Ergin Atabey
Yaşadığımız çağ, “bilgi çağı”, “demokrasi çağı”, “savaşlar çağı”, “barış çağı” gibi birçok kavramla tanımlanmaya çalışılıyor. Zaman tek başına devindirici bir olgu olmadığından, insanın eylemleri ve iradi müdahalesi hesaba katılmadan bir tanım getirmek eski bilimin yerleşik alışkanlığıdır. Kaos ve belirsizliği, insan iradesi ve eylemlerini hesaba kattığımızda böylesi kesin tanımlardan kaçınılması gerektiği görülecektir.
21. yüzyıla girerken Marksistler ve sol kulvarda yürüyenler için bu çağın “sentez çağı” olması gerektiği yadsınamaz. Teorik ve politik alanda tüm ezilenleri temsil ettiğini iddia edenlerin, bu iddianın büyüklüğüne yaraşır şekilde paradigmatik değişime gitmek gibi bir sorumlulukları da var.
Kuşkusuz bu zahmetli ve uzun erimli çabalar sonucu gerçekleşebilecektir. Bu çalışma, Marksist bunalıma çözüm bulma iddiasında değildir. Bu yazıda Marksist paradigmanın bunalım noktaları ve olası çıkış yolları üzerinde durmaya çalışılacaktır.
İnsanlık baştan beri yaşamını “art arda dizili” bir kurallar bütününe göre simgeleyerek sürdürmüştür. İlk dönemlerde rastlantı sonucu oluştuğu kabul edilebilecek bu kurallar “dizi”si giderek insanın iradi müdahalesiyle düşünsel sisteme dönüşür. Animizm, mitoloji, felsefe ve bilimsel düşünce olarak halkalaşan düşünsel sistem paradigmalar olarak da adlandırılıyor.
İddia edildiğinin aksine, ezen ve ezilenin ayrışmasına göre iki ana akım paradigma yok. Egemen hale gelen sistemler nasıl ki kimi halkların, kültürlerin ve dillerin sürekliliklerini sağlayabilecek koşulları ortadan kaldırmışsa, aynı şekilde toplumun bağrından öbek öbek mantar gibi türeyen düşünceler de yok sayılmıştır. Bilgi bilimi, sanki toplumlarda tek bir düşünce hakimmiş gibi bir mantık yürütmüş, insancıl, doğacı düşünceleri “zamanı dolmuş, gereksiz ve yararsız” ilan ederek insan yüreğini ve zihnini adeta çölleştirip “teneke yürekli” bir toplumun yaratılmasına ön ayak olmuştur. Oysa sadece mitolojilerin, dinlerin ve mezheplerin düşünüş tarzlarının çeşitliliğine bakılsa, düşüncenin zenginliği ve çokluğun çarpıcılığı görülecektir.
Her ne kadar kavram olarak bilim ve teknik temelli olsa da, rastlantı olmaktan kurtulmuş, düşünsel ve manevi anlamda belli bir sistem çerçevesinde kural ve kültürüyle tarihin herhangi bir döneminde toplumun yaşamını üretmede ve yönlendirmede rol oynayan düşünce bütünlüğüne paradigma denilebilir. T. Khun, paradigma kavramının, bilimsel boyutu kadar, “açık ya da örtülü bütün inançları, kuralları” kapsayan yönünü de ele alıyor. Bilimsel yöntemi salt 16. ve 17. yüzyılla sınırlı tutmak ve bununla bağlantılı paradigma kavramını, salt bilimsel ve teknik bir içeriğe sahipmiş gibi ele almak Avrupa Aydınlanmacılığının ben-merkezci tuzağına düşmek olur.
Tarihten günümüze birden fazla paradigma doğmuştur. Paradigmaların diyalektik gelişimleri bilindiğinin aksine keskin değildir. Kuşkusuz, özelliği itibarıyla devrim süreçlerinde paradigmalar da keskinlik dönemlerine girerler. Ancak bu dönem, kısa hatta geçicidir. Devrimsel süreçlerden önceki dönemleri oluşum ve olgunlaşma dönemiyken, paradigmalar, devrimsel süreçle bir nevi tamamlanma aşamasına girerler. Bir paradigmanın gelişim diyalektiğini, evrimsel sürecini derinliğine irdelemeden anlayamayız.
Paradigmalar tek tek kişilerin eseri değildir. Kişi ya da kişiler bir paradigmanın sözcülüğünü yapabilirler. Bir paradigma, Marx ve Muhammed gibi kişiliklerin şahsında somutlaşabilir de. Kuşkusuz bu gerçeğin tümü değil, sadece bir parçasıdır. Gerçeğin diğer parçalarını tarihi kişiliklerden evvel söz konusu paradigmanın işçiliğini yapanlar, kitleler oluşturuyor. Aynı diyalektik, bilimsel-teknik gelişmeler için de geçerlidir. Gezegenlerin hareket yönünü Mezopotamya gözlemevleri saptadı. 16-17. yüzyıl bilim insanları bunu daha da geliştirdi. Felsefi düşüncenin tarihi, emekçileri üzerinden izlenebilir. İbrahim, İsa, Musa ve Muhammed dönemleri arasında yüzlerce peygamber çıkmış. Bugün hakim modern paradigmaya yön veren Newton öncesinde Kopernik, Galilei gibiler var. Marx teorik altyapısını “Alman ideolojisi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız ütopyacıları”ndan sentezleyerek geliştirdi. Kürt özgürlük hareketi önderliği yeni paradigmasını, Marksist gelenekten, Ortadoğu’nun peygamberlik geleneğinden, Murray Bookchin, I. Wallerstein gibi düşünürlerden beslenip geliştirmiştir.
Paradigmaların gelişim diyalektiği kuşkusuz düz bir çizgide ilerlemiyor. Her tarihsel dönemde sıçramalı bir gelişim seyri izliyor. Tarih ve topluma yeni yön veriyor. Fay hattındaki kırıklar gibi her yeni paradigma yeni çatlaklar yaratarak gelişiyor.
Tarihteki tüm yeni paradigmalara öncülük edenler, içinden geldikleri paradigmayı yadsıyarak yola çıkıyor. Eski paradigmanın reddi üzerine kendini gerçekleştiren yeni paradigma, böylesi bir çıkışı gerekli kılıyor. Gerek bilimde, gerekse sosyal bilimde eski geleneğin zayıf, yanılgılı ve geçersizleşmiş yanları derinliğine bilinmeden, karşı çıkılan paradigmaya hakim olunmadan yeni paradigma geliştirilmez. Çünkü “Hiçbir şey boşlukta yaratılamaz” (T. Khun). Yeni paradigma, bir şeylere karşı çıkılarak yaratılabilir. Galileo ve Newton gibi bilim insanlarının dindar olmaları, Marx’ın “Alman ideolojisi”ne hakim olması, Hegel’e hayranlık duyması gibi örnekler çoğaltılabilir. Keza, Marksist gelenekten gelen özgürlük hareketi önderliği, Ortadoğu geleneğinden çıkmıştır.
***
Olgu tartışılmadan, hakkında fikir yürütülmeden önce ne olduğuna bakılır. Marksist paradigmanın içinde olduğu bunalımı ele alırken öncelikle böylesi bir bunalımın söz konusu olup olmadığına bakılmalıdır.
Çeşitli platformlarda ve yayınlarda bu yönlü yürütülen polemiklerde iki görüş ortaya çıkıyor. Birincisi, “Evet, bir bunalım söz konusudur” derken; ikincisi, “Marksizm tüm yönleriyle geçerliliğini koruyor” demektedir. Hatta ikinci görüşte olanlar, “sınıflı toplum varlığını korudukça, Marksizm de ilelebet tek geçerli paradigma olacaktır” demektedirler.
Bizce de Marksist paradigma günümüzde ciddi bir bunalım içindedir. Çağın gerçeklerine dar gelmektedir. Bir dönemin devrimci muhalefet odağı olan Marksist politik hareketler bugün hemen hemen tüm kıtalarda odak olmaktan çıkmıştır. Marksizm, ezilenler için cazibesini yitirmiştir. Bunun “günah keçisi” beceriksiz politik hareketler olamaz.
Marksist paradigmanın bunalımı üzerine polemik yürütülürken salt güncel tıkanma üzerinde durulursa, gerçekliğin bir parçası ele alınmış olur. Fakat gerçekliğin tümü yakalanmış olmaz.
Herhangi bir paradigma için tıkanıklığın nedeni güncel gelişmeler, politik araçların yetersizliği vs. olabilir. Bunalımın nedenleri ise daha derindir ve bu nedenleri ortadan kaldırmak için kimi politik hamleler, araçların yenilenmesi yetmeyecektir. Nitekim kimi Marksist hareketler bu müdahaleleri gerçekleştiriyor; ama öte yandan da Marksist klasikleri yeniden üretiyor. Dolayısıyla bunalım aşılamıyor.
O halde bunalımın kökenlerini tarihsel ve güncel olarak irdelemek gerekmektedir. Marksizmin bunalımın tarihsel nedenlerini modernist paradigmada aramak gerekmektedir. Marksizmin, modernist paradigmanın liberalizmine karşıt konumlanışı bu gerçeği değiştirmiyor.
Modernist paradigma, “ilk” bilimsel devrimin omurgası üzerinde vücut buldu. Galileo ve Kopernik gibi dahilerin yol açtığı bilimsel gelişmeler Newton’la doruğa ulaştı. Newton şahsında sentezlenen bilimsel veriler 20. yüzyılın başlarına kadar kendi alanında tekti ve tüm gelişmelere damgasını vurdu. Aydınlanmanın dayandığı kök budur.
Klasik fizik iki ana akım düşünce doğurdu. Birincisi, J. Locke ve A. Smith şahsında somutlaşan liberalizm; ikincisi ise, Marx-Engels şahsında somutlaşan sosyalist paradigma. Kuşkusuz bu ana akımlar dışında da kimi irili-ufaklı düşünceler doğdu. Ancak bunlar birer akım haline gelemediler.
Newtoncu bilimin iki karşıt ana akım düşünceyi tetiklemesi doğaldır. Çünkü Newtonculuk fizik ve matematik dünyasını etkilemekle sınırlı kalmadı. Siyasal bilim, psikoloji, ekonomi, sosyoloji, felsefe hatta mimari gibi tüm bir alanda etkili oldu. Bu disiplinler alanındaki düşünürler Newtonik yöntemi esas aldılar. Bu onlar için müthiş bir ilham kaynağı oldu. Adeta ortaçağ karanlığını yırtan ışık oldu. Dolayısıyla Newtoncu paradigma, tüm Batı sosyalitesini, bilim dilini, kültürünü etkiledi.
Her fırsatta bilimselliği esas aldığını söyleyen Marx’ın bu bilimsel gelişmeden etkilenmemesi düşünülemezdi. Zira Marksist paradigmanın temel yönlerinden biri olan “determinist tarih yasası” Newtonculuktan fazlasıyla beslenmiştir. Marksizmin bu tarih ve toplum teorisi Marksist siyasetin ve devrimin yol göstericisi olmuştur. “İlkel, köleci, feodal ve kapitalist toplumlar doğmak zorundaydı, sosyalist-komünist toplumun doğuşu da zorunludur” tezi Newtoncu kaba determinizmin Marksistçe yorumudur.
Bilimsel gelişmeler bize sadece “doğru”, “iyi” ve “gerçek” olanı göstermiyor. Günü gelince “doğru”nun, “gerçek”in ve “iyi”nin de değişebileceğini gösteriyor.
20. yüzyılın başlarından itibaren “eski” bilimin, yani Newtoncu bilimin çıkmazlarını ve yanılgılarını bize gösteren yeni bir teorem olarak kuantum fiziği sahneye çıktı. Bu, Aristo’dan bu yana geçerli kültür, yöntem ve düşünce haline gelen Batı Aydınlanmacılığının tahtını sarstı. Bizlere yeni seçenekler sundu, yeni ufuklar açtı.
“Eski” bilim olarak Newton teoremi ile yeni bilim olarak kuantum teoreminin kimi temel noktalarını kısaca karşılaştıralım.
Klasik bilim
Klasik bilimde evren bir saat gibi kurulmuştur. Bir el, kurma kolunu kurcalamadığı sürece saat ebediyete kadar şaşmadan ilerleyecektir. Her şey düz çizgide ilerler. Bir önceki aşamanın hareketini bilmek bir sonraki davranışı doğru tahmin etmek için yeterlidir. Varlıklar dünyası basittir. Bütün parçalara ayrılır, parçaları anlamaktan hareketle bütün hakkında bilgi sahibi olunur. Bu anlamıyla klasik bilim kaba deterministtir. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu kabul eder. Dinamik varlıkların hareketinde sapmalara, sürprizlere, şansa yer yoktur. Buna göre sınıflı toplum doğmak zorundaydı. Bundan kaçış şansı yoktu. “B”, “A”yı takip etmek zorundadır. Çünkü her şeyi önceden belirleyen yasalar var.
Yeni bilim
Kimi bilim insanları yeni bilimin üç unsurdan oluştuğunu söyler. Bu unsurlar; kaos bilimi, izafiyet ve kuantum teoremidir.
“Kaos” adlı kitabın yazarı J. Gleick, “Kaosun başladığı noktada klasik bilim durur” der. Kaos bilimi Newtoncu evrenin saatini bozar. İlerleme düz bir çizgide değildir. Varlıklar için önceden belirlenmiş yasalar yoktur. Her şeyde ve her yerde kaos vardır. Sapmalar, sürprizler ve tesadüfilik nedeniyle bir sonraki aşamada neyin doğacağı bilinmez. Doğa ve yaşamda, alfabetik sıralanışa göre “A”dan sonra “B” gelmez.
İzafiyet teoremi, “uzay ve zamanın mutlak olmadığını ortaya koydu. Hiçbir şey zorunlu ve olması gerektiği gibi değildir. “Doğru olan”, “iyi olan” , “gerçek olan” görecelidir. Tek doğru, tek iyi, tek gerçek yoktur.
“Newton’un evrensel saat makinesi düşü, kuantum fiziğinde evrensel bir rulet veya zar oyununa dönüşmüştür.” (D. Zohar – I. Marshall) Çünkü her şey belirsizdir. Kaba determinist yöntemle, “şu şudur” denilemez. Bir şey ya ak ya da kara değildir. Dalga ve parçacığın konumu tam tespit edilemez. Saf iyi-kötü, saf doğru-yanlış yoktur. Parçalara bakılıp bütün hakkında tam bilgi elde edilemez. Olguları bütün olarak ele almak gerekmektedir. “Ya ya da” mantığıyla değil, “hem hem de” mantığıyla değerlendirmek olguların gerçekliğine daha uygundur.
Bu anlatımları “kapamadan” önce şu hususu vurgulamak istiyoruz: Kuantum bilimi Newtoncu bilime meydan okumasına rağmen, onun yaratımlarını inkar etmez, tümden yadsımaz.
Marksist paradigmanın bunalımını ele alırken, onu, modern paradigmanın yanılgılı, geçersizleşen, tıkanan noktalarından bağımsız ele almamanın gerekliliği bu kısa karşılaştırmada ortaya çıkıyor. Eminiz ki, bugün yaşıyor olsaydı, Marx, yeni bilimsel gelişmeler ışığında, geliştirdiği paradigmanın eksik, yanılgılı ve tıkanmış noktalarını görecek ve paradigmasını yenileyecekti. Bu konuda bu kadar emin olmamızın nedeni, Marx’ın bilime biçtiği değerden ileri geliyor. Bilimsel diyalektik, “Marksizm adına hareket edenlerin, bilimsel gelişmelere sırtlarını dönme lüksleri yok” diyor.
Marksist paradigmanın diğer bunalım/tıkanma noktaları daha özgün ve “içkin”dir. Bu hususları ortaya koymaya çalışırken, polemiklerde içine düşülegelen Marksizmi “ölü” veya “diri” ilan eden yaklaşımlara düşmemeye çalışacağız. Yapmak istediğimiz toptan “övgü” veya “yergi” değildir.
***
Marksist paradigmanın “içkin” bunalım ve tıkanma noktaları:
1- Tarihsel Marksizmin tarih ve toplum teorisi iki ana çizgide geliştirilmiştir. Tarihsel olarak sınıflı toplumun doğuşuyla toplum –ezen-ezilen olarak– iki kutba ayrılmış ve tarih bu iki kutup arasındaki savaşın ürünüdür. Temel çelişki ise, köle-efendi, serf-derebeyi, işçi-patron arasındadır. Marksist devrim ve kurulacak toplum teorisi, Marksist parti programı bu tarih ve toplum teorisi ışığında formüle edilmiştir.
Bu toplum ve tarih teorisinin çok dar kaldığı açıktır. Toplum denilen olgu salt köle-efendi, serf-derebeyi, işçi-patrondan oluşmuyor. Cins, farklı sosyal gruplar, etnik-kültürel, dini ve mezhepsel gruplar gibi birçok farklılıkları barındırıyor. Elbette köle, serf ve işçi de bu kesimler içinde bir kesimi oluşturuyor. Ancak bu son ayrımların tarafları, ezilenlerin tümünü ifade etmiyor. Dolayısıyla tarih yukarıda sayılan tüm kesimlerin eseridir. Tarihin ilerlemesinde, insanlık değerlerinin korunmasında bu kesimlerin her birinin payı, katkısı vardır. Tüm bu kesimlerin yazılmamış tarihini açığa çıkaracak bir tarih bakış açısına ihtiyaç var. Temel çelişki olarak öne çıkarılan, günümüzde işçi-patron çelişkisi olarak ifade edilen çelişki yerine, insan-doğa, kadın-erkek, genç-yaşlı çelişkilerini ve etnik, kültürel, farklı sosyal gruplar, dini mezhepler arasındaki çelişkileri de ortaya koyabilecek bir bakış günümüzde zorunludur. Ezilen tüm kesimlerin ezenlerle yaşadıkları çelişki, işçi-patron çelişkisinden daha az değildir. Devrimci hareketler, ancak bu genişlikteki bir politik bakışla odak olabilir.
2- Marksizmin sınıfsız topluma ulaşmasında en etkin araçlarından biri partidir. İşçilerin “tek” partisiyle iki aşamalı devrim stratejisi geliştirilmiştir. Birinci aşama, devrimi gerçekleştirip devleti ele geçirmektir. Bu aşamaya kadar merkezi, katı hiyerarşili ve otoriter parti etkindir. Devlet kurulduktan sonra partinin görevlerini büyük oranda devlet üstlenir.
İki aşamalı stratejinin üç ana çıkmazı ortaya çıkmıştır:
i- Günümüzde işçinin merkezi, otoriter tek partisi işlevsiz kalmıştır. Bu formasyonla kurulmuş partilerden hala ısrar edenler toplumdan kopup marjinalleşmişlerdir. Çağımızda demokratik, yatay ve ademi merkeziyetçiliği ön planda olan, tüm ezilenleri kapsayan bir partiye ihtiyaç duyulmaktadır. Üstelik, toplumun tüm sorunlarını bir parti çözemez. Bu nedenle ekonomik, kültürel vb. sorunları çözecek yaygın sivil toplum kurumlaşmalarına gidilmelidir. Halkın kendi sorunlarını tartıştığı, kararlar aldığı ve çözümler geliştirdiği halk meclisleri; tüm kurumların çatı örgütü olan kongre rejimi daha çözüm geliştirici ve fonksiyonel olarak geliştirilen örgütlenmeler oluyor.
ii- İki aşamalı strateji, devrim öncesi tüm enerjiyi devleti ele geçirmeye yönlendiriyor. Acil çözüm bekleyen sorunları devrim sonrasına erteliyor. “Bizim devlet tüm sorunları çözer” diye vaatte bulunuyor. Ama devrimden sonra el atılsa da sorunlar gerçek anlamda çözülemüyor. Devrim öncesi devleti ele geçirmeye yönlendirilen enerji, devrim sonrası “biricik” devleti korumaya yönlendiriliyor. Bu ertelemeci mantıkla sorunların çözülemediği görüldü. Yukarıda değindiğimiz ekonomik, kültürel, sosyal vb. alanlarda kurulacak sivil toplum kurumlarıyla yerinde ve zamanında, ertelemeksizin çözümler geliştirmek zorunlu ve de gereklidir.
iii- Devlet eksenli toplum kurma yaklaşımlarıyla, ne kadar eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik olma iddiasında olunsa da geleneksel devletçi anlayışın aşılamadığı görülmüştür. Bu süreç, ezilenler adına da olsa, klasik devlet bürokrasisini, merkeziyetçiliğini ve rantçılığını üretiyor. Sovyet deneyimi buna açık örnektir. Devletçi toplum, devletçi sosyalizm yerine, devlet dışı, “tüm ezilenlerin birleşik sistemi”ni hedefleyen toplum stratejisi ve ütopyasına ihtiyaç var. Kürt özgürlük hareketi bunu Demokratik Konfederasyon olarak formüle etti.
3- Marksizm, demokrasiyi devrimcilik önünde bir engel olarak görmüştür. Günümüzde ihtilaflı kavramların başında demokrasi gelmektedir. Tek bir demokrasi tanımı bulunmuyor. Birçok demokrasi tanımı var. Halkların demokrasisi de bir gerçektir. Çağımızda demokrasi burjuvazinin icadıdır denilip geçilemez. Toplumun tüm kesimlerinin en temel talebi demokrasidir. Demokrasi, liberalizmin temsili demokrasisinde tanımlandığı gibi salt bir yönetim biçimi değildir. Katılımcı demokrasi kuşkusuz yönetimi ifade ediyor. Ancak demokrasinin; özgürlük, eşitlik değerleriyle, her kesimin kendi özdeğerleriyle yaşama biçimi olduğu da açıktır. Ezilenlerin meşru savunma çizgisini de içeren demokratik sosyalizmi sahiplenmek gereklidir.
4- Marksizm, teknolojik ve üretimsel gelişmeyi sosyalist toplumun ön koşulu olarak varsayar. Bu teoriye göre düşünürsek, teknolojik gelişmenin ve üretimdeki artışın en ileri aşamasını yaşayan Batı Avrupa’da bugün sosyalist toplum aşamasına geçilmiş olması gerekiyordu. Her ilerlemenin ilerici olmadığını ve ilerlemenin düz hat izlemediğini bilimsel gelişmeler ve geçmiş tarih göstermiştir.
Sonuç
Yeni bilimsel gelişmeler ışığında, kaynağını modern paradigmadan ve içsel olarak Marksist paradigmanın yukarıda açımlamaya çalıştığımız temel noktalarından alan bunalımdan çıkış mümkündür.
Her ne kadar Türkiye sosyalistleri ve Marksistleri yanılgılı, kuşkulu, hatta yer yer küçümseyici bir bakışla yaklaşsa da, Kürt özgürlük hareketi önderliğinin geliştirdiği “Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Toplum” paradigması, bunalımdan çıkış için önemli bir kaynak durumundadır. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Acem, Arap ve kimi Avrupalı ve Amerikalı entelektüellerin dikkatini çeken söz konusu yeni paradigmanın Türkiyeli sol ve Marksist çevrelerde ilgi uyandırmaması ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.