Şeyda Demirci
Gazze’ye yardım götürmek üzere yola çıkan ve
İsrail’in şiddetine uğrayanlara, katledilenlerin anısına saygıyla…
20. yüzyılın sonlarından itibaren kapitalizm Marksizm karşısında zafer bayrağını dikerken, neoliberalizmin kıskacında yeniden kurulan dünyada, eski dünyanın ideolojileri zayıfladı, temsil ettikleri değerler deforme oldu. Siyah/beyaz ayrışma geçerliliğini yitirirken, dejenerasyona uğramış radikal sol, İslam ve hatta milliyetçilik gibi ideolojilerde “grilik” geçer akçe oldu. “Sol” tek başına özne/varlık olmaktan çıktı; özelikle Türkiye’de, aralarında sadece ton farkı olabilecek ulusalcılık ve liberalizm sanki birbirinden çok farklı iki ayrı kutbu temsil ediyormuş gibi bir yanılsama gündeme geldi. (Teori ve Politika‘nın 51/52. sayısında Metin Kayaoğlu’nun “Ne liberalizm ne ‘derin’ liberalizm” ve Agah Akyazıcı’nın “Sol liberaller ve liberal solcular” başlıklı yazılarının bu konularda derinlemesine bilgilendirici olduğunu not etmekte yarar var.) Bu süreçte ulusalcılık ve daha baskın olarak liberalizm solu deforme edip kendi tarafına çekmeye çalışırken, bu ikisinin Batıcı ve Aydınlanmacı bakış açılarıyla aynı kökten geldiği ancak devleti esnetme, dünyada genelgeçer değerlerle bütünleşme konusunda farklılaştığı görülür.
Halihazırda dünyada baskın olan liberalizmin Türkiye’deki yandaşları Batı’nın siyasi ve ekonomik yönlendirmelerini kayıtsız şartsız kabullenmeyi savunur; daha muhafazakar ve eski dünyanın değerlerini taşıyan ulusalcılık ise yine “Batı medeniyeti”yle bütünleşmeyi ama AB gibi yapıların ulus-devletlerin işlerine fazla karışmamasını ister. İronik bir ifadeyle, liberalizm Batı’yla “yılış/yıvış” bir ilişi kurmak, Batı’nın “kelam ve eylemine kayıtsız şartsız biat etme”kten, ulusalcılık ise daha “onurlu bir beraberlik”ten yanadır.
Bu arada, bu noktada bir parantez açıp, dünyada da ulusal/milliyetçi duruşa bakmakta yarar var. Avrupa’da, milliyetçi partilerin AB yapısını istemedikleri, AB’nin genişlemeci yeni dünya düzeni politikalarından rahatsız oldukları bilinmektedir. Nitekim, birkaç yıl önce bir kazada ölen (kazanın Mossad tarafından düzenlendiği spekülasyonları olmuştu) Avusturyalı aşırı milliyetçi lider Jörg Haider’in ABD ve müttefikleri tarafından katledilen Irak eski lideri Saddam Hüseyin’e destek çıkmış olması da bu bakış açısının çarpıcı bir örneğidir. Hatta Haider Saddam’a destek amacıyla savaştan önce Irak’ı ziyaret etmiştir. Sadece Türkiye’de değil Batı’da da, normalde solun karşı cephesinde yer alan milliyetçi kesimin söylemi/tavrı ilginç bir biçimde anti emperyalist duruşla çakışabilmektedir. Avrupa’da milliyetçi kesimin neoliberal AB politikalarıyla karşı karşıya geldiği bir başka örnek ise, yakın zamanda İsviçre’de camilere minare konulup konulmamasıyla ilgili referandumda minareye “hayır” denmesi için milliyetçi partinin yürüttüğü kampanyaydı. Nitekim referandumda minareye “hayır” oyu çıkarken, AB’nin bu kararı kınadığı görüldü. Neoliberal düzen bir yandan mikro milliyetçilikleri kışkırtırken, bir yandan da ekonomik ve siyasi yayılmacılık önünde engel teşkil edebilecek makro düzeydeki milliyetçilikler/ulusalcı girişimlere karşı çıkar. En çarpıcı örneği eski Yugoslavya’da görüldüğü gibi, ilk başta milliyetçi kışkırtmalarla halklar birbirlerine boğazlatılmış, ülkenin dağılmasıyla ortaya çıkan gecekondu devletçiklere bu kez “hadi öpüşüp barışın” denilerek, neoliberal/emperyal düzenin gözetiminde, halen mikro düzeyde milliyetçiliklerin hüküm sürdüğü ama genel olarak tümünün iplerinin de düzenin elinde olduğu bir yapı ortaya konulmuştur. Aynı şekilde Irak’ta da, çeşitli etnik fraksiyonlar ne bir arada ne de ayrıdır; kuzeyde tam bir devlet olmasına da izin verilmeyen derme çatma bir Kürt idaresi oluşturulmuş, ülkenin genelinde de gecekondu, sözde bir merkezi yapıya yer verilmiştir. Tüm bunlara bakıldığında aslında bunlar ne “idare”, ne “yapı”, ne “özerk” ne şu ne budur. Bunları birtakım “şeyler” olarak tanımlamak doğru olur. (Zaten güçlü bir devlet yapısına sahip, emperyal düzene iyi kötü kafa tutan İran’ın da çıbanbaşı olarak görülmesinin nedeni “şey”leşememesidir.)
Öte yandan AB, ABD/İsrail’in BOP v.b. süreçlerle başlayıp AKP’yle ivme kazanan liberal rüzgârların devletin temellerinde değilse bile en azından yüzeyde birtakım sarsıntılara yol açtığı Türkiye’de de bu tabloya benzer şekilde, farklı yerlerde duran akımların ortak hoşnutsuzluklardan dolayı aynı söylemleri geliştirdiklerine tanık olunabiliyor. Başka bir ifadeyle, ulusalcı-Kemalist kesim liberal rüzgârlarla Türkiye’ye taşınan Batılı siyasi ve ekonomik dayatmaları/talepleri “emperyalist emeller” olarak görürken, Marksist/devrimci sol da çok farklı ideolojik nedenlerle de olsa aynı kaygıları dile getirmektedir. Tahteravallinin diğer ucunda oturan ve konjonktür gereği halihazırda eli daha güçlü gözüken liberal kesim için ise ulusal sözcüğü adeta şeytani bir şeylerin ifadesidir.
Bu arada, aynı ağacın farklı dallarını andıran ulusalcı-Aydınlanmacılarla, liberal-Aydınlanmacı kesimin rahatsız oldukları siyasi şablonları (birincisi için dincilik, ikincisi için ulusalcılık) ister Türkiye sınırları dahilinde ister dışında olsun, her olaya uydurmaya çalışmak bazen ciddi cehalet örnekleri sergileyebiliyor. Örneğin, ulusalcı-Aydınlanmacı kesimin AKP’nin politikasını İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ınkiyle bir tutması ne kadar saçmaysa (AKP’nin Davos şovu, Mavi Marmara’da Siyonistlerin katlettikleri eylemciler üzerinden sözüm ona atraksiyonlar yapmaya çalışması ancak TV kanallarındaki “İsrail’e karşı mı değil mi” tarzı laklakların konusu olabilir), Batı’nın neoliberal siyasi ve ekonomik modeline karşı çıkan her tür hareketi “şeytani ulusalcılık”la yaftalama derdinde olan liberal kesim de sapla samanı karıştırabilmektedir. Nitekim, küresel finans kapital sistemin son kurbanlarından biri olan Yunanistan’da halkın ayaklanmasıyla ilgili haberlere “Antik Yunan ulusalcılığı” olarak başlık atan liberal Taraf gazetesinin bu bakış açısı, savundukları şablonları her olaya, ülkeye uyarlamaya meraklı, tahteravallinin liberal kanadında oturanların absürdlüğüne güzel bir örnektir (Burada, Ahmet Hakan’ın Hürriyet’teki “Türkler neyi beceremez” yazısında, yüzde yüz doğru bir gözlem olan ve aslında sosyal yaşamla ilgili olarak söylenen “Türkler abartmamayı beceremez” sözünü hatırlatırsak biz de abartmış olur muyuz acaba?). Bu yaklaşım tabii ki, Türkiye’deki siyasette belli karşılığı olabilecek kaygıları önüne gelen her ülkeye, yalan yanlış taşıma telaşından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, yukarıda verilen birtakım örneklerden de yola çıkarak şunu belirtmek gerekiyor: Emperyalizm karşıtı sözler, dile getirilen kesimlere göre farklı çağrışımlar yaratabiliyor. Örneğin, “ABD defol, bu vatan bizim” sloganı hem İşçi Partisi hem de “Parti-Cephe” tarafından kullanıldığında, sloganı kimin dile getirdiği, hangi kesimin hangi politik kaygılarla bu sloganı benimsediği önem kazanıyor. Tıpkı özgürlük/özgürleşme gibi kavramların da bir liberalle, devrimci bir solcu açısından çok farklı çağrışımlar yaratması gibi… Ancak tabii ki, burada konu liberallerin, ulusalcıların neyi nasıl değerlendirdiklerini, ortak/farklı noktalarını incelemek değil… (Nitekim yakın zamanda meydana gelen gemi olayında, İsrail’i (mecburen) kınamakla beraber arkasından hemen bir ‘ama’ eklenmesi, Kürt sorunu v.s. gibi iç sorunlar dışında her iki kesimin de aslında özünde pek de farklı olmadığını göstermiştir.)
Tüm bu ideolojik çekiştirmelerin arasında kalan sola gelince, solun özü ‘insan’ değil toplumsal temelde ezilenlerdir. Sol her şeyden önce Aydınlanmacı kaygıları bir tarafa koyup Hamas’ı, Gazze’ye yardım götüren radikal İslamcıları desteklemelidir. Filistinliyi sahiplenirken de, Türkiye solunun geçmişteki Filistin dayanışmasından bağımsız bir yaklaşımla bunu yapmalı, Hamas vurgusunda ısrarcı olmalıdır. Kısacası Filistin davasına, bu halkın yıllardır İsrail’in zulmü altında yaşam mücadelesi verdiği ancak günümüz koşullarında özellikle Hamas’tan dolayı cezalandırıldığı göz ardı edilmeden, açık ve net bir dille sahip çıkılmalıdır. Geçmişte Marksist temelde direniş hareketleri günümüz koşullarında radikal dinci motiflere evrilmişse, solun bunu reddetme hakkı, daha doğrusu lüksü yoktur. Sol “İslamcı” olmadan Hamas’ı, Hizbullah’ı, İslami motifli direnişleri, küresel ekonomik sistemdeki tıkanıklığı aşamayan Siyonist Batı’nın yeniden hedef tahtasına koyduğu İran devletini (halkını değil, son derece net bir dille devletini hatta Ahmedijad’ı) desteklemekle yükümlüdür.
Bunun dışında solun, son zamanlarda devletle hesaplaşıyormuş gibi görünen liberal kesime, “özgürlükçü solcuları” saymazsak, mesafeli ve hatta eleştirel bir yaklaşım benimsediği görülür; liberallerin eleştirilerinde haklı yönler olmakla beraber, neoliberal düzenle fazla haşır neşir olmuş bu kesim sırf devletin milliyetçi uygulamalarına biraz daha eleştirel gözle yaklaşıyor diye solun sempatisine mazhar olamaz. Ulusalcı kesimin milliyetçi söylemi her ne kadar rahatsız edici olsa da sözde-karşı tarafta duran liberallere göz kırpmak solun işi değildir. Ancak burada da bir parantez açmak gerekir. Ezilen Kürdün liberalliğiyle bir Türkün liberalliği elbette ki aynı kefeye konulamaz. Türkün liberalliği sola uzak ama Kürdün liberalliği yakındır. Ezilen kimliğindeki Kürt her şeye rağmen devrimci ruhunu kaybetmemiştir. Nitekim ezilen Kürtler, AKP’nin Kürtleri yanına çekme planının bir parçası olan arabesk “açılım”, bir tür halkla ilişkiler çalışması olarak da görülebilecek, liberallerin övgülerine mazhar olan girişimlerine soğuk bakmıştır. (Zaten derme çatma liberalliğe soyunan hükümetin konunun gerçek muhatabı olan Kürt siyasileri es geçip, kendisini destekleyen liberal yazar çizerlerden şarkıcı, oyuncu v.s.’ye kadar herkesle oturup muhabbet etmesi gibi tuhaf davranışları ancak pespaye bir vodvil olarak tanımlanabilir.)
Oysa liberal Türkün dünya düzeniyle bir derdi yoktur hatta ondan ziyadesiyle memnundur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin katı kurallarını biraz esnetmesi liberal Türk için yeterlidir. Öte yandan, toplumda ulusalcı kesimde ise, dünyanın gidişatından şu veya bu nedenle ciddi şekilde rahatsız olan kesimi topyekün reddetmek hatalıdır. Türkiye’de sol, radikal İslamcılara, mücadele edenlere yakın durmalı, aynı zamanda toplumun yeni dünya düzeninden hoşnutsuz kesimlerini de göz ardı etmemelidir. Liberallerle haşır neşir olmak ise ancak kendilerini “özgürlükçü sol” olarak tanımlayan deformasyona uğramış kesimlerin işi olabilir. Kısacası sol kendi özünden ödün vermeden, farklı ideolojilerde de olsa ezene başkaldıranın yanında olmakla yükümlüdür.