Faşizm, Bonapartizm ve Sezarizm
Eyüp Eser
2002 yılından başlayarak, AKP, iktidardaki kesintisiz 17 yılın içerisinde bulunmaktadır. Bu kadar yıl boyunca AKP rejiminin karakteri hakkında çok şey söylendi. Söylenenler, AKP’nin burjuva devrimci ya da reformist olarak nitelendirilmesinden faşist olduğunun iddia edilmesine kadar yayılan geniş bir skalaya sahiptir. Bu partiye ilişkin son yıllarda yapılan yorumlar ise faşizm ve Bonapartizm ekseninde yoğunlaşmaktadır. Değişik Marksist anlayışlar ve siyasetler tarafından yapılan faşizm ve Bonapartizm tanımlamaları kendi içlerinde de farklılıklar göstermektedir. Fakat bütün yorumların iki sonucu bulunmaktadır. Birincisi, yorumlar ile faşizm ya da Bonapartizmin ne oldukları, bu kavramların nasıl bir epistemolojiye denk düştükleri belirsizleşirken, ya bu kavramların kabalaştırılmasına ya da sadece ontolojik boyuttaki doneler temelinde epistemolojik boyutları yok sayılarak ortaya atılmaktadır. İkinci sonuç ise bu belirsiz ve kabalaştırılmış kavramlar meselenin tartışılmasını sınırlamakta ve AKP rejiminin karakterinin farklı açılardan da kavranabilir olması gerçeğine kapıyı kapatmaktadır.
Bu yazıda faşizm, Bonapartizm ve Sezarizm kavramlarının temellerine bakılacak ve bu burjuva rejimlerin AKP iktidarının maddesine uygun olup olmadıkları değerlendirilecek ve eğer dile getirenlerden birinin diğerlerinden daha uygun olduğu düşünülür ise bunun ontolojik ve tarihsel verileri ortaya konulacaktır.
1 – Faşizm
Faşizmin Marksist analizin konusu olması 20. yüzyılın ilk çeyreğine rastlamaktadır. Yapılan analizler iki ayağa dayanmaktaydı; birinci faşizmin toplumsal ve ekonomik nedenselliklerinin ortaya konulması, ikincisi ise tek tek ülkelerde faşizmin kazandığı politik zaferlerin o ülkelere has nedenlerinin olup olmadığının tespit edilmesiydi. Nazi iktidarı özelinde Trotskiy’nin yaptığı faşizm analizinin temel noktası, faşizmin geç dönem kapitalizminin yapısal bunalımına bağlanmasıydı. Trotskiy’nin tartışmasında ‘tekelci sermaye’nin faşizm eliyle toplumsal yaşamı baştan aşağıya katı bir şekilde düzenleme arzusu vurgulanır. Trotskiy’ye göre tekelci sermaye, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirmek istediği bu hedefi için toplumsal vurucu güç olarak küçük-burjuvazi ile orta sınıfları kullanmaktadır.
Faşizmin ayrıntılı bir analizine girişen bir diğer Marksist ise Avusturyalı Otto Bauer’dir. Bauer’e göre, faşizm üç sürecin ürünü olan bir görüngüdür:
a – Birinci Paylaşım Savaşı birçok burjuva öğenin sınıfsal pozisyonlarını alt üst etmiş ve sınıfsal statülerinin kaybına yol açmıştır. Savaş sırasında orduda aktif görevler almış bu unsurlar, savaş sonrası dönemde şoven düşüncelerini pratiğe yansıtma olanaklarını, ‘Freikorps’ gibi sağ milis ya da savunma birliklerinde örgütlenerek, iktidar alanını onlar için sınırlayan Alman devrimcilerine karşı kullanmada bulmuşlardır.
b – Savaşa aktif olarak katılmayan fakat onun bütün maddi zorluklarına dolaysız bir biçimde katlanmak zorunda kalan köy nüfusu ile küçük-burjuvazi kendilerini bu duruma düşürmekle suçladıkları merkez ya da burjuva demokrat partilere yüz çevirerek faşist hareketlerin toplumsal tabanını oluşturmuşlardır.
c – Bu sınıfsal kompozisyonun son öğesi, savaş tazminatları, savaşın getirdiği yıkım ve krizler sonucunda kâr oranları düşen ve kâr oranlarını rekabetçi bir seviyeye getirmeleri karşısında engel olarak gördükleri komünistler ile onlarla hareket eden işçilerin direncini kırmak için çareyi faşist harekete destek vermekte gören büyük burjuvalardır.
Franz Neumann’a göre faşizm, tekelci sermaye için bir zorunluluktur; faşist bir siyasi iktidar, tekelci kapitalizmin kâr oranlarını garanti altına almaya muktedir tek politik iktidar biçimidir. Neumann, bu noktadan yola çıkarak daha da ileri gitmekte ve faşizmin, ekonominin politik alanı doğrudan kontrol altına alan bir rejim olduğunu ve böylece ekonomik tekellerin politik alanı hegemonyaları altına almalarının mümkün olduğunu belirtir. Neumann, politik ve ekonomik merkezileşme süreçlerini ayrı ayrı düşünmek yerine ekonomik merkezileşmenin kendisini politik iktidar alanında belli ettiğini ve politik merkezileşmenin ekonomik merkezileşmenin sadece bir görüngüsü olduğunu ileri sürer.
Faşizm analizi söz konusu olduğunda, Dimitrov unutulmamalıdır. Dimitrov’a göre faşizm; “finans-kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür [4] ”. Faşizmi böyle tanımlayan Dimitrov, yine de ülkelerin özgül koşullarının faşizmin egemenliğinde dikkate alınması gerektiğini dile getirmiştir. Dimitrov özgüllükler temelinde faşist politikanın iki farklı yoldan sürdürüldüğünü belirtir:
a – Faşizmin kitle desteğinin olmadığı ve faşist politik grupların aralarındaki bölünmelerin akut hal aldığı durumlarda, faşizm, kontrolünü esnek tutarak parlamenter yapılar ile farklı siyasi grupların varlığına müsamaha gösterebilir.
b – Faşizmin taban desteğiyle anti-faşist kitleselliğin aynı anda var olduğu ve anti-faşist kitlelerin politik varoluş göstermelerinin mümkün olduğu durumlarda ise faşizm, iki yoldan, ya tekelci politik hakimiyetini kurarak ya da karşıtlarını terör ve baskı yoluyla fiili şekilde ortadan kaldırmaya öncelik vererek ilerler.
Dimitrov’a göre, faşizm hangi yolu izlerse izlesin, sınıfsal kompozisyonunu değiştirmeden, parlamenter ya da başka yolları kullanarak kitle tabanını genişletmek için politik ayarlamalara başvurabilir. Faşizmin kitle tabanını genişletmesi Komünist Enternasyonal’in faşizm analizlerinde sıkça gündeme getirilmiştir [5] . Komünist Enternasyonal’e göre faşizmin kitlesel tabanını lümpen proletarya ile küçük burjuvazi oluşturmaktadır. O zaman, Dimitrov ve Komünist Enternasyonal’e göre faşizm, liderliği finans-kapitalin en gerici unsurlarından, tabanı ise lümpen proleterlerle küçük burjuvalardan oluşan bir politik harekettir. Çeşitli değişkeleri olsa da, Dimitrov için tek sabit, faşizmin burjuva karakteridir:
“Faşizmin iktidara gelmesi, bir burjuva hükümetinin yerini bir diğerinin alması gibi basit bir değişiklik değildir. Bilakis burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin bir devlet biçiminin ‒burjuva demokrasisinin‒ başka bir devlet biçimi ile ‒burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü ile‒ değiştirilmesidir [6] ”.
Yukarıda belirtilen faşizm tahlilleri ile bu çerçeve içindeki diğer analizlerin taşıdıkları genel sorunların üzerinde durmak ise Poulantzas’a düşmüştür. Poulantzas’ın üzerinde durduğu nokta, faşizm ile kural dışına çıkmış devleti tanımlayan diğer iktidar biçimleri arasında bir ayrım yapmanın zorunlu olduğu idi. Poulatzas’a göre faşizm, devletin diğer kural dışı biçimlerinden ayrı bir niteliğe sahiptir.
2 – Bonapartizm
Bonapartizm tartışmalarının kökenleri doğrudan Marx ve Engels’tedir. Marx ve Engels’e göre Bonapartizm, devlet iktidarının tek bir kişinin elinde toplanması ve bu ‘tekleşmiş’ iktidarın devletin diğer öğeleri üzerinde diktatörce bir güç elde etmesidir. Bonapartizmin tarihsel karşılığı ise I. Napoleon’un yeğeni olan Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’de bir hükümet darbesiyle Fransız devlet yönetimini ele geçirmesidir.
Marx ve Engels’te Bonapartizmin konjonktürel özünü bir pat durumu oluşturmaktadır. Bu duruma göre, ezen sınıflar iktidarlarını genel geçer burjuva kural ve izlekler doğrultusunda sürdüremezken; işçi sınıfı ve ezilenler ise hegemonyalarını kurma yetisine sahip değillerdir. Marx, Bonapartizmi durumsal bir zorunluluk olarak nitelemiştir; ona göre, burjuvazi toplumsal yönetim yetisi ve araçlarını kaybettiği ve bu araçların kazanılmasında işçi sınıfının yetersiz kaldığı bir durum Bonapartizm olarak nitelenmekteydi.
Engels’in Bonapartizm tanımı, benzeşse de, Marx’ın durumsal analizinden süreçsel olarak ayrılır. Engels’e göre devlet ‘genellikle’ ezen sınıfların hâkimiyetindedir fakat bazen öyle ‘istisnai durumlar’ meydana gelir ve devlet içinde birbirleriyle savaş halinde olan yönetici klikler birbirlerini öylesine dengelerler ki, devlet, bu kliklerin her birinden ayrılır ve bağımsız bir statüye kavuşur.
Marx’ın ‘havada asılı devlet’ olarak tanımladığı Bonapartist durumda devlet kendi içinde iktidar mücadelesi veren klikler nezdinde iki özelliğe sahip olur: Birincisi devlet bu klikler arasında ‘görünüşte aracı’ rolü oynarken, ikinci olarak da bu kliklerden görece ‘bağımsız’ bir pozisyona sahip olur. Marx’ın teorisine göre Bonapartist devletin dayandığı sınıfsal temel hem bütün sınıflardır hem de hiçbir sınıf değildir. Yani Marx’a göre Bonapartizmin ontolojik temelinin öznesi olan Louis Bonaparte, ‘küçük topraklı köylüyü’ temsil ettiğini iddia ederken, aynı anda da, bütün toplumsal sınıflar adına konuşuyordu.
Marx’ın bir zorunluluk, Engels’in ise, üstü kapalı bir ifadeyle, istisnai durum olarak nitelediği Bonapartizm amaçta faşizmle çakışmaktaydı: Burjuva toplumun güvenliğini sağlama ve kapitalist gelişmeyi olanaklı kılma. Marx ve Engels’in şahsında Marksizmin alanında kalınacaksa, Bonapartist devletin ‘bağımsız’ durumunun gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Ezen kliklerden görece bağımsız bir duruma gelmesiyle, devlet, sadece ezen sınıfların çıkarlarını koruma rolünü üstlenmez, bizzat kendi çıkarlarını da korur.
3 – Sezarizm
İtalyan Marksist Antonio Gramsci’ye ait Sezarizm kavramı, iktidar için çatışan güçlerin çatışmayı sürdürmelerinin mutlak sonucunun karşılıklı yıkım olması nedeniyle çatışmayı dengeledikleri bir duruma tekabül eder. Gramsci’ye göre, Sezarizmde felaket dengesini korumak için ortaya çıkabilecek ‘hakem’ ‒çıkmak zorunda da değildir‒, sadece bir görüngü olup, Bonapartizmin aksine, kategorik bir karakter taşımaz.
Gramsci için iki tür Sezarizm bulunmaktadır: Birincisi ilerlemeci, ikincisi ise gerici Sezarizmdir. İlerici ya da gerici olması, Sezarizmin müdahalesinin hangi tarihsel tarafın lehine olduğuna bağlıdır. Sezarizm, müdahalesi ilerici gücün/güçlerin üstün gelmesini sağlıyor ise ilerici, gerici güçlerin üstün gelmesini sağlıyor ise gericidir. Gramsci bu modeli kullanarak, Sezar ve I. Napoleon’u ilerici, III. Napoleon (Louis Bonaparte) ile Bismarck’ı ise gerici Sezarizm örnekleri olarak kabul etmiştir. Louis Bonaparte’ın gerici Sezarizmi, Gramsci’ye göre, ‘geçici’ bir nitelik taşımaktaydı. 18 Brumaire’e kadar Fransa’nın hâkim politik yapısı parçalanmış ve sahip olduğu yönetme yeteneği zayıflamıştı. Louis Bonaparte’ı Sezarizmin tikel rengi haline getiren, işte bu devlet içi parçalanmışlık ve yetenek zafiyetidir. Fakat Gramsci’nin bu noktada üzerinde durduğu önemli bir nokta, Louis Bonaparte’ın şahsındaki Sezarizmin, toplumun gelişme olanaklarının hâlâ mümkün olduğu, gelişme yollarının hâlâ açık olduğu bir dönemde maddileşmiş olmasıdır. Buna karşılık, I. Napoleon ya da Sezar şahsındaki Sezarizmlerde niteliksel bir dönüşümün zorunluluğu söz konusuydu. Bu Sezarizm biçimleri, tarihsel devrini kapatmış devlet biçimlerinden niteliksel olarak farklı yeni bir devlet biçimine geçişin simgesel momentlerini temsil etmekteydi. Fakat Louis Bonaparte örneği nicel bir değişikliği ifade etmekteydi. Burada söz konusu olan, bir devlet tipinden yeni bir devlet tipine geçişinden ziyade, içinde olunulan toplumun hâlâ gelişime açık olmasından dolayı, ‘aynı devletin kesintisiz bir çizgi izleyen evrimidir’.
Gramsci, devrim-restorasyon diyalektiğinin kazananının her zaman devrim olacağını belirtmiş ve tam bir restorasyonun imkansızlığını ileri sürmüştür. Fakat bunu söyleyen Gramsci, çizdiği teorik çizginin fatalizme varacağını görmüş olacak ki Sezarizmin tarihsel bir kural olmaktan çok ideolojik bir formül olduğunu belirtmek zorunda kalmıştır.
Sezarizm evrimseldir. Başlangıç anından katıksız ve sürekli bir Sezarizme kadar olan süreç, çeşitli Sezarizm aşamalarının birbirini izlemesinden oluşur. Gramsci bu tarihsel süreç için kerteriz noktasını Louis Bonaparte olarak alır. Louis Bonaparte’ın hükümet darbesine kadar olan Sezarizm biçimleri açık militarist operasyonlara, darbelere ve askeri eylemlere dayanmaktaydı. Fakat bu açık askeri Sezarizmler, Gramsci için, modern dünya nezdinde, artık işe yaramaz bir hal almıştır. Özellikle 1848’den sonra, parlamentarizm ile siyasi partilerin yaygınlaşmasından, bürokratik aparatın gelişmesinden ve ‘yönetici sınıfların politik ve ekonomik egemenliğini korumak için devlet ve özel kişiler tarafından örgütlenen güçler bütünlüğü olarak poliste görülen dönüşümlerden’ sonra politika tekniği de değişmiştir. Değişen politika tekniği, ilerici ve gerici Sezarizmlerin, devlet içi ölümcül klik savaşını soğurmak ya da dengelemek için kendi içlerinde belirli değişimler yaşadıktan sonra ‘saltık’ bir benzeşmede uzlaşabilmelerini mümkün kılmaktadır.
Değişen politik teknikler ve bu tekniklerin içine doğduğu modern dünyanın Sezarizmleri, ne I. Napoleon’un ne de Louis Bonaparte’ın Sezarizmlerine benzemektedir. Modern dünyanın Sezarizmleri, kaynaşabilecek güçlerin kanlı mücadeleleri sonrasında bir bütün durumuna gelmesi şeklindeki pre-modern Sezarizmlerin aksine, karşıtlıkları giderilemeyecek kadar derin olan ve karşıtlıklarının devletin aldığı Sezarizm biçimi altında daha da derinleştiği güçlerin varlığında ortaya çıkmaktadır. Uzlaşmaz karşıtların birliği şeklinde zuhur eden bu paradoksal modern Sezarizm, Gramsci için, tarihsel ilerlemeci damarı (ilerlemeci Sezarizmi) içinde taşır ve bu ilerlemeci güç, rejimin bir parçası olma olanağını her zaman bulabilir. Ki bu tarihsel ilerlemeci gücün modern Sezarizmin bir parçası olması, ve ekonomik ve politik çıkarlarını koruyabilecek imkânlara da sahip olmasıyla; modern Sezarizm polise özgü bir nitelik taşımaktadır.
Modern Sezarizm gerici ve / veya ilerici güçlerin uzlaşması olsa bile bu uzlaşma eşit koşullarda olmaz. Başka bir ifade ile modern Sezarizm, devletin ‘temel’ güçlerinin dengesine dayanmaz. Modern Sezarizm, devletin temel sınıfları ile hegemonik gücün yönettiği ya da bu güç ile organik bağları olan güçlerin bizzat bu hegemonik gücün altında kurduğu bir çıkar birliğidir.
Gramsci, Louis Bonaparte’ın Sezarizmi ile ilgili çok önemli bir olaydan bahseder; bu, Dreyfus Davasıdır. Gramsci’ye göre, Dreyfus Davası Fransa’da Sezarizmi geliştirdiği için değil onu önlediği için önemlidir. Bu dava ile Sezarizmin tam olarak yerleşmesini önleyenler yine aynı toplumun egemen blokuna ait öğelerdir. Bu öğeler, devleti yöneten hegemonik unsurların toplumu boğmasını engelleyecek şekilde devlet içerisine personel yerleştirir ve bu yerleştirme işlemini de salt reaksiyoner sebeplerle değil, kendisini bir parçası gördüğü tarihsel-politik sürecin zorunluluğu ile yapar. Sezarizmin engellenmesinin Gramsci’ye göre politik anlamı, bu engelleyici güçlerin ilerlemeci bir karakter taşımalarında yatar. Gramsci, bu ilerici karakteri, eski toplumun, gizli durumda olan ve eski yöneticilerin açığa çıkartamadıkları etkin güçleri içermesi olarak tarif eder. Bu güçlerin etkin olmaları, onların ‘dönem açma’ kapasiteleri ile ölçülür; bu güçler yeni bir dönem açma kapasitesine sahip olamadıkları ölçüde ilerici de olamazlar. Eğer tarihsel ilerici güçler ya da ilerici karakter taşıyan gerici öğeler bu gizli güçleri harekete geçirmede başarısız olurlarsa, bu etkin güçler ‘yan’ güçler halinde âtıl kalmaya devam eder. Çünkü bu yan güçlerin kendilerinde bir etkinlikleri yoktur; ilerici güçler harekete geçiremedikleri sürece, yan güçlerin, yeni bir dönem açmada beceriksiz olan gerici ve ilerici güçlerin oluşturdukları denge mekanizmasının bir unsuru olmaktan başka bir işlevi olmayacaktır.
4 – Sonuç
İçinde bulunduğumuz yılların Türkiye’sinin devlet biçimine yukarıda tartışılan üç modelden hangisi uygun düşmektedir?
Türkiye’nin yapısal ekonomik sıkıntılarla boğuştuğu bir gerçektir. Batı ekonomilerine bağlı ve buradan gelecek kaynak aktarımlarına mecbur olan ülke ekonomisi, bu ekonomilerde yaşanacak darboğazlardan kriz seviyesinde etkilenebilmektedir. Türkiye’nin Batı’ya olan bağlılığı hem tarihsel hem de alternatifsizdir. Marshall Yardımlarıyla başlayan süreç, Türkiye’nin Batı ekonomisine eklemlenmesi ve bu eklemlenmenin sürekli yenilenmesi ile devam etmektedir. Bu hattan kopmak isteyecek Türkiye’nin, alternatif olarak dayanacağı ekonomik güçler bulunmamaktadır. Ne Rusya ne İran Türkiye’nin ekonomisi için gerekli birikimlere sahiptir; ne de Çin, uzun yıllardır izlediği ve genel hattı ABD ile açıktan karşı karşıya gelmemek üzerine kurduğu uluslararası siyaset nedeniyle böyle bir alternatif olarak kendisini ortaya koymaya heveslidir. Bu nedenle Türkiye ekonomisi yapısal olarak alternatifsizdir ve gelişmesi için Batı’dan sağlanacak sermaye transferlerine muhtaçtır. Buna karşın, Türkiye, Batı ekonomilerinin yaşadığı sıkıntılardan yararlanma fırsatlarıyla da karşılaşabilmektedir. Örneğin, 2008 yılında Batı ekonomilerinin yaşadığı finansal krizden Türkiye’nin etkilenmesi asgari düzeyde olmuş, hatta Türkiye krizin bir sonucu olarak piyasasına akan bol paranın keyfini sürmüştür. Keza, Türkiye’nin kendi dinamiklerinin ağır bastığı krizler krizler de yaşanmıştır. Buna verilebilecek en yakın tarihli örnek 2001 krizidir. Bu kriz ile Türkiye yapısal bir sarsıntı geçirmiştir.
Peki, bu yapısal krizin sonucu faşizm mi olmuştur?
Eğer Türkiye’nin sürekli bir yapısal sıkıntı yaşadığını ve bu yapısal sıkıntıların her daim bir kriz riski taşıdığını kabul edersek (A), o zaman Türkiye’nin ‘sürekli faşizm’ ile yönetilen bir ülke olduğunu da kabul etmemiz gerekmektedir (B). Yani A’yı sadece A olarak kabul edersek A’nın B olan sonucunu da kabul etmek durumundayız.
Peki, Türkiye’de küçük burjuvazinin ya da orta sınıfların çöküşünden bahsedebilir miyiz? 2002 seçimlerinden 2013 Haziranında ABD Merkez Bankasının finansal erimeye karşı uluslararası piyasaya pompaladığı dolarları geri çekme kararına mukabil faiz artırımına gitmesine kadar Türkiye, tarihinin gördüğü en yüksek yabancı sermaye girişine tanık olmuştur. Bu sermaye girişi, orta ve orta-alt sınıf katmanlarının alım gücünü net bir şekilde arttırmıştır. Evet, bu artış borçlanma, kredi ve diğer başka yöntemlerle olmuştur ve yapay bir nitelik taşıyabilir; ama bu durumun nesnel bir gerçekliği de denk düştüğü inkâr edilemez. Eğer, orta sınıfların çökmesi söz konusu değilse ve küçük burjuvazide proleterleşme telaşı yoksa, faşizme ilişkin yukarıda ortaya konulmuş eşiğe ulaşılmış olduğu söylenebilir mi?
Faşizmin bir tanımının, faşist rejimin bir modelinin olması gerektir. Bu model ya da tanıma uygun düşmeyen durumlar için de faşizm nitelemesi yapmak, hem kavramın ağırlığını boşa düşürecek ve kavramı anlamsızlaştıracak, hem de faşizm için özgül politik taktikler ortaya konmasını olanaksızlaştıracaktır.
2002 yılında AKP’yi iktidara taşıyan seçimler öncesinde, devlet içi klikler arasında bir pat durumunun olduğu söylenebilir mi? Kuşkusuz hayır. 2002 seçimleri öncesine ilişkin, klikler arası pat durumundan ziyade, hâkim kliklerin bir meşruiyet bunalımına girdiği ve 2001 krizi ile birlikte yönetme yeteneklerini oldukça yüksek düzeyde kaybettiği söylenebilir.
Meşruiyet kaybına uğramış ve yönetme yeteneğini yitirmiş kliklerin devlet mekanizmasını görece bağımsız hale getirip bir ‘hakem’ altında yeniden kurmuş olduğu söylenebilir mi? Tam tersine, hâkim kliklerin yaşadığı meşruiyet bunalımının ekonomik kriz ile birleşmesi tam bir çıkışsızlık alametiydi.
Devlet içerisindeki farklı kliklerin yaşadıkları bu bunalımın çözümünü sadece bir ‘devletli’de [11] bulmuş olduklarını iddia ediyoruz. Türkiye’deki Sezarizmin ilerici ya da gerici olduğu başka bir tartışma konusu olsa da, net olan, Gramsci’nin Louis Bonaparte’ın Sezarizmini tanımlarken kullandığı kıstaslardır. Bu kıstaslara göre, Louis Bonaparte’ın Sezarizmini önceleyen ontolojik durum devlet içi parçalanmışlık ve zafiyettir. Yine Gramsci’ye göre Louis Bonaparte’ın Fransa için ifade ettiği anlam nicel bir değişiklikken, Türkiye Sezarizminin nitel bir değişikliğe neden olduğunu iddia etmek için herhangi somut bir veri yoktur.
Türkiye ile ilgili bu açık analojiler sadece önsellik seviyesinde mi kalmaktadır? Hayır. Türkiye Sezarizmi, oluştuğu günden itibaren karakterini değişmez bir şekilde korumaktan ziyade evrim geçirmiştir. Hakemlik yaptığı klikler değişmiş, devlet bürokrasisi içerisindeki dayanakları, yaptığı hakemliğe bağlı olarak süreklilikten çok kopuşlara sahne olmuş ve her bir değişim ile devlet içinde yer tutmuş klikler ‘hakem’in karakterinde saltık olarak benzeşmişlerdir.
Türkiye’deki Sezarizmin, Gramsci’nin tarihsel kategorisine göre, modern Sezarizmlerin bir örneği olarak kabul edilmesi daha da açıklayıcı olacaktır. Türkiye Sezarizmi, birbirleri ile uyuşmaları imkânsız olan klikler arasındaki bir felaket dengesidir. Türkiye Sezarizminde bir kırılma noktası olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, hem kendisi hem de sonrasıyla bu öneriyi desteklemektedir. 15 Temmuz’daki açık klik savaşının sonucu iki önemli hususu göstermektedir:
a – 15 Temmuz öncesi var olan kliklerin uzlaşma kapasiteleri pek zayıftı ve bu uzlaşmanın nihai kopuşuyla aslında klikler arası benzeşmezliğin ne kadar derin olduğu açığa çıkmıştır.
b – 15 Temmuz sonrasında uzlaşan klikler arasında da aslında derin ideolojik ve tarihsel uzlaşmazlıklar bulunmaktadır.
Son olarak, Türkiye Sezarizmi her ne kadar farklı yapıların dengesine dayanıyor olsa da, bu dayanakta üstün ya da egemen durumda olan Erdoğan kliğidir. Denge ancak hakem konumundaki Erdoğan’ın makul gördüğü sınırlar içerisinde mümkündür. Bonapartizmin aksine hakem eş güçteki kliklerin uzlaşmalarına dayanmaktan çok, zayıflamış kliklerle egemen kliğin ihtiyacı çerçevesinde bir uzlaşmayı temsil ettiği için verili sınırların dışına çıkılması söz konusu olmamaktadır. Gerek Ergenekon ve Balyoz, gerekse Cemaat davaları, bu Türkiye’nin Sezar’ının hakemliğinde gerçekleşmektedir. Bu davaların politik anlamı ise Sezar’ın gücünü arttırmaktan çok, dayandığı sistemin içe doğru çöküşünü mümkün olduğu kadar engellemek ve çöküşün verdiği zararları asgari düzeye indirmektir.