Yaşar Ayaşlı
‘71 devrimciliği’, Türkiye’de 1968-1973 döneminin son aşamasında görülen devrimci tipolojisine verdiğimiz addır. Bu dönem legal ve illegal olmak üzere iki aşamaya ayrılabilir: Uluslararası gelişmelere paralel olarak 1968’den 1970’in sonuna kadar süren legal evre, gençlik eylemleri içinde pişen öğrenci önderlerinin devrimciliği öğrendikleri ilk evredir. Bunun ardından 1971 başını izleyerek THKO, THKP-C ve TKP-ML/TİKKO’nun kurulmalarından bastırılmalarına kadar geçen iki yıllık illegal evre ise, 71 devrimciliğinin şehir ve kır gerilla eylemleriyle birlikte bizzat ortaya çıktığı son evredir. Bir önceki aşamada gelişen tartışmalardan sonra silahlı eylem fikrine karşı çıkan Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı ve Doğu Perinçek gibi sağ oportünist kanat ile, yeni sürece ayak uyduramayarak son aşamaya geçerken geri çekilen eski öğrenci önderleri bu çerçevenin dışında kalırlar.
Devrimci hareketin, kimini yeni farkettiği, kimini yeni tartıştığı ve çözümü için yollar aradığı birçok sorun bu dönemin damgasını taşır. Silahlı mücadeleyi esas alan illegal örgütlenme ve çalışma ile olsun, –faşistlerle önceki silahlı çatışmalar dışında– silahlı eylem biçimleri ile olsun, ilk kez bu dönemde tanışılmış, yenilgi okulu denilen sınavdan bu dönemde geçilmiştir.
Silahlı ve silahsız devrimciliğin yol ayırımı
Avrupa’da, yer yer Fransa’daki gibi daha yoğun ama daha kısa hissedilen 68 depreminin bizdeki etkisi daha az sarsıcı değildir. Üniversite gençliğinin alabildiğine kitlesel eylemlerinden 15-16 Haziran (1970) İşçi Direnişine kadar birçok alanda, Cumhuriyet tarihinin en yüksek zirveleri yakalanmıştır. Bu, Türkiye 68’inin gelip geçici bir moda olmayıp, güçlü yerli dinamiklere dayandığının işaretidir. Üniversite gençliği ekseninde –aydın kesimi dahil– gelişen devrimci hareket genelde anti emperyalist, anti faşist ve demokratik bir karakter taşıyordu. Devrimci mücadelenin ana kolu, hemen bütün radikal grupları bünyesinde taşıyan ve öteki emekçi kesimleri yönetme iddiasında ülke çapında bir politik partiymiş gibi davranan Dev-Genç (önce FKF) tarafından yönetiliyordu. İşçiler, köylüler, öğretmenler ve ilerici aydınlar mücadeleye katılmıyor değildi, ama tabloya ana rengini veren üniversite öğrencileriydi.
1970’in ikinci yarısına gelindiğinde yolun yokuş kısmı başlar. Artık ne egemen sınıflar eskisi kadar gevşek davranmaktadır, ne de devrimciler hep yasal eylemde sebat edecekmiş gibi görünmektedir. Kitle hareketi tavsayıp düşüşe geçmiştir. Geldiği gibi gitmeyeceği anlaşılan 68 hareketi –kendi orijinalitesinden kaynaklanan nedenlerle– yeni bir kavşak noktasının sinyallerini verir. Bu kavşağa gelmezden önce Avrupa ülkelerinde pek rastlanmayan Türkiye’ye özgü şu iki olgunun altı çizilmelidir: Birincisi; yakın kökleri 27 Mayıs darbesine uzanan asker-sivil karışımı “sol” Kemalist klik, yedeğine almaya çalıştığı öğrenci hareketini kendi iktidar mücadelesine alet etmek istemektedir. İkincisi; devrimci hareketi bastırmakta zorlanan egemen sınıflar, vurucu güç niteliğinde yeni sivil faşist bir hareket örgütlemeye yönelmişlerdir. Bir sonraki döneme geçildiğinde bunlardan ilkinin ömrünü tamamlayacağı, ikincisininse bir üst boyuta sıçrayarak süreceği görülecektir.
1970 yılında bütün ülkelerde 68’in esintileri durmuş görünüyordu; hemen hiçbir ülkede hareket kesintisiz silahlı mücadeleye dönüşerek sürmemişti. Bizdeyse, büyük kitlesel dalga düşüşe geçtiğinden, devrimci hareketi bir üst aşamaya taşımak isteyen dinamik kesimler, bu kez yeni bir silahlı eylemler dalgası geliştirmek istiyorlardı. Tartışma ve ayrışmalar hep bu yönü işaret ediyordu.
TİP, kendiliğinden işçi hareketinin basıncıyla doğmuş, burjuva sosyalizmi programına sahip legal bir partiydi. Genç devrimcilerin dinamizmine yaslanan M. Belli ve yandaşları, FKF ve dergiler etrafında “MDD’ciler” diye anılan daha aktif bir alternatif yaratmayı başarmışlardı. Ama varolan dernek ve dergiler sürecin gereksinimlerini karşılamaya yetmiyordu. Sordukları yeni sorularla “eski tüfekleri” arkadan iten, öne çıkmak isteyen devrimciler vardı. Bu yüzden MDD bloku içindeki tartışmalar dönüp dolaşıp aynı noktaya, devrimin yolu ne olmalı sorusuna geliyordu. Silahlı mücadele Türkiye’de de bir an önce başlamalı diyenler vardı.
Ama devrimci öğrenci önderlerinin “büyük birader” sayıp etrafında birleştikleri M. Belli, MDD hareketinin “sol” Kemalistlerle ittifak çizgisinden kopmasını istemiyordu. TİP içindeki MDD muhalefetinin başını çekerken D. Avcıoğlu ve 27 Mayısçı MBK’cıların (Milli Birlik Komitesi) desteğini almıştı. “Sol” Kemalistlerle yakın teması ve beklentileri, TİP’e alternatif legal bir devrimci parti kurmasını engelliyordu. Partiden söz edenlere, “Kim güçlüyse önder de o olur” diye kesip atıyordu. Dev-Güç adı altında “sol” Kemalistlerle kurulmuş legal ittifak sözümona bir çeşit cephe örgütüydü. Bu yüzden, o zamana kadar ne illegal ne de legal bir devrimci partiye yanaşmıştı.[1]
H. Kıvılcımlı ondan pek farklı değildi. Yıllar boyunca kişi olarak yazıp kişi olarak konuşmaya, yalnız adamı oynamaya alışmıştı. Ona göre Leninist parti soyut, kitabi bir şeydi. Aslında gönlünde eski Vatan Partisi gibi ordu destekçisi legal bir parti yatıyordu. “Demokratik Halk Devrimi” tezinde işçi sınıfının önderliğinden ve işçi-köylü ittifakından söz ediyordu, ama devrimci parti yoksa bu önderlik nasıl kazanılacaktı? Sonuçta o da “asker-sivil aydın zümre” ile birlikte yürümekten yanaydı. Devrimci harekete yaptığı “Sosyalist Kurultay” önerisinde; CHP, TİP, Yön ve MDD’yi kapsayacak yasal bir parti kurulması fikrini tartışmaya açması, nasıl sağ bir uçuruma sürüklendiğini gösteriyor. Başkanlığını eski MBK üyesi Kadri Kaplan’ın yaptığı, Kemalist önderlik altındaki Dev-Güç’e katılmayanları, “kafatasçı” ve “finans kapital ajanı” olmakla suçlaması ise çok ilginçtir.
Sonuçta her iki “eski tüfek” de ordunun 1908, 1919-1923 ve 27 Mayıs 1960’ta yaptıklarının son versiyonunun beklentisi içindeydi. Onları korkutan asıl öcü illegal bir partinin kurulması ve silahlı eylemler idi. Legal olanaklar olduğuna göre illegal partiye gerek yok diyorlardı. Ama legal olanaklar kaldırılırsa yeraltına ne gerek vardı, yurtdışında ondan daha âlâsı vardı. Mantık buydu.[2]
Silahlı mücadeleyi savunan gençlik önderleri, baştan beri birlikte hareket ettikleri, hep önlerinde görmek istedikleri M. Belli ve H. Kıvılcımlı’da umduklarını bulamamışlardı. Onların, TİP’e muhalefet sırasındaki ortaklıkları ve eski kuşak sosyalistler arasındaki farklı imajları nedeniyle devrimci gençler üzerinde otoriteleri vardı. Bu sayede, tek yanlı bir gerilla savaşı özlemine kapılan devrimci gençlik önderlerini daha geniş düşünmeleri yönünde etkileyebilirlerdi. Etkileyemediler. Çünkü sorun silahlı mücadeleye evet mi hayır mı sorunu değildi artık, arada doku uyuşmazlığı vardı. “Eski tüfek”lerle ittifak çatlama noktasına geldiğinde bu fark edilecekti. Darbe öncesinde, bir yanda reformcular öte yanda devrimci kanat olarak yollar ayrılacak, herkes kendi yoluna gidecekti.
Kopuş zamanı geldiğinde Belli ve Kıvılcımlı “sakın silaha sarılmayın” deyip kendi köşelerine çekilmişlerdi. D. Perinçek’e göre onlar “maceracılar”dı. TİP “faşizm gelecek” korkusuyla sinmişti. Mülteci TKP “Bizim Radyo”dan her gün “emperyalizm ajanı provokatörler” diye hakaretler yağdırıyordu. H. Kıvılcımlı ise her zamanki TKP nakaratını tekrarlıyordu: “Silahlı savaştan söz etmek, gönüllü CİA ajanlığıdır!…”
Gerillaya geçiş ve faşist darbe
Buna karşılık, bir yanda Denizler öte yanda Dev Genç’i elinde tutan Mahirler, kendi göbeklerini kendileri kesmeye yöneleceklerdir. Alttan alta bir sabırsızlıkla gerilla savaşı hayal edilmekte, dünyadaki gelişmeler ilgiyle izlenmektedir. Silaha sarılınırsa bir Küba, bir Filistin yaratılabilir diye düşünülüyor; Che’nin, C. Marighella’nın, D. Bravo’nun, A. Bayo’nun, V. Serge’nin (vb.) kitapları altı çizile çizile okunuyordu. Sonradan THKO’yu (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) kuracak olanlar model olarak Che tipi kır gerillasını rehber almışlardı. Bu amaçla Deniz ve arkadaşları Filistin’e giderek belirli bir süre askeri eğitim aldılar. Gerillaya nereden başlanacağı hakkında birçok yöre üzerinde düşünülecek, en son Malatya yöresinde karar kılınacaktı.
Mahir ise Küba örneğine öteki Latin Amerika deneylerini katarak –örneğin Tupamarolar gibi–, nispeten farklı bir teori kurmaya çalışıyordu. Ant Yayınları’nın çıkardığı kitaplardan başka, kendi arkadaşlarının Fransa’dan gönderdiği çeviriler sayesinde bu kıtadaki gelişmeleri yakından izliyordu. Silahlı eylemler öncesinde bir Genel Komitesi ve Merkez Komitesi olacak THKP (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi) adında bir örgüt kurulması kararı alınmış, hatta görevler yöneticiler arasında bölüşülmüştü. Grup, silahlı mücadele için bir yandan şehirlerde ön hazırlık sürdürürken, bir yandan da Karadeniz’de, Kürt bölgelerinde ve Çukurova’da araştırmalar yapmaktaydı.
Ankara’daki ilk banka soygunu, 1971’in ocak ayında THKO kurucu önderlerinin bizzat katılımıyla yapıldı. Bundan bir ay sonraki ikinci banka soygunu, silahlı mücadeleyi savunan ama kendini buna henüz hazır hissetmediği söylenen THKP-C’ye aittir. Her iki örgütün eylemleri bir süre sonra Ankara’dan İstanbul’a sıçrayacaktır. O eylemden bu eyleme polisle kovalamaca sürüp gitmekteydi. Deniz Gezmiş efsanesi önlenemez şekilde büyüyordu. İki örgüt arasında gizliden gizliye bir rekabet vardı. THKO’nun kamuoyundaki prestijinin daha yüksek olması “cepheciler”i tedirgin ediyor, daha sansasyonel eylemlere yönelmelerine neden oluyordu. Ama sesi herkesten daha yüksek çıkan egemen sınıflar, silah seslerini bastırmak istercesine “anarşiyi durdurun!” diye bağırıyorlardı.
Biri diğerini izleyerek gelişen şehir gerillası ve benzer eylemler karşısında karşı devrim cephesinden iki cevap gelecektir: İlkin eylemciler gizleniyor sahte gerekçesiyle devrimci öğrencilerin ana karargahları durumundaki SBF, Hacettepe ve ODTÜ öğrenci yurtlarına polis ve ordu birlikleri tarafından şiddetli saldırılar yöneltildi. Devrimci öğrenciler hem devlete ait yurtlarda kalıp hem oraları devrim karargahı yapamazlardı. “Öncü savaş”ın ardındaki destek kırılmak isteniyordu belli ki. İkincisi ise generaller, şapkasını alıp gitmesini istedikleri Demirel Hükümetine, yarı askeri faşist bir darbe demek olan ünlü muhtıralarını verdiler. Yeni Başbakan N. Erim yeni döneme geçişin mahiyetini şöyle özetledi: “12 Mart Muhtırası ile ordu bir yön düzeltmesi yapmıştır.”
Aslında “12 Mart Muhtırası”yla devletin tepesindekiler bir taşla iki kuş birden vurdular: En yukarıdaki generaller önce 9 Mart’ta “sol” Kemalist askeri kanadın işini bitirerek orduyu sağlama almışlardır. Çok değil üç gün sonraysa devrimci hareketin iyice yıprattığı Demirel Hükümetini alaşağı edip, devleti onarmanın ve isyan girişimini tez sürede bastırmanın yolunu açmışlardır. Böylece artık kimse rüyasında bile olsa ordudan bir “sol çalım” beklemesindi, bekleyemesindi. ABD’yi de ardına aldıktan sonra ordu oraya buraya çekilebilir görüntüsünden uzaklaştırılmış, geri kalan yarısı 12 Eylül 1980’de tamamlanacak bir restorasyon sürecine sokulmuştur.
Faşist karşı devrim Nihat Erim Hükümetinin kurulması ve sıkıyönetim ilan edilmesiyle birlikte topyekun saldırıya geçip kentte, kırda, sokakta, evde, karakolda ve zindanda kan dökecektir. Kontrgerilla taktikleri ve öteki terör yöntemleri ile toplumsal muhalefet bastırılmıştır. Birkaç ay içinde önce THKO ve THKP-C, ardından –TİİKP’ten (Türkiye İhtilaci İşçi Köylü Partisi) kopuşu ve kuruluşu daha geç olan– TKP-ML (Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist) çökertilecektir. Yığınlar, küçük gerilla hücrelerinin soygun ve kaçırma eylemlerini öfkeyle karşılamadılarsa bile seyretmekle yetindiler. Zaten onları eyleme çekip yönetecek bir örgütsel mekanizma yoktu. Dün kolkola yürünen öğrenci yoldaşlar dahi örgütlenmemişti. Hazırlıksız olunduğu, her eylemin ardından kalacak yer aranmak zorunda kalınmasından belliydi. Değil bir ay, birkaç gün sonrası bile görülecek durumda değildi. Plansız, biraz kendiliğinden, üstelik gerilla savaşından çok banka soygunu ve adam kaçırma eylemleri serisi denilebilecek böyle bir silahlı mücadele yenilmekten kaçınamazdı. Az ya da çok halktan destek almayan, saflarına taze savaşçılar çekemeyen bir mücadele tükenmek zorundaydı.
Burada, öyleyse ne yapılmalıydı diye sorulabilir: Silahla hiç oynanmamalı mıydı? Bunca aradan, iş işten geçtikten sonra çıkış yolları önermek ölenin arkasından reçete yazmaya benzer. O dönemde silahlı mücadelenin yeterli nesnel ve öznel koşulları yoktu. Atılması gerekli ilk adım sağlam bir komünist yeraltı partisi kurmak olmalıydı. Böyle bir partiye ve asgari kitle bağına sahip olunduktan sonra bazı silahlı eylemler her zaman, bazılarıysa somut durum gerektirdiğinde yapılabilirdi. Devletin ve kapitalistlerin paralarına elkoymak ve numunelik olarak bazı karşı devrimcilere (işkenceciler, katiller, muhbirler vs.) suikastler düzenlemek başvurulmayacak eylemler değildi. Ama parti ve öteki eylem biçimleriyle doğru kombinasyon ön şartına bağlı olan bu türden silahlı eylemler gerçekleştirilmesi, gerilla savaşını başlatmak anlamına gelmezdi. Çünkü gerilla savaşı demek, silahlı mücadelenin esas mücadele biçimi haline gelmesi demektir.
Kaldı ki, Türkiye’deki silahlı mücadeleye kılavuz diye –çok özgün bir örnek olan Küba hariç– hemen hepsi yenilgiye uğramış Latin Amerika ülkelerini seçmek gerekmiyordu. Uluslararası deneyimin, Marksist silahlı mücadele öğretisi bakışıyla gözden geçirilmesi çok daha geniş bir perspektif sağlardı. Dünyadaki bütün silahlı mücadele örneklerinden öğrenilecek şeyler olduğuna şüphe yoktur.[3] Ama bizdeki gibi hem nesnel koşulları oluşmamış, hem asgari hazırlıkları yapılmamış iken, örgütsel çöküş dahil, sonucu apaçık belli olan bir savaşa girilmesi doğru değildi. O günün koşullarında gencecik insanlardan kimse devrimci general uyanıklığı bekleyemezdi elbette. Ama mücadelenin çabuk yenilgi ve çöküşle sonuçlanacağı o günkü düzeyle bile kestirilebilirdi.
Önkoşulları oluşmamış ve iyi hazırlanmamış silahlı mücadele girişimi her durumda karşı devrime hizmet etmez. Böyle bir girişim tamamen yararsızdır, her halükarda hüsranla sonuçlanır diye bir yasa da yoktur. Belirli durumlarda halkın isyan duygusu kımıldatılabilir. Bazı zamansız mücadeleleri doğru bulmasak bile desteklemek gerekebilir. Onlardan da çıkarılacak dersler, öğrenilecek şeyler vardır çünkü. Ancak iflah olmaz oportünistler, çokbilmiş sözde otoriteler her şeyi bir çizikte silip atabilirler.
Öncüllerinden ileri: 71 devrimciliği
O halde 71 devrimciliğinin asıl kazanımları, ileri adım olarak getirdikleri nelerdir? Buradaki ilk tarihsel kazanım Türkiye’de o zamana kadar pek akla gelmemiş, belirsiz bir geleceğin sorunu diye görülerek gündeme getirilmemiş silahlı devrim fikrinin pratiğe geçirilmesidir. Güncel bütün uluslararası ve yerli oportünizm türlerinin açıktan ya da örtük olarak savundukları barışçıl geçiş tezine net bir vaziyet alıştır bu. Zamanı iyi hesaplanmamış, hazırlıkları iyi yapılmamıştır ama silahın namlusu doğru hedefe çevrilmiştir.
Silahlı mücadele, aynı zamanda mevcut devlet aygıtının karşısında konumlanmış bir devrimci tipinin yeniden üretimi demektir. Bu devrimci tip, devletin elinin uzanamayacağını düşündüğü bilinmeyen bir alana konumlanarak, ölümüne bir mücadeleye girmektedir. Böyle olunca maddi ve manevi donanım, mücadelenin doğasının gerektirdiklerine göre yeniden biçimlenecektir. Yeni koşullarda artık öğrencilikle, aileyle ve elbette sistemle bağlar büsbütün koparılmadıkça, burjuva zevklere veda edilmedikçe, ölüm, işkence ve mahpusluk göze alınmadıkça ve öteki nitelikler taşınmadıkça devrimcilik yapılamaz. Burası öğrenci devrimciliğinin, dernekçiliğin ve yasal particiliğin bittiği, yeni bir yaşamın başladığı yerdir artık.
Sonuç olarak, kendilerine Marksist deyip bu amaçla silah kullanan, silahla oynamaktan korkmayan ve iktidarı elde etmeyi güncel bir sorun olarak gökyüzünden yere indiren ilk devrimcilerimiz 71 devrimcileridir. Başlangıç adımları yanlış ve eksiklerle dolu olsa bile, deneyimleri komünist harekete dinamizm katacak unsurlar taşır.
O güne kadar devrimci diye, yarı Kemalist, devleti yıkmaktan değil kurtarmaktan yana olan, hep yukarıdan reformlar bekleyen tipler görmeye alışılmıştı. Yarım asırlık deneyimine ve uluslararası bağlantılarına rağmen TKP, öteki ülkelerde örnekleri görülen komünist militan, silahlı partizan tipinden uzak durmuştu. Zaman zaman poliste direnen, fedakar ve gözüpek kadroları olmamış değildi. Ama hem mücadele edilmesi hem de desteklenmesi gerektiğini düşündükleri, tek taraflı saldırmasına alıştıkları Kemalist devletle ciddi bir kapışmaya girmemişlerdi; gardı arkasına pısarak rakibinin yumruk sağanağının dinmesini bekleyen boksörler gibi devletin öfkesinin yatışmasını beklerlerdi. II. Dünya Savaşında Alman faşizmi işgal ederse sözümona savaşalım diye Türk ordusuna katılan önderler olmuştu. Meşruiyetini devletten ya da yasalardan almak istemek gibi kötü bir gelenek vardı.
Kapısına kilit vurduğu zamanlar dışında hep yeraltında olmuş TKP, illegaliteyi saldırı silahı olarak hiç kullanmamış, onu daima pasif savunma aracı olarak görmüştür. Gizlilikten anlaşılan; saklanma, hücre içi teorik eğitim, bildiri dağıtımı ve sınırlı sayıdaki işçi ve aydınla ilişkileri sürdürmektir. Silah kullanma, polis hücre evini basınca çatışma, hapisten kaçma, sınıf düşmanlarını cezalandırma gibi şeylere itibar edilmezdi. Zora düşünce partiyi kapat ve mülteci ol, hava yumuşayınca legale çıkmak için fırsat kolla –klasik formül buydu.
Yine dönemin Kemalizm etkisindeki partili ya da partisiz devrimcileri devleti hasım diye görmezlerdi. İleri bilinçli öğretmenler, mühendisler, bazı sendikacılar (vs.) sosyalizme sempati duyarlar; yürüyüş ve boykot yaparlar ama iş devrimci şiddetin kullanılmasına gelince çekinirlerdi. Örneğin Yön’ün devamlı Kemalizm aşıladığı sosyalist aydınlar liberal reformculuğun bir adım ötesine geçmemişlerdi. TİP önderlerinin programlarında vaad ettikleri şeyler, sözde reddettikleri Kemalist radikallerinkinden daha ileri değildir. Her birinin niyeti hükümeti ele geçirip yukarıdan aşağı reformlar yapmaktı. Hepsi iyi okullarda okumuştur, ağızları laf yapar ama devrimci barutları birkaç atışta bitecek kadar azdır. B. Boran, M. A. Aybar ve D. Avcıoğlu’nu Deniz ya da Kaypakkaya ile karşılaştırmak, bu konuda bir fikir verebilir.
Daha militan saflarda yeninin taşıyıcısı 68 önderlerinin kafalarında bile İttihatçı, Kuvayı Milliyeci imajı pek silinmemiştir; geriye doğru Resneli Niyazilere, Yakup Cemillere, Kara Kemallere hayranlık duyulmaktadır. Ama bir kez silahlar patladıktan, dostla düşman belli olmaya başladıktan sonra bunlar eskiyecek, eylemciler önceden tahmin edemeseler de takipçilerinin kafalarında oldukça olumlu bir devrimci tipi imajı yaratacaklardır.
Dolayısıyla, 71 devrimciliğinin sahneye çıkışı yeni bir tipolojiye geçiş demektir. Böylelikle eski devrimci tipinin miadı dolmuştur, pabucunun dama atıldığı ilan edilmiştir. Artık bundan sonra parametreleri belli yeni profesyonel yeraltı savaşçısı, enternasyonalist ruha sahip militan, devrimi aşağıdan yukarı geliştirmek isteyen halk savaşçısı vardır. Devrimin nabız atışları onların salt söylemlerine değil giyinişlerine, türkülerine, hal ve hareketlerine yansıyacaktır. Dağda ve kentte saklanırsa, bu, kaçmak için değil aniden saldırıp tekrar üssüne dönmek için olacaktır. Önceleri devrim için sadece ölmeyi bilirlerdi. Zamanla, başta ürke ürke, sonra profesyonelce öldürmeyi öğrendiler. Evi sarılırsa silahını atıp eli başının üzerinde teslim olmayıp çatışarak ölebilir, fırsatını bulursa avcısını avlayıp kaçmakta tereddüt etmez. Tıpkı zindanda iğne deliği bulsa kaçacağı, idam sehpasında yalvaracağına slogan atacağı, gerekirse mahkeme kürsüsünün üzerine yürüyeceği, işkenceciye asla yenilmeyeceği gibi…
Bazıları ayrıntı sayıp küçümserler böyle şeyleri, ama devrimi sırtında taşıyan da bu küçük şeyler olacaktır. O zamanki olayların sıcağında değeri pek anlaşılamayan bu kazanımların, olaylar bitip hasat yapıldığında hiç de yabana atılamayacak bir hazine olduğu anlaşılmıştır.
Bir adım geri: Radikal küçük burjuva devrimciliği
Ne yazık ki, küçük burjuva sınıf yapısı ve zayıf birikimi dolayısıyla, yeni tip devrimci, yarattığı efsanedeki kadar içi dolu değildir. Eskiden kopuşu bütünlüklü ve radikal değil, kısmi ve zayıf olduğu için sırtındaki kamburlardan tam kurtulmamıştır. Çünkü bu devrimcilik eskiden, yani legal, reformcu ve modern “Kuvayı Milliyeci” kimliğinden uzaklaşırken yarı yolda durmuş, komünist devrimci tipine dek uzanamamıştır. Radikal küçük burjuva devrimcisi olarak orta bir yerdedir. Bu bakımdan eskiye göre ileriyi, proletarya devrimciliğine göre geriyi temsil eder.
Her şeyden önce, Marx ve Lenin hattına bağlı gibi görünmesine rağmen komşu ideolojilere oldukça açıktır 71 devrimcisi. Klasikleri okuyuşu ve yorumlayışı Latin Amerika’dan Asya ve Afrika’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyanın genel devrimciliği içinde adeta kaybolur, tüm derinliğini ve keskin hatlarını yitirir. Marx ve Lenin, Çin imali “Prokrustes yatağı”na bağlanır, daha olmazsa M. Çayan’ın yaptığı gibi “III. Bunalım dönemi” gerekçesiyle rafa kaldırılır. Ekonomi politik ve materyalist tarih anlayışı gibi Marksizmin özünü oluşturan en önemli konular fazla bilinmez, bilinirse kaba ve ruhsuz Sovyet akademisyenlerinin izin verdiği kadarıyla bilinir. Türkiye tarihi ve iktisadı hiçbir Marksist süzgeçten geçirilmeden Kemalist akademisyenlerin kitaplarından öğrenilir. Bunun politikada reformculuğu, felsefede en kaba pozitivizmi beslediğini söylemeye bile gerek yok. Daha kötüsü, silahşor devrimci havalarda çok kitap okuyanları alaya almak, kulaktan dolma bilgilerle idare etmektir.
“68 Kuşağı”nın her şeyi herkesten iyi bilen demirbaş bilirkişileri röportajlarında, anılarında, biyografilerinde kendi kuşaklarının çok okuduğu havasını atmaya bayılırlar. Önceki kuşaklarla kıyaslanınca belki doğrudur bu, ama sorun teori kuruculuğu olunca iş değişir. Bu konuda yoldaşlarının önünde giden Mahir ve İbrahim’in yetenekleri herkesçe kabul edilmektedir. Ama onların doğal sınırlarının otuzun epey altındaki yaşları, klasiklerin çoğunu okumamış olmaları ve Türkiye aydınının kısır tarihsel geçmişi ile çizildiği unutulmamalıdır. Almanya, Fransa ve Rusya gibi teorik birikimi zengin bir ülkede yaşamıyorlardı, tersine arkalarında İttihatçılardan beri süregelen eylemcilik lehine teoriyi küçümseme gibi olumsuz bir gelenek duruyordu. İlk ‘devrimciyim’ dediklerinde, ileride hatırlayınca savundukları için utanacakları kadar ilkel ve bayağı oportünist görüşler, tepelerinden aşağı boca edilirdi.
Bütün bunlar, arkadakiler kadar öndekilerin de, okuyanlar kadar okunanların da geri olduğunu gösterir. Bizde cehalet, yiğitliğin şık elbisesi içinde dolaştığından ne yazık ki uzun ömürlü olmuştur.[4] Devrimci teoriyi derin kavrayamamak; politikayı, örgütlenmeyi ve tarihi bu çerçeveye yerleştirememek o zaman sorundu, bugün de sorundur.
71 devrimcilerinin teorilerindeki bariz eklektisizm Marx ve Lenin’in, günün Proudhonları, Bakuninleri, Struveleri ile aynı doğrultudaki L. Biao, C. Marighella, M. Belli, D. Avcıoğlu gibi pek çok benzemezleriyle bir dağarcıkta toplanmasında açığa vurur kendini. Oysa onlar proleter sosyalizmi dedikleri kendi anlayışları ile küçük burjuva ve burjuva sosyalizmi arasındaki farkları vurgulamaya birinci derecede önem verirlerdi. Aralarındaki çağ farkına rağmen 71 devrimcileri Rus Narodniklerine bayağı bir benzerler. Bireysel kahramanlık her ikisinin de kusurlarını örter; kendinden üstün olanları bile küçümsemeyi, onlara yukarıdan bakmayı öğretir. Örneğin işçi sınıfının yürüyüş, grev, genel grev, hatta ayaklanma gibi mücadele biçimlerini ekonomizm diye alaya alırlar. Karşı devrim üssü saydıkları kentlerdeki emekçileri paslanmış diye kale almazken, kır coğrafyasına ve köylülüğe romantik öpücükler atmaktan hoşlanırlar.
Toplumsal yapı analizi ve politik stratejiler söz konusu olduğunda sınıf halk, halk ulus içinde yok edilir. Proletarya, ayartılarak iktidarsızlaştırılmış bir sınıfmış imasıyla, mevzilenme planında köylülüğün arkasına itelenir. Kent ve kır yoksulları üzerinde fazla durulmazken, her nedense kıymete binen ulusal burjuvazinin sağ ve sol kanatları adeta büyüteçle incelenir. Mahir’in M. Belli’yi, İbrahim’in 1930’lar Çin’ini tekrarlayan “toplumsal çözümlemeler”inde bunların örnekleri görülür. Raslantıya bakın, tam da 1970’lerde politik ve ekonomik sistemin merkezine gelip oturmuş tekelci burjuvazi, “bir avuç komprador”, “işbirlikçi ajan” falan diye geçiştirilerek temel bir sınıf olarak devrimin düşmanları arasında sayılmamıştır. Emperyalizmden söz edilince burjuvaziyi anmaya gerek yokmuş gibi davranılır. MDD teorisi içinde proletarya ve onun nihai amacı olan sosyalizmi işleyen bir ara başlık bulmak şöyle dursun, birkaç cümlelik paragraf bulmak bile dikkatli bir aramayı gerektirir. Kemalist D. Avcıoğlu’nun ekonomik ve sosyal analizine dayanan bir devrim teorisi ancak bu kadar olabilirdi.
Buradan hareketle, 71 devrimcilerinin teorik düzlemde sosyo-ekonomik sistemi parçalarına ayırıp onları sonra tekrar birleştirmeyi, silah söküp takma işi kadar iyi beceremedikleri söylenebilir.
MDD: Sosyalizmsizlik ya da milli kapitalizmcilik
71 çıkışlı örgütlerin devrim anlayışı, TİP’in Sosyalist Devrimciliğine karşı M. Belli liderliğindeki Milli Demokratik Devrim muhalefeti etrafında biçimlenerek içselleşmişti. Bu sonuncusu da bombardıman edilmeden kafalar kolay değişmezdi.
Son şeklini o verdiği için Milli Demokratik Devrim teorisi M. Belli patenti taşır. Ama Ş. Hüsnü ve R. Fuat’tan devralınanlara biraz Yöncülük biraz Maoculuk eklenerek daha oportünist, daha Kemalist bir teori ortaya çıkartılmıştır. Buna göre Türkiye “yarı feodal yarı sömürge” bir ülkedir. Temel hedef, emperyalizmi ve bir avuç işbirlikçiyi tasfiye ederek, “milli kapitalizm”in gelişmesinin önünü açmaktır. Mesele Kemalist Devrimi tamamlamak, yani 1950 karşı devrimiyle yolu kesilen milli bağımsızlığı kazanmak ve anti feodal devrimi gerçekleştirmektir. Devrimi gerçekleştirecek millici sınıflar içinde hangisinin önder olacağı mücadele içinde ortaya çıkacaktır. “Asker-sivil aydın zümre”yi ürkütmemek için proletarya partisi, devrimde önderlik ve uzak geleceğin işi olan sosyalizm konuları fazla kurcalanmamalıdır. II. Enternasyonal’in üretici güçler teorisinin basit bir versiyonu olan ve özü “milli kapitalizmin gelişmesinin yolunun açılması” diye ifade edilebilecek bu devrim anlayışı, MDD geleneğinden gelen örgüt ve grupların çoğu tarafından 1990’lara kadar savunulmuştur.
M. Çayan ayrılırken M. Belli’nin bazı kaba görüşlerine karşı çıkmış, ama MDD’nin esaslarını savunmaktan vazgeçmemiştir. Epey sonra genelde halk savaşı, özelde Latin Amerika gerillacılığı bu gövdeye monte edilmiştir. Kesintisiz Devrim’in son broşüründe eski teoriye “öncü savaşı”, “silahlı propaganda” ve “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” gibi kavramlar eklenmesi, silahlı eylem çizgisine gerekçe kazandırılması için gerekliydi. Ama sosyo ekonomik yapı analizi, proletaryanın konumunun silikleştirilmesi, popülist sınıf mevzilenmesi ve “sol” Kemalistlerle flört etme anlayışları değişmeden kalmıştır.
Kaypakkaya ise, bazı noktalarda ileriymiş gibi gözükse de –örneğin sınıfsız toplum nihai hedefi vurgusu–, Türkiye’yi “yarı feodal” diye nitelediği için attığı ileri adımları teker teker geri almak zorunda kalır. Mevcut aşamadaki devrimin “anti feodal toprak devrimi” artı “anti emperyalist milli devrim” diye özetlenmesi, MDD teorisinin ana formüllerinin tekrarından başka bir şey değildir. Bunun ardından, yapay MDD’ye kıyasla gerçek bir yapım olan Mao’nun “Yeni Demokrasi” reçetesinin tekerlemeleri gelir ve kırları temel alan köylü devrimciliğinin kalıplaşmış şablonları peşpeşe sıralanır. Devrimin zaferinden sonra kurulacak halk iktidarına “milli burjuvazinin devrimci kanadı”nın ortak edilmesi en önemli handikaptır. Sosyalist aşamada bile milli burjuvaziye uzun süreli yaşam hakkı tanınması demek, proletarya diktatörlüğüne geçmeyi istememek, dolayısıyla sosyalizmi sulandırmak demektir.
Kaypakkaya, Türkiye’nin somut koşullarını fazla dikkate almadan Mao’nun “Uzun Süreli Halk Savaşı” teorisini yer yer olduğu gibi özetlemiştir. Şehirlere o kadar güvensiz, kırlara o kadar güvenlidir ki, “ileri işçiler ve önder kadrolar”ı şehirlerden almaktan ve oralarda sadece “işe yaramayanları, müteredditleri vs.” bırakmaktan yanadır. Partinin kırlarda silahlı mücadele içinde inşa edileceği tezini Mao’dan, “silahlı propaganda ve ajitasyon metotları” fikrini de Mahir’den alır. Bu alanda, teorik ve pratik olarak Denizler ve Mahirlerden etkilenmenin ötesinde pek bir katkısı yoktur.
Silahlı mücadeleyi ilk başlatan, üstelik diğerlerini arkasından sürükleyen THKO ise paradoksal olarak devrim ve silahlı mücadele teorisinde en geriden gelir. Örgütün herhangi bir yazılı ya da bağlayıcı çizgisi yoktur. Milli Demokratik Devrim teorisinin politik varsayımları söz konusu olunca M. Belli’nin, sosyo ekonomik tahliller söz konusu olunca D. Avcıoğlu’nun tezleri tekrarlanır. Silahlı mücadelede kırların temel mücadele alanı olacağı ve başlangıç adımının Malatya yöresinde atılacağı belirlenmiş, ama bir askeri strateji ve taktik plana gerek görülmemiştir. Askeri bir eğitimden dahi geçmemiş dağ grubu hemen her şeyi günübirlik yapabileceğini sanmaktaydı.
Oysa gerilla savaşına hazırlık salt nereden başlanacağı ve silah temini sorunu olmadığına göre, örgütün yapısı ve genel çizgisi önde gelen problemi oluşturmalıydı. Gerçi cezaevinde yazılan savunmada MDD teorisi ilkel biçimiyle tekrarlanmıştır. Sosyalizmin adının pek geçmediği bu devrimin öteki adına “İkinci Ulusal Kurtuluş Savaşı” denmesi doğaldır.
Kemalist prangalar: 71 devrimcilerine hediye
Kemalizmin 71 devrimciliği üzerindeki etkisi oldukça ciddi boyutlardadır. Bu etki ister Ş. Hüsnü’den M. Belli ve H. Kıvılcımlı’ya uzanan TKP hattından, ister 1930’lara doğru TKP’den kopan Ş. S. Aydemir ve V. N. Tör gibi Kadroculardan Yön ve Devrim’e uzanan seçkinci “sivil zümre”den, isterse de CHP paralelindeki Köy Enstitüleri kökenli romancılardan TÖS’te örgütlenmiş öğretmenlere uzanan popülist kanattan gelsin, her birinin doldurduğu yer 71 devrimciliğinin kaynağını oluşturan tek bir havuzdur. Yani “Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözündeki gibi, her taşın altına Kemalizm yuvalanmıştır.
Dev Genç’li öğrenci önderleri M. Belli ve D. Perinçek’in empoze etmesiyle kendilerini M. Kemal’in birinci dereceden mirasçısı sayarlardı. M. Belli, “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” derdi. “Bizim partimizin komutanı M. Kemal’dir” diyen D. Perinçek, hocasının yolunda gitmiştir. Ötekiler, yani darbe hazırlığındaki “sol” Kemalistler bu etkilenimden yararlanarak sivil desteği üniversite öğrencilerinden, özellikle Dev-Genç’ten sağlamak istemekteydiler. Dev Genç’li öğrencilere attırılan, “Atatürk Geliyor!” sloganı “sol darbe” imasından başka neydi ki? Ama sorun salt kamuoyu desteği sorunu değildir. THKP-C’nin Genel Komite’sinde bulunmuş K. Dede yıllar sonra şu itirafta bulunmuştur: “THKP-C niye 9 Mart hareketinin içine girdi? Niye subaylarını darbenin emrine verdi? Neyin pazarlığı yapıldı?”[5] Bazı örgütlenme ve grupların o günlerde ordu içinde darbe hazırlığındakilerle kurdukları özel bağlantılar bugün bile açıklık kazanmış değildir. Dev Genç’in ve öteki grup önderlerinin darbe ortamının hazırlanmasında kullanılmaları dolaylı yoldan dahi olsa sosyalizm adına utanç vericidir.[6] Dev Genç’in baş sloganlarından biri olan “Ordu Gençlik Elele, Milli Cephede”, darbecilere yedek güç rolü oynanmak istendiğinin inkar edilemez bir delilidir. Kemalizm kuyrukçuluğu devrimci hareketin radikal ve bağımsız gelişmesini hep önleyen ağır bir pranga olmuştur.
Burada vahim olan, deneyimsiz insanların böyle bir tuzağa düşmeleri değildir. 9 Mart gibi bir aldatmaca yaşandıktan, özellikle 12 Mart’ın balyozu inip kalkmaya başladıktan sonra frene basılmaması vahimdir. 12 Mart’ı 9 Mart sanarak faşizme “destek” bildirisine imza atan Dev Genç’in yaptığı tipik bir aymazlık örneğidir.[7] Kendi gazetesine “Ordu Kılıcını Attı” manşeti atan Kıvılcımlı’yı sessizce geçiyoruz, çünkü bu bir anlık yanılgı değildi.[8] Bütün devrimcilere ve ilerici güçlere vahşice saldırıldıktan, darbeci personel suspus olup sessizce köşesine çekildikten ve özellikle yenilgi alındıktan sonra Kemalizmin radikal eleştirisi için yol açılmıştı. Şapkayı öne koyup düşünmenin zamanıydı. Çabuk alınmış yenilginin yaralarını sarmaya başlamak için bundan iyi bir başlangıç olmazdı.
Ne yazık ki genel uyku hali bu aşamada bile devam etmiştir. THKO ve THKP-C’nin savunmalarında Kemalist etkinin azalacağına çoğalması, olsa olsa yenilgi psikolojisi yüzündendir. Sonradan savunmalardaki geri adımlar avukatların telkinleri, savaş hilesi gibi gerekçelerle açıklanmak istenmiştir. Öyleyse eğer, özürleri kabahatlerinden daha büyük demektir. Reformcu kanattan kopan radikal küçük burjuva devrimciliği kendini çepeçevre kuşatmış Kemalizm zırhını ah bir kırabilseydi, devrim anlayışından örgütlenmeye ve Kürt meselesine kadar hemen her konuda zihninin açıldığını görecekti.
Bu konuda en radikal tutum Kemalizmi “komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kliği”nin ideolojisi olarak mahkum eden İ. Kaypakkaya’dan gelmiştir. Kaypakkaya, D. Perinçek’in sağ oportünist Kemalizm görüşlerini eleştirirken, biraz geç ortaya çıkmanın avantajıyla ana problemi yakalar. Ama kestirme yoldan gitmeyi sevdiğinden, ters kutba savrulup şansını iyi değerlendiremez. Daha önce farklı farklı tarzlarda H. Kıvılcımlı, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer gibileri benzer Kemalizm eleştirileri gündeme getirmişlerdi. Kıvılcımlı Yol’da Kemalizm hakkında daha kapsamlı, daha somut tespitler yapmıştır. Ama 1960’larda Kemalizm övgüsünde başı çeken Kıvılcımlı’nın bu tutumu, akrabasına kızan birinin birgün şöyle, birgün böyle homurdanmasını andırırcasına çelişiktir, tutarsızdır.
Sorunun gündemleştirilmesi bile tek başına bir olumluluktur. Hele Kaypakkaya, Ulusal Kurtuluş Savaşının tarihsel konumunu ve onun önderliğinin sınıfsal yapısını nesnel değerlendirebilse önemli bir eşiğe gelmiş olacaktı. Ama “M. Kemal emperyalizmin ajanıdır”, “Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğunun devamıdır” ve “Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türk-Yunan savaşıdır” diye özetlenebilecek tezler, çubuğu tersine bükeyim derken onu kırmaya varmıştır. Öte yandan, kapıdan kovduğu Kemalizmi bacadan Maoculuk olarak içeri almış, ulusal burjuvaziyi halk iktidarına ortak yaparak ve devrimde köylülüğü baş tacı ederek Kemalizm eleştirilerini doğru perspektiften yapma şansını kendi eliyle ortadan kaldırmıştır. Her şeye rağmen, Kaypakkaya’nın parmağını tam hastalığın olduğu noktaya bastırmakla zamandaşlarının önüne geçtiği teslim edilmelidir.
Yeraltındaki örgütsüz örgütlenme
60’lı yılların örgütlenme alanındaki mutlak legalizmi, 1971’de yeraltı örgütleri kurularak aşılmak istenmiştir. Adı var kendi yok mülteci TKP’den sonra ilk defa devrimciler gizli örgütler kurmuşlardı. Olumsuzdan ayrışmak ve olumlu yönde farklılaşmak, eskiden adım adım uzaklaşılacağına işaretti.
Ama eskiden kopuş bazen çok zayıf, bazen geriye doğrudur. TKP’nin Komintern partilerini taklit eden parti şeması uygulaması ne THKO’da, ne THKP-C’de vardır. Merkez ve il komiteleri, fabrika hücreleri, organlar arası ilişkiler ve yayın faaliyeti gibi konular yanında, gizli çalışma kurallarını uygulamada TKP deneyiminin gerisine düşülmüştür. Gizliliğin, parti örgütlenmesinin temel ilke ve kurallarından, günlük çalışmanın, –örneğin ev tutmak ya da boşaltmak gibi– basit kenar uçlarına kadar uzanan bütünlüğünü ve inceliklerini kavramanın deneyim ve süreç işi olduğu o dönemde bir kez daha görülmüştür. Askeri eylemler ve gizlenmeler sırasında çok basit kural ihlalleri yapılabilmiştir. Daha dünkü öğrenciler birden profesyonel devrimci oluvermişlerdi. Cesur gerilla, iyi partili demekti. Hiçbir deneyimden geçmemiş, sınanmamış insanlar kritik yerlerde görev alabiliyorlardı. Hangisi olursa olsun ana birimi hücre değil kişi olan, organ nedir pek tanımayan, kişi kişiye ilişki sürdüren bu örgütler ne yapsalar ilkellik ve amatörlükten kurtulamazlardı.
Her üç örgüte de askeri bakış açısının hakim olduğu ilk bakışta bellidir. Kadro seçiminde, eğitimde, iç ilişkilerin düzenlenmesinde, kısacası bütünsel örgüt tasarımında bunun izleri vardır. Öyle olmasa “ordu”, “parti-cephe”, “parti-ordu” diye adlar verilmezdi. Çünkü bu adlar ilk elde askeri, askeri-politik ya da cephesel bir örgütlenmeyi çağrıştırırlar, ve öyledirler de. Öncülükten anlaşılan sınıfın en ileri, en üst yönetim merkezi değil, halkçı muhtevada gevşek bir cephe, bir ordu örgütlenmesidir. Partinin yönetmediği bir ordu ya da cephenin devrime önderlik etmesi, sınıf farklılıklarının pek belirginleşmediği oldukça geri ülkelere özgü bir durumdur. Afrika, Latin Amerika ve Filistin kökenli ulusal kurtuluşçu, halkçı örgütlerden kapılmış bu adlandırmaların bizimki gibi gelişkin bir topluma uymayacağını TKP bile biliyordu.
Askeri bakış açısının ayak izleri eylemlerin düzenlenmesinde de görülür. THKO olsun THKP-C olsun soygunlarını ve öteki eylemlerini bizzat en tepedeki önderlerinin katılımıyla gerçekleştirdiler. Yani askeri önderlik, teorik ve politik önderliğin üzerindeydi. Askeri bakış gözleri o denli kör etmişti ki, Mahir ilk banka soygununda çatışmaya girip ölse, bunun sonucu ne olur diye hesap edilmemişti. O aşamada Mahir olmayınca örgütte dağılma belirtileri ortaya çıkacağı, en azından yönetimin Y. Küpeli’ye geçebileceği düşünülmeliydi.
Anlı şanlı adlarına bakınca akla hemen bu örgütlerin program, tüzük, kongre, üyeler, merkez komitesi, alt organlar ve demokratik merkeziyetçilik gibi uluslararası komünist parti deneyimini yansıtan ilkelere ve kurumlara sahip oldukları, daha özet bir deyişle evrensel parti modelini uyguladıkları düşüncesi geliyor. Dış görünüşün aksine ne yukarıdan aşağı bir örgütlenme, ne de partiye bağlı dış örgütlenmeler vardır. THKO’nun adından başka bir şeyi yoktur: Ne Merkez Komitesi, ne tüzüğü, ne yan örgütleri… Sözlü olarak ortak görüşleri savunan, aynı duyguları ve değerleri paylaşan, birbirlerine güvenli ve sadık birtakım seçme insanlar, hareketin doğal gelişimi içerisinde, kendiliğinden oluşmuş bir hiyerarşiyle Deniz ve Hüseyin İnan’ın liderliği altında birleşmişlerdir. Geleneksel ölçütlerle (gözlem, deneme, işe yararlılık…) sağlam bilinen unsurlar çekirdek kadroya alınırken, ötekiler cephe gerisinde yan işlerde kullanılmaktadır. THKO dedikleri aşağı yukarı budur. Dolayısıyla, işler tepede birkaç yöneticinin karar ve emirleri ile yürümekte, eylemler bildirilerle alttakilere ve kamuoyuna açıklanmaktadır. Örgütün adı bile eylem içinde, birkaç eylemden sonra ortaya çıkmıştır.
THKP-C benzer özellikleri taşımasına rağmen bir adım ileridedir. THKO’dan fazla olarak bir üst yönetimi, bir tüzüğü vardır. Ama yaklaşık bir düzine kişiden oluşan Genel Komite ve Merkez Komitesi, yetkisini bir kongreden falan almaz, kendi kendini tayin etmiştir. Yani “öncü savaş”ın öncüsü iç içe geçmiş bu iki hücreden ibarettir. Genel Komite, kurulduğu andan dağılmasına kadar geçen sürede bir kez olsun bütün üyeleriyle toplanmamış, en önemli kararlar kimseye danışılmadan bir ya da birkaç kişi tarafından alınmıştır. Çayan’ın hazırladığı bir parti tüzüğü vardır, ama şöyle bir okunup rafa kaldırılmıştır. Askeri eylemlerinin ilk dalgalanmayı altlarda değil en üstte yapıp hızlı bir bölünmeye yol açmasıysa, ideolojik ve örgütsel birliğinin sağlamlığı hakkında fikir edinmemizi sağlar. Mahir’le önderlik yarışındaki Y. Küpeli, daha azraili bile görmeden bütün görüşlerinden vazgeçivermiştir. Mahir ile Küpeli-Aktolga arasındaki bölünmeden sonra hizbin yandaşlarıyla birlikte atılması, ne Kongreye ne de Konferansa dayanır. Genel Komitedeki Mahir ve dört yoldaşının imzasını taşıyan bir ihraç belgesiyle “Gordion düğümü” kesilircesine, atılma işlemi bir fiskede gerçekleşmiştir. Peki, tasfiye edilenlerin örgütte geliştirdiği alışkanlıklar, görüşler, gelenekler, ahbapçavuşluklar da bir fiskede atılmış mıdır?
Bütün bunlar, komünist parti örgütlenmesinin ilkeleri bilinmediğinden değildi elbette. Aceleciliğin ve deneyimsizliğin etkisi vardı. Ama asıl etken olarak, en ileri teori ve deneyimle donanmış Leninist parti modeli modası geçmiş diye itibar görmüyordu. Diğer konularda yapıldığı gibi örgütlenme de eklektik tarzda biraz Marksizmden, daha çok da Latin Amerika deneyiminden alınma öğeler karıştırılarak çözülüyordu. O zamanlar “fokoculuk” denilen bu askeri örgütlenme ve mücadele tarzı Denizler ve Mahirler tarafından benimseniyordu. Gerillanın politik öncü yerine konması, örgüt içi demokrasinin ve merkeziyetçiliğin büsbütün ortadan kaldırılması, silahlı eylemlerin “foco” (ocak) benzeri otonom hücrelerce yürütülmesi Latin Amerika devrimciliğinden kapılmış şeylerdir. Bunun sadece revizyonist partilerin geleneksel pasifizmine değil aynı zamanda Leninist modele karşı çizilmiş bir sınır olduğu ayrıca not edilmelidir.
Efsane ve gerçek
71’in devrimci önderleri kendi kişisel çıkarları için değil ezilen ve sömürülenlerin kurtuluşu için savaştılar. Cesaretleri, atılganlıkları, fedakarlıkları ve davalarına bağlılıkları herkese örnek olacak düzeydeydi. Zaptedilemez önder Deniz, usta bir yontucunun elinden fırlamış heykel kadar büyüleyiciydi. Onun kadar etkileyici bir kitle önderi saflarımıza hala gelmedi ne yazık ki! Mahir teorik ve örgütçü yeteneği yanında, savaşçı ve zeki bir önderdi; pratik politikada herkesin önündeydi. İbrahim’se zaman zaman Marksizme en yaklaşan, zaman zaman oportünizmi en iyi vurandır. İşkenceye karşı başeğmezliği ve mütevazılığı her türlü övgüye layıktır. “1971 Direniş Ruhu” “diye bir devrim takımı kurulacak olsa kaptanı Deniz, savunmada İbrahim, forvette Mahir olurdu herhalde. Yaşamlarını feda eden bütün 71’liler devrimin kelle koltukta savaşılmadan davetsiz misafir gibi kendi kendine gelmeyeceğini göstermek istemişlerdi. Bir adım gerilerinde, takım elbiselerinin ütüsünü bozmadan sosyalizmi getirebileceklerini sanan TİP milletvekillerinin silüetleri vardı. Bu unutulmasın!
Ne var ki onlar uzaydan gelmemiş, laboratuvarda da yetiştirilmemişlerdi. Olağanüstü varlıklar değil bizim içimizden çıkmış kimselerdi. Gelişmelerinin henüz başında, oluşum halindeki genç devrimcilerdi. Koşullarının zorluğuna, deneyimlerinin eksikliğine rağmen, son derece az donanımla keşfedilmemiş bir arazide ilerlediler. Latin Amerika’nın küçük ve kökü zayıf devletleri değil güçlü bir orduya ve deneyime sahip ciddiye alınması gereken bir devlet vardı karşılarında. 71 devrimcileri eleştirilirken de, olumlanırken de bunlar dikkate alınmalıdır.
Ama bir de gerçeğin gözden kaçan tarafı var: Bizim her şeyi abartmaya eğilimli Asyatik ve romantik insanımız 71 devrimcilerinin karşı devrim tarafından öldürülen sembol isimlerini efsaneleştirdi. Efsaneleştirilmeleri bir dereceye kadar normaldi, ama her üç önder, takipçileri tarafından, mutlak doğrulara sahip ulaşılmaz birer zirve olarak benimsendiler. Devrimci hareketin tarihini ortadan ikiye bölen bir milat gibi algılandı ve öyle gösterildiler. Özellikle Mahir ve İbrahim’in görüşlerine dokunulmazlığı varmış gibi davranıldı.
Bunlar yanlıştır. 71’in önderleri bazen herkesten ileri olabilirken bir başka alanda vasatın altına düşebilmişlerdir. Herkesi şaşırtan hataları olmadığını kimse iddia edemez. Bunları bilmezden gelerek kendi önderini kollamak, onun güçlü yanlarını öne çıkartıp zayıflıklarını örtbas etmek doğru değildir. Teorilerinde ve pratiklerinde birçok hataları vardı, o yüzden olumlulukları kadar olumsuzlukları da yıllar boyu tartışıldı.
En basitinden, Deniz Gezmişlerin yakalandıklarında poliste ifade vermemek, direnmek diye bir kararları yoktu. Poliste ve duruşmalarda, katıldıkları eylemleri ad vererek ayrıntılarıyla anlatabildiler. Bunun eylemlerin propagandası olduğu ileri sürüldü. Mahir Çayan’ın ise, –yaralı olarak yakalandığından– hastanede savcılar tarafından sorgulandığı halde ifadesi 30 sayfayı buluyordu. Gizlediği şeyler vardı, ama söyledikleri arasında polisin işine yarayacak bilgiler de vardı. Aynı davadan yargılananlar içinde direnenler parmakla gösterilecek kadar az iken, kötü çözülenler, bildiklerini son kertesine dek anlatanlar oldukça fazlaydı. Suçlar ölenlerin üzerine atılabiliyor, eylemler ve örgütün sırları rahatlıkla deşifre edilebiliyordu. Böylece, sıkıyönetim mahkemelerinin işkenceyi meşru sayan tutumları karşısında, devrimci saflarda da işkencede çözülmeyi meşru gören ve etkileri günümüze kadar uzanan bir anlayış yerleşmiş oldu.
Mahkeme karşısındaki tutum da bundan çok farklı değildi. THKO ve THKP-C’nin savunmaları Kemalist mirasa neredeyse tam sahiplenme üzerine kurulmuştu. THKO’nun savunmasının yarısı M. Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet tarihi övgüsüdür. Günümüzün sosyalizm karşıtı neo-Kemalistleri bu savunmayı kendi adlarına aynen yayınlayabiliyorlarsa, bunun nedeni üzerinde ayrıca düşünmek gerekir. Deniz Gezmiş adını ve posterini bayrak edinmelerinde bizimkilerin kusuru yoktur denilemez.
THKP-C savunmasında ise döne dolaşa Milli Demokratik Devrimin proletarya diktatörlüğüne ya da ona geçişin özel bir biçimine yol açmayacağı anlatılır. Amacın, “milli kapitalizmin geliştirilmesi”ni sağlayacak bir düzen kurmak olduğu vurgulanır. Gerçek düşüncenin aksine, devletin ve anayasanın yıkılıp ortadan kaldırılmak istenmediği söylenmiş olur. “MDD anlayışı 1961 Anayasasına uygundur; bu, 1969’da Yargıtay kararıyla onaylanmıştır” şeklindeki hatırlatmalar bir sığınak gibi kullanılmıştır. Yani “düzen”i yıkmak istemedik, onu yasal sınırlar çerçevesinde düzenlemeye çalıştık denilmek istenmiştir. Açık söylemek gerekirse bunlar liberal avukatlardan kapılmış hastalıklardır.
Komünistler burjuva mahkemeleri önünde amaçlarını asla gizlemezler, tam tersine bu mahkemeleri görüşlerini halka ulaştırmak için bir kürsüye çevirmeye çalışırlar. 71 devrimcileri, Dimitrovcu tutumu çok iyi bilirler. Yasa tanımaz faşist yargıçlar karşısında burjuva hukukuna sığınmak, devrimci şiddeti reddediyor durumuna düşmek ya da fazla ceza almaktan çekiniyor görünmek ölümü cebinde taşıyan devrimcilere hiç yakışmamıştır.
Bunları hatırlatmak kabuk bağlamış yarayı kaşımak mıdır? Hayır! Bunların, Mahirlerin Kızıldere’de “teslim olmaya değil ölmeye geldik” sözlerinde, Denizlerinse idam sehpasına tekme atmalarında ifadesini bulan tutumlarına tamamen zıt düştüğünü görmek gerekiyor. 71 mirasının olumluluklarının netleşmesi, olumsuzluklarının belirlenip gövdeden atılmasına bağlıdır. Daha o günlerde düzeltilmesi gereken hatalar düzeltilmediği için, aynı şeyler günümüze kadar süregelmiştir. Özellikle bu geleneklerden gelen insanlar çözülmelerine rağmen hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmiş, kimse kimseye hesap sormamıştır. Kuşaktan kuşağa devam eden bu duruma kimse karışmamaktadır. Olgunlaşmaya ve hareketteki gelişmeye rağmen, 71 önderlerinin erdemleri dururken kusurlarının çizgileştirilmesi akıl alacak şey değildir.
Ama asıl, şimdi hayatta olan bazı tanınmış simaların hem kusurlarını örtbas edip, hem de kendilerini meziyet sahibi gibi göstermelerine karşı çıkılmalıdır. Adam adeta olumsuzluklar simgesi ama ortalıkta pekala kahraman edasıyla dolaşabiliyor. Her faşist darbede bir öncekinden daha kötü çözüldüğü halde örgütünden itiraz görmemiş, otoritesini sürdürmüş kimseler var. O dönemde acemiliği nedeniyle sosyalizm adına Kemalizmi savunan, ama aradan geçen bunca yıldan sonra işi Kemalizm bayraktarlığına vardıranlar ise politik bir sektör gibi çalışıyorlar. Peki, üç günlük seyislikleri olduğu halde dokuz günlük at boku karıştıran, her defasında kapısı çalınan anı babalarına ne demeli? Bunlar, nereden aldıkları belli olmayan bir yetkeyle ölen-ölmeyen devrimcilere not veriyor, tarih yazım kılavuzu gibi ona buna referansörlük ediyorlar.
Burada amaç, gençlikte olmuş bitmiş hataları insanların yüzüne vurmak, onları rencide etmek değildir tabii ki. Böyle bir şey bayağılık olur. Bugün hareket üzerinde etkisi ve izi kalmamış eski kusurların lafı bile edilmez. Ama sonraki kuşaklar örtbas edilen böyle şeyler yüzünden ağır bedeller ödemek zorunda kalmışlarsa iş değişir.
Bugün çoğu kimse, önder bildiği efsanevi kişilerin kusurları ve hataları olabileceğini aklından geçirmez bile. Artık bunca yenilgi ve kayıptan sonra kimse eleştirel ve sorgulayıcı olmaksızın başkalarının ardından gözü kapalı gidemez. Çağımızda gereksiz hale gelmelerinin koşulları oluşmadığından önderlerden vazgeçilemez. Ama dindarların her şeyi bilir varsayıp peygamberlerine körü körüne itaat etmeleri gibi bir devrimcilik de olmaz, olmamalıdır. Tanınmış önderlerin ve şehitlerin kusursuz ve mükemmel, adeta olağanüstü varlıklar gibi gösterilmesi, ne yazık ki dünya devrimci hareketinde yer yer rastlanabilen eski bir hastalıktır. Önderlere ve şehitlere her türlü dinsel, mistik anlayıştan uzak bir gözle bakmak gerekiyor.
71’in önderlerinin “olağanüstü insanlar”mış gibi görülmelerinde kişisel meziyetleri kadar, elverişli tarihsel-toplumsal koşulların da rolü vardır. Bu, unutulmamalıdır. 1968’lerde, her derin devrimci dönemdeki gibi yerden mantar bitercesine hızlı ve çok sayıda devrimci katıldı saflara. Öğrenciler içindeki her akıllı çalışmadan, –başka zamanlardakinin tersine– tabiri caizse bire bin verim alınabiliyordu. Bu, kuvvetli esen devrimci fırtına nedeniyleydi. Yoksa ne tek başına Deniz Gezmiş’in sihirli sopası ne de Dev Genç’in bükülmez sanılan yumruğu bunu yapabilirdi. Başarılı gelişmenin ne kadarının kendi yeteneklerinden, ne kadarının devrimci iklimden kaynaklandığı önde gelen devrimciler tarafından tam kavranamamıştı. Bu nedenle toplumsal dinamizmi yaratanın kendileri olduğu gibi idealist bir yanılsamaya düştüler. Bilinçaltlarında, 68 dalgasının kendi kulaçlarının itişiyle doğduğu gibi bir anlayış vardı. Deniz’in, Mahir’in ve Kaypakkaya’nın hem devrimci hayallerini kurarken, hem de kırda ve kentte emekçilerin bilinç düzeylerini değerlendirirken durumu abartmalarında bunun payı vardır.
“Pandoranın kutusu”nda neler vardı?
Hala 68’de kalmış bazı biyografi veya otobiyografi yazarları, zamanın devrimci yaşamını bütünlüğünden kopartıp efsaneler ya da methiyeler halinde öykülemeyi moda haline getirdiler. Dönemin kahramanlarını anlatıyormuş gibi yapıp döne döne kendilerini anlatıyorlar.[9] Hafızalarında zaten silikleşmiş birtakım olayları, kendilerini ve arkadaşlarını yücelten avcı hikayeleri olarak yeniden imal ediyorlar. Tabii gün gelecek bu avcılar unutulacak, ama hikayeleri test edilmesi zor tarihsel belgeler olarak karşımıza tekrar çıkacaklar.
Böyleleri, öncesi ve sonrasıyla tek renge boyadıkları 71 devrimciliğini hiç kire bulaşmamış, lekesiz devrimcilikmiş gibi gösteriyorlar. Nostaljik yazar her şey iyiymiş, güzelmiş, yüceymişçesine masal havasında anlatıp gidiyor. Bunların, tarihsel ayrıntıları böyle kitaplardan öğrenecek genç devrimciler üzerinde nasıl direnç kırıcı bir rol oynayacağını tahmin etmek zor değildir. Durum gerçekten bu kitaplarda anlatılan gibi miydi?
Öncelikle devrimci hareketin 1965’lerden 1973’e kadar uzanan süreçteki gelişiminin her aşamada farklı özellikler taşıdığı dikkate alınmalıdır. İlk aşamada, yani 12 Mart’a kadarki dönemde, yüksek devrimci basıncın etkisiyle, olumsuzluklar en az, yiğitlik ve cesaret örnekleri ise en çok düzeydeydi. İpler karşı devrimin eline geçince hemen her şey tersine döndü: Silahlı eylem doğası gereği daha yüksek fedakarlık ve direngenlik istemekteydi. Ayrıca yenilgi koşullarının moral bozucu ve panikletici psikolojik havası bunun üstüne binmişti. Dolayısıyla son dönem, ilk denebilecek yüce kahramanlık örnekleri kadar, tiksindirici çirkinlik ve maskaralıklara da analık etmiştir.
1971-1973 yıllarında “Pandoranın kutusu” açılırcasına ihanet, döneklik, davayı inkar, mistisizm, korkaklık, yalakalık vs. saflara yayılacaktır. Fırtınanın iyi estiği günlerde arslanlaşanlar, yenilgi yılları gelince –sadece içeridekiler değil dışarıdakiler de– kuzu gibi olmuşlardır. Hava tersine dönmüştür. Bu dönemde dövüşenleri alkışlayanlar pek yoktur, aydınlar ve kararsız unsurlar kenara çekilmişlerdir, kavgayı sürdürenler parmakla sayılmaktadır artık. Entelektüellerin, eski öğrenci önderlerinin, köşe yazarlarının, edebiyatçıların bazıları döneklik edebiyatıyla meşguldür. Elbette kendi kendine olan şeyler değildi bunlar. Faşizm devrimci safları bozguna uğrattıktan sonra politik-askeri zaferini, hasmının ideolojik-psikolojik yenilgisiyle tamamlamak istiyor, yüklendikçe yükleniyordu.
THKP-C Merkez Komitesi içinde Mahir’in devrimci çizgisine karşı, Y. Küpeli ve M. R. Aktolga ikilisi H. Kıvılcımlı’nın görüşleriyle üretici güçler teorisini birleştiren dönek bir çizgi geliştirmişlerdi. Bunlar örgütten atılınca daha kötü noktalara sürüklendiler. Türkiye’de olan biten her şeyi ABD’nin tezgahladığı bir komployla açıklar oldular. Mahkeme ve savcılık sorgularında kendilerini ve arkadaşlarını sado-mazohistçe suçladılar. Sanıklar, savcı ve yargıçlar gibi, hatta onlardan daha açık ve saldırgan ifadelerle devrimciliği suçlayıp yargılıyorlardı. İşte bazı örnekler:
Y. Küpeli: “Şimdi anlıyorum ki ben kendimi Marksist-Leninist zanneden Donkişot, anarşist, kumarbaz, sorumsuz, halkıma ve işçi sınıfına karşı bir kişiyim.“[10]
M. Aktolga: “Ben her türlü ahlaksızlığın, namussuzluğun, ihanetlerin hep solculuk adına yapıldığı bir mekanizma içinde yer aldım.“[11]
E. Kürkçü: “…Türkiye’ye Marksizm, sanıldığı gibi Sovyetler Birliği aracılığıyla değil, bu batıcı tarihsel devrimci geleneğe yaslanmak isteyen ABD emperyalizmi aracılığı ile ve fakat tahrik edilerek sokuldu.“[12]
M. Baykara: “…bu gibi sol cereyanların dışında kalmış ve vatanıma, milletime ve aileme çalışmış olsaydım, daha mesut olurdum. Şimdi bu nedameti tamamen duyuyorum.”[13]
Dönek takımı, emperyalizmin Truva Atı dediği devrimciliği kendisiyle birlikte karalıyordu. Bulaştıkları devrimciliği küfürle öldürmek, ondan arınmak istiyorlardı. Bu arada, karşı devrimin bazı faşist, muhafazakar kanatlarını övgüye boğmayı da ihmal etmiyorlardı. Selimiye Kışlasının 6. Koğuşunda bir araya gelen THKO’dan N. Töre, THKP-C’den Küpeli, Aktolga ve Kürkçü “yeni” bir tez geliştirmişlerdi. Buna göre Abdülhamit ve 31 Martçılardan Serbest Fırka, Menderes ve Demirel’e kadar uzanan hat boyunca tarihin ilerici güçleri yer alıyordu.
1980 sonrasında adeta ayrı bir akıma dönüşen itirafçılık, gelişmemiş haliyle o dönemde de yaşandı. İhanetler ve korkakça saf değiştirmeler görüldü. Kafayı üşütenler, deli taklidi yapanlar, namaz kılanlar, Kuran okuyanlar çıktı. THKP-C Genel Komite üyesi B. Erdumlu bir mektubunda şöyle yazıyordu: “Gerçeği buldum ben, yedi bin yıldır pislenen ve benliğimin en ücra köşelerine çekilen, saklanan fakat asla yok edilemeyen gerçek özüme, insanlığıma kavuştum ben…“[14] Bildiklerini anlatarak yoldaşlarını ele verme, sıkıyönetim komutanlarına ihbar etme, günahlardan arınma adına elbise yakma, mahkemelerden af dilenme gibi, o dönemi yaşayanların bildikleri gerçeklerdir. Burjuva basını bunları çarşaf çarşaf yayınlayarak zamanın modası olan devrimciliği gözden düşürmeye çalıştı. Hatta evrensel döneklik edebiyatından seçmeler, “Aldatan Put” adıyla M. Toker tarafından radyo dizisi haline getirildi.
En tehlikelisi, saflarda ortaya çıkan bu çirkinliklerin nerede bittiğinin, devrimciliğin nerede başladığının anlaşılmasının zorluğuydu. Kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla her grup kirli çamaşırlarını gizliyordu. Sonradan önderliğe soyunanlardan bir kısmı döneklik tezlerini hapishanelerde, bu ortam içinde hazırlamaya başladılar.
Bugün o dönemin pek ünlü simalarının sicili eşelendiğinde böyle çirkinlikler çıkabilir ortaya. Onun için, 71 devrimcilerini gerçek boyutları içinde görebilmek istiyorsak, portrelerinin karanlıkta bırakılmış yanlarına bakmayı ihmal etmemeliyiz.
Çığır açan kuşak
Türkiye’de 1960-1980 dönemeci, aradaki dalgalanmalara rağmen sosyalizmin kitlelere yayıldığı, hareketin adım adım ayrı dillerde konuşmayı öğrenerek egemen sınıflara kafa tutacak kişiliğe kavuştuğu bir kesittir. Bu kesitin tepe noktasında 1974 yükselişi, bu yükselişin tetiği başında da 71 devrimcileri vardır.
İtalya’da Kızıl Tugaylar, Almanya’da RAF ve Japonya’da Kızıl Ordu gibi anarşizan silahlı eylemcilerin –farklı özleri ve koşulları gereği– yapamadığını, 71’in devrimci örgütleri yapmıştır. Kitlelerden kopuk oldukları, kısa sürede yenildikleri ve bir sonraki döneme geçilirken arkalarında örgütlü bir yapı bırakamadıkları halde, direngenliklerinin geç gelen bir ödülü olarak geniş bir sempati, kalınan yerden devam etme isteği bırakmışlardır. Gerilla eylemleriyle birlikte, 68’in, kamuoyunca meşru görülen öğrenci direnişlerinin yarattığı itibar, emekçi yığınların ileri kesimlerinde harekete katılıma dönüşebilmiştir. Nitekim 1974 yılının ardından devlete ve sivil faşizme karşı, 12 Eylül 1980’e kadar durmaksızın sürecek daha zorlu, daha kitlesel ve dinamik, daha emekçi karakterli bir hareket gelişmeye başlamıştır.
Yeni dönemin devrimci örgütlerinin ve akımlarının hepsinin başında 71 devrimciliği okulundan gelmiş kimseler vardı. Bunların bir kısmı geçmiş çizgisini aynen sürdürürken, bir kısmı açık ya da örtük olarak rota değiştirdi. Ama hangisi olursa olsun etrafında ummadığı bir sempatizan kitlesi bulabildi.
Ne var ki hayatta kalan önderler yeni dönemde Marksist-Leninist çizgide illegal bir parti yaratmayı başaramadılar. Çünkü hareketi derleyip toparlayarak bir üst düzeyde yeniden yapılandıracak, teoride ve örgütlenmede önceki dönemin olumlu özünü yeni bir senteze taşıyabilecek çapta önderler yoktu. Yarım kalmış eski oyunun son bölümü oynanıyordu sanki: Nispeten yaşlı ve olgunlaşmış olanlar hareketi sağa, genç ve dinamik olanlarsa sola çekmeye çalışıyorlardı. Asıl bu aşamada yığınlardan destek alabilecek bir gerilla savaşının koşulları onyılın sonuna doğru olgunlaşmıştı. Ama silahlı mücadele yürüttüğünü söyleyenler tek yanlı ve marjinal taklitçiler olduklarından, o güce ve etkiye sahip olanlarsa buna yan çizdiklerinden, bu kez gerçekten tarihsel bir fırsat kaçırılacaktı.
Yeni dönemde, 71 devrimciliğinin kazanımları kimi alanda doğrudan geliştirilerek, kimindeyse radikal tarzda eleştirilerek teorik, politik ve örgütsel atılımlar yaşandı. Ama bu gelişme olması gereken hız ve derinlikte değildi, potansiyelinin çok altındaydı. Gitgide çoğalan bölünmelere devrimci önderliklerin müzmin hastalığı dar pratikçilik eklenince, devrimi güncelleştirebilecek verimli bir dönem heba edilmiş oldu. Gerçi devrimci hareket gençlik döneminden uzaklaşarak nispeten olgunlaşmıştı. Öğrenci-aydın ekseninden emekçi eksenine kaymıştı devrimci dinamik. Yine illegal örgütlenme, silahlı eylem teknikleri, geçmişten devralınan devrimci mücadele gelenekleri incelikleriyle öğrenilmişti. Hatta 71’den çok daha ileri noktalara taşınmıştı.
Teorik canlanma, verimlilikte değilse bile, yaygınlıkta eskisini gölgede bıraktı. Gruplar arasında onca boş devrimci gevezelik yapılmış olmasına rağmen bazı konuların tartışılması gerçekten gerekliydi. Hatta acil önemdeydi. Örneğin, Kemalizm konusu ve Kürt ulusal sorunu –Kaypakkaya’nın zorladığı ama açamadığı kapılar yani– yeni dönemde enine boyuna tartışılmıştır. 71 devrimciliği, fazla önemsemediği Kürt ulusal sorununda milliyetçilik mikrobu taşıdığının farkına ancak bu dönemde varabilecekti.
En yığınsal hareketlerin başında, süreç sonunda bitkin düşecek 71 yorgunları vardı. 12 Eylül yenilgisinin, 12 Mart’ın tersine dövüşsüz olmasının ve teslimiyetçi bir çöküşle sonuçlanmasının bir nedeni budur. Yeni sürecin asli karakteri haline gelen sınırsız bölünmeler, gereksiz tartışmalar ve öldürmeye kadar varan silahlı çatışmalar da buna hizmet etmiştir. Görünen odur ki, harekete genelde önderlik eden 71 devrimcisi, ardındaki yığınsal desteğe rağmen on yıl önceki kadar bile radikal değildir. 12 Eylül darbesinde onca örgütün çoğu ringe çıkmamış, ringe kadar gelenlerse çoğu kez havlu atmıştır. 12 Eylül döneminde, sanki 71 devrimcilerini kendi içinde tüketen, silip yutan uzun bir ölüm tarlasından geçilmişti.
68 mi, 71 mi; yoksa her ikisi mi?
Avrupa’dan gelen bir modayı Türkiye’ye taşıyan liberal sosyalistler son yirmi yıldır “68” üzerine tartışıyorlar. Bu, “68’cilik edebiyatı”nı aşıp tarihimizin önemli bir kesitini günümüzün bilincine çıkarttığı ölçüde iyidir. Ama bunların bir kısmının, 68 çerçevesi içine hapsettiği 71 devrimciliğini sanki hiç yaşanmamış gibi görmezden gelmesi, bir kısmınınsa 71’i, 68’in kötü sonla biten hazin bir parçası olarak algılaması karşısında aynı şeyi söyleyemeyiz.
Bu yöntemle, 71 devrimciliği şu ya da bu şekilde 68’e dahil edilmeyerek yeni nesillerin gözünden kaçırılmak istenir. Böyleleri sadece 1965-1971 yıllarında süregelen devrimciliği öne çıkarırlar. Ondan sonrası tamamen bir gençlik hayalciliğidir, yapay bir kışkırtılmışlıktır. Hatta solun içindeki bazı isimlere göre 71 devrimciliği CİA, hatta MİT kışkırtmasının ürünüdür. Ne derse desinler, bunlar, 71 devrimciliğini devrimci mirasın dışına atmak isteyenlerdir. Zaten bu konuda başı çeken D. Perinçek, yandaşlarına gereksindikleri formülü veriyor: 68 her şeydir, 71 hiçbir şey!
Oysa, devamlılıkları kadar kopuşları da olan tek bir dönemin iç içe geçmiş iki evresi söz konusudur. İlk evrede kitle çalışmaları ve eylemleri içinde yetişen, Marksizmi ve dünya devrimciliğini azbuçuk öğrenen öncü öğrenciler, sürecin sonunda düzenle bağlarını koparıp 71 devrimciliğine geçmişlerdir. Sonraki gelişmeler önceki birikimden çıkmıştır. Elbette daha sabırlı ve uzakgörüşlü olsalar oklarını daha ileri noktalara fırlatabilirlerdi. Yine de 1971, yenilgiyi ve bazı kayıpları içerse de öncesine göre devrimcilik zincirinin bir üst halkasıdır. Sonraki kuşakların her biri bu okuldan geçerek daha üst basamaklara ulaşmışlardır. 71 devrimcilerinin cüretkar girişimleri örnek olmasa, PKK aynı cüretkarlıktaki –ama gerçekçi– girişimine cesaret edemezdi. Kimse kendinden önceki dönemlerde edinilen deneyleri son bakış açısıyla süzgeçten geçirip sindirmeden ileri sıçrayamaz.
Ama 71 devrimciliğini ve ondan bu yana cereyan eden gelişmeleri değerlendirmek bakımından doğru zamanda bulunduğumuzu söylemek zordur. Çünkü dünya devrimci hareketindeki felçleşmeden ileri gelen bugünkü alacakaranlık, her şeyi en iyi görünen tepeden, daha net gösterecek bir gözle izlememize imkan vermiyor. Değerlendirmemizi ister istemez birçok şeyin tam açıklık kazanmadığı bir zamanda yapmak durumundaydık. Marksizm yeni bir devrimler dalgasının sırtında üzerindeki yabancı etkilerden ve bu kez uzun süren durgunluğunun yıpratıcı etkilerinden kurtularak yükselmeye başladığında, geçmişin olumluluklarına olsun hatalarına olsun daha geniş bir açıyla bakabileceğiz.
Buna rağmen yeni çıkış yollarının arandığı bir zamanda yakın tarihe dönüp yeni sorular sormak yararsız olmayacaktır.
[1] O dönemde en acil, en yakıcı sorun bir yeraltı komünist partisinin kurulmasıydı. Ama kimse bunu tartışmıyordu. Herkes legal partiden söz ediyordu; ama o zamanlar öyle bir parti kurulsa bir işe yarar mıydı? Kaç günlük ömrü olurdu, o başka…
[2] Nitekim H. Kıvılcımlı darbe ertesi yurtdışına kaçtıktan sonra kapitalist ve revizyonist ülkeler arasında iltica için mekik dokuyacaktır. Oysa biraz hazırlıklı olsa etrafındakilerle birlikte hem ülkede barınabilir, hem tedavi olabilirdi. Çünkü o yıllarda devlet bugünkü uyanıklıkta olmadığından barınmak zor değildi. “Eski tüfekler”in ülke içinde ne illegal olma gibi bir düşünceleri, ne de bu konuda yeterli deneyimleri vardı. M. Belli’nin önce Filistin’e, sonra Avrupa’ya kaçması da “o kafa”nın ürünüydü.
Sonuçta her ikisi de dönemin devrimci örgütlerinin mülteciliği reddeden tutumuna karşı TKP’nin eski alışkanlığını sürdürdüler.
[3] Yeri gelmişken oportünizmden etkilenen ve dünya devrimci pratiğine gözünü kapayan bazı Marksist Leninist partilerin hem durgun zamanlarda hem de geçiş dönemlerinde silaha uzak durmak gibi bir yanlışa düştüklerini belirtmek gerekir. Silaha sarılmayı, yığınların en üst mücadele biçimlerinin dorukta olduğu devrimci krizin son kertesine bırakmak düpedüz sağcılıktır. En azından özgün bir durumu evrenselleştirmektir.
[4] Burada teori denilirken kuru kuruya kitap okumaktan, bilgi yığınından söz edilmiyor kuşkusuz. Klasiklerin ve ötekilerin yaratıcı bir yorumla okunması zincirin halkalarından sadece birisidir. Teori, pratikle karşılıklı ilişki içinde olmadığı, politikalar ve örgütsel alanla kendi arasında sürekli mekik dokumadığı zaman lafazanlığa dönüşür.
[5] Bedri Baykam, 68’li Yıllar, İmge Yay., Ankara 2002, s.140
[6] Dev Genç’li her devrimci gibi ben de o dönemde Kemalizmin etkilerini üzerimde taşıdım. Marksizm-Leninizme inanıyordum, ama Kemalizmle proleter sosyalizmi arasındaki uzlaşmazlığı tam göremiyordum. Bize yukarıdan empoze edilen sloganları attım. “Sol” Kemalistlerin Dev-Genç eylemlerine eklemlediği çarpıklıklara herkes gibi ortaklık ettim. Ama “sol” cuntacılarla, gerek kendi başıma gerekse başkalarıyla birlikte bir angajmana girmedim.
Hasan Cemal denilen adam, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adlı kitabında, o zamanlar “Basın Yayın Komünü” diye anılan benim de mensubu olduğum devrimci grubu, Devrim dergisinin “vurucu gücü” olmakla suçlamıştır. Hayatında hiçbir bedel ödememiş, hiçbir zorluğa katlanmamış bu İttihatçı çocuğu, –rütbesinin sonu olan– burjuva uşaklığı kariyerinde yerini korumak için herkese attığı çamuru bizden de esirgememiştir. Kitabını orijinal kılmak için gerçekleri bozma gibi bir alışkanlığa sahip olduğu hep söylenmiştir.
Eğer orada yazdığı üzere Uluç Gürkan’la birlikte, Kızılay’da Aktan İnce’nin ve Aydın Çubukçu’nun da katıldığı bir toplantı yapmışlarsa ben bilemem, bu onların sorunudur. Ama kendi adıma böyle bir kumpasa girmediğimi, girmeyeceğimi belirtmek isterim.
[7] Dev Genç, muhtıranın hemen arkasından yayınladığı bildiride,”… şartlar yerine getirildiği takdirde ordudan gelecek her hareketi desteklemeye hazır olduğu”nu ilan ediyor (A. Yıldırım, Belgelerle FKF – Dev-Genç, Yurt Yay., Ankara 1988). Dev Genç Hükümete ancak kapatılmasından sadece iki gün önce, 25 Nisan’da karşı çıkıyor.
[8] H. Kıvılcımlı’nın darbe destekçiliği bundan ibaret değildir. İltica kapıları yüzüne kapandıktan, darbenin üzerinden 7 ay geçtikten sonra faşist sıkıyönetim mahkemesine yazdığı dilekçede şöyle şeyler söyleyebiliyor: “İlerici Türk ordusunun içinden çıkmış sayın askeri yargıçlar…” (Yol Anıları, s. 377) Her nedense “Sayın Yargıcım” diye hitap ettiği sıkıyönetim mahkemesi başkanına CİA’nın oyuncağı diye suçladığı 71 Devrimcilerini ve Nazım’ı çekiştiriyor.
[9] Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam edilecekleri gün gece vakti hücrelerinden alınırlar. Belki tepki olur diye on beş gün önce koğuşlarından çıkarılıp arka hücrelere konulmuşlardır. Bitişiktekiler gece askerlerin hücre kapılarını açışlarını, Denizlerin ellerinin zincire vuruluşunu, hücreden çıkarıldıktan sonra kapıların kapanmasını duyarlar. En son, “Hadi eyvallah” diye bağırır Deniz. Hiç kimse ne o gece, ne gün ağardıktan sonra sesini çıkarmaz. Her yer suskunluğa bürünür.
O zamanlar Mamak Cezaevinde yatan anı babalarının hemen hepsi bunu adeta final sahnesi havasında anlatırlar. Anlatılanlar gerçekten çok dokunaklıdır, onları gece yarısı sizden alır ve birkaç saat sonra asmak üzere götürürler.
Tam bu noktada şunu sormadan edemezsiniz: Cellatları, yanı başımızdaki yoldaşlarımızı idam etmeye götürürlerken niye ses çıkarılmadı? Oysa slogan atılabilir, kapılar yumruklanabilir, mazgallara vurulabilir, yatak-yorgan yakılabilirdi. İsyan çıkarmak en doğrusuydu. Hiç olmazsa açlık grevine gidilmeliydi. Mahpus damlarında adli mahkumlar bile gerçekleştirdi bu gibi karşı koyuşları. Madem hiçbir şey yapmadın utanmasını bil, yazma bari kardeşim! Yazıyorsan bu da senin korkaklığını anlatan bir belge olarak tarihe geçecektir.
[10] THKP-C: Doğuşu ve İlk Eylemleri, Kaynak Yay., İstanbul 1987, s. 123
[11] A.g.e.,
[12] A.g.e., s. 126
[13] A.g.e., s.123
[14] A.g.e., s. 129-130