Teknoloji (1)
Mustafa Atmaca
Materyalizm (maddecilik), varlığın maddiliğini savunduğu için bu adla anılmaktadır. Maddecilik, maddenin çeşitli tür ve formlar içerdiğini kabul etmeyi engellemez. Maddecilik, örneğin, insan varlığının ve onun zekasının maddenin bir biçimi olduğunu, bir madde-enerji olarak ortaya çıktığını ileri sürer. Yani, şimdiki bilgi düzeyi itibarıyla, insan türü ve onun aklı, maddenin en yüksek derecede organize olmuş şeklidir. İdealizm ise, bilindiği üzere, varlığın anlaşılmasında maddi-olmayana, ruha ya da akla öncelik veya teklik tanır.
Maddenin, doğa bilimleri tarafından sürekli olarak ortaya konan temel özelliği değişimdir. “Değişimin olmadığı yerde maddenin de olmadığı” görüşü, madde ile değişim’in, ve giderek, materyalizmle diyalektiğin bir kavram ya da kategori çifti olarak alınmasına yol açmıştır.
Değişimin maddeye özgü bir özellik olması, doğa tarafından insandan bağımsız olarak, insanın dışındadır. Madde olarak doğanın değişimi sonucu milyarlarca yılda ortaya çıkan insan, doğaya karşı değişimi algılayan ve başlatan madde-enerji yapısıyla yeni bir değişim evreni ortaya koymuştur.
İnsanın genel olarak doğaya yönelik yeni değişim evreni diyalektik işleyiş gösterir. Doğal evren tarafından meydana gelmesi nedeniyle insan; bir yandan doğayı değiştirirken diğer yandan kendini değiştirir ve geliştirir.
İnsanın doğaya karşı yarattığı bu yeni evrendeki değişim insanın farkındalığı sayesinde olmaktadır. Madde artık insanda kendini ve kendinin değişimini algılayacak bir nitelik kazanmıştır. İnsan evrenindeki temel fark; maddi evrenin değişimi sonucu insanda tezahür eden ve farkındalığı sağlayan emektir. Bu farkı Marx şöyle ifade eder:
Biz, emeği, salt insana özgü biçim içerisinde ele alıyoruz. Örümcek işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir. (Marx, 2000: 181)
İnsan evreninin emek aracılığıyla; hem kendini hem de doğayı tarihsel süreçteki değiştirmesini Engels şöyle genelliyor:
Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce işlere yönelecek ve erişecek güce varır. Emek de kuşaktan kuşağa değişti, daha yetkin ve çok yönlü duruma geldi. Avcılığa ve hayvancılığa tarım, tarıma örgücülük ve dokumacılık, materyallerin işlenmesi, çömlekçilik, gemicilik eklendi. Ticaret sanayiin yanısıra, enisonu sanat ve bilim ortaya çıktı, kabileler, uluslar ve devletler halinde değişti; hukuk ve siyaset gelişti; bunlarla birlikte insan kafasında insani şeylerin gerçeği aşan yansıması ortaya çıktı… (Engels, 1979: 194)
Bu yazı kapsamında; emeğin günümüzde vardığı karmaşık organizasyon biçimleriyle üretim süreci içindeki yerinin ve işlevinin değişimi ve bu değişimde önemli bir etken haline geldiği görülen teknolojiyi ele alacağım.
Üretimin, toplumsal süreçlerin algılanmasında temel bir ayıraç olduğu Marksizmin bilim anlayışının temellerindendir. Marksizmin kurucularının, nesnelerini “üretim tarzı” kavramıyla ifade etmeleri bunun açık ifadesidir. Üretim ilişkileriyle üretim güçleri bütünselliğinden üretim tarzı ve üretimin genel sürecinin oluştuğu fikriyatı Marksist camiada son dönemlerde yeniden görece canlı bir tartışmanın konusu oldu. Bu tartışmalarda en önemli faktörlerden birinin teknoloji olduğu izlenmektedir.
Üretim sürecinin ve toplumsal değişimin vardığı nokta açısından bu kadar önemli sayılmasına karşın, teknolojinin, üretim sürecine ve toplumsal süreçlere etkisinin yeterli ayrıntıda incelendiği, doyurucu zenginlikte verilerle ortaya konduğu söylenemez. Bu gözlem, çalışmalarım sırasında konuyu olabildiğince kapsamlı bir şekilde ele almayı benim açımdan zorunlu kıldı. Konuyu ele alırken, başvuru kaynaklarımdan geniş aktarmalar yapmaktan kaçınmayacağım. Bu bağlamda, değerlendirmemi, aşağıdaki başlıklar üzerinden ilerletmeye gayret edeceğim:
1- Teknoloji nedir, bilim ile teknoloji arasında kuvvet çifti oluşturacak bir ilişki var mıdır?
2- Teknoloji, üretim sürecinin tarihsel gelişiminde ne tür değişim ve dönüşümler yaratmıştır?
3- Teknolojinin değişiminin toplumsal ve sınıfsal etkileri neler olmuştur?
4- Kapitalizmin krizlerinde teknolojinin rolü nedir?
5- Üretim ilişkileri ve üretim güçleri bağlamında günümüz teknolojisinin etkileri nedir?
Kapitalist üretim tarzında bilim ve tekniğin gelişmesinin ana işlevi değişim değerini ve artı değer sömürüsünü arttırmak ve devam ettirmektir. Bu amaç doğrultusunda ve tarihsel süreç içinde, bilimle teknolojinin birleştirilmesiyle meydana gelen teknobilim sayesinde, emeğin artık ortadan kalktığı gibi bir aldatmacaya karşı da görüş geliştirmeye çalışacağım.
Üretim sürecinde teknoloji
Teknoloji, bilimin, pratik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları, Yunanca tekhne (sanat, zanaat) ve logos (söz, sözcük) sözcüklerinden oluşturulan teknoloji terimi, Eski Yunan’da “sanatlar üzerine konuşma” anlamına geliyordu. Zaman içinde anlamı değişen sözcük, bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçları ve bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütününü ifade eden bir anlam kazanmıştır.
Teknik, temel olarak alet yapımı ve alet kullanarak sonuç alma yöntemleri anlamına gelir. Alet yapma yeteneği, insan türünü öteki canlılardan ayıran temel niteliktir. Bu niteliği nedeniyle insan, en başından beri teknoloji üreten bir varlıktır ve teknolojinin tarihi insanlığın tüm evrimini içerir. (Ana Britannica, 1987: C. 20, s. 494)
Bu tanımlamalar, günlük dilde kullanılan teknoloji terimini anlatmadığı gibi, üretim süreci içindeki teknoloji kavramını da bulanıklaştırmaktadır.
İnsanın doğayı değiştirme eyleminde; bir tarafta değiştirilecek madde (nesne), diğer tarafta değiştirme istek ve farkındalığında bulunan insan ve emeği (özne), arada değişimi gerçekleştirecek araç bulunmaktadır. Araçla insan arasındaki ilişki bilgi birikimi, meslek ve uzmanlığı; araçla üretim nesnesi arasındaki ilişki ise teknolojiyi meydana getirir.
Üretim sürecinin bu ana şeması Marx tarafından şöyle formüle edilmiştir:
“Emek sürecinin basit öğeleri şunlardır: 1. insanın kişisel etkinliği, yani işin kendisi; 2. işin konusu, ve 3. işin araçları.” (Marx, 2000: 181)
Althusser; bu üç öğeden emek araçlarının önemini vurgulayarak öne çıkarır.
Emek sürecinin üç kurucu öğesi arasında (nesne, araçlar, emek gücü) başat olan biridir: emek araçları. Tüm iktisadi dönemlerin ortak emek sürecinde, temel biçimlerini ayırt edecek özgül farklılığı saptamayı ve yerine yerleştirmeyi sağlayan bu sonuncu öğedir. Söz konusu emek sürecinin tipik biçimini belirleyen şey,”emek araçları”dır. (Althusser, Balibar vd., 2007: 455)
Balibar’ın, Althusser’in önemine dikkat çektiği emek araçlarıyla ilgili olarak, emek aracı – emekgücü ve emek aracı – emek nesnesi (ürün) arasındaki ilişkiye yaptığı vurgu da önemlidir:
[İ]malat, bizi ilgilendiren bakış açısından, mesleğe özgü olan ve bu mesleğin tüm özelliklerini koruyan bir hareketin devamı olarak kabul edilebilir. Ama, eğitilmiş, uzmanlaşmış emek gücü ile alet bütününün yerine geçen makine, bu bütünün evriminin ürünü hiç değildir. Basitçe ayni yeri işgal eder. Önceki sistemin yerine başka bir sistem geçirilir: süreklilik öğeler ya da bireyler arasında değil, işlevler arasındadır. Bu dönüşüm, genel bir terim olan yer değiştirmeyle belirtilebilir (Althusser, Balibar vd. 2007: 561).
Balibar, emek aracı ile emek nesnesi arasındaki ilişkiyi oluşturan teknolojinin, emek aracı ile emek öznesi arasındaki ilişkinin (mesleğin ve uzmanlığın) yerine ikame edilebileceği (makinenin insanın yerini alabileceği) fikrinin basit bir yer değiştirme olarak bütünsel üretim sürecinde mümkün olamayacağını söylemektedir.
Emek ve üretim süreci üzerindeki temel tartışma; “emeğin üretim süreci içinde yok olduğu” ve onun yerini artık teknolojinin aldığı şeklindeki tartışmalar Marksist düşünürlerin de kafasını bulandırmış durumdadır. Bu konuya daha sonraki bölümlerde detaylı olarak döneceğim.
Bilim ile teknoloji ilişkisi
Doğanın kendiliğinden değişimi içinde, bu değişimin nitel bir durağı olarak insan ortaya çıkmıştır. İnsanla ilgilenen bilimlerden arkeoloji ve antropoloji; insanın doğal evrenin bir köşesinde ortaya çıkışını tarihleyebilmektedir artık. Bu tarihleme insan faaliyetinde tekniğin öncel olduğunu, bilimsel faaliyetin ise insanın ortaya çıkışına göre çok sonralara denk geldiğini ortaya koymaktadır.
Teknolojinin tarihsel öneminin daha doğru olarak anlaşılmasıyla, insanın var olduğu binlerce yıllar boyunca günlük gereksinimleri ve yaşamı kolaylaştırıcı öğeleri yetenekleriyle yaratan el sanatlarının bağımsız geleneklerine gereken önem verilecektir. Böyle bir tarihsel değerlendirme, birçok durumda, bilimin teknolojinin gelişimini değil, teknolojinin bilimin gelişmesini yönlendireceğini de gösterecektir. (James E. McClellanIII, Harold Dorn, 2006: 2)
Alet yapıp kullanma ve teknolojinin kültürel aktarımı, insanın varoluş biçimi için çok gerekli olmuş ve tüm insan toplulukları bu yoldan geçmiştir. Üstelik insanlar alet yapmak için alet yapan tek yaratık gibi görünmektedir. İnsanlar alet olmaksızın oldukça güçsüz bir türdür ve hiçbir insan toplumu teknoloji olmadan yaşamını sürdürememiştir. İnsan ırkı evrimsel başarısını büyük ölçüde alet yapımında ustalaşmaya ve alet yapım ve kullanımını yeni kuşaklara aktarmaya borçludur. Bu nedenle insanın evrimsel tarihi teknoloji tarihine dayanmaktadır. (A.g.e., 2006: 9)
İnsanın doğada varolma uğraşında önceliğin teknikte olduğu, tekniğin toplumsal bir değer olarak biriktirilmesi ihtiyacının zamanla bilimi doğurmuş olabileceğine başka bir örneği Çin matematiğinden verebiliriz:
Çin matematiğinin en büyük itici gücü pratik ve yararcı amaçlar doğrultusunda olmuştur. Örneğin, Matematik Sanatı Üzerine Dokuz Bölüm … adlı MS 1. yüzyıl metninde tarımsal alanların ölçümüyle ilgili 246 problemin çözümü, tahıl değişim oranları ile inşaat ve dağıtım problemleri ele alınmıştır. (A.g.e., 2006:154)
Emperyalist Batı, dünyanın tüm evveliyatının kendine ait olduğu ideolojisini empoze eder. Kapitalizmde bilimin ideolojik bir araca dönüştürülmesi ve sanki her şeyden önce bilim varmış gibi sunuş yapılması bilime olan sevgiyle ilgili değildir. Aydınlanma İdeolojisinin özünü oluşturan pozitivizm, feodal ideolojinin toplum çimentosu olarak kullandığı din ideolojisi yerine bilimi oturtmuştur.
Avrupa uygarlığı, makinelerle ilgili Orta Çağ merakı sayesinde, doğayı teknolojik açıdan diğer kültürlerden daha fazla bir şekilde insanlığın yararına kullanılabilecek bir güç kaynağı olarak görmüştür. Doğaya karşı bu farklı yaklaşım güçlü ve giderek daha çok korku veren sonuçlar doğurmuştur.
Avrupa toplumunun ve kültürünün dönüşümüne yol açan etkileyici teknolojik yenilikler dizisi kuramsal bilime hiç borçlu olmamıştır, çünkü geniş ölçekte bilimin sunacakları çok azdı. Sonunda Antik Dünyadan ve Orta Çağ İslam’ından miras alınan bilimin Orta Çağ Avrupa’sında uygulanabilirliği, bu uygulamalarda olandan bile daha azdı. Bir miktar geometri bilgisi (teoremlerin kanıtlanması değil) takvim hesaplamalarına yararlı olmuş ama bunların hiçbirisi Orta Çağ Avrupa’sına ün kazandıran makine ve tekniklerin geliştirilmesinde uygulama alanı bulmamıştır.
Ancak, Avrupa uygarlığının gelişmesi bilim ve doğa felsefesi için yeni dışsal koşullar yaratmış ve Avrupa’da ortaya çıkan yeni bir yaşamsal öğrenim kültürüne ortam hazırlamıştır. Avrupalı bilginler, eski çağların ve İslam’ın felsefi ve bilimsel gelenekleriyle “12. Yüzyıl Rönesansı” olarak bilinen olay aracılığıyla temas kurmuş ve bunların üzerine eklemeler yapmaya başlamıştır. (A.g.e., 2006: 212)
Orta Çağların üniversitesi, bu günkü üniversitelerden farklı olarak bir araştırma kuruluşu değildi ve bilimin amacı öncelikle bilim yapmaktan farklıydı.
Yunan ve İslam biliminin üniversitede bilimsel bir ders programının temelini oluşturmasından önce, tüm bilgilerin kapsamlı çeviri programlarıyla Latinceye çevrilip hazır duruma getirilmesi gerekiyordu. Büyük Müslüman kenti Toledo 1085 yılında Hıristiyanların eline geçmiş (genişleyen Avrupa uygarlığının yeni gücünün başka bir belirtisi) ve kent çeviri ekiplerinin klasik bilimsel ve felsefi metinleri Arapça’dan Latince’ye aktarma merkezi haline gelmiştir… Aranan belgeler aslında yararlı oldukları varsayılan tıp, astronomi, astroloji ve simyayla ilgili olduklarından dolayı, bu kayda değer çabalar için teşvikin tümüyle soyut bir bilgi sevgisi olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. (vurgu sonradan)
Sonuçta, 1200 yılında Avrupalılar, antik bilimlerin çoğunu İslam dünyasında birkaç yüzyıl boyunca üretilen bilimsel ve felsefi başarılarla birlikte geri kazanmıştır. (A.g.e., 2006: 215)
12. Yüzyıl ile 14. Yüzyıl Avrupa’sı iç savaşlar nedeniyle perişanlık içindedir. 13. Yüzyılda başlayan bütünleşmeler 14. Yüzyılda birliklere ve devletlere dönüşmeye başladı. Tarımda başlayan gelişme ticareti, ticaret de kentleri geliştirdi, artan nüfus kentlere doğru kaydı ve kent nüfusları arttı. Ancak sulu tarım henüz ortaya çıkmış değildi veya kurumsallaşmamıştı. Kentlerin gelişmesi sınıfsal egemenlik aracı olarak devlet gücünün gelişmesini, bu gücün gelişmesi de silah teknolojisini öne çıkardı.
16. yüzyıl başlarında silah teknolojisi Osmanlı ve Avrupa merkezleri için önemli bir teknoloji.
1500 yılında silah yapımı Eski Dünyada Çin, Hindistan ve Moğol İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa gibi merkezlerde evrensel bir teknoloji olmuş ve bu güçler top teknolojisini Eski Dünyadaki müşteri devletlere de yaymıştır… Barutun ve ateşli silahların Avrupa’nın savaş alanındaki sonuç alıcı rolü 15. yüzyılda zaten başlamış ve yüzyılın sonunda politikayı, sosyolojiyi ve savaş ekonomisini dönüşüme uğratmıştı.
…15. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan yeni silahlar Avrupa hükümetlerinin bütçelerine büyük artışlar getirmiştir… Sonuç olarak, sonraki iki yüzyıl boyunca çeşitli Avrupa devletlerinin kalıcı ücretli ordularındaki asker sayısı dramatik bir biçimde 10.000’den 100.000’e sıçramıştır… Maliyetler amansızca yükselmiş ve savaşlar merkezi devletlerin tekeline geçmiştir.(vurgu sonradan)
Silah teknolojisi askeri güce, askeri güç, yerel feodal otorite gücüne dönüştü. Siyasal yapı olarak feodalizmin bitişi üzerine doğan ulus devlet, daha önemli bir güç organizasyonu ihtiyacıyla, silah teknolojisini tekeline aldı. Gücün devamı için vergi alma kurumsallaştırıldı.
Yeni masrafların ve eşlik eden tahkimatın masraflarını yalnızca daha büyük politik varlıklar, özellikle de vergi alma gücü ya da ticari zenginliği olan ulus devletler karşılayabiliyordu. Bu nedenle askeri devrim, gücün yerel feodal otoriteden merkezi krallıklara ve ulus devletlere geçmesini sağlamıştır… Askeri devrim devletleri rekabete sokmuş ve sürekli olarak teknik gelişmeleri destekleyen dinamik toplumsal mekanizmalar geliştirilmiştir. (A.g.e., 2006: 226-229)
Bilimsel gelişmelerin teknolojik uygulamaları
Avrupa’da başlayan sanayi devrimi 1780-1840’lı yıllar arasında fabrika türü üretime geçmiştir (Chris Freeman, Luc Soete, 2003: 23). Bilimsel gelişmenin bu yıllara kadar teknolojiye dönüştüğü söylenemez.
Avrupa’nın bu son derece önemli gelişmesinde hangi rolü bilimsel düşünce oynamıştır? Yanıt aslında hiçbir roldür. Barut ve pusula gibi temel buluşlardan bazıları … herhangi bir kuramsal kaygı olmaksızın geliştirildikleri Çin’den çıkmıştır. Yerleşik Aristo, Öklid, Ptolemaios geleneği olan Avrupa’nın kendisinde bile yeni savaş gereçleri ve bunlara ait yardımcı tekniklerin geliştirilmesinde çağdaş doğa felsefesi hiç uygulanmamıştı. Geriye bakıldığında kuramsal balistik yararlı olabilirdi ama bir balistik bilimi henüz ortaya çıkmamış ve Galileo’nun düşen cisimler yasasını beklemişti, bu durumda bile 17. yüzyılda kuramın pratiğe uygulanabilirliği bir soru işaretiydi. Metalürjik kimya dökümcüler için yararlı olabilirdi ama 19. yüzyıldan önceki kuram sınırlıydı ve görünüşe göre simyanın verebileceği bir şey yoktu. Gemi tasarımında uygulanabilecek hidrodinamik de henüz gelecekteydi. Daha sonra çok önemli bir mühendislik bilimi haline gelen malzeme mekaniği Galileo tarafından incelenmiş ama yalnızca 19. yüzyılda uygulanmıştı. Bilimsel haritacılık Avrupa’nın ilk denizaşırı genişlemesinde belki destekleyici bir rol oynamış ancak denizde seyir, bilim değil bir sanat olarak kalmıştır. Topçular, dökümcüler, demirciler, gemi yapımcıları, mühendisler ve gemicilik yapanların hepsi de işlerini, ne bir fazlası ne bir eksiği, kendi deneyimleri, becerileri, sezgileri, göz kararı hesapları ve cesaretleri yardımıyla yapmıştır.
Aslında nedenselliğin yönü, Avrupa hükümetlerini doğulu taydaşları gibi bilimin destekçileri oldukça ve teknik ve ekonomik yarar umuduyla bilimsel araştırmalar için hükümet desteği sağladıkça teknoloji dünyasından bilim dünyasına doğru olmuştur. Bu nedenle bilimin kurumsallaştırılması ve bürokratikleştirilmesinin önce ilk modern çağın Portekiz’inde ve İspanya’sında görülmesi bir rastlantı değildir. Bilimsel araştırmaların büyük bir hümanist destekçisinden çok, artık geç bir Orta Çağ haçlısı olarak düşünülen Portekiz prensi Gemici Henrique (Henry the Navigator,1394-1460) Batı Afrika kıyılarında 15. yüzyılda yapılan bir dizi tarihsel Portekiz araştırma gezisinden sorumluydu. Gemici Henrique, gemi seferlerini ve Portekiz’in denizcilik imparatorluğunu tanıtmak için çok şey yapmış ve baharat ticaretiyle gelişen Lizbon kısa zamanda dünyanın gemicilik ve haritacılık merkezi olmuştur.(vurgular sonradan) (James E.McClellanIII; Harold Dorn, 2006:234)
Avrupa’daki saraylar ve hükümetler 16. yüzyıldan başlayarak bilimi kurumsallaştırdı. Temel amaç bilimden yararlanma ve bu nedenle uygulamacı bilime ağırlık verme öne çıktı, üretimin ihtiyaçları uygulamalı bilimleri ve mühendisliği faydacılık adına geliştirdi.
Kraliyet Derneği (1662) ve Paris’teki Academie des Sciences (Bilimler Akademisi) (1666), 17. yüzyıldaki yapısal devrimin amiral gemileriydi. Bunlar, bilim ve bilim adamları için yeni bir kurumsal temel oluşturmuş ve sonraki yüzyılın yapılandırılmış bilimini karakterize eden yeni bir akademik çağ başlatmıştır…
Dernek üyeleri daha az saray mensubu ve daha çok devlet hizmetinde uzman görevliler gibi hareket etme eğilimine girmiştir. Devlet akademi ve dernekleri özellikle doğa bilimleriyle ilgilenen kurumlardı, başka misyonların hizmetinde değildi, büyük ölçüde kendilerini yönetiyordu ve üniversiteden farklı olarak öğretim yapmıyordu. Devlet akademileri ile bilim derneklerinin 18. yüzyılda büyüyüp olgunlaşması, bilimin Bilimsel Devrimden sonra toplumsal olarak daha çok özümlenmesinin etkileyici bir kanıtıdır… 17. yüzyılın ikinci yarısında, devletçe desteklenen yeni bilim dernekleriyle eşzamanlı olarak, o günden bu yana bilimsel araştırma yayınlarının temel biçimi olan periyodik dergiler ortaya çıkmıştır…
Avrupa’daki saraylar ve hükümetler 16. yüzyıldan başlayarak bilimi kurumsallaştırmış ve bunun karşılığında bilim uzmanları botanik bahçelerinde, gözlemevlerinde, bilimsel derneklerde, uzman profesörlüklerde ve Avrupa’daki hükümet bürokrasilerinin çeşitli işlerinde hükümetlere yardım etmiştir. (A.g.e., 2006:296-299)
Bilimin üretim unsuruna dönüşmesi
Kapitalizmin gelişimi, 20. Yüzyıl başlarında ticarete oldukça güçlü bir uluslararası nitelik kazandırdı. Bu arada işçi sınıfı gelişti, sermaye sınıfına karşı mücadele yeteneği yükseldi. Sermaye sınıfı bu diyalektikteki sıkışıklığını ve sıkça gelen krizlerini ancak teknolojiyle bilimi bütünleştirecek bir yol bulmakla aşabildi. Geçmiş çağlarda zanaatkarlık durumunda bulunan mühendisliği bilimle birleştirerek mühendislik bilimlerini geliştirdi. Mühendisler daha önce zanaatkar nitelikli ustabaşı konumunda alaylı takımındayken kapitalist üretimin hızlı ve kitlesel üretime doğru kayması nedeniyle; mühendislik teknolojiyle, teknoloji de bilimle iç içe girdi. Mühendislerin eğitimle donatılması ihtiyacı ortaya çıktı. Mühendislik diğer taraftan emeğin düşünce yanının temsilcisi olarak fiziki emekten ayrılmayı temsil ediyordu. Böylece teknik akıl ideolojik alanın temel bir unsuru haline geldi.
Bilimle teknoloji bütünleşerek üretim sürecinde, daha önce ağırlıklı olarak tek başına teknolojinin gördüğü işlevi üstlenir hale gelmiştir. Bu bütünleşmeye sanayi üretimi ve bilimdeki düzenli gelişmeyle kapitalizmin değişim değeriyle pazar için mal üretiminin önemli etkileri olduğu söylenebilir.
20. Yüzyılın başlarında Kuvantum teorisi netleşmeye başladı. Bilimsel gelişme Mekanik Teoriyi zorlar duruma geldi, önce elektrik daha sonra kimyanın bilim alanı olması ve termodinamik yasalarının bulunmasıyla Newton’un geliştirdiği mekanik teorideki atom üstü maddeden atom altı maddedeki süreçlerin iç yapıları açığa çıkarılmaya başlandı. Kuvantum teorisinin geliştirilmesinde önemli bir bilimci olan Werner Heisenberg bu gelişmeyi şöyle açıklıyor:
XVIII. Yüzyılda ve XIX. Yüzyılın başlarında, mekanik olaylardan yararlanmaya dayanan bir teknik gelişti. Makine burada genel olarak, insan elini taklit etmekten başka bir şey yapmaz, ister örme dokuma, ister ağırlıkları kaldırma, büyük demir parçalarını dövme işinde olsun. Onun içindir ki, başlangıçta, bu çeşit bir teknik eski el sanatlarının bir gelişmesi ve uzantısı sayılmıştır. Bu teknik, yabancısı olan kimselere, herkesin eli yatmamakla birlikte nasıl yapıldığını bildiği eski sanatlar kadar anlaşılır ve olağan görünüyordu. Buharlı makinenin uygulaması bile, henüz tekniğin bu özelliğini ilke olarak hiç değiştirmemiştir. Bununla birlikte, bu andan sonra teknik, o güne kadar görülmedik bir ölçüde gelişti. Çünkü, kömürdeki doğal güçler, bundan böyle, insanın buyruğuna girebilir ve elle yapılan işin yerini alabilirdi. Bununla birlikte, tekniğin özelliğinde kesin değişme ancak geçen yüzyılın ikinci yarısında elektriğin gelişmesiyle olmuştur. Artık eski sanatlarla doğrudan doğruya bir ilişkiden söz edilemezdi. Burada artık, araçsız deneyle yetinmek zorunda olan insanın pek o kadar bilmediği doğa güçlerinden yararlanması söz konusudur. Onun içindir ki, elektrik birçok kimse için hala ürkütücüdür. …
Kimya tekniğini de boyacılık, eczacılık, gibi bazı el sanatlarının bir uzantısı sayabiliriz. Ne var ki, burada da, yirminci yüzyılın başlarına doğru gelişen yeni kimya tekniğinin yayılması, daha önceki durumlarla hiçbir kıyaslama yapmaya yol açmaz. Atom tekniğine gelince, doğa dünyasında hiçbir deneyin erişemediği ölçüde, doğa güçlerinin kullanılması söz konusudur sadece… Bu günün insanı, kendisini doğrudan doğruya çevreleyen bir dünyada atom tekniğinde bulamayınca, buna akıl erdiremeyecektir. (Werner Heisenberg, 1987: 11)
20. Yüzyıl başlarında bilim ve teknoloji birbirine artık daha fazla yaklaştı. Ancak bilime kapitalist bir meta olarak bakış, materyalizmin tezlerini dikkate almayış devam etti. “Laboratuvarlarında materyalist olması” gereken kapitalist düzen bilimcilerinin felsefesi hala “Tanrının zar atmayacağı” üzerinden yürüyordu.
Bohr’un atom modeli, Einstein’ın birleşik alan teorisi sürekli olarak değişimlerin arkasında değişmez yasa arayışları peşindeydi. 1920’lere kadar determinist bilim irrasyonalizmi sürekli reddetti. Maddenin atomaltıyla kurulan teknolojik diyalog, 19. Yüzyıldan bu yana, insanın günlük yaşamıyla bilim arasındaki ilişkiyi kopardı.
Bilimin Kuvantum teorisine geçişinin öyküsünü Kaostan Düzene adlı kitaptan aktaralım:
Uzunca bir zaman mekanistik dünya görüşü Batı bilimini yönlendirdi. Bu görüş içinde dünya bir makine gibi göründü. Şimdi anlıyoruz ki, çoğulcu bir dünyada yaşıyoruz. Sürtünmesiz bir sarkacın hareketi ya da dünyanın güneş etrafındaki hareketi gibi bize determinist ve geri-dönüşlü görünen fenomenlerin varolduğu doğrudur. Geri-dönüşlü süreçler ayrıcalıklı bir zaman istikametinden habersizdirler. Fakat bununla birlikte bir de zaman istikameti (oku) ihtiva eden geri-dönüşsüz süreçler vardır… Kimya tümüyle böyle geri-dönüşsüz süreçler içerir.
Açıkçası, determinist süreçlere ek olarak mesela, biyolojik evrim ya da kültürlerin evrimi gibi bazı temel süreçlerde, olasılık gibi bir unsurun olması gerekiyor. Klasik görüşte tabiatın temel süreçleri determinist ve geri-dönüşlü olarak kabul ediliyordu. Düzensizlik ve geri-dönüşsüzlük içeren süreçler sadece istisna olarak kabul ediliyordu…
Bohr’un, maddeyi elektron ve protonların dairesel hareketlerine indirgediği ünlü atomik modeli… Einstein’in tüm fizik kanunlarını tek bir “Birleşik Alan Teorisi”nde birleştirme çabası… değişmekte olan olayların arkasında değişmez ebedi bir gerçek arayışı şevkleri uyandırıyordu. Fakat, bu şekilde tasvir edilen tabiatın aslında kendini çürütür nitelikte olduğu şaşkınlıkla görüldü; bilimin kendi başarısıyla, tabiat, bir otomat, bir robot olarak gösteriliyordu…
Biz, “karmaşıklık bilimi”nin doğumu için İsere valisi Baron Jean-Joseph Fourier’in ısının katı maddelerde yayılmasına getirdiği matematiksel tanımlama nedeniyle Fransız Bilimler Akademisi’nin ödülünü aldığı 1811 yılını öneriyoruz… 1920 Almanya’sındaki irrasyonalist hareketlerin nasıl kuvantum mekaniğinin alt yapısını oluşturduğunu ele alalım. O zamana kadar, nedensellik, determinizm, indirgemecilik ve akılcılık gibi bir takım kavramlarla özdeşleşmiş olan bilime karşıt olarak, bilimin inkar ettiği, ancak tabiatın temeldeki irrasyonelliğini temsil eden fikirler o sıralar canlanmaya başladı… Bilim insanların önemli bulduğu bir takım tecrübeleri sadece sübjektif anlamlarıyla kabul ederek, irrasyonel aleme transfer edip onlara heybetli bir güç verme riskini taşır… Modern bilim on yedinci yüzyılın Avrupa’sının özel şartlarında doğmuştur. Şimdi ise yirminci yüzyılın sonuna yaklaşıyoruz, ve öyle görünüyor ki, çok daha evrensel bir mesaj taşıyor bilim. Öyle bir mesaj ki, insanın tabiatla ilişkisini olduğu gibi insanın insanla ilişkisini de içeriyor…
… Ebedi varsayılan kanunlar bilimsel rasyonelliğin ifadesi olarak görülürdü. Fakat artık bu doğru değildir. Geri dönüşümsüzlüğün (irreversibility) yanıltı olmak bir yana, tabiatta temelli bir rolü olduğunu kendi kendine yürüyen organizasyonların çoğu süreçlerin başı olduğunu keşfetmiş bulunuyoruz (İlya Prigogine, İsabella Stengers,1998: 27-40)
Fourier’in vardığı sonuç, şaşırtıcı biçimde basit ve şıktı: ısı akışı sıcaklık farkı ile doğru orantılıdır. Çarpıcı olan bu basit kanunun maddeye, katı, sıvı ya da gaz halinde uygulanabilir olmasıdır. Daha önemlisi, cismin kimyasal kompozisyonu ister demir ister altın, ne olursa olsun, kanun geçerliliğini korur. Yalnızca ısı akışı ile sıcaklık farkı arasındaki orantı sabitesi her madde tipi için özeldir.(…) Fourier, sonuçlarını Laplace ekolünün Avrupa bilimine egemen olduğu sıralar biçimlendirmişti. Laplace, Lagrange ve öğrencileri hep birlikte boş yere Fourier’in teorisini eleştirdiler ve sonuçta vazgeçmek zorunda kaldılar. (A.g.e., s. 140) Derken fiziğin altın çağına, yani çok şeylere gebe 1925-27 yıllarına geliriz. Bu kısa zaman aralığı içinde Heisenberg, Born, Jordan,Schrödinger ve Dirac hep birlikte kuantum fiziğini kendi içinde tutarlı bir teori haline getirdiler. (A.g.e., s. 265)
Kuantam mekaniği partiküllerin hiç durmaksızın birbirine dönüşümünü tasvir eden çerçeveyi sağladı. Aynı şekilde relativite kainatın başlangıç devrelerinin termal tarihini tasvir ettiğimiz temel teori oldu…
Yapay olarak elde edilmiş olan durumlar deterministik ve geri-dönüşümlü olabilir. Ancak doğal olan rasgele ve geri-dönüşümsüz temel elementler içeriyor. Bu da bizi maddenin artık mekanistik dünya görüşünün tarif ettiği gibi pasif bir şey olmayıp, kendi içinde hareket sahibi bir şey olduğu yeni madde anlayışına götürüyor. (A.g.e., s. 42)
Geri-dönüşlü ve geri-dönüşsüz süreçlerin beraberce varolduğu, hepsinin genişleyen kainatın içinde kendisine bir yer bulduğu çoğulcu kainat içinde yaşıyoruz.
Tekrar tekrar belirttiğimiz gibi, geri-dönüşlülük bir evrensel özellik değildir. Dolayısıyla, dinamikten bir genel geri-dönüşlülük çıkarsaması beklenemez. (A.g.e., s. 299)
Geri-dönüşsüzlük adına tüm dinamiği reddetmek de zordur, zira, mesela, bir ideal sarkacın hareketinde gerçekten de geri dönüşsüzlük yoktur. Görünen o ki, biri hareket yörüngeleri dünyası, diğeri süreçler dünyası olmak üzere birbiriyle çatışan iki ayrı dünya var ve bunlardan birinin mutlak otoritesini ilan etmeden diğerini reddetmek imkansız… Aslında tabiat tarihi fikri materyalizmin bütünleyici bir parçası olarak, Marx ve daha ayrıntılı olarak da Engels tarafından ileri sürülmüştür. Fizikteki çağdaş gelişmeler ve geri-dönüşsüzlüğün yapıcı rolünün keşfi, böylece uzun bir süredir materyalistlerce sorulagelmiş bir soruyu tabiat bilimlerinde gündeme getirdi. Materyalistlere göre, tabiatı anlamak demek, onun insanı ve insan topluluklarını üretebilen bir şey olarak anlamak demekti. (A.g.e., s. 300)
Değişmez kanunlar açısından ifade edilebilecek genel, kuşatıcı şemalar arıyorduk, ama zamanı, olayları, evrimleşen parçacıkları bulduk. Bunun yanı sıra simetri de arıyorduk, ama onda da sürprizle karşılaştık; elementer parçacıklardan biyoloji ve ekolojiye varıncaya kadar tüm düzeylerde simetri-kırıcı süreçler keşfettik, (A.g.e., s. 342)
Sermaye güçleri, ihtiyaç duyduğu teknolojiyi bir bilimciden beklemek yerine, ihtiyaç duyulan teknolojinin geliştirilmesini parçalara ayırarak yüzlerce iyi yetişmiş bilimciler topluluğuna sipariş verebilir hale geldiler. Üretim sürecinde yaptıkları gibi bilim üretim sürecini de parçaladılar. Bilim alanında amaçlanan çıkar veya gücü projeye dönüştürdüler. Bu süreç artık atomaltı süreçlerle oynayarak bir mühendislik projesinin yaşama geçmesi gibi gerçekleştirilebilmektedir. Bu dönüşümün tipik başlangıcı Manhattan Projesidir.
19. yüzyıl sonlarına doğru, devletler bilimsel ve teknolojik faaliyetlerinin alanının genişlettiler. Bu gelişme bilim ve sanayi işbirliğini perçinledi. Birinci Dünya Savaşı bir çok ülkede bilimsel araştırma ve geliştirme faaliyetlerine devletlerin destek vermesine yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı ise bu ilişkiyi ulusal politika aşamasına taşımıştır; zira savaşta kullanılan teknoloji, hükümetlerin sanayideki mühendislerle üniversitedeki bilim adamlarını seferber ettiği ar-ge projelerinin sonuçlarıdır. Artık tüm dünyanın bilimin gücünden etkilenmesi, nükleer silahlar tasarlayıp geliştirmek için planlanan Manhattan Projesi’nden sonradır. Savaş sonrası hemen bütün sanayileşmiş ülkelerde benzer hızlı gelişmeler cereyan etmiştir. (Yaşar Bülbül, 2008: 128)
Sonuç
Bilim, 20. Yüzyıla kadar teknolojiyle bir kuvvet çifti oluşturacak şekilde ilişkili değildi. Bu anlamda bilimin ideolojik bir üstyapı unsuru olarak kabul edilmesi doğru bir tespitti. Ancak 20. Yüzyıl başlarında, özellikle Mekanik Teori’nin yerini Kuantum Teorisi’nin alması, niteliksel bir dönüşüm sayılmalıdır. Emperyalist güçler, Manhattan Projesiyle atomu parçalamış ve Japon halkının kitlesel ölümü pahasına bunun denemesini de yapmışlardır.
Bunun kapitalist üretim sürecine yansıması, bilimle teknolojinin bütünleşerek teknobilime dönüşmesi şeklinde oldu. Üretici güçler-üretim ilişkileri formülasyonuna artık bu gerçeği dikkate alarak bakmalıyız. Ancak bu tespit asla, “üretim süreci içinde emeğe artık ihtiyaç yoktur” gibi kapitalist-emperyalist ideolojik tezlerin doğru olduğuna ilişkin değildir. Nitekim Marx, fabrika türü üretime geçişi kapitalist üretim tarzının niteliksel (geri dönüşsüz) bir durağı olarak keşfetmişti.
Kaynakça
Louis Althusser, Etienne Balibar, vd. (2007), Kapital’i Okumak, İthaki, İstanbul
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi (1987), Ana Yayıncılık, İstanbul
Yaşar Bülbül (2008), Teknonomi: Tarihsel Açıdan Teknoloji-Ekonomi İlişkisi, Kitabevi, İstanbul
Friedrich Engels (1976), Doğanın Diyalektiği (çev.:Arif Gelen), Sol Yayınları, Ankara
Chris Freeman, Luc Soete (2003), Yenilik İktisadı, TÜBİTAK, Ankara
Werner Heisenberg (1987), Çağdaş Fizikte Doğa, V Yayınları, Ankara
Karl Marx (2000), Kapital (Cilt 1, Çev.: Alaattin Bilgi), Sol Yayınları, Ankara
James E. McClellanIII, Harold Dorn (2006), Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, Arkadaş Yayınevi, Ankara
İlya Prigogine, İsabella Stengers (1998), Kaostan Düzene, İz Yayıncılık, İstanbul,