulus devlet için biçilmiş kaftan olarak işlev görebilir. Gökalp ise Osmanlıcılığı dışta tutup son iki “tarz” ya da “form”dan hareket ederek Türk ulus devletinin teorisini yapmış oldu. İdeolojik karşılığında ise Türk-İslam sentezini görüyoruz. Akçura ve Gökalp’in düşünüş tarzı da milliyetçiliğin sübjektif kaynaklı olduğunu (yukarıdan kurulduğunu) gösteriyor. Sübjektivitenin ağırlığına, E. Hobsbawm’ı irdelerken bir kez daha değineceğim.
Ulusal sorun konusunda farklı bakışlar:
Roy, Luxemburg, Buharin…; Kautsky, Lenin,
Stalin…
Ulus meselesine objektif ve sübjektif özellikler üzerinden bakmaya benzer bir ikilem de komünist partilerinde yaşanmıştır. Kitabı okuyanların da hemen dikkatini çekeceği gibi “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ile “işçilerin ya da halkların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunanlar karşı karşıya gelmektedir. İlki kültürel ve dilsel taleplerle ilgili olduğu halde ikinci kategori, görünüşte de olsa ekonomik ilişkilere ve emek-sermaye çatışmasına gönderme yapıyor. Orkunoğlu, bu çerçevede de çok sayıda düşün ve eylem insanına gönderme yapsa da birkaç isim bizim de ilgimizi çekmektedir. Ulusların kaderini öne çıkaran ekol içinde Kautsky, Lenin ve Stalin gibi isimleri görüyoruz. Bir başka açıdan, “anavatan” ya da “yurtseverlik” gibi değerlere sığınan düşün ve eylem insanlarını anlıyoruz. İkinci kategoride ise R. Luxemburg, N. Roy ve Buharin gibi isimler yer alıyor. Genelleştirerek söylenirse bunlar ulusların değil, işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Yazarın sergilediği ulusal sorunun serüvenine bakılırsa, teorik meselelerin en başında ulusal meseleye ilişkin tartışmalar yer almaktadır.
Lenin’in konuya dair üç döneminden söz ediliyor olması sanırım konunun karmaşıklığını ve zorluğunu yeterince ortaya koymaktadır. Üstelik de “kendi kaderini belirleme hakkı” Rus Partisi’nin programından bir dönemler çıkartılıyor. Öte yandan Hindistan kökenli Meksikalı komünist Roy ve Polonya kökenli Alman komünist Rosa Luxemburg, ulusal talepleri burjuva talepler olarak değerlendiriyor. Yani burjuvaziyi güçlendireceğine inanılıyor self determinasyon hakkının. Lenin’in ve Bolşeviklerin bu konuda yanıldığını göstermek için de devrimden sonra ayrılık ilan eden Finlandiya, Estonya ve Letonya gibi ülkeler örnek gösteriliyor Luxemburg tarafından. Lenin’in kendisine yapılan eleştiriler karşısında geri adım attığını iddia edebiliriz. Çünkü Lenin, ulusun “kendi kaderini tayin hakkı”nı savunmak ile ayrılmasını desteklemeyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre asıl olan ilkidir. Ayrılmanın desteklenmesinin ölçütü ise dünya devriminin gerekleri olarak belirleniyor. Tartışmalar sırasında “Roy’un tezlerindeki önemli bir fikre şöyle dikkat çekiyordu Lenin: Roy yoldaşın tezleri, daha çok Hindistan’ın ve Büyük Britanya tarafından ezilen öteki Asya halklarının durumları açısından yazılmıştır ve bu yüzden bu tezler bizim için büyük önem taşımaktadır” (s. 264). Orkunoğlu’nun eserinde Roy’un Türkiye ile ilgili bir görüşüne de gönderme yapılıyor. Ona göre Sovyet Partisi’nin ve Komintern’in Türkiye’deki yeni rejimi desteklemesi yanlıştır. Çünkü nihayetinde Kemalist bir burjuva devleti kurulmaktadır.
Orkunoğlu’nun Kautsky’yi ulus konusunda bir bakıma Lenin ve Stalin’in önüne çıkarması da sanırım okurun dikkatini çekecektir. Yazar, Kautsky’nin “tarımda kapitalizmin gelişmesi”, işçi sınıfını bilinçlendirmek için ona bu bilincin taşınması ve ulusal sorun gibi üç temel konuda Marksizme katkı yaptığını vurguluyor. Devamla Kautsky’nin ulusal sorunu açıklarken onu meta ticareti ve meta üretiminin çocuğu olarak değerlendirmesi tezine de dikkat çekiyor ki bu tezin üzerinde durulması gerekir, zira Marksizm içinde konu ilk defa üretim sürecinden gidilerek açıklanmaya çalışılıyor. Bu bakışla daha evvel literatürde merkezi bir yer işgal eden soy, kan ve ırksal gerekçeler de reddedilmiş oluyor. Daha da önemlisi Marx’ın ve Marksistlerin “sosyalizmde çözülür” gerekçesiyle küçümsedikleri ulus problemini teorileştirmiş oluyor Kautsky.
“Tarihsiz ulus” türünden “özcü” görüşlere karşı da eleştiriler getiren Kaustky sonuçta üç de kriter öneriyor: Dil birliği, toprak birliği ve ortak pazar. Ayrılma ya da özerklik meselesi çerçevesinde referandum ve benzeri halk oylamalarının önemi üzerinde duran Kautsky’ye göre tek başına halkın oyu belirleyici olamaz. Bir halk ayrılma hakkına oybirliğiyle karar veriyorsa doğru yapmıştır denilemez. Çünkü halkın kendi çıkarına uygun olanı görmesi her zaman mümkün olmayabilir. Hatta bazen halk kendi çıkarına aykırı olanı da benimseyebilir ve oylayabilir. Halkın oyladığı ile sosyalizmin ya da komünist partinin onayladığı aynı istikamette olmalıdır (s. 197).
Rus sosyal demokratları ulusal sorun konusunda Avusturya tecrübesini yakından tanımak istediler. Lenin’in önerisiyle Stalin belli bir süre Viyana’da araştırmalarda bulundu. Stalin tarafından yazılan Marksizm ve Ulusal Sorun adlı kapsamlı çalışma da bu sürecin ürünüdür. Stalin’e göre “Ekim Devrimi ulusal sorunu ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkararak, emperyalist sömürüden kurtuluşun genel sorunu haline getirerek, ulusal sorunun alanını genişletmiştir” (s. 270). Orkunoğlu’nun da işaret ettiği gibi Lenin ulus meselesinde Stalin’i yetkin birisi olarak değerlendirmiştir.
Yazarın sunumundaki provokatif soru şudur: Stalin ne yapmıştır? Stalin, Kautsky’nin ulus görüşleriyle Bauer’in ulus görüşlerini birleştirmiştir. Kautsky’den dil birliği, toprak birliği ve pazar kriterini almış ve bu ilkelere Bauer’den aldığı “ulusal karakter” ilkesini ekleyerek yeni bir teori kurmuştur. “Ulusal karakter” ile bir toplumun tarihsel, kültürel, ruhsal özelliklerinin kesişim noktası kastediliyor. Bu bahsi bitirirken Orkunoğlu’nun bakışındaki bir duygusallığa da değinmek gerekiyor. Yazar, Marx ve Engels’in ulus görüşlerini yansıtırken Engels’e nazaran Marx’ı korumaya alıyor; Lenin ve Stalin bahsinde de Stalin’i eleştirirken çubuğu fazlaca Stalin’in aleyhine büküyor.
1980’den sonra milliyetçilik: Ernest Gellner
1917 Ekim Devrimi neticesinde, çok uluslu bir toplum olan Rusya’da hiçbir ulusa (milliyet demek lazım) gönderme yapmayan bir cumhuriyet kuruldu: Sovyetler Cumhuriyeti. Yukarıda ayrıntısı verildiği gibi ulusal soruna dair temel tartışmalar da bu sistemin gelişmesine paralel olarak derinleşerek ve genişleyerek sürdü. 1990 sonrası Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Rusya’da ve daha da bariz olarak Orta Doğu ve Türkiye gibi coğrafyalarda görüldüğü üzere ulusal sorun yine politik teorinin odağını oluşturmaya devam etti. Orkunoğlu’nun 1980’li yıllarda ulusal soruna ilişkin ortaya çıkan teoriler üzerinde dururken iki düşünüre ilgi duyduğu anlaşılıyor: Ernest Gellner ile Eric Hobsbawm. İlki ulusal soruna liberalizme eğilimli bir düşünür olarak yaklaşıyor, diğerinin ise soruna Marksizm içinden yöneldiğini görüyoruz. Gellner’in Milletler ve Milliyetçilik adlı kitabı 1983’te yayınlandığında önemli bir ilgi görür. Düşünür, ulus sorununu modernleşmeye bağlı olarak ele alırken sonuç itibarıyla tarihsel bir olgu olarak görmektedir. Halbuki bu bakış Marksizme aykırı değildir. Orkunoğlu ise, iki ideolojinin de milliyetçiliği tarihsel bir olgu olarak ele almasına rağmen, Marksizmin farkını, milliyetçiliğin önümüzdeki süreçte sönümleneceğine dönük vurgusunda buluyor.
Liberalizmin diğer teorisyenleri gibi Gellner de milliyetçiliği kalıcı bir fenomen olarak değerlendirmektedir. Yine de milliyetçiliği eskiden beri var olan bir olgu olarak değerlendirmeyen Gellner’e göre milliyetçilik, temellerini sanayi devriminin ve sanayinin gelişmesinde bulmuştur. Yani “millet ve milliyetçilik; ekonomik, teknolojik ve toplumsal modernleşme süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır” (s. 281). Ulus devletin motivasyonu da işte bu milliyetçi ideoloji olmuştur. Gellner’in düşünceleri de İtalyan milliyetçi teorisyen Mazzini’ye yakın. Her ulusa bir devlet düşüncesini savunan Gellner, yönetenlerle yönetilenlerin aynı etnik kökenden olmasını önermektedir.
Ulusal özerklik (kültür) ile politik özerklik (devlet) ayrımı yapan Gellner’e göre bu iki değer belli bir toprak üzerinde vücuda gelmektedir. Buna göre Orkunoğlu tarafından düşünürün ulus teorisinde üç kategorinin altının çizilmesi anlam kazanıyor: Birincisi sanayi toplumu, ikincisi kültürel-ideolojik kategori, üçüncüsü de ulus devlettir. Bu şekilde organize olan kuvvetin (ulus devlet) baskısı farklı ulusları yaratmaktadır. Gellner nihayetinde, eskiden milliyetçilik yoktu, ulusal baskılar da söz konusu değildi, ulus modern bir olgudur, demeye getiriyor. Bu açıdan milliyetçilere de karşı çıkmış oluyor. Orkunoğlu ise Gellner’i Marx’ın Kapital’inden değil de Weber’in Protestan Ahlakı’ndan hareket ettiği için eleştirmektedir.
Yazar, Gellner ile girdiği polemikte, Gellner’in kapitalizm ile sanayi arasında yanlış ilişki kurduğunu, ulusal sorunu anlamak için kapitalizm yerine sanayiyi araştırmamız gerektiği tezinin de yanlış olduğunu savunuyor. Ayrıca Gellner’in ulusal sorunu sanayiyle başlatmasına da itiraz edilmiştir. Kimi düşünürlere göre İrlanda, Meksika, Finlandiya ve İtalya’da milliyetçilik sanayiden bağımsız bir rota izlemiştir. Ayrıca Rusya ve Hindistan gibi coğrafyalarda milliyetçiler sanayileşmeye karşı tutum almışlardır. Gellner açısından modern devlet heterojen değil homojen bir kültüre dayanmak durumundadır. Bu da hâkim kültür dışındaki oluşumları ikincil bir statüye mahkûm etmektedir. Bu çerçevede ortaya çıkan acıları ve sıkıntıları aşmak için ekonomik istikrarı, bu istikrarın sürekliliğini ve toplumsal refahı çözüm olarak göstermektedir.
Eric Hobsbawm: Milleti yaratan milliyetçiliktir
Eric Hobsbawm, tarihe “emek” açısından baktığı için, bu bakışı ulusal soruna da yansıtmış bir düşünür olarak Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus kitabında kendine önemli denilebilecek bir yer buluyor. Hobsbawm da birçok düşünür gibi milliyetçilik konusunda belli bir konsensüsün oluşmadığı kanaatinde. Yine de Orkunoğlu’nun değerlendirmesine bakılırsa, düşünür, ulusal sorunu objektif ve sübjektif unsurlarla birlikte ele almaya gayret etmiştir. Bununla birlikte ulusun objektif unsurlarını daha zayıf bulan düşünür için, ulusu büyük oranda milliyetçiler inşa etmektedir. Çok sayıda ulus tanımının olması da sorunun objektif kaynaklarının zayıflığını göstermektedir. Yani ekonomik, sosyal ve tarihsel kaynakları olmakla birlikte, ulus asıl olarak “yukarıdan” kurulmaktadır. Toplumun aydın, sanatçı ve entelektüelleri bu kurucu eylemde büyük bir rol oynamaktadır. Kısacası Hobsbawm’a göre milleti yaratan son çözümlemede milliyetçiliktir. Tanrı vergisi ve kutsallık gibi özellikleri olmadığından kalıcı da değildir ulus fenomeni.
Ulusun değişme özelliği de onun tanımlanmasını zorlaştırmaktadır. 19. yüzyılda ulus belli bir büyüklükteki toprak parçasında oturanlar olarak tanımlanırken, 20. yüzyılda “büyüklük” sıfatı tanımdan çıkartılmıştır. Ayrıca 19. yüzyıldaki milli devletlerle 20. yüzyıldaki milli devletlerin de aynı olduğu düşünülemez. Nihayetinde Hobsbawm’a göre “Milleti analiz etmek için öznel ve nesnel tanımlamalar yetersizdir; ulusu ikili bir fenomen olarak görmek gerekir. Evet, millet bir yanda esas olarak yukarıdan kurulur; devlet ve milliyetçiler tarafından yaratılır. Ama ulus, diğer tarafta halkın ihtiyaçları, çıkarları, özlemleri, umutları dikkate alınmadan bütünüyle açıklanamaz” (s. 287).
Milliyetçiliğin bazen aynı dili konuşanlardan oluştuğu, bazen de aynı etnik kökenden gelenlerden oluştuğu iddia edilmiştir. Millet kavramıyla halkın aynı şey olduğunu savunanlar da az değildir. Bazen de aynı dili konuşmasalar bile bir devlet içinde yaşayanlara millet denilmiştir. Bu cümle Orkunoğlu’nun ilk kısımda belirttiğim açıklamasına paraleldir: milliyet ile millet ayrımı. Peki Hobsbawm için milletin tanımı nedir? Orkunoğlu’nun yorumlamalarına ve düşünürden yaptığı alıntılara inanılırsa “kendilerine millet diyen toplulukların ulus olarak kabul edilmesi” gerektiğidir. Buna göre Bolşeviklerin ve dolayısıyla Stalin’le özdeşleşen kriterlerin geçerliliği de zayıflamış, hatta reddedilmiş oluyor. Elbette ulus meselesinde Hobsbawm dilin önemini reddetmiyor ama onun merkezi bir kriter olduğu kanaatinde değil. Gerekçesine göre Fransız aydınları da dil ile ulus arasında bağ kurmadılar. Orkunoğlu gibi Hobsbawm’a göre de dili ulusun ölçütü yapanlar Alman romantikleri olmuştur. Alman milliyetçiliğinin bu açıdan sicili berrak değildir diyebiliriz. Belki Nazizmin ve Hitlerciliğin kaynaklarını da buralarda aramak gerekir.
Ulusal sorun ve Kürt meselesi
Batı’dan başlamak üzere, son iki yüz yıldır Sovyetik yönetimler de dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde etkili olan ulusal sorunun Türkiye ve Ortadoğu’yu pas geçmesi beklenemezdi. Hatta Kürdistan ve Ortadoğu’daki gelişmelere bakılırsa Filistin, Arap ve Kürt milliyetleri yanında farklı inanç gruplarının da kültürel, sosyal ve ekonomik talepleri söz konusu olunca, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası daha da kritik bir hâl almaktadır. Dolayısıyla Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus gibi kapsamlı bir kitabın, gözünü Türkiye ve Ortadoğu’ya çevirmiş olması altı çizilmesi gereken bir husustur.
Orkunoğlu, Türkiye’nin yakın tarihine gözlerini çevirdiğinde TKP ve TİP gibi sol partileri görüyor öncelikle. Bunun yanı sıra, ulusal sorunla ilgisi kurulacak isimlere de sembolik düzeyde yer veriyor çalışmasında. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli ile birlikte 1968 kuşağının devrimcilerini anıyor. Bu çerçevede kitaba Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın alındığını görüyoruz. Orkunoğlu ulusal soruna dair asıl teorik ve aktüel polemikleri ise A. Öcalan ile yapmaktadır. Sunumundan anlaşılıyor ki, Türkiye sol hareketi ve harekete önderlik eden kişiler ulusal sorun ile felsefi, tarihsel ve teorik düzeyde ilgilenmiş değiller. Dolayısıyla da sol harekete özgü bir ulus teorisi kurulmadığı ileri sürülmektedir.
Yazar, ulus devletin panzehiri olarak demokratik ulusu gösterdiği bu kısımda Kürdistan’ın parçalanma sürecine değiniyor ve Kürt sorununun neden çözülemediği üzerinde de duruyor. Bu nedenler içinde demokrasi bilincinin zayıflığı, ülkemize özgü bir Rönesans ve Aydınlanma’nın yaşanmaması da sayılıyor ki, bu bakışın yanlış değilse bile “naif” olduğunu belirtmek durumundayım. Orkunoğlu bu bahiste yaptığı değerlendirmelere şöyle devam etmektedir: “Kürtlere karşı devletin yürüttüğü savaş, ne yazık ki, Türkiye işçi sınıfı saflarında milliyetçiliği palazlandırmıştır. Öte yandan Türkiye sosyalist hareketinin belirli çevrelerinde egemen olan sosyal şovenizmin entelektüel köklerini açığa çıkarmak, milliyetçiliğe karşı durmak için önemli bir görevdir” (s. 305).
Sol hareketin, soruna daha çok Kemalizm çerçevesinden baktığı, Kıvılcımlı’nın ise “Türkiye’de Ulusal Sorun” başlıklı bir makale yazacak denli cesaret örneği sergilediği söyleniyor. Kıvılcımlı, Kürt ve Ermeni ulusuna yapılan kıyımların altını çizmektedir anılan makalesinde. 1930’lu yıllarda yazdığı metinlerde “Doğu” veya “Doğu illeri” ifadelerinin bilinçleri bulandırdığını, o yerlerin adının Kürdistan olduğunu söylüyor. Bunları söylerken Kürdistan’da Kürt köylüsüne yapılan ağa zulmünün de üzerinde duruyor Kıvılcımlı. Orkunoğlu’nun yazdıklarına bakılırsa Kıvılcımlı “Doğu”daki sorunun adını koyuyor: milliyet sorunu. Milliyetlerin birbirleriyle olan ilişkilerine de ışık tutan Kıvılcımlı’ya göre Kürtler, Ermeni katliamları sırasında İttihat ve Terakki zihniyetine destek olmuşlardır. Orkunoğlu ise Kıvılcımlı’nın bu iddiasını aşırı buluyor.
Ufuk açıcı fikirlerin sahibi olan Kıvılcımlı’nın, Kürdistan gibi Türkiye’nin de sömürge olduğunu düşünmesi enteresandır. Emperyalizmin sömürgesi olarak düşünülen Türk devletinin de Kürt ulusunu sömürdüğünü iddia ediyor ki, ona göre Kürdistan özel ve gizli bir sömürgedir. Ne var ki o zaman ve daha sonraki yazılarında Kıvılcımlı, Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanmaları olarak bilinen olayları “gerici” sıfatıyla niteleyerek bu çizgisinden de geriye düşmüştür. Orkunoğlu, biraz da bu tür düşüncelerinden dolayı olsa gerek, Kıvılcımlı’nın giderek Türk milliyetçiliğine yakın hale geldiğini söylüyor.
Mihri Belli’nin “Millet Gerçeği” başlıklı yazısı, ulus konusu için Orkunoğlu’nun daha fazla ilgisini çekmektedir. Çünkü Belli, ulus sorununun sosyalist ülkelerde de devam ettiğinin altını çizmektedir anılan yazısında. Öyle ya, ne oluyor da Sovyetler Birliği 1943’e dek resmi marş olarak söylediği Enternasyonal Marşı’nı uygulamadan kaldırıyor ve kendine özgü milli marşı kabul ediyor? Orkunoğlu’nun aktarımlarına göre Belli’nin doğrudan doğruya sorduğu soru ise şöyle: “Yalnız sosyalist ülkelerde değil, kapitalist dünya sistemi içindeki ülkelerde de yığınları harekete geçiren en güçlü etkinin ulusçuluk olması neyi kanıtlar?” Sorunun yanıtını ise yine Belli veriyor: “Çağımızın en büyük gerçeğinin millet gerçeği’ olduğu.” (s. 316). Kıvılcımlı gibi Belli de ulusal soruna klasik bakışın dışına çıkarak yönelmedi. Belli’ye göre ulusal talepler ve bağımsız devletler Fransız Aydınlanması’nın ve “devrimci” burjuvazinin talebiydi. Günümüzde ise “devrimci” burjuva çağı kapandığına göre ulusal talepleri savunmak sosyalistlere düşmektedir.
Belli açısından, Türkiye’de de 1920 sürecinde bağımsız bir ulus devlet kurulmuştur. Turancılık da bu konuda olumlu rol oynamıştır. Şeyh Sait ayaklanmasında olduğu gibi bu ulus devlete karşı “gerici” ayaklanmalar eksik olmamıştır. Sosyalizme geçişle birlikte ulusal talepler ve buna bağlı olarak milliyetçilikler ortadan kalkacaktır. Orkunoğlu’nun Belli’ye yönelik eleştirilerine bakılırsa Belli, “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı”nı savunmanın mutlak olmadığını ileri sürerken bunu Lenin’e dayandırdığı için yanılıyor. Zira Lenin, Polonya örneğinde de olduğu gibi, “self determinasyon hakkı”nı mutlak olarak savunuyor, yalnızca bu hakkın pratiğe geçirilmesinin mutlak olmadığını söylüyor ve desteklenmesini şartlara bağlıyor. Kürt sorunu yerine “Doğu” sorunu demeyi tercih eden Belli, ana dili meselesi de dâhil olmak üzere, tüm ulusal talepleri milli demokratik devrim sonrasına havale ediyor. Görüldüğü gibi, Orkunoğlu’nun da işaret ettiği üzere, Belli, Kıvılcımlı’dan da çok geri bir pozisyonda konumlanmaktadır.
Radikal sol ve ulusal sorun: Gezmiş, Çayan,
Kaypakkaya
Mihri Belli pek çok açıdan teorik bir derinlik sergilese de pratikte karşısında olan Kürt gerçeğine devrimci ilkelerle yaklaşmamıştır. Kitapta belirtildiğine göre, başta Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından da sağcı bulunarak eleştirildi Belli. Çayan’ın kitapta yer almasının nedeni, dönemine yaptığı etkiye ek olarak, Öcalan’ın ona atfen yaptığı konuşma ve gönderdiği mesajlardır. Orkunoğlu’na göre Çayan’ın, “Bizim partimiz sosyalistlerin partisi, Marksist bir partidir ve partimizin de eylem kılavuzu Kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir” (s. 321) demesine rağmen konuya ilişkin savunmalarındaki bölümlerde Kemalizmden köklü bir kopuş yaşamadığı anlaşılmaktadır. Çayan bahsinde, Öcalan’ın Çayan’a dair “onun sempatizanıyım, kırk yıldır da onun yolundan gidiyorum” anlamına gelecek açıklamalarının da altı çizilmektedir. Kanaatimce bu sempatizanlığı teorik değil, pratik açıdan ele almak gerekiyor.
Deniz Gezmiş’in de konu edildiği kısımda Orkunoğlu, Gezmiş’in ulusal sorun da dâhil olmak üzere teorik konularda bize bir miras bırakmadığını söylüyor. Onun da Kemalizme karşı mesafe alamadığını ima ettikten sonra, Gezmiş’in son sözlerine gönderme yapıyor. Orkunoğlu’na göre, Çayan gibi, Gezmiş’in de Kemalist olarak değerlendirilmesi kuşku götürür. Çünkü ikisi de pratikte Kemal’in kurduğu devlete karşı sosyalist bir devletten yana tavır aldılar ve bu doğrultuda can bedeli ödeyerek mücadele yürüttüler. Nitekim Gezmiş’in pratiği gibi son sözleri de bunu kanıtlıyor. Yazarın vurguladığı gibi, eğer Gezmiş Kemalist olsaydı, son sözlerinde “Yaşasın Marksizm-Leninizm” demek yerine “Yaşasın Kemalizm derdi” (s. 321).
Orkunoğlu, Kaypakkaya’yı anarken onun ayrıcalıklı bir konumda bulunduğunu söylemeyi ihmal etmemiştir. Kürt sorununu, ulusal sorunun büyük bir parçası olarak değerlendiren Kaypakkaya, meseleye Kemalist yönetim üzerinden bakıyor ve sorunun kaynağında bu rejimin antidemokratik uygulamalarını görüyor. Anlaşıldığı kadarıyla Kaypakkaya da ulusal sorun konusunda felsefi-teorik diyebileceğimiz bir çalışmanın içine girmiş değil. Soruna, izlediği politika açısından ve ulusal baskının somut sorunları üzerinden yönelmiştir. Kemalizmin faşist ve ırkçı bir rejim olarak ezen ulusu temsil ettiğini, büyük burjuvazi ve büyük toprak ağalarının yönetimi olduğunu iddia etmiştir. Orkunoğlu’nun yorumuna göre Şnurov’un açıklamalarından hareket eden Kaypakkaya’nın kavramsal açıdan yaptığı yenilik de anılmaya değer: “Kürt halkı”nın kendi kaderini tayin hakkı yerine “Kürt ulusu”nun kendi kaderini tayin hakkı ifadeleri kullanılmıştır. Orkunoğlu’na göre, Kaypakkaya’nın doğru analizlerine rağmen “milli burjuvazi” üzerinden yaptığı pek çok analiz gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Çünkü, nihayetinde Marx ve Engels “milli burjuvazi” ifadesini kullanmadı, Lenin ise onu tırnak işareti içinde kullandı: “Stalin ise ilk döneminde ‘milli’ sözünü tırnak içinde kullanırken, daha sonra tırnak kullanmaktan vazgeçer” (s. 324).
Öcalan: Demokratik modernite, konfederalizm
Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus’un yazılmasının gerekçesi tek faktöre indirgenseydi, o faktör sanırım Kürt problemi olurdu. Kürt problemi deyince de Kürt hareketi ve Abdullah Öcalan’dan söz etmek kaçınılmaz oluyor. Orkunoğlu’nun motivasyonunu da bu çerçevede düşünmek gerekmektedir. Yine yazarın belirttiğine göre Kürt hareketi ve onun önderi Öcalan’ın soruna dair strateji değişikliği de üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Orkunoğlu’na göre Kürt hareketi 2000’li yıllardan itibaren strateji değişikliği yaparak birleşik ve bağımsız bir Kürdistan devleti kurma düşüncesinden demokratik özerkliğe dayanan bir konfederalizm projesine geçiş yapmıştır. Bu değişiklik ansızın olmadı elbette. Yazar bu geçişin nedenlerine dair bazı öngörülerde de bulunuyor: Sosyalist toplumlar da dahil olmak üzere ulus devlet kurarak sorunlarını çözen bir toplum bulunmuyor. Üstelik ulus devlet kurma koşulları da zorlaşmış durumda.
Kürdistan gerçeği söz konusu olduğunda pratik sorunlar da az değil. Her şeyden önce emperyalizmin yüz yıl önce dört parçaya böldüğü Kürt halkı/ulusu pek çok açıdan ortak özellikler de taşımıyor artık. Halihazırdaki ezen ulusa karşı yürütülen silahlı savaş ise kendisini tekrar ediyor. Dolayısıyla Türkiye’nin emekçi halk kesimleriyle birlikte bir Kürt ulusal devleti kurmak yerine demokratik cumhuriyetin inşa edilmesi, Kürt hareketine ve onun önderi konumundaki Öcalan’a daha gerçekçi ve bilimsel gelmektedir. Bu yaklaşıma göre, tarihte ilk defa bir ulusun ezen ulustan ayrılıp modern manada bir ulus devlet kurmaktan vazgeçtiği görülüyor. Orkunoğlu strateji değişikliğinde Öcalan’ın Suriye’den ayrıldıktan sonra başına gelen olumsuz sürecin, yani dünyada Kürtlere destek olacak tek bir ülkenin olmaması gerçeğinin etkisi olduğunu söylüyor ki sanırım bu saptama pek çok okura inandırıcı gelmeyecektir.
Ulusal sorun konusunda Öcalan’ın önemli bir teorisyen olarak betimlendiği eserde, onun pek çok terim ve kavram ürettiğine de vurgu yapılıyor. Onun Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü adlı kitabından şu alıntı yapılarak konuya giriliyor: “Bir birey olarak kendimi tanımlamaya büyük çaba harcadım. Bu çabaya yoğunlaştıkça evrenselden kaçınamayacağımın daha çok farkına vardım. Liberalizmin kof bireyinin eski mitolojiler kadar bile anlam bulamayacak mitik bir değer olduğundan kuşku duymuyorum” (s. 328). Kapitalist modernite üzerine de projeksiyon tutan Öcalan’ın, onun karşısına demokratik moderniteyi koyduğu anlaşılıyor. Kapitalist moderniteyi ulus devletin dayanakları olarak değerlendiren Öcalan’a göre bu devlet biçimi faşist yönetimlere de ilham olmuş bir modeldir.
Batı Avrupa çıkışlı olan kapitalist modernite ve ulus devletler, kendinden olmayan uluslara soykırım yaparak onların dilsel, kültürel, sosyal özelliklerini asimile eden güçler olarak işlev görmüşlerdir. Türkiye’de de olan budur. Kavramsal açıklamalarını sürdüren Öcalan’a göre ulus devletlere demokrasi ya da cumhuriyet denmesi de bir paradokstur. Çünkü demokrasi halkın kendisini yönetecek konumda olması anlamına geliyor. Cumhuriyetin de demokrasiyle sıkı bağlantısı var. Demokrasi ve cumhuriyet için de tek uluslu değil, bir bakıma çok uluslu toplumların demokratik şekilde yaşamasına ihtiyaç var.
Ulus devletlerin de sonunun geldiğini düşünen Öcalan, demokratik konfederalizmi yalnız Türkiye ve Ortadoğu’ya değil tüm dünyaya önermiş oluyor. Konfederalizmin en küçük birimini de demokratik özerk yönetimde buluyor ve bu özerkliği kentlere ve daha küçük birimlere kadar genişletiyor. Bazı açılardan Sovyetleri anımsatsa da, Öcalan’ın, sosyalist bile olsa devlete karşı olduğu ve ayrıca proletarya diktatörlüğünü de eleştirdiği için daha özgün bir yerde durduğu anlaşılıyor. Belki Orkunoğlu ile ayrım noktasını da burada aramak gerekir. Orkunoğlu, devlete ve hatta “demokratik ulus” anlayışına uygun olmak kaydıyla ulus devlete de –elbette geçiş döneminde– karşı çıkmıyor.
Orkunoğlu, Öcalan’ın görüşlerinin ulus devlete tepki olarak ortaya çıktığını söylüyor ve nedenini de Öcalan’ın konuya dair bilgisindeki tek yanlılığa bağlıyor. Öcalan’ın demokratik ulus konusundaki görüşlerinin ayrıntılı olarak aktarıldığı çalışmada Öcalan’ın demokratik ulus konusundaki görüşlerine ciddi eleştiriler de getirilmektedir. Bu bakımdan Öcalan’ın görüşlerinin akademik anlamda gündeme getirilmesi ve eleştirilmesi kitabı daha fazla önemli duruma getiriyor. Orkunoğlu’na bakılırsa, Öcalan ulus sorununda Fransız ve İngiliz Aydınlanması’nın izinden gitmemiş, bunun yerine Alman romantizminin gerici ulus anlayışından hareket etmiş ve bu anlayışa karşı da tepkisel bir yaklaşımda bulunmuştur.  Kısacası Öcalan’a göre “[u]lus devlet kapitalist modernitenin öz silahıdır. Bu nedenle ulus devlete sarılarak kısa yoldan büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştireceğini sanan kişi ve hareketler bu silahla kendilerini vurduklarını çok geç kavramışlardır” (s. 332).
Demokrasi ve demokratik ulus
Kitapta, genel olarak ulus konusunda çeşitli görüşler analiz edilmiş, demokrasi kavramı ve tarihi ele alındıktan sonra demokratik ulus sentezi yapılmaya çalışılmıştır. Bu açıdan “Demokrasi ve Demokratik Ulus”, çalışmanın son bölümünün başlığı olarak düşünülmüş. Yazar, bu son bölümde tezinin ana noktalarına vurgu yapmayı planlarken bunu demokrasi meselesi çerçevesinde ele almaya çalışmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Orkunoğlu, demokrasiyi burjuvazinin tipik ve gerici yönetim biçimlerinden birisi olarak görmüyor. Liberal düşünürlere karşı da demokrasiyi savunan Orkunoğlu’nun bu noktada da bir alışkanlığı değiştirdiği söylenebilir. Ülkemizde olduğu gibi dünyada da demokrasi bilincinin geri olduğunu düşünen yazara bakılırsa, Marksizmin nasıl ki köklü ve derli toplu bir ulus teorisi yoksa, bunun gibi bir demokrasi teorisi de bulunmuyor. Yazara bakılırsa demokrasinin çoğunluğa dayanmak biçiminde sunulması yanlış bir demokrasi anlayışının sonucudur. Çünkü demokrasi anlayışı yalnızca çoğunluk ilkesine indirgenemez.
Demokrasinin “çoğunluğa dayanması” gerekir elbette; ama daha önemlisi, demokrasi, “çoğunluğun çıkarının” dikkate alınmasıdır. Bu konuda liberalizmin gerçekleştirdiği bilinç bulanıklığına da dikkat çeken Orkunoğlu’na göre hukuk devleti demokrasinin kaynağı olarak sunulur ki bu görüş tamamen yanlış bir kavrayışın, hatta bilinçli bir manipülasyonun ürünüdür. Çünkü asıl olan yasaların nasıl yapıldığı ve kimin çıkarına olduğudur (hukuk değil demokrasidir). Hukuku yasalara ve kurallara uymak ve herkese eşit biçimde davranmak olarak düşünürsek bunun neden yanlış olduğu da anlaşılacaktır. Zira despotik yönetimlerde, monarşilerde, teokratik ve tek kişi diktatörlüklerinde de hukuk kurallarına uyulmuş olabilir. Önemli olan bu kanun ve kuralların düzenlenmesinde halkın katılımının etkili olup olmadığı ve çoğunluğun çıkarının dikkate alınıp alınmadığıdır. Halkın etkisi ya da kanun ve kuralları belirlemesi demokrasiye gönderme yapmaktadır.
‘Demokrasi Antik Yunan’la başlar’ veya ‘demokrasinin beşiği Atina’dır gibi klişelerin varlığı biliniyor. Yazarın sunumuna itibar edilirse bu bilgi de yanlış bir alışkanlık neticesinde ortaya konmaktadır. İtalyan yazar L. Canfora’nın görüşlerinden yararlanan Orkunoğlu, “demokrasinin beşiği” olarak Pers uygarlığını görmektedir. Bir de konuya dair dönemleştirme yapılıyor kitapta. Antik dönemde Sokrates, Platon ve Aristoteles’in demokrasi karşıtı olduğu söyleniyor ki bu bilgiyi felsefe tarihi de doğrulamaktadır. Demokrasinin zemin bulduğu toplumun neresi olduğu zor bir soru olsa bile, Atinalı filozofların demokrasiye çok da meraklı olmadıkları anlaşılmaktadır. Demokrasiye ilişkin verilen bilgiler içinde Yeniçağ filozoflarına vurgu yapılması da önemlidir. Çünkü Antik dönemin tersine, bilhassa 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız filozofları –J. Locke, J. J. Rousseau, Voltaire (liberaller diye düşünün)– demokrasiyi ön plana çıkardılar ve monarşik yapılara ve teolojik otoritelere karşı demokrasiyi savundular.
Canfora’nın görüşlerine gönderme yaparak sunumunu devam ettiren Orkunoğlu demokrasinin tarihte üç dönemde temel bulduğunu ve uygulandığını iddia ediyor. İlki 1789’da gerçekleşen Fransız İhtilali, ikincisi 1871’de kurulan Paris Komünü, üçüncüsü de 1917 Ekim Devrimi ile uygulanma alanı bulan yönetimdir. Demokrasiyi, liberalizm ile sosyalizm arasında ama sosyalizme daha yakın bir yönetim biçimi olarak düşünen yazar, egemen sınıfların Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da bu konuda kitleleri yanlış yönlendirdiklerine vurgu yapıyor. Pek çok kaynağa referansla örnekler de veren Orkunoğlu, Avrupa Anayasa Taslağı’ndaki bir yanlış yönlendirmeye de dikkat çekmeden geçmiyor.
Antik Yunan devlet adamı ve demokrasi yanlısı Perikles’in “demokraside işler azınlığın çıkarına göre değil çoğunluğun çıkarına göre olmalıdır” dediği halde Avrupa Anayasa Taslağı’nda demokrasi yalnızca “halk egemenliği” olarak muğlak bir şekilde tanımlanıyor. Çoğunluğun çıkarına ibaresini de yetersiz bulan Orkunoğlu buna eşitlikçi, özgürlükçü bir nitelik olan çoğunluk ilkesinin de eklenmesini öneriyor. Demek oluyor ki komünal toplumlardan beri uygulama alanı bulan ve Canfora’nın da söylediği örneklerle birlikte pek çok pratiği de bulunan demokrasi, egemen sınıflar tarafından gasp edilmiş, içeriği değiştirilmiş, gericileştirilmiş bir yönetimin adı haline gelmiştir. Burjuvazi tarih sahnesine çıkıyor ve bunu liberalize ederek içini boşaltıyor. Yine bazı filozofların iddiasına göre liberalizm karşı devrimci bir gasp girişiminde bulunarak demokrasinin yerini almıştır. Kısacası “demokrasi kavramının içeriği günümüzde boşaltılmıştır. Demokrasi kavramı gerçekte emekçi yığınların politik ve toplumsal kurtuluşları için kullandıkları aktif özyönetim demekti; oysa bugün, genel oya dayanan parlamenter sistemi karakterize eden ve emekçilere olumlu bir kazanım sağlamayan kapitalist devlet biçimi demokrasi olarak görülmektedir” (s. 344).
Devletten din ayrılabildiyse ulus da ayrılabilir
Orkunoğlu’nun mantığında nasıl ki demokrasi, liberalizm ile sosyalizm arasında bir geçiş süreci olarak betimleniyorsa, demokratik ulus da devrim öncesi dönem ile devrim arasındaki sürece karşılık gelir. Buna göre demokrasiyi savunmak ne denli elzemse demokratik ulusu savunmak da o denli elzemdir. Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung da dahil olmak üzere Marksizm konusunda düşünce üretenlerde demokratik ulus kavramının olmadığını söyleyen Orkunoğlu, aslında dikkatli düşünülürse bunun Kopernik Devrimi’ne benzetilebileceğini ileri sürmektedir. Bu sebeple de kavranmasının ve kavransa bile kabullenilip savunulmasının zaman alacağına inanıyor. Yazarın, baş tarafta da değindiğim temel tezine bakılırsa, ulus ile devletin özdeşleşmesi gereksizdir. Ulus fenomenine dil ve kültürel kriterler getirilmesi de yanlıştır. Bu kriterlerin milliyetler için geçerli olduğunu savunan yazara göre demokrasi bu şekilde ancak asgari düzeyde gerçekleşebilir.
Ulusların tek dilli olması gerekmez, nihayetinde dünyada böyle uygulamalar da az değildir. Amerika, İsviçre ve Britanya en çok bilinenleridir. Amerika’da resmi dil yoktur, İsviçre’de ise dört tane resmi dil vardır. Dolayısıyla demokratik ulusçuluğun devlet-ulus, devlet-kültür yanında, devlet-dil bağlarını koparan bir anlayış olarak önümüze konması da makul ve inandırıcı görünmektedir. Ne kadar milliyet varsa o kadar da dil ve kültür olabilir. Dillerin ve kültürlerin farklılığı ulusun ölçütü olmamalıdır. Bu durum aynı zamanda sınıf mücadelesinin işçilerin, emekçilerin, köylülerin, ezilen ulusların ve inanç gruplarının lehine gelişmesine temel olabilir.
Dinlerin iktidar ve devletlerle olan tarihine de gönderme yapan ve ulus sorunuyla bir benzerlik kuran Orkunoğlu’na göre, nasıl ki din devletten ayrıldıysa ulus da devletten ayrılabilir. Bu noktada da Orkunoğlu’nun bir zayıf tarafı ortaya çıkıyor. Çünkü yazar, modern burjuva devletlerde dinin siyasetten ya da ulus devletten ayrıldığına inanıyor. Oysa bu ayrışma ancak kısmi düzeyde gerçekleşmiştir. Batı’da olduğu gibi, özellikle bizim gibi ülkelerde din ile siyasetin ayrıldığı iddiası ancak kâğıt üzerinde geçerlidir. Zira modern ulus devletler hem dine hem de ulusa ihtiyaç duymaktadır. Sınıf mücadelesinin zorunlu koşulları dini nispeten ötelese de ondan vazgeçilmiş değildir. Kaldı ki İran İslam Cumhuriyeti türünden devletlerin varlığı düşünüldüğünde, Türk-İslam sentezi gibi terimlerin kullanıldığı düşünüldüğünde bu ayrışmanın sınırlı olduğu zaten açığa çıkmaktadır.
Demokratik ulus, devrimci ilkelere sahiptir
Çalışmasını bitirirken temel tezini doğrulayan ve güçlendiren pek çok saptama ve analize de yer veren yazar, eskiden tarımsal üretimin geçerli olduğunu, o dönemde büyük devletleri düşünmenin mümkün olduğunu, oysa sanayi toplumunun büyük devletlerin varlığına son verdiğini yazmaktadır. Bir ölçüde bunun sonucu olarak da klasik dinler etkisini yitirince yeni kurulan ulus devletler yeni bir din olarak milliyetçilik dinini icat etti, bu gücü de yanına alarak kendisinden olmayanı ezme yolunu izledi. Buna göre, diyebiliriz ki, 20. yüzyılda kurulan pek çok ulus devlet gibi Türkiye devleti de bir bakıma iki dinli olmuş oldu! Tek fark; İslam dini devletten uzaklaştırıldı, yerine milliyetçilik dini getirildi. Uzaklaştırılan din, Avrupa’da da olduğu gibi laiklik ilkesine dönüştü. Devlet artık hâkim dini diğer dinsel ve inançsal gruplar üzerinde bir baskı aracı yapmaya son verdi. Bu şekilde dinin özel alan haline getirildiği üzerinde duran Orkunoğlu, ulus kimliğinin de özel alan haline gelebileceğini ileri sürmektedir.
Ulusal sorunların ağır bir biçimde yaşanmasının baskılara ve soykırımlara yol açtığını söyleyen Orkunoğlu, kitabının bitiş kısmında şunları yazıyor: “Tek bir ulusu temel alan ulus-devlet anlayışı, çok uluslu bir coğrafyada yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Özellikle Türkiye’de bir ulusu kendine temel alan ulus-devlet anlayışı artık uzun süre var olamaz; varlığını ancak şiddet ve kan dökerek sürdürebilir. Dolayısıyla ulus-devleti aşan yeni bir toplumsal kümelenme kendini dayatmaktadır. Bu noktada demokratik ulus anlayışı, yeni bir toplumsal kümelenmenin temellerini atan önemli devrimci ilkelere sahiptir” (s. 356). Orkunoğlu, dinin devletten ayrılmasını bir Aydınlanma etkinliği olarak değerlendirirken buna burjuvazinin önderlik ettiği kanaatinde. Dinin devletten uzaklaştırılması, aynı zamanda aklın da dinsel hurafelerden bağımsız hale gelmesi anlamını taşımaktadır. Oysa çağımızda akıl, milli hurafelerle kuşatılmış durumdadır.
Demokratik ulusçuluk, toplumun ve dolayısıyla aklın bu hurafelerden uzaklaştırılması, arınması sonucunu getirecektir. Orkunoğlu, ilkine burjuva karakterli bir Aydınlanma derken, demokratik ulusçuluğun gerçekleştireceği Aydınlanmayı sosyalist Aydınlanma olarak değerlendirmektedir. Çok dilli İsviçre, Amerika ve Britanya örneklerini verdikten sonra ulusun devletten ayrıldığı örnek olarak Sovyetler Birliği’ni işaret etmektedir. Orkunoğlu, demokratik ulus projesinin gerek ulusların gerekse milliyetlerin self determinasyon hakkı önünde bir engel olmadığını da savunuyor. Yazar, demokratik bir ortamda ulusaldan ziyade enternasyonal bir kültürün belirleyici olacağı kanaatinde.
Ulus-devletin milliyetçi ideolojiden ayrılmayan bir devlet biçimi olduğunu vurgulayan Orkunoğlu’na göre Türkiye, ulus-devletin tipik örneklerinden biridir. Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğinin çok milletli bir toplum oluşu demokratik ulus alternatifini zorunlu kılıyor. Aksi durumda parçalanma kaçınılmaz olacaktır. Demokratik ulus konusu ilk bakışta sınıf perspektifinden soyutlanmış gibi görünse de milliyetçiliğin gücü ancak bu düşünce ile aşılabilir. Ulus-devlet ve milliyetçiliğin gücünün kırılması işçi sınıfının çıkarınadır.
Yazının başından beri Orkunoğlu’nun ulus ile din arasında bir analoji kurduğunu iddia ettiğim sanırım fark edilmiştir. Bu analoji kurulurken Marx’ın Yahudi Sorunu Üzerine adlı çalışması referans olabilseydi daha isabetli olurdu. Çünkü Marx dine karşı doğru bir tutum sergileyerek onun kaynaklarını kurulu düzende/sistemde bulmuş ve toplumun dinden özgürleşmesini savunmuştu. Bunu savunurken de dini bir sonuç olarak değerlendirmiş ve ondan gerçek anlamda kurtulmanın komünist bir devrimle olacağını ileri sürmüştü. Çünkü feodal, kapitalist-emperyalist sistem var oldukça dine ve konumuz olan milliyetçiliğe ihtiyaç duyulacaktır.
Marx’tan anlaşıldığı kadarıyla, dinsel ve ulusal kimlikler mülkiyetçi yapının insana ve topluma giydirdiği kimliklerdir. İngiliz, Fransız, Türk, Kürt, Hıristiyan, Müslüman gibi kimlikler giydirilmiş’ kimliklerdir. Orkunoğlu’nun önerisi açısından bunlardan olabildiğine özgürleştikçe etnik ve dinsel kimliğin yerini sınıflı toplum koşullarında sınıf kimliği’ alacaktır. Ona göre dinden ve milliyetçilikten reformlar yoluyla uzaklaşmak, özgürleşmek bir ölçüde mümkün olsa bile gerçek kurtuluş ancak eşitlikçi bir dünya sisteminde mümkün olabilecektir. Çünkü dünya gerçek insan kimliği’ne ancak sınıfsız toplum koşullarında kavuşabilecektir.
Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus kitabını değerli kılan en önemli husus, Marksist hareketin kendine özgü bir ulus anlayışı geliştiremeyişine getirmiş olduğu eleştirilerdir. Milliyetçiliğin Avrupa Marksizmine ve işçi sınıfının saflarına sızmasının kolaylaşmasının başlıca nedeni bu konudaki eksikliktir. Orkunoğlu’na göre, Marx-Engels ve onları takip edenler uluslara geçici bir olgu olarak yaklaştılar. Bu da konunun teorik düzeyde ele alınmayışı ve ulus sorununun küçümsenmesini beraberinde getirerek ağır bedeller ödenmesine neden olmuş, milliyetçilik, enternasyonalizme galip gelmiştir.
 
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar