Ana SayfaArşivSayı 53İlkel Komünizmin Gizemini Çözmek

İlkel Komünizmin Gizemini Çözmek

“Demystifying Primitive Communism” In Civilization in Crisis: Anthropological Perspective, Vol 1: Dialectical Anthropology: Essays in Honor of Stanley Diamond, ed. Christine Gailey. Gainesville: 1992, University Pres of Florida.

 

 

 

İlkel Komünizmin Gizemini Çözmek

 

Richard B. Lee

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Bir kulübe dolusu aç yerli [Iroquois] yiyeceği henüz tümüyle tükenmemiş bir başka yerli grubuyla karşılaşırsa, yiyecekleri henüz tükenmemiş olanlar, insana yaraşır şekilde ve büyük bir ruhsal içtenlikle, kendilerini yardım ettikleri kişilerle aynı yok olma tehlikesine maruz bırakıyor olmalarına rağmen ellerinde kalan çok az miktardaki yiyeceği kendilerinden talep edilmeden ötekilerle paylaşır.

(Joseph-Francois Lafitau, Customs of the American Indians)

 

Hiçbirinin [Ainu] açlıktan ölmediği ama ölmesi halinde bile bunun ancak varlıklılar ve yoksulların, zenginler, fakirleri desteklerken ellerindeki tüm kaynakları tükettikten sonra birlikte yok olmayla gerçekleşebileceği söylenir.

(Watarashima In Takakura, The Ainu of Northern Japan)

 

Genel olarak, Nuer köyündeki kimsenin, herkes açlık çekiyor olmadığı sürece açlıktan kıvranmayacağı söylenebilir.

(E. E. Evans-Pritchard, Kinship and Marriage among the Nuer)

 

Genel nokta … ilkel toplumların tekdüze bir şekilde komünal bir ekonomik zemine sahip olmasıdır; arkaik ve modern toplumlarda bildiğimiz haliyle insanın insanı sömürüsü yoktur. … Bu yüzden, olayların normal seyri sırasında ilkel toplumda, hiçbir insanın bir başkası yerken açlık çekmesi

gerekmediğini görürüz.

(Stanley Diamond, In Search of the Primitive:

A Critique of Civilization)

İlkel Komünizm – basit bir kavram olmasına rağmen tam da tedirginlik ve sıkıntı yaratan kelimeler: ilkel, yüklü bir kelimedir; ama komünizm çok daha yüklüdür. Peki neden böyledir? Komünizm elbette Ronald Reagan’ın Amerika’sında baş düşmandı; ama bu, kavramın neden onu daha ziyade görmezden gelen pek çok Marksist de dahil olmak üzere pek çok akademisyen için böylesine sıkıntı yarattığını açıklamaz. İlkel komünizmin on dokuzuncu yüzyılda ve hatta yirminci yüzyılda tamamen kabul edilebilir bir kavram olduğu düşünüldüğünde özellikle tuhaftır. 1910-1930 döneminde, komünizmden ve komünist toplumlardan bahsederken herhangi bir mazeret sunmayan ya da “komünizm” kelimesini çift tırnakla ifade etmeyen antropologlara rastlamak kolaydır.

Terimin duygusal yüküne rağmen, açıkladığı fenomen hakkında büyük bir gizem de yoktur. Devletin ortaya çıkışı ve toplumsal eşitsizliğin güçlenmesinden önce insanlar bin yıl boyunca küçük ölçekli, kandaşlık temelli toplumsal gruplar halinde yaşadılar ve bu gruplarda ekonomik yaşantının çekirdek kurumları arasında toprak ve kaynaklar üzerinde kolektif veya ortak mülkiyet, yiyeceğin dağıtımında genel karşılıklılık ve görece eşitlikçi politik ilişkiler yer almaktaydı. Çeşitli varyasyonlara sahip bu temel model, Murdock’un Ethnographic Atlas (1967) eserinde açıklandığı üzere, kelimenin tam anlamıyla yüzlerce devletsiz toplumda gözlemlenmiştir. Topluluklar, kabileler ve bazı şeflikleri de içeren bu toplumlara çeşitli adlar verilmiştir: vahşilik, devletsizlik, devlet öncesi, yazı öncesi, kandaş, ilkel… aslına bakarsanız komünist dışında her şey; ama altta yatan temel ilkeler aynıdır. Önümüzdeki görev iki aşamalıdır: ilk olarak fenomenin kendisini keşfetmek ve içeriğini belirlemek; ikinci olarak ise ilkel komünizm kavramının neden bu kadar tedirginlik yarattığını araştırmak.

Önce ikinci soruya cevap verecek olursak: açıktır ki bu, burjuva ideolojisiyle çelişki içindedir. Burjuva ideolojisi, ilkel komünizmin varolmadığına inanmamızı sağlamıştır. Popüler bilinçte, romantizmle, egzotizmle sarmalanmıştır: soylu vahşi. Karşıt görüşlüler “Hey, gerçekten komünist olduklarına inanmıyorsun değil mi?” derler. Antropolojide, ilkel olanı Hobbesçu varlık, ilkelin yaşantısını ise “pis, hayvani ve kısa” gösterme yönünde hatırı sayılır bir sektör vardır.

Günümüz Batı düşünce ikliminde, geç kapitalizm dönemi entelektüelinin kinizmi ve kültürlülüğünün cazibesine kapıldığı için kimse yoksulluğa düşmeyecektir. Kimse romantizmle, hadi onu geçelim ilkel türü bile olsa komünizme karşı yumuşak olmakla suçlanmak istemez.

Çoğu entelektüelin ve hatta Marksistin, burjuva söylem tarafından oluşturulan bir arazide iş görmesi kapitalist hegemonyanın bir veçhesidir.

Çoğu Marksist, ilkel komünizmin önemini veya varlığını ve prekapitalist toplumsal formasyonlarda özel mülkiyetin merkezi bir ilke olarak varolmayışını kabul edemez. Aşağıdaki argümanlardan bir veya birkaçına sığınırlar:

1. Kapitalizm her şeye nüfuz eder. Bu nedenle ilkel komünizm, varolsa bile sosyalizm mücadelesiyle ilişkisizdir.

2. Kapitalizm her şeye nüfuz eder. İlkel komünizm varolsa bile, sermaye tarafından bir emek/meta üreten rezerv olarak muhafaza edilen kuşatılmış bir yapı olarak varolur.

3. İlkel komünizm yoktur ve hiç varolmamıştır.

Bu neo-Marksist düşünce türü, bir dizi eserinde açık bir ilkel komünizm vizyonu ortaya koymuş olan Marx ve Engels’in görüşlerinin kendisiyle çelişki içindedir. Ama, kapitalist olmayan insanları kendi tarihleri ve özerkliklerinden mahrum bırakır. Amilcar Cabral’ın öne sürdüğü gibi, Afrika halklarının tarihi ve özerkliği vardı ve yeniden elde edilmelidir. Cabral ironik soruyu sorar: İnsanoğlunun şimdiye kadarki tarihi sınıf mücadelesi tarihi ise, bu durumda sınıfların olmadığı toplumsal formasyonlar nereye yerleştirilir –tarihin dışına mı?

Sınıf öncesi toplumlardaki mülkiyet ilişkilerini anlamak için öncelikle ilkel komünizm kavramını açmalı ve kuşatıldığı ideolojik matristen kurtarmalıyız. Ayrıca, ilkel komünist geçmiş ve devrimci komünist geleceğin son derece farklı iki varlık olduğunu ve birincisinin gerçekliğinin hiçbir surette ikincisini kabul edip etmememize bağlı olmadığını anlamalıyız.

İlkel Komünizm Var mıdır?

İlkel komünizm: Bu terim, temel kaynaklar üzerinde kolektif hakkı, miras yoluyla geçen statünün ya da otoriter yönetimin olmayışını ve insan tarihindeki sömürüye ve ekonomik katmanlaşmaya öngelen eşitlikçi ilişkileri ifade eder.

(Eleanor Leacock, in Bottomore et al.,

A Dictionary of Marxist Thought)

Leacock’un da kaçınamadığı gibi, bu tür tanımların bir sorunu da olumsuz terimlerle ifade ediliyor olmalarıdır: otoriter yönetimin bulunmayışı, sömürünün bulunmayışı, vb. İlkel komünizm konusunda yazan herkesin bir devletli toplum üyesi olması temel hususu nedeniyle bu tür kullanımlar kaçınılmazdır. Hepimiz devletler içerisinde yetiştirildik ve devlet ideolojilerine gömülmüş durumdayız (bkz. Sacks 1976; 1979). İlkele ilişkin düşüncemiz iki parçalıdır: biz ve onlar; biz modernizdir, onlar geleneksel; veya biz gelişkinizdir, onlar geri.

Kültürel antropolojinin temel avantajlarından biri de bu ikiye bölünmüş düşünce tarzını parçalamış olması ve ilkelleri kendileri olarak ve kendi terimleriyle ele almasıdır. Antropolojide, “kültürel rölativizm” değerli bir girişimdir. Ama kültürel rölativizmin de problemleri vardır çünkü son derece tarih dışı bir kavramdır. Tüm kültürlerin eşit değere sahip olduğunu, hepsinin biricik olduğunu söylemek yeterli değildir, çünkü bu tür ifadeler, tarihi yok sayar, toplumsal evrimi yok sayar ve hepsinden önemlisi de emperyalizmi yok sayar.

Bence asıl soru, aşağılayıcı değer yargılarına başvurmaksızın, basitten karmaşığa doğru kesin toplumsal evrim sıralamasına nasıl yaklaştığımızdır. İlkeli kötü olarak gören ırkçılık türü ile tüm kültürleri eşit değerde ve biricik gören kültürel rölativizm arasında, ilkeli tarihsel olarak değerli ve uygulanabilir bir toplumsal sistem olarak görecek üçüncü bir yol olmalıdır.

Stanley Diamond, “ilkel” nosyonunu bilinçten silmek için uygarlığın insan gerçekliğine empoze ettiği çarpıklığın düzeyini yakalamıştır:

Benim inancıma göre, ilkel, antropolojideki kritik terim, alanın etrafında döndüğü dünya olmakla birlikte anlaşılması zor kalmakta, birbiriyle ilişkili bir dizi toplumsal, politik, ekonomik, ruhsal ve psikiyatrik anlamı ima etmekte ama asla tümüyle açık bir şekilde göstermemektedir. Yani, ilkel, belirli bir düzeyde tarihi ve belirli bir kültürel varlık modunu ima eder.Bu kültürel varlık modu, uygarlığın süreçleri tarafından sürekli olarak yok edilmekte veya sönümlendirilmektedir ve bu durum, genellikle kabul edebileceğimiz veya etmeye gönüllü olacağımızdan daha radikal gelişmektedir; sonuç olarak, tanımlanabilir, kültürler arası, uygarlaşma öncesi ve evet, a priori insan olasılığı imgesi, pratik olarak kavramsal sözlüğümüzden çıkmıştır. İnatçı kültürel rölativizm, kültürel determinizm ve toplum bilimcilik, kısmen ve her biri kendi içerisinde, kendisi hakkında hangi soruları soracağını unutmuş bir uygarlığın rasyonalleştirmeleridir. (Diamond 1974)

Devlet öncesi toplumlarda ağır basan bir politik otorite yoktu. Her türden politik güç zayıftı. Kararlar, dağınık bir şekilde, genellikle demokratik olarak, konsensus yoluyla, yaşlılar tarafından, aile grupları tarafından ve bir dizi diğer yöntemle alınıyordu. Toprak üzerinde özel mülkiyet yoktu; toprak ortak veya kolektif olarak, yani herkes tarafından veya kandaş gruplar tarafından elde tutuluyordu; toprağın bireyler tarafından elde tutulduğu durumlar nadirdi. Üretim, değişimden ziyade kullanım içindi. Ne pazar ne de para vardı. Değiş tokuşun olduğu durumlarda, paylaşım ve karşılıklılık temel alınıyordu. Konukseverlik kanunu güçlüydü; bunun da ötesinde, çiğnenemezdi. Varlık biriktirmeye karşı güçlü yaptırımlar vardı. Liderler vardı ancak varoldukları durumda biriktiriciler değil yeniden dağıtıcıydılar. Varılan statü ayrımlarının temelinde yaş, cinsiyet ve yerellik yer alıyordu. Tüm nüfus, üretim ve yeniden üretim araçlarına ulaşma hakkına sahipti. Marx’ın da ortaya koyduğu gibi, “Aynı zamanda çalışan bir sahipler topluluğuydu.” Ekonomik sınıflara bölünmüşlük yoktu.

Resmi çok fazla gülle donatmış olmamak için hemen söylemem gerekir ki, bazı devlet öncesi toplumlarda eşitsizlik filizleri vardı, şefler, itibarlı aileler, varlık farklılıkları ve kölelik vardı. Kuzey Batı Sahili Kızılderilileri buna bir örnektir; ve Kuzey Amerika, Afrika ve Polinezya’daki pek çok toplum bu modeli izlemiştir. Bununla birlikte, toplayıcı toplumlar yığını da dahil olmak üzere bu kurumların bulunmadığı veya yalnızca küçük bir ölçekte bulunduğu yüzlerce başka toplum vardır. İlkel komünizm kavramına dair argümanımın geçerlilik kazanabilmesi için, devlet öncesi tüm toplumların mükemmel derecede eşitlikçi olduğunu göstermem gerekmez, bunların büyük bir çoğunluğunun kriterlerin çoğuyla ilgili tanımlara uyduğunu göstermem yeterlidir.

Söz konusu şefli veya rütbeli toplumlar bile hiçbir şekilde komünizmin tüm kurumlarını terk etmemişti. Çoğu, toprağı ortak mülkiyet olarak kabul etmeye ve karşılıklı ekonomik ilişkileri uygulamaya devam etti. Bu nedenle, bu tür toplumları yarı-komünal olarak tanımlayacağım.

Tarihsel materyalizm, özelliklerin bu dikkat çekici gruplaşmasının tesadüfi olması yönündeki iddianın kabul edilmesinden ziyade, ilkel toplumda üretim tarzıyla yakından bağlantılı bir kültür çekirdeği olduğunu öne sürer. Bu çekirdek, kendi Batılı kapitalist kültürümüzden çok daha uzun ömürlüdür. Ayrıca tarihsel materyalizm bu kültür çekirdeğinin komünist olduğunu da öne sürer: temel kaynaklar üzerindeki kolektif hak ve eşitlikçi politik kültür.

Komünizmin sözlüklerdeki tanımına göre atalarımız komünistti.

Morgan ve Kanıt

İlkel Komünizmin baş mimarları olarak ne Marx ya da Engels, ne de Fourier veya Saint-Simon görülebilir. Bu onur, Rochester’li bir etnolog ve burjuvazinin sadık bir üyesi olan Lewis Henry Morgan’a aittir. Son kitabı olan Houses and House-Life of the American Aborigines (1881) adlı çalışmada, Morgan, ilkel komünizmin kavramsallaştırılması ve belgelendirilmesine yüz sayfadan fazla ayırmış ve bunu “yaşayan komünizm” olarak adlandırmıştır (Morgan [1881] 1965: 63-65).

Morgan, kavramı neredeyse utanarak, konukseverlik kanununun bir uzantısı olarak tanıtır ve argümanını sunuşu sırasında geçerken bu “yaşam planının … dikkatli bir şekilde çalışılmadığını veya değerinin tam olarak anlaşılmadığını” belirtir ([1881] 1965: 61). (Aynı durumun yüz yıl sonra bugün de geçerli olduğunu ekleyebiliriz.)

Yerli Amerika’da ziyaretçilere konuksever davranma zorunluluğunun evrensel bir şekilde varolduğuna dikkat çeken Morgan bu fenomeni açıklamaya çalışır:

Amerikan yerlileri tarafından uygulanan konukseverlik kanunu, geçim olanaklarını nihai olarak eşitleme eğilimine sahiptir. Bir yerli köyünün bir ucunda veya bir kampın bir bölümünde, aynı köy veya kampın başka bir noktasında bolluk hüküm sürerken açlık ve yoksulluk varolamazdı. (Morgan [1881] 1965: 61)

Yaşayan komünizm sistemi nasıl ortaya çıkar? Argümanın daha çarpıcı olan modern formunda Morgan, bu geleneği, Marksistlerin üretici güçlerin düşük gelişmişlik düzeyi olarak adlandıracağı şeyden, Vahşilik ve Barbarlık tarzının ekolojik ve toplumsal sınırlamalarından türetmiştir:

Yaşayan komünizmin kökeni, barbarlığın Geç Döneminden önce yaşam mücadelesiyle tek başına baş edemeyecek kadar zayıf olan ailenin ihtiyaçlarında yatmaktadır.Pagan örgütlenmesinin hakim olduğu her yerde kan bağıyla bağlı pek çok aile, çoğunlukla ortak bir evde birleşmiş ve balıkçılık ve avcılık yoluyla ve ayrıca mısır ve öteki bitkileri yetiştirerek elde edilen yiyecekleri ortak bir şekilde depolamıştır.

Birkaç ailenin birlikte yaşayabileceği kadar büyük, birleşik çok bölmeli evler dikmişler ve bu sayede yerli dönemde Amerikanın her yerinde tek bir aile tarafından işgal edilen tek tek evler yerine, genel olarak büyük evler ortaya çıkmıştır. Bu erzak topluluğu ev halkıyla sınırlıydı; ama geçim araçlarının nihai eşitliği, bir dereceye kadar konukseverlik kanunuyla belirleniyordu. Büyük bir ölçüde, yaşayan komünizm Yerli kabilelerin durumunun zorunlu bir sonucuydu. Aslında, yaşamın hayati ve belirleyici sorunu olan geçim olanaklarını elde etme çabalarının birleştirilmesiydi. Bireysel birikim arzusu, en ufak bir şekilde uyanmamıştı. (Morgan [1881] 1965: 63)

Konukseverlik kanunu ve yaşayan komünizm nosyonları, karşı konulmaz bir etnohistorik veri barajıyla desteklenmişti. Morgan, tezini Avrupalıların Amerika kıtasıyla temasının en erken dönemlerine kadar belgelemek için Columbus’un seferlerine ilişkin on beşinci yüzyıl günlüklerine kadar geri gider. Diğer kaynakları arasında ise, de Soto, Sir Walter Raleigh, Cortes, Pizarro, Captain John Smith, Marquette ve Joliet, Lewis ve Clark, vb. gibi kişilerin günlükleri yer almaktadır.

Bu yüzyılın ilk dönemine ait antropologların çoğu, Morgan’ın terimleri kullanışını kabul etmese bile, toprak ve kaynaklar ortak mülkiyet altında iken taşınabilir mallar, yani aletler, silahlar, pişirme gereçleri, elde edilen yiyecek, bazen ağaçlar vb.’nin bireysel olarak sahiplenilebileceğini ekleyerek onun yaşayan komünizm tezini kabul etmiştir. Klasik etnografi raflarından rasgele seçilen birkaç örnek yeterli olacaktır.

Örneğin, A. R. Radcliffe-Brown, Andaman Adası sakinleri hakkında şunları yazar:

Aslında bir tür komünizme yaklaşıyor olsa da yerel grubun ekonomik yaşantısı özel mülkiyet kavramına dayanmaktadır. Ortak mülkiyet altındaki tek şey topraktır [!RBL] Yerel bir grubun av sahaları tüm gruba aittir ve tüm üyeler, bu sahaların herhangi bir kısmında avlanma konusunda eşit hak sahibidir. Bununla birlikte ağaçlara ilişkin kesin bir özel mülkiyet vardır. Sahildeki yerel gruplardan biri, ormanda kano yapmaya uygun bir ağaç görebilir.

Diğerlerine o ağacı gördüğünü söyleyecek ve özelliklerini ve yerini açıklayacaktır. O andan itibaren o ağaç onun mülkü kabul edilir ve üzerinden birkaç yıl geçip o ağacı kullanmasa bile başka biri, önce ağacın sahibinden ağacı kendisine vermesini istemeden o ağacı kesemez. (Radcliffe-Brown 1922:41)

Clark Wissler, “komünist” teriminden rahatsızdır; ama Indians of the United States adlı çalışmasında, Morgan’dan yarım yüzyıl sonra Morgan’ın görüşünün ana hatlarını Kabul etmiştir:

Teorik olarak, Yerli yaşam tarzında arzu edilir pratikler vardır. Gerçekten bir komünist değildi ama yiyecek konusunda cömertti. Yiyeceği olduğu sürece paylaşması beklenirdi. Efsanelerden öğrendiğimize göre her zaman bunu yapmadı ama bu hikayelerde yiyeceği saklayan her zaman felakete uğradığı için yapılması gerekenin yiyeceği paylaşmak olduğuna dair hiç şüphe yoktur. Bu bazen, yabancıların her zaman ateşinizin başında yeri hazırdır şeklinde özetleyebileceğimiz konukseverlik kanunu olarak adlandırıldı. Bununla birlikte, bu, yaylar ve oklar, birinin giysileri, ilaç torbası vb. gibi özel mülkiyete kadar genişlemedi. Kabilenin her üyesi istediği zaman yemek kabına gidebiliyordu, öyleyse neden yabancılarla bir şeyler verilmesindi? Pipo da konuğun hakkıydı; ve konuğuyla sigara içen ev sahibi bir arkadaş haline gelirdi ve bu şekilde davranmalıydı. Bir düşman bile ateşin başına ulaşırsa ve tehditte bulunmadan gelmişse güvendeydi. Ona yiyecek ve sigara verilmeliydi; bunun ardından hem ev sahibi hem de konuk birbirlerine karşı yükümlülük sahibiydi. (Wissler [1940] 1966: 281)

Indians of the Plains adlı çalışmasında Robert Lowie, Ova toplumunun demokratik yapısını vurgulamış ve onun eşitlikçiliğini Polinezya krallıklarının hiyerarşileriyle karşılaştırmıştır:

Ova Yerlileri ile Tahitililer arasındaki en önemli fark maddi mülkiyet ile ilgilidir. Tahiti’de, bir hükümdar ikinci dereceden insanların mallarına el koyabilecek durumdayken Ovada buna benzer bir eylem düşünülemezdi. Tam aksine, büyük bir adam, standartlarını ancak fakirlere karşı müsrif bir cömertlikle koruyabilirdi.

İtibar sahibi olmanın temeli, iyi bir savaş geçmişinin yanı sıra bu tür bir cömertlikti. Oglala’da şeflerin üst düzey bir prestije sahip olduğu bir toplum vardı ancak yeni bir üye kabul edildiğinde şef, özellikle dullar ve yetimler olmak üzere fakirlere bakmak zorundaydı. (Lowie [1954] 1963: 124)

Clyde Kluckhohn ve Dorothea Leighton, Navaho toplumu için, onları değiştirmeye çalışan girişimler karşısında bile çeşitli kolektif ve komünal mülkiyet biçimlerinin varolmaya devam ettiğini dikkatli bir şekilde gözlemlemiştir:

Navaholar arasında, belirli şeyler ‘komünal mülkiyete’ tabidir ve hiçbir birey ya da aile, kazanılmış veya münhasır haklara sahip değildir. Su kaynakları, kereste alanları ve kara pazı tarlaları (çiftlik hayvanları için mineral tuzu yerine kullanılır) Tüm Halka aittir ve bu mülkiyet türüne ilişkin kesin geleneklere uyulur. Birinin evinin bir mil kadar yakınında ağaç kesmek adetlere uygun bir davranış değildir. Bir kişi, kendisine ayrılmış su çukuru boşalmadığı veya yolculuğa çıkmadığı sürece başkasını kullanmaz. Bazı Navahoların ağaç ve su üzerindeki haklar açısından beyazların pratiklerini uygulama girişimleri, tüm yenilikler arasında en keskin şekilde karşı çıkılanlardır. (Kluckhohn ve Leighton 1962: 105-6)

Çağdaş yazarların bir kısmı ilkel komünizm kavramını yaygın olarak kullanır ancak terimi kullanma açısından belirgin bir isteksizlik sergiler. Marshall Sahlins, “Sociology of Primitive Exchange” adlı çalışmasında benim ilkel komünizm olarak adlandırdığım şey için “genelleştirilmiş karşılıklılık” başlığı altında kanıtlar toplamaya çalışmıştır (Sahlins 1972: 185-275). Bir şeyi karşılığında hemen bir şey beklemeden verme anlamına gelen genelleştirilmiş karşılıklılık kavramı, ilkel komünizmin ‘sosyal bilim(ler)’de bir veçhesini ifade eder ve bu nedenle hegemonik ideolojiye karşı daha az tehditkardır. Bana göre her iki terimin de temel anlamı aynıdır. Morgan’ın pozisyonunun diğer çağdaş ifadeleri için Diamond (1974), Morton Fried (1967), Leacock (1981) ve James Woodburn’e (1981) bakabilirsiniz. (Özellikle Leacock ve Diamond, kendi eserlerinde burada incelenen ideolojik zeminin büyük bir kısmını keşfetmişken Woodburn, ayrıntılı bir şekilde sağlam verilere odaklanmıştır.)

Eleştiriler

İlkel komünizme dönük kanıtlar bu derece açık ve yaygın ise, dünyadaki antropologların yarısı hangi gerekçelerle onu yok saymaya veya başka bir şekilde açıklamaya çalışıyor? Akademisyenlerin ilkel komünizmi ele alış ve ondan kurtuluşlarına ilişkin dört ana yönteme göz atalım.

Öncelikle, varolduğunu açıkça reddedebilirler. Bu eleştiri oldukça basittir: Yaptıkları tek şey son derece sorunlu olan insan doğası kavramını alıp şunu demektir: ‘Gelin insanoğluna bakalım: Saldırgandırlar, açgözlüdürler ve insanlar doğal olarak kendilerini hiyerarşiler halinde oluştururlar.” Bu popüler ve başarılı teknik, tüm kültürler ve doğa ile ilgili olarak burjuva toplumun değerlerini, paylaşıma uzak bireyciliğin değerlerini, iktidar arzusunu veya diğer varyantları temsil eder. Sosyobiyoloji, en dikkat çekici alandır.

Bu, zengin bir temel desteğe ve seçkin bir şecereye sahip ciddi bir entelektüel girişimdir. (“En güçlü olanın hayatta kalması” terimini ortaya atanın Darwin değil Herbert Spencer olduğunu anımsayalım) (Spencer 1866: 444). Bu durumda, ilkel komünizmden kurtulmanın ilk yolu, toplumun üzerinden atlayarak insan doğasının kendisine ulaşmak suretiyle onun varolduğunu reddetmektir. Bunun aksine Marksist pozisyon, insan doğasının toplumun bir ürünü olduğunu ve bunun sonucunda, burjuva insan doğasının köleci toplumdaki insan doğasından farkı olduğunu ve feodal toplumdaki insan doğasının Asyatik toplumdaki insan doğasından farklı olduğunu söyler. Bu tarih üstü değil tarihsel olarak oluşturulmuş bir öznedir.

İkinci bir eleştiri ise, ilkel komünizmin varlığını kabul etmek ancak küçümseyerek reddetmektir. Elbette argüman yürür, “Kalahari, Inuit, Mbuti’deki San toplumları eşitlikçidir; elbette toprak üzerinde özel mülkiyetleri yoktur; ama basittirler, çocukçadırlar ve onları bundan ne kadar çabuk uzaklaştırırsak o kadar daha varlıklı hale geleceklerdir. Büyüyerek yetişkin haline gelmeleri ve paranın, sıkı çalışmanın veya teknolojinin değerini öğrenmeleri gerekir.” Gelişmiş dünyada bu bakış açısı, ırkçılık ve etnosentrizm açısından ince bir kılıftır. Ama bu tür bakış açıları ne yazık ki hem sol hem de sağ eğilimli Üçüncü Dünya Ülkeleri olmak üzere Üçüncü Dünyada son derece popülerdir. Burada, utanma sorununa geri çekilir: İlkel çocukça ise gizlememiz gereken bir şeydir. Konuksever olmaları, yiyeceği paylaşmaları ve birbirlerini korumaları bir gurur kaynağı olmaktan ziyade utanmamız gereken bir durumdur.

Marksistler arasındaki üçüncü bir eleştiri de, ilkel komünizmin varolduğunu ancak konuyla alakasız olduğunu söylemektir. İlkel komünizm varolmuş olsun veya olmasın, artık kapitalizmin varolduğunu öne sürerler; kapitalist toplum, öncesindeki her şeyi süpürmüştür, bu yüzden ilkel komünizm yalnızca bir antikacılık ilgisi olabilir.

Marksistlere göre, “İlkel komünizmin daha önce varolup olmadığı önemli değildir, önemli olan gelecek için komünizmi kurmamız gerektiğidir.” Kendini adamış politik kişiler için bu düşünce ile uyuşmamak zordur ancak tüm hikaye bundan ibaret değildir. Bu üçüncü argümanın inanmamızı istediği kadar geçmişimizden azade değiliz ve dünya halklarının çoğunun bir ayağı hala komünal toplumdadır.

Bu temanın bir varyantı da, ilkel komünal formasyonların varlığı söz konusu olsa bile, bunlar tamamen sermayenin müsamahası ve aslında iradesi doğrultusunda var olduğudur. Üretim tarzlarının eklemlenmesi teorisi, prekapitalist toplumsal formasyonların, kapitalist sektör için yedek işgücü sağlamaya ve toplumsal yeniden üretim yükünü fabrika sahiplerinden “geleneksel” sektörlere kaydırmaya dönük yerleşim bölgeleri olarak korunduğunu öne sürer. Bu aşırı sömürünün klasik örneği olarak elbette Güney Afrika anılır.[1] Ama, Güney Afrika Bantustan’ının suni olarak korunan ve aşırı denetlenen yapıları ile örneğin Gana, Tayland, Filipinler, Botswana, Peru’da bulunanlar arasında çok fazla fark vardır.[2] Aksini öne sürmek, Üçüncü Dünya toplumlarını, tarihlerini ve özerkliklerini yok saymaktır.

İlkel komünizme dair dördüncü eleştiri ise kültürel antropoloji içerisinde gelişerek küçük bir endüstri haline gelmiştir: İlkel komünizm kanıtlarına karşı çıkmak ve başka anlamlar vermek. Bu, burjuva toplum biliminin kökenlerine giden çok yaygın bir girişimdir. Örneğin, Marx’ın Grundrisse’deki ([1857] 1972) prekapitalist ekonomik formasyonlara ilişkin materyali, Cermen kabile topluluğunun kökenlerine odaklanan ve Cermen kabileler bugün Almanya olarak bilinen yere ilk yerleştiklerinde bunu özel mülkiyete sahip bireyler olarak yaptığını öne süren zamanın hukuk tarihçileriyle bir tartışmadır. Elbette Engels’in argümanı ve aslında on dokuzuncu yüzyıldaki düşünce tarzının geneli, İngiliz ortaçağ uzmanı E. A. Thompson (1965; ayrıca bkz. Anderson 1974) tarafından da ikna edici bir şekilde öne sürülen bir pozisyon olarak, Cermen kabilelerin toprak üzerinde kolektif mülkiyet ile başladığı ve Roma İmparatorluğuyla temasa girdikçe, hiyerarşik formları ve mülkiyetin özelleştirilmesini benimsediği yönündedir.

Yirminci yüzyıl antropolojisindeki paralel bir tema da ilkel toplumlarda özel mülkiyeti veya politik hiyerarşileri keşfetmektir. Amerikan etnolog Frank Speck, Leacock’un aile avlanma sahasının daha sonraki bir aşama olduğu, kürk ticaretinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı yönündeki çürütme ve kanıtlamasına kadar (Leacock 1954) hakim bir görüş olan Kuzey Algonkianlar arasında yerli “Aile Avlanma Sahası”nı “keşfetmiştir” (Speck 1915). Speck’in dürtüleri ne olursa olsun, onun aile avlanma sahası kavramı, özel mülkiyeti geçmiş tarihe kadar genişletmek ve tarihin ilk şafağında en “ilkel” Yerlileri kendi ailelerine ait arazide avlanıyormuş gibi gösterme çabasıdır. Speck’in bakış açısı, ölmüş olmaktan ziyade şu anda yeniden canlandırılmaktadır.[3]

İlkel Komünizm ve Kapitalizm

Geçtiğimiz yüzyıl, komünal toplumsal formasyonlara nazik davranmamıştır; kapitalizmin yayılışı, kabile topluluklarındaki ve tarım devletlerindeki binlerce yerel topluluğun toplumsal tabanını amansız bir şekilde yok etmiştir (bkz. Wolf 1983; Rowley 1980; Davis 1980).

Ancak tüm ekonomik ve askeri gücüne ve neredeyse tekelleşmiş ideolojik aygıtlarına rağmen kapitalist devlet, Üçüncü ve Dördüncü dünyada ve canavarın kendisinin tam da göbeğinde sayısız komünalizm cebini ortadan kaldırmayı başaramamıştır.

Toplayıcı toplumlardaki komünal mülkiyet kavramları, kapitalist dünya sisteminin devasa baskısına inat varlığını sürdürmektedir. Üçüncü Dünyadaki pek çok hayvancılık ve tarım toplumu, pek çok aynı özelliği paylaşır. Antropologlar tarafından açıklandığı üzere Afrika, Okyanusya ve Güney Amerika’nın ovalık bölgelerindeki sayısız şeflikte bile, kabile şeflerinin aldığının çoğunun kendilerine bağlı olanlara geri dağıtıldığı ve şefin gücünün, halkın düşüncesi ve kurumların gücünün oluşturduğu denetime tabi olduğu belirtilmiştir (bkz. örneğin, Firth 1936; Gluckman 1965; Schapera 1938; Service 1962; ve Rattray 1923).

Komünalizmin ve kolektivizmin antitezi geç kapitalist toplumda bile, ilkel komünizmin dayanıklılığına dair kanıtlarımızı vardır.

Öncelikle, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve başka yerlerde, hayatta kalmak için mücadele veren yerli halklar vardır. Mücadelelerini, kültürel olarak hayatta kalma açısından sürdürmektedirler ama o kültür neden oluşmaktadır? Neyi ayakta tutmaya çalışmaktadırlar? Kesinlikle dili, elbette dinsel inançları; ama çok derin bir düzeyde ise komünalizmi, özel mülkiyetin olmayışını… Bugün Kanada’da devam eden en yaratıcı çalışmalardan bir kısmını, yerel halklar, avukatlar, antropologlar ve diğer toplum bilimciler arasındaki bir diyalog oluşturmaktadır (Asch 1984; Watkins 1977).

Bir Kanada mahkemesince karara bağlanacak bir husus olarak, komünal örgütlenmenin korunması için bir formül bulmaya çalışıyorlar. Ve tabii ki bu ironik bir durum, çünkü İngiliz kanunlarında yeterince geriye gidilirse, aynı komünal kavramların, Anglo-Sakson veya Anglo-Roman örfi hukukunda gömülü olduğu görülecektir: İngiltere’de ortaçağ döneminde ve sonrasında ortak toprak sahipliği vardı. Bu yüzden yerli halk, kendi yasal sistemimizin derinlerinde gömülü köklere sahip toprak iddiaları ortaya atmaya çalışmaktadır.

Aslında, verili olarak kabul ettiğimiz, toprak üzerindeki özel mülkiyet nosyonu görece yakın tarihli bir nosyondur. Avrupa’daki ve Amerika kıtasının iki parçasındaki tüm bireysel toprak mülkiyeti sistemi, on beşinci yüzyıl İngiltere’sindeki Çit Çekme hareketleriyle başlayıp kapitalizmin yayılışına paralel bir biçimde hızla yayılarak birkaç yüz yıllık bir zaman içerisinde komünal mülkiyetten özel mülkiyete dönüşmüştür (Dobb 1946; Tigar ve Levy 1977).[4]

Bununla birlikte, Üçüncü Dünyanın pek çok devletinde ve devlet öncesi toplumlarda, Avrupa’daki örneğin aksine, halk, henüz üretim araçlarından ayrışmamış, henüz kendi topraklarından ayrılmamıştır. Kandaşlığa dayalı üretim tarzı geçmişte de bugün de hayatidir ve vazgeçilemezdir. Marx, Asyatik Üretim Tarzı formülasyonunda bunun tamamen farkındadır (ama paradoksal olarak bunun Hindistan’da İngiliz emperyalizmi tarafından yok edilişini hoşnutlukla karşılamıştır).

Afrika sosyalizmi gibi kavramlar oldukça ilgi çekicidir, çünkü Afrikalı teorisyenler arasında, Afrika’nın tarihsel deneyiminin yalnızca Avrupa’nınkinden farklı olduğu değil tarihsel deneyimin büyük ölçüde komünal olduğu yönünde bir bilinç de vardır. Cabral’ın Gine hakkındaki ünlü makalesinde işaret ettiği üzere[5] (ve bu pek çok Üçüncü Dünya halkı için de geçerli olabilir), Afrika halklarının kendi kültürleri, kendi tarihleri, kendi iç mantıkları, kolonyalizm tarafından onlardan çalınmış bir kültürleri vardır. Bu tarihin ve iç mantığın bir kısmı bence ilkel komünizmin tarihi ve mantığıdır. Benim anlayışıma göre Afrika sosyalizmi, şefli yarıkomünal toplumlarda ve kabilelerde işe yaramış olan bir dizi ilkeyi devlet düzeyinde ifade etme girişimidir. Bu ilkeler arasında en öne çıkanı, topluluk “güvenlik ağıdır”: birinde yiyecek varsa, kimsenin dibe inmesine izin verilmemelidir, kimsenin bir topluluk içinde yoksulluğa düşmesine izin verilmemelidir. İkincisi konukseverlik kanunu, üçüncüsü ise toprak ve geçinme hakkıdır.

Büyük bir kısmının misyonerler tarafından etkilenmiş ve Hıristiyan, Marksist ve Müslüman inançlarıyla filtrelenmiş olduğunu eklemem gerekiyor olsa da dünyanın diğer kısımlarında da komünalizmin tarihsel deneyimini yeniden yorumlama ve yeniden vurgulamaya dönük benzer girişimler vardır.

İlkel Komünizmin Sırrı

Bunlar, ilkel komünizm nosyonu etrafında dönen açık veya dolaylı tartışmaların bazılarıdır. Şimdi daha ileri bir soru sormalıyız: İlkel komünizm, olumsuz terimlerle ifade edersek, liderliğin bulunmadığı durumda, eşitsizliğin bulunmadığı durumda, mülkiyetin bulunmadığı durumda yalnızca tam bir ötekilik olarak tanımlayabileceğimiz bir şey midir; yoksa bu terimin altında başka bir şeyler mi dönüyor? İlkel komünizm kavramı, yalnızca ütopyacı terimlerde varolan bir şey, modern erkek ve kadınların hayal ürünü bir geçmişin tekliği ve birliğine duyduğu hasretin bir ifadesi midir? Üzerine bindirdiğimiz ideolojik yükten oldukça ayrı olarak, bakış açısının çok büyük bir somut varlığı olduğunu öne süreceğim. Örneğin, !Kung’lar, kolonyalistler gelip onlara eksikliklerini gösterene kadar liderlik, mülkiyet vb.’den yoksun olduklarını bilmiyorlardı!

Bu durumda, ilkel komünizmde ideolojinin özel karakteri nedir? İlkel komünizmin çekirdeğini ne oluşturur; cezbedici unsur nedir ve dünyanın dört bir yanındaki insanlar neden onun kurumlarına bu kadar şiddetle sarılmış ve bu kadar gönülsüzce terk etmiştir?

Cevaba ilişkin olası bir ipucu, ihtimal dışı bir açıdan, komünal toplumlarda mizahın rolünden gelmektedir. Dünyanın dört bir yanındaki basit toplayıcı insanlar, Arktik bölgedeki Eskimolar, Kalahari’deki San, Avustralya aborjinleri, Mbuti ve coğrafya ve tarih açısından geniş bir alana yayılmış diğer insanlar, birbirleriyle çarpıcı bir biçimde benzer şekillerde şakalaşmaktadır. Toplayıcılar dünyasında bir tür kaba iyi mizah, tenkit, alay ve cinsel şakalaşma vardır. Farklı halkların bu tür benzer şakalaşma şekillerine sahip olması olgusunun akla yatkın gerekçesi ne olabilir?

Toplumlardaki insanlar, ve belirli bir dereceye kadar kabile halkları, kendi aralarındaki rütbe farklarına karşı mutlak bir hoşlanmama sergiler. Şiddetle eşitlikçi olduklarını söyleyebilirsiniz. Biri çalım sattığında veya hava attığında kendilerini hakarete uğramış hissederler; buna bir son vermek için etkili araçlar geliştirmişlerdir. Antropologlar, bunlara alçak gönüllüğe zorlayan veya eşitleyici aygıtlar adını vermiştir: insanları hizaya sokmak için çok kaba bir şakanın kullanılması; orta sınıf Kuzey Amerikalıların veya Avrupalıların tahammül edebileceğinden çok daha kaba türde bir şakalaşma.

Lütfenler veya teşekkür ederimler onların sözlüğünde neredeyse bilinmemektedir. Paylaşım verili bir durum olduğu için teşekküre gerek yoktur.

Bu fenomenin özü olarak görünen şeyi, !Kung’dan değil ama Labrador’daki Innu’dan (Naskapi) bir örnekle gösterelim. Davis Inlet’ten Innularla iki yıl geçiren Norveçli etnolog Georg Hendriksen, bana aşağıdaki hikayeyi anlattı.[6] Bir alan seyahati sırasında iki avcı aileyle kış ortasında altı haftalığına ormana gitmiş. Yanlarında kızakları ve köpekleri varmış, çantaları un ve çayla doluymuş ama esasen erkekler tüfeklerle avlanmaya çıkıyormuş. Kırsal kesimde dört haftadan sonra av iyi gidiyordu ancak adamlardan birinin sigarası azalmaya başladı. Bir akşam çadırda Hendriksen aşağıdaki duruma tanık olur. Sigarası bitmekte olan adam çadırın kenarında, yanda oturmaktadır, çaktırmadan ceketine uzanır ve bir sigara çıkartır. Dört tane sigarası kaldığını görür ve dikkat çekmemeye çalışır. Hala çok sigarası olan diğer adam “Bana bir sigara ver” der. Çadır sessizliğe bürünür. Adam, zula yaparken yakalandığından dolayı biraz mahcup olmuştur. Diğer adam “Bana bir sigara ver” diye tekrarlar. Adam çekingen bir mimikle içinden bir dal sigara uzanmış olan paketi ona sunar; diğer adam kasıtlı olarak tüm paketi alır ve cebine koyar. Ardından ilk adama tek bir sigara geri verir ve kendisi de bir tane yakar. Hendriksen çadırın içindeki gözle görülür gerilimi hisseder. Ardından biri bir şaka yapar ve gerilim yok olur. Ama yolculuğun geriye kalan kısmında, sigarası olan adam, sigaralarını hiç sigarası kalmayan diğeriyle paylaşmıştır (Hendriksen 1974).

Hikaye tanıdık bir döngüye sahiptir; benzer bir şey !Kung’da da meydana gelmiş olabilirdi.

Kaba şakalaşma: “Ne yani, son sigaramı alır mıydın?” “Evet, alırdım; aslında son sigaranı alacağım.”

Ama son sigaranı alarak şunu söylemek istiyorum: Senin dört sigaranla benim iki yüz sigaramı ortaklaştıracağız; ve onları birlikte içeceğiz.

Başka bir eşitleme örneği. Bir grup !Kung avda iken içlerinden biri bir havyan öldürdüğü için kendini iyi hissettiğinde, yoldaşları öldürmeyi aşağılayıcı bir ritüele başlayarak öldürmeyi ve avcının yiğitliğini küçümserler ve yüksek sesle keşke başka bir yerde olsaydık derler. Bir öldürme durumuyla karşılaştıklarında aşağıdaki satırlarda yer alan diyalog gerçekleşir.

Bir adam şunu der: “Oh. Çok da zayıfmış. Hiç de o kadar yokmuş. Düşündüğümden çok daha küçük. Çalılıkta büyük görünüyordu ama gerçekten küçükmüş.”

İkinci bir adam şöyle der: “O kadar küçük ki, harcadığımız zamana değmez; onu bırakmaya ne dersiniz? Hala vakit var; gidip gerçekten iyi bir şey avlayabiliriz.”

Avcı, nezaketle cevaplamalıdır. “Biliyor musunuz, haklısınız,” der. “Gerçekten bir şey etmez. Neden bunu bırakıp gidip başka bir şey avlamıyoruz. Bir oklu kirpi, bir tavşan bile bundan daha iyi olabilir.”

Ve herkes epeyce güldükten sonra işe koyulurlar, eti parçalayıp eve getirirler.

Bu konuşmalar defalarca tekrarlandı. Biri bana durumu açıklayana kadar bunların ardında neler olduğunu anlayamamıştım: “Birbirimizle böyle konuşuruz çünkü kimsenin kendini büyük görmesini istemeyiz. Bir avcıyı överseniz, ‘Gerçekten çok iyiyim; ge rçekten mükemmelim’ diye düşünmeye başlar”. Adamlardan biri bana şöyle dedi: “Eğer biri kendini büyük görür ve kendini çok düşünmeye başlarsa küstahlaşacaktır ve küstah biri başkalarına zarar verebilir ve hatta birini öldürebilir. Bu yüzden kalbini soğutmak ve onu nazik biri yapmak için avını küçümseriz.”

Burada, alışık olduğumuz davranış şekli tersine döner. Alçak gönüllülük böbürlenme, hakaret ise övgüdür. Biri avınıza ne kadar hakaret ederse, avınızın o kadar iyi olduğunu anlarsınız. Bunun bir örneği de Batı kültüründe gençlerde görülür, birine takıldığınızda veya dalga geçtiğinizde buna katlanabileceğinizi bilirsiniz. Kaba iyi mizah türü şefkatinizin göstergesidir. (Elbete, basit acımasızlık da olabilir.) Hakaret, arkadaşlık kurma yöntemi olarak da kullanılabilir. Bu bir tür maçoluk ama oldukça yapıcı bir maçoluktur. !Kung kavga etmekten nefret eder, kavga edenlerin aptal olduğunu düşünür; ama dışarı gidip avlanabilen, bir şey öldürebilen ve övgü yağmuruna tutulmayı beklemeyen kişi yüce gönüllüdür. Bu alçak gönüllülük ve saygı modelleri, toplayıcılar dünyasının pek çok yerinde gözlemlenir.

Eşitleme aygıtları kadınlar arasında da yaygın olarak kullanılır ama avcılığa odaklanmaz çünkü kadınlar genelde avlanmaz. Eşitleme, !Kung’un yaptığı kaba şakaların, cinsel içerikteki bir alt türüdür. Aslında, seks hakkında avcılıktan daha çok şaka vardır ve seks ve avcılık hakkındaki şakalarda gerçek bir bolluk söz konusudur: Penis yay, kadın ise av hayvanıdır. !Kung kadınları cinsel hayallerde tembel değildir; onlar da çok müstehcendir, özellikle de yaşlıları (Lee 1984). Nesneleştirildiklerini düşünmezler ve en az aldıkları kadarını verirler.

Bir erkek avlanmazsa, karısı cinsel mahareti hakkında sivri yorumlar yapacaktır. Ve tam tersi de geçerlidir. Yatakta iyi değilse, avlanamaz. !Kung ve ilkel komünist toplumların büyük çoğunluğu cinsel şakalar hakkında oldukça açıktır. Bu bence açıkça başka bir eşitleme biçimidir.

Artık, bir ilkel komünizm sisteminin yeniden üretilme şeklinin kalbine yaklaşıyoruz. Birikim veya eşitsizliğe karşı pozitif kararlara yeniden üretilmektedir. !Kung ve diğer toplayıcılar gibi insanlar, kendilerinden birinin lider ya da şef olmasına gönüllü olmayacaktır (ama şaşırtıcı bir biçimde kendilerini dışardan bir otoriteye –kolonyal bir temsilciye veya Hudson’s Bay komisyoncusuna– tabi kılmayı kabul edebilirler). Eşitsizliğin büyümesiyle, insanlar yavaş yavaş zenginlik farklılıkları olacağı olgusuna alışmaya başlar; ama başlangıçta bu fikre karşı büyük bir direnç vardır. !Kung içerisinde biri, şans eseri iki battaniyeye kavuşursa, nerdeyse değişmez bir biçimde başka biri gidecek ve birini isteyecektir; ve bunu reddetmek zordur. Küçük bir “fol” bile yapamazsınız çünkü biri sizden isteyecektir ve böyle bir durumda vermeniz gerekir. Hayır diyebilirsiniz ama insanlar homurdanmaya ve hakkınızda dedikodu yapmaya başlayacaktır. !Kung, adi, pinti anlamına gelen a !xka =xanuzak kalpli- kelimesini kullanır. Eşitleme aygıtı ideoloji düzleminde çalışarak merkezi değerleri güçlendirir; ama aynı zamanda, eldeki tüm malların yeniden dağıtıldığı çok somut bir düzlemde de çalışır.

Geçmiş ve Gelecek Komünizm

İlkel komünizmi ele almanın faydalı yollarından biri de, üzerine kimsenin çıkamayacağı bir mal birikimi tavanı hayata geçirmektir, bunun doğal sonucu, kimsenin altına batamayacağı bir de zemin olmasıdır. Tavan ve zemin diyalektik olarak bağlantılıdır; biri olmadan diğer olamaz. Kampta yiyecek varsa, kamptaki herkes ondan biraz alacaktır. Gerçek şu ki, yiyeceği paylaşma yükümlülüğü ve zulacılığa karşı tabu, ilkel dünyada, çok daha ünlü olan enseste karşı tabudan daha az güçlü veya daha az yaygın değildir. Günümüze kadar varlığını sürdüren ensest tabusunun aksine, zulacılık tabusu toplumsal evrimin bir zayiatıdır. Toplumsal evrimin temel gelişimlerinden biri, birikim tavanının kaldırılmasıdır.

Havyan evcilleştiricileri bu tür bir kaymayı temsil eder. Hayvanı vurup etini yemek yerine, ineği kampa getirirler o artık mülk olarak kalır.

Tavan yükseltildiğinde, zenginlik farkları olasılığı ortaya çıkar. Birinin hiç keçisi olmayabilir ve birinde bir keçi olabilir; 0 ve 1 durumu varsa, 0 ve 10 veya 0 ve 100 durumu da ortaya çıkabilir.

Toplumların evriminin hayati bir noktasında zemin alçalmıştır. Bunun tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum. İlkel komünizmde, birinin biraz küstahlaştığını görürseniz onu eşitlersiniz; ve aynı simgesel durumla, birinin çatlaklardan düştüğünü görürseniz, öyle olmamasını sağlarsınız. Toplumsal evrim hakkında beni gerçekten ilgilendiren şeylerden biri de çatlakların nasıl genişlediğidir? İnsanlar o çatlaklardan ihmalden ötürü mü düşerler yoksa zorla mı itilirler? Toplum, zenginlerin fakirleri kurban etmesiyle mi kendini yok etmektedir? Antik Yunanda, bazı insanlar zenginleştikçe ilk önce kendi komşularının topraklarını ele geçirir ardından onları köleleştirirdi (Lee 1985: 63-74). Tavan ve zemin diyalektik olarak bağlantılıdır.

Gelecekte, ideal olarak zemini yükseltecek ve tavanı yükselteceğiz. Gelecekteki sosyalist toplumda herkesin malı olacak ancak kimsenin diğerinden çok daha fazla malı olmayacak. Herkesin bir arabası olabilir ama kimsenin bir Bentley’i olamaz. Marksist düşüncenin temel ilkesi, komünizmin başarıya ulaşmasının ilkel yoksulluğa dönüşe değil, üretici güçlerin düzeyinin herkesin varlıklı bir toplumun zenginliğini paylaştığı noktaya kadar geliştirilmesine bağlı olduğudur. Bu, mümkün olandır (insan toplumları varlığını sürdürebilirse).

İlkel komünizm bir ölçeğin altında dar bir aralıkta varlığını sürdürür; geleceğin komünizmi, en üstte dar bir aralıkta işler. Ama gelecek neyi barındırırsa barındırsın, geçmişimizi belirlemiş olan, uzun eşitlikçi paylaşım deneyimidir. Hiyerarşik toplumlardaki yaşama görünüşteki adaptasyonumuza rağmen ve dünyanın pek çok bölgesinde son derece kötü insan hakları kayıtlarına rağmen, insanoğlunun derinde yatan bir eşitlikçiliğe, karşılıklı yardımlaşmaya dönük derinde yatan bir bağlılığa ve Victor Turner’ın communitas toplumun sağduyusu dediği şeye dönük derin bir arzu taşıdığına dair belirtiler vardır. Tüm adalet teorileri bu ilkeler etrafında döner ve bu normların ihlalinden dolayı kendimizi hakarete uğramış hissetmemiz bu normların içgüdüsel cazibesinin derinliğini göstermektedir. Bu bence ilkel komünizmin sırrıdır.

 

 

Kaynakça

Anderson, Perry

1974 Passages from Antiquity to Feudalism. London: New Left Books.

Asch, Michael

1984 Home and Native Land: Aboriginal Rights and the Canadian Constitution. Toronto: Methuen.

Bottomore, Thomas B., Laurence Harris, V. G. Kiernan, and Ralph Miliband, eds.

1983 A Dictionary of Marxist Thought. Cambridge, Mass.: Harvard University Press.

Brush, Stephen B.

1977 Mountain, Field and Family: The Economy and Human Ecology of an Andean Valley. Philadelphia: University of Pennsylvania Press.

Cabral, Amilcar

1974 The Weapon of Theory. In Return to the Source: Selected Speeches. New York: Monthly Review Press.

Davis, Sheldon

1980 Victims of the Miracle. Cambridge: Cambridge University Press.

Diamond, Stanley

1974 In Search of the Primitive: A Critique of Civilization. New Brunswick, N.J.: E. P. Dutton/Transaction Books.

Dobb, Maurice

1946 Studies in the Development of Capitalism. London: Routledge and Kegan Paul.

Erasmus, Charles

1956 Culture, Structure and Process: The Occurrence and Disappearance of Reciprocal Farm Labor. Southwestern Journal of Anthropology 12:444-69.

Evans-Pritchard, E. E.

1951 Kinship and Marriage among the Nuer. London: Oxford University Press.

Firth, Raymond

1936 We, the Tikopia. London: Allen and Unwin.

Foster-Carter, A.

1978 The Modes of Production Controversy. New Left Review 107: 47-77.

Fried, Morton

1967 The Evolution of Political Society. New York: Random House.

Gluckman, Max

1965 Politics, Law and Ritual in Tribal Societies. Chicago: Aldine.

Guillet, David

1979 Agrarian Reform and Peasant Economy in Southern Peru. Columbia: University of Missouri Press.

Hendriksen, Georg, ed.

1974 Hunters in the Barrens: The Naskapi on the Edge of the White Man’s World. St. John’s, Newfoundland: Institute of Social and Economic Research, Memorial University.

Isbell, Billie Jean

1978 To Defend Ourselves: Ecology and Ritual in an Andean Village. Austin: University of Texas Press.

Kluckhohn, Clyde, and Dorothea Leighton

1962 The Navaho. Garden City, N.J.: Natural History Library.

Lafitau, Joseph-Francois

[1724] 1974-1977 Customs of the American Indians. 2 vols. Translated and edited by William N. Fenton and Elizabeth Moore. Toronto: The Champlain Society. Translation of Lafitau, Joseph Frangois, S. J. Moeurs des sauvages ameriquains, companies aux moeurs des premiers temps, Vol. 2. Paris: Saugrain l’aine.

Leacock, Eleanor B.

1954 The Montagnais ‘Hunting Territory’ and the Fur Trade. American Anthropological Association Memoir 78.

1981 Myths of Male Dominance. New York: Monthly Review Press.

Lee, Richard B.

1984 The !Kung San. Cambridge: Cambridge University Press.

1985 Greeks and Victorians: A Reexamination of Engels’ Theory of the Athenian Polis. Culture 5(l):63-74.

(tarihsiz) The Origin of Hegemony: Dynamics of Early States. In preparation.

Legassick, M.

1977 Gold, Agriculture, and Secondary Industry in South Africa, 1885-1970. In The Roots of Rural Poverty in Central and Southern Africa, edited by R. Palmer and N. Parsons, pp. 175-200. Berkeley: University of California Press.

Lowie, Robert H.

[1954] 1963 Indians of the Plains. Garden City, N.J.: Natural History Library.

Marx, Karl

[1857] 1972 The Grundrisse. Edited and translated by David Mc-Clellan. New York: Harper & Row.

Morantz, Toby

1983 An Ethnohistoric Study of Eastern James Bay Cree Social Organization, 1800-1850. Ottawa: National Museums of Canada.

Morgan, Lewis Henry

[1881] 1965 Houses and House-Life of the American Aborigines. Chicago: University of Chicago Press.

Murdock, George

1967 Ethnographic Atlas. Pittsburgh, Pa.: University of Pittsburgh Press.

Myers, Fred

1974 Burning the Truck and Holding the Country: Property, Time and the Negotiation of Identity Among the Pintupi Aborigines. In Hunters in the Barrens, edited by Georg Hendriksen. St. John’s, Newfoundland: Institute of Social and Economic Research, Memorial University.

Northern Algonquian Land Tenure Systems

1985 Symposium. Canadian Ethnology Society/American Ethnological Society Annual Congress.

Radcliffe-Brown, A. R.

1922 Andaman Islanders. London: Cambridge University Press.

Rattray, R. S.

1923 Ashanti. Oxford: Clarendon Press.

Rowley, A. E.

1980 The Destruction of Aboriginal Society. Sydney, Australia.

Sacks, Karen

1976 State Bias and Women’s Status. American Anthropologist 78.

1979 Sisters and Wives: The Past and Future of Sexual Equality. Urbana: University of Illinois Press.

Sahlins, Marshall

1972 The Sociology of Primitive Exchange. In Stone Age Economics. Chicago: Aldine.

Schapera, Isaac

1938 A Handbook of Tswana Law and Custom. London: Macmillan.

Service, Elman

1962 Primitive Social Organization. New York: Random House.

Sklar, Harald O.

1982 The Warm Valley People: Duality and Land Reform among the Quechua Indians of Highland Peru. Oslo: Universitetsforlaget, and New York: Columbia University Press.

Speck, Frank

1915 The Family Hunting Band as the Basis of the Algonkian Social Organization. American Anthropologist 17: 289-305.

Spencer, Herbert

1866 The Principles of Biology. New York: D. Appleton.

Takakura, Shin’ichiro

1960 The Ainu of Northern Japan. Transactions, American Philosophical Society 50 (4).

Thompson, E. A.

1965 The Early Germans. Oxford: The Clarendon Press.

Tigar, Michael, and Madeleine Levy

1977 Law and the Rise of Capitalism. New York and London: Monthly Review Press.

Turner, Victor W.

1969 The Ritual Process: Structure and Anti-Structure. Chicago: Aldine Publishing Co.

Watkins, Mel, ed.

1977 The Dene Nation: The Colony Within. Toronto: University of Toronto Press.

Wissler, Clark

[1940] 1966 Indians of the United States. Garden City, N.Y.: Doubleday.

Wolf, Eric

1983 Europe and the People Without History. Berkeley: University of California Press.

Wolpe, H.

1975 The Theory of Internal Colonialism: The South African Case In Beyond the Sociology of Development, ed. I. Oxaal et al., 229-52. London: RKP.

Woodburn, James

1981 Egalitarian Societies. Man 17:431-51

 


[1] Güney Afrika hakkında Wolpe (1975) ve Legassick’in (1977), sorunun daha genel ele alınışı için ise Foster-Carter’ın (1978) eserlerine bakın.

[2] And Dağları köylüleriyle ilgili olarak komünal formların mevcudiyetine ilişkin bolca literatür bulunmaktadır. Örneğin bak. Charles Erasmus (1956: 444-69); Stephen Brush (1977); David Gufflet (1979); Billie Jean Isbell (1978); ve Harald Sklar (1982).

[3] Bak. Toby Morantz (1983); ayrıca Toby Morantz tarafından düzenlenen sempozyuma da bakın: “Northern Algonquian Land Tenure Systems,” Canadian Ethnology Society/American Ethnological Society Annual Congress, Toronto, 9-12 May 1985.

[4] Erken dönem modern ilkel mülkiyet kavramları, Roma hukukuna dair uzun süre yer altında gömülü kalmış metinlerin yeniden keşfine dayanmaktadır.

[5] Bak. Cabral (1974), “The Weapon of Theory” (1972) içinde.

[6] Fred Myers’in “Burning the Truck and Holding the Country: Property, Time and the Negotiation of Identity Among the Pintupi Aborigines” başlıklı makalesi sigara zulacılığına ilişkin dikkat çekici düzeyde benzer bir açıklama içermektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar