1.
Tarihin bazı dönemeçleri, düşünce düzlemindeki atılımları ön plana çıkarıyor ve tüm ideolojik farklılıkları bir potada eritiyor. Bir kavram olarak, modernizm-postmodernizm çekişmesinin odağında yer alan Aydınlanma, tarihsel bakımdan böyle bir döneme karşılık gelir. Bu arada, modernizmden postmodernizme geçiş olarak karşımıza çıkan sorunsalın altında yeni bir akım arayışının tohumlarının da gizli olduğu belirtilmeli. Aydınlanmacılık da –postmodernizmin yaptığı türden–, bir anlayışı mahkum ederken toplumsal düzleme başka bir anlayışı çıkarıyor.
Aydınlanmacılıkla tartışmalı bir ilişkisi olduğu ifade edilen Kant, “Aydınlanma nedir?” sorusunu, “İnsanın kendi suçu ile içine düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmadır” sözleriyle cevaplıyordu.
Aydınlanma düşünürlerinin özgürlük ve bağımsızlık diskurlarının çatışkılı durumu; ileri zamanlardaki savaşlar, katliamlar ve yükselen milliyetçilikle birlikte modernizmi eleştirmenin merkezini oluşturacaktır. Eğer, modernizmi Aydınlanmanın içine yerleştirmek mümkünse aynı durum tersten Aydınlanmacılık için de geçerli olacaktır.
Genel olarak Aydınlanmacılık ve Fransız Aydınlanması, burjuvazinin modernizm ile birlikte söylemsel düzeyde kullandığı eşitlik, özgürlük gibi şiarlardan bile zamanla uzaklaşmasına, iktidarını sağlam ve sürekli kılmak için “gericileşmesine” de engel olamamıştır. “Us devleti tam bir batkıya uğramış, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, gerçekleşmesini terör döneminde bulmuştu ve bu dönemden kurtulmak için kendi öz siyasal yeteneğine inancını yitirmiş bulunan burjuvazi, (…) Napoleon despotizminin koruyuculuğuna sığınmıştı; vaat edilmiş bulunan sonsuz barış, sonu gelmez bir fetihler savaşı durumuna dönüşmüştü.”[1]
Henüz buradayken yapılacak bir çıkarsama bizi Aydınlanmanın kabulü ya da reddiyle karşı karşıya getirir. Aydınlanmacılığa yönelik eleştirilerde iki konum mevcuttur. Bunlardan biri, Aydınlanmayı cepheden karşıya alıp eleştirel tutum almak, diğeri ise Aydınlanma düşüncesini geliştirmek veya Marksizme taşımak için eleştiride bulunmaktır. Goldmann ikinci konumda yer alır ve Aydınlanmayı bu bakımdan tartışır. Aşağıda, Goldmann’ın Aydınlanma felsefesine bakışına ilişkin birkaç hususa değinilecektir.
2.
Goldmann, Aydınlanmanın sadece ‘Tanrı bilimiyle’ sınırlandırılmış dine karşı gerçekleştirilen bir savaştan ibaret olmadığını vurgulayıp şunları yazıyor: “Aydınlanma, aynı zamanda dünyanın eleştirel bir kavranışı ve insanın dünyayla ilişkisini rasyonel bilgi (arı iç görü) aracılığıyla görme biçimidir.”[2] Hegel ile ilgili bu saptamasından sonra ileriki sayfalarda, “Aydınlanmanın gerçek tarihsel etkinliği, bilgiyi elde etmekten ve doğaya egemen olmaktan ziyade dine karşı savaşmaktır“[3] diye yazıyor. Savaştığı şeyin iman (din) değil, imanın doğurduğu batıl inançlar ve peşin hükümler olduğunu söyleyerek bu konuda Voltaire de belki bir başka yaklaşımı temsil ediyordu. R. G. Collingwood’un yaklaşımı her iki görüşü de kapsıyor görünüyor. Collingwood, insan yaşamı ile düşüncesinin her yanını laikleştirme çabasının yalnızca kurumsal dinin gücüne karşı değil, dine karşı bir başkaldırı olduğunu ifade ediyor.[4]
Aydınlanma düşüncesinde insan bilincinin geçirdiği dönüşümler şöyle tanımlanıyor: “Önceki dönemlerdeki sorun, (…) din üzerine kurulmuş yaşamın bütünlüğü içinde, rasyonel düşünce ve eyleme bir yer belirlemekti. (…) Artık sorun, din üzerine kurulu bir yaşamda aklın yerini belirlemek değil, akla dayalı bir dünya görüşü içinde dinin yerini belirlemek biçimine dönüşmüştü.” [5] Burada tarih yargısının, bilgi (akıl) ve inanç (din) karşısında, bilgi lehine karar verdiği görülecektir. Goldmann’ın bu tespitine göre, felsefe dinin yerini almaya başladığında aydınlanma düşünürlerinin devrim gibi bir düşünceye karşı oldukları, sadece dönemlerindeki ‘bilimsel’ geleneklere ve ‘politik’ kurumlara rasyonel bir temel kazandırmaya çalıştıkları söylenebilir.
Aydınlanma düşünürlerinin ortak düşünsel zeminini (geleneksel) Hıristiyanlığa ve kiliseye karşı düşmanlığın oluşturduğu ileri sürülüyor. Aydınlanma ile Hıristiyanlık arasındaki bu polemiğin; duyusal algıya bağlı insan aklının –dinin desteğini almadan– yaşamın tüm temel sorunlarında olumlu sonuçlara ulaşabileceği düşüncesinden kaynaklandığı saptanıyor. Bahsedilen olumlu sonuçlar; ideal toplum düzeninin özgürlük, eşitlik ve hoşgörü temelleri üzerine yaratımı düşüncesi ve aynı anlama gelmek üzere toplumun optimistçe kurgulanmasıdır. Goldmann, bu toplum tasarımının tarihsel boyuttan tümüyle yoksun oluşuna dikkat çeker. Çünkü ona göre, “tarihin nasıl ilerlediği, filozofların kolayca görmezden geldiği ya da yüzeysel biçimde yanıtladığı bir soruydu”.[6] Goldmann’ın bu tarihsellik vurgusunun ilerleme fikriyle tekabüliyet ilişkisi içinde olduğu belirtilmelidir. İlerleme fikrinin, tarihin kesintisiz bir biçimde geliştiği ve tarihsel bir süreç boyunca insanın sürekli ilerlediği anlamına geleceği açıktır. Bu açıdan, Goldmann’ın açıklamalarına temel teşkil eden en önemli tanımlamalardan biri; aydınlanmanın temel zihinsel kategorilerinin tarihsel özünün olmayışıdır. Goldmann’ın aydınlanmayı eşzamanlı bir ‘değişmezlik’ değil de, ampirik bir ‘varlık’ olarak algılaması ya da başka bir anlatımla aydınlanma anlayışında artzamanlılığın ön plana geçişi teorik ve tarihsel yaklaşımının zorunlu bir ürünüdür.
Aydınlanma düşüncesinin tarihsel özünün varlığı ya da yokluğu tartışmasına ilişkin tespitlerde bulunmak bile baştan aydınlanmacılığı olumlayıcı bir tutum anlamına gelebilir.
3.
Aydınlanmanın temel karakteri veri iken, tarihsel bilgi taşımayan iki görüşü, bireycilik ve rasyonalizm olarak belirliyor Goldmann. “(Tarihsel) bilgi, tarihsel gelişme sürecinin kendisinin ya da (Hegelci anlamından çok Marksist anlamıyla) tarih içindeki insan gelişimini insan eyleminin bir ürünü olarak görebilmenin bilgisidir. Rasyonalist görüş bu yüzden tarihsel bilginin doğasını dönüştürebilen ve onu edilgin bekleyişten etkin farkındalığa, nesnenin bilgisinden insani öznenin bilincine ve insani varoluş doğasının farkındalığına doğru değiştiren bir özden yoksundur.”[7] Rasyonalizmi bireyciliğin bir biçimi olarak gördüğü için, Goldmann, bireyciliğin de aynı tarihsel bilgiden yoksun olduğunu belirtiyor. Fakat bireycilik belirli tarihsel durumlarda bir öze sahip olabilir. Ona göre, ne zaman bireyciliğin temel değerleri tehlikeye girip savunulmaları gerekirse özün yoksunluğu aynı formda karşımıza çıkar.[8]
Rasyonalizmin, ahlaki değerleri ekonomik ve sosyal hayata karıştırmamasında bireyciliğin oynadığı rol hakkında Goldmann şunları yazıyor: “Descartes’ın çağında ve onu takip eden 3 yüzyıl boyunca egemen olan rasyonalizm, toplum ve kesin ahlaki değerler fikrini bireyin ekonomik ve sosyal davranışlarından hariç tutmakta zorlanmadıysa, bunun nedeni, bu hariç tutmanın içerdiği bütün potansiyel tehlikelere rağmen bireyciliğin henüz nihai sonuçlarını açığa vurmamasıydı.”[9]
Goldmann, Marx’ın ilk yazılarındaki aydınlanmacı etkiye dikkat çekiyor. Örnek olarak da doktora tezini gösteriyor. Ama Goldmann’a göre, bu etkiye kaynak teşkil eden 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi değil Grek Aydınlanması. Goldmann, Marx’ın “Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark” adını taşıyan doktora tezinin (Grek) ”Aydınlanmacı(sı) Epikür’e övgü olduğunu” belirtir.[10]
Epiküros, Yunan materyalizmi içinde önemli bir yere sahiptir. Tanrıların dünya işlerine karıştığını reddediyor, maddenin sonsuzluğunu ve maddenin iç kaynağı olarak da hareketi kabul ediyordu. Epiküros’un materyalist öğretisi, idealist tarihçiler tarafından, çeşitli biçimlerde olduğundan başka gösterilmiş ve kilisenin özel kinine ve zulmüne konu olmuştur.[11]
Demokritos’a gelince; 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin özü dikkate alındığında Epiküros’un görüşlerini yinelediği söylenebilir. Bu açıdan Marx’ın, Demokritos’un izleyicisi olan Epiküros’tan yana olması –aralarında benzerlik olmasına rağmen–, üzerindeki Hegel etkisiyle açıklanabilir.[12]
Ayrıca, bir yerde vurgulandığı üzere, “Marx’ın ilk dönem eserlerinin birtakım sorunlar taşıdığı doğrudur. Bu mümkündür de…” Ama Goldmann’ın belirttiği gibi Aydınlanma perspektifine geri dönüşler değil bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu bakımdan Marksizmdeki rasyonalist ögelerin saptanması ve reddedilmesi gerekiyorsa, asıl olarak ve öncelikle, Marksizmdeki aydınlanmacı etkinin berhava edilmesi gerekecektir.
4.
Marksist çözümlemeyi geliştirmenin ve düzeltmenin gerekliliğinden söz eden Goldmann, Marksizmin krizinin Aydınlanmanın ‘insansal’ değerlerine geri dönülmesiyle aşılacağını iddia ediyor. Ona göre, “Sosyalist toplumlarda, biçimsel özgürlük, eşitlik ve hoşgörü kavramları tehdit altında olduğundan hem burjuva hem de batılı sosyalist düşünürler, Aydınlanma tarafından benimsenen dünya tasarımının köhnemiş ya da gereksiz biçimde yargılanmaması gerektiğini, önemle korunması gereken değerleri kutsal bir şey gibi saklamanın sosyalizmin bugün karşılaştığı acil sorunlardan biri olduğunu görmek zorundadırlar.” [13] Bundan sonra da şu sonuca varmaktadır Goldmann: “Marx’ın ruhuna bağlı kalmak isteyen sosyalist kuramcılar ve politikacılar sosyalizmin bu değerleri başka bir yere nasıl yerleştireceği ve onları değişik bir toplum biçimi içinde nasıl yaşama geçireceği sorusunu yanıtlamak zorundadırlar.” [14] Krizin kısmi ölçüde aşıldığı görüşünde olduğunu da şu sözlerinden anlıyoruz: “Batı insanı, aralarında en başta sosyalistlerin bulunduğu eğitimli sınıflar aracılığıyla Aydınlanma düşüncesinin eşitlik, özgürlük ve hoşgörü gibi önemli kavramlarını yaşatmanın insan yaşamındaki büyük değerinin farkına varmıştır.” [15]
Marksizmin krizinin bir anlamda Aydınlanma ile ilişki içinde olmasından kaynaklandığı söylenebilir, ama Goldmann’ın söylediğinin tersine, Aydınlanmanın temel zihinsel kategorilerinin Marksizme dahil edilmesiyle krizin aşılacağı oldukça tartışma götürür bir vargıdır.
Engels 1878’de Aydınlanmacılığa ilişkin, “her yeni teori gibi, kökleri ekonomik olguların derinliklerine daldığı ölçüde, ilkin daha önce varolan düşünler temeline bağlanmak zorunda kalmıştır”[16] diye yazarken Aydınlanma ile Marksizmin ilişkisine işaret ediyor ve Marksizmin, hazırdaki düşünce malzemesine veya Aydınlanmanın teorik mirasına bağlandığını belirtiyordu. Engels, Saint-Simon’a atfen şunları yazıyor: “Fransız devrimini soyluluk, burjuvazi ve varlıklı-olamayanlar arasında bir sınıf savaşımı olarak tasarlamak, 1802 yılında en dahicesinden bir buluştu.”[17] Marx, “Fransız üçlemesi” diye anılan çalışmalarında da aynı açıklama tarzını izler.[18]
Aydınlanma ile Marksizmin ilişkilerini, Aydınlanmayı bir tarihsel durum olarak almak ve Engels’in de belirttiği gibi, Marksizme kaynaklık etmesinde aramak gerekir. Goldmann’ın bakışı daha farklıdır: Modern sosyalizm, Aydınlanmanın –Rousseau’nun da yer aldığı– köktenci kanadına daha yakındır. O zaman şunu söylemek yerinde olacaktır: Marksizmin Aydınlanmacı ‘yanını’ Goldmann (tarzı yaklaşım) temsil eder.
5.
Aydınlanma düşüncesi, belirli bir tarihsel dönemde Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşanan bir süreç içinde ortaya çıkmış ve ülkelerin kendi özgüllüğüne göre adlandırılagelmiştir. Aydınlanmacılık, 17. yüzyıl İngiltere’sinde ortaya çıktıktan sonra[19] toplumların ekonomik yapısına, kültürlerine ve geleneklerine göre şekillenerek bütün Avrupa kıtasına ve giderek dünyaya yayılmıştır.
Daha önce Aydınlanmanın hızla yükselen bir milliyetçiliği de beraberinde getirdiğini belirtmiştim. “Milliyet ilkesi, tüm devlet bencilliğinin dışa vurumudur ve milliyet ilkesi Fransız devriminin başarısızlığa uğrama nedeni oldu demekle özgün hiçbir şey söylenmiş olmaz, çünkü Yunanistan ve Roma’nın çöküşüne de bu ilke yol açmıştır.”[20] Engels, bunun bir zorunluluk olduğuna işaret ediyordu: “Burjuvazinin, olgunlaşmış ve devşirmeye hazır bir duruma gelmiş kazanımlarının güvence altına alınabilmesi için –tıpkı 1793’de Fransa’daki ve 1848’de Almanya’daki gibi– devrimin amacından çok ileri götürülmesi gerekiyordu. Öyle görünüyor ki, burjuva toplumun evrim yasalarından biri de budur.”[21]
Aydınlanma, tarihsel bir zemine oturur, fakat Aydınlanmanın etkisi, ‘Aydınlanma’ sözcüğünün düşündürdüğünü aşacak kadar önemlidir. Collingwood’un belirttiği gibi, Aydınlanma temelde dine karşı polemikçi bir hareket, bir savaş olarak hiçbir zaman kaynağından daha yukarı çıkamadı ve Voltaire onun en ıralayıcı anlatımı olarak kaldı.[22]
[1] F. Engels, Anti-Dühring, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., s. 369-370
[2] L. Goldmann, Aydınlanma Felsefesi; Çev.: Emre Aslan, Doruk Yay., Ankara 1999, s. 20
[3] A.g.e., s. 23
[4] R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Çev.: Kurtuluş Dinçer, Gündoğan Yay., Ankara 1996, s. 111
[5] L. Goldmann, a.g.e., s. 79
[6] A.g.e., s. 55
[7] A.g.e., s. 21
[8] A.g.e., s. 75
[9] L. Goldmann, “Trajik Görüş: Tanrı”, Çev.: A. O. Alayoğlu, Ö. Yakupoğlu, Teori ve Politika 17, Kış 2000, s. 122
[10] L. Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, a.g.e., s. 118
[11] K. Marx, F. Engels, Din Üzerine, Çev.: Kaya Güvenç, Sol Yay., Ankara 1995, s. 325
[12] Bu konuda bak.: V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Çev.: A.Tokatlı, Sosyal Yay., İstanbul 1976, s. 218
[13] L. Goldmann, a.g.e., s. 128-129
[14] A.g.e., s. 129
[15] A.g.e., s.126
[16] F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: Öner Ünalan, Sol Yay., Ankara 1998, s. 36
[17] A.g.e., s. 40
[18] Örneğin, A. Cornu’ya göre, “Bruno Bauer’in Fransız devrimi konusundaki eleştirisinde Marx, bu devrimin B. Bauer’in düşündüğü gibi özgürlük ve eşitlikten yana bir savaşım değil ama burjuvazi ile eski rejim yandaşları arasında uçsuz bucaksız bir sınıf savaşımı olduğu gerçeğinden yola çıkar.” (Auguste Cornu, “Kutsal Aile”, Çev.: Kenan Somer; K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1994 içinde, s. 296)
[19] Bu süreç, materyalizmin ortaya çıkışıyla aynı döneme rastlar. Marksizmin kurucularına göre, “17. yy’dan beri, modern materyalizmin beşiği, İngiltere’den başka bir yer değildir”.
[20] Marx, Engels, Kutsal Aile, a.g.e., s. 298
[21] Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, a.g.e., s. 22
[22] R. G. Collingwood, a.g.e., s. 113