Ergun Adaklı
1960’lı ve ‘70’li yıllar, devrimci dalganın, sadece Türkiye değil tüm ülke ve kıtaları kucaklayarak yükselişe geçtiği bir altüst oluş dönemidir. 20. yy iki büyük devrimci yükseliş yaşar. Birincisi, 1. Dünya Savaşıyla başlayıp Ekim Devrimiyle doruğa ulaşır. 2. Dünya Savaşı sonrası Doğa Avrupa’da sosyalist rejimler, Çin Devrimi bu yükselişin sonuçlarıdır. 1950’lerle birlikte sosyalist ve kapitalist kutuplar arasında ekonomi ve silahlanma yarışını kızıştıran soğuk savaş dengesi kurulur.
İkinci büyük dalga bu dengenin dışından, ezilen halkların başkaldırılarının içinden yükselir. Farklı kıtalardan, öncelikle Vietnam, Küba ve Kongo’nun Lumumba başkaldırıları dünya çapında yeni bir devrimci sürecin kapılarını açar. 1955 Bandung Konferansı ile temelleri atılan Bağlantısızlar Hareketi, Mısır lideri Nasır’ın1956’da Süveyş Kanalını millileştirme adımıyla başlattığı emperyalizme ve siyonizme karşı kurtuluş mücadelesiyle birlikte, Ortadoğu’ya yeni çehre kazandırır. Ardından 1960’larla birlikte Filistin halkının Siyonist işgale karşı savaşa girişmesi, bölgemizde devrimci dalganın yükselişini tetikler.
Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan devrimci kabarış bu bütünün bir parçasıdır. Ama rasgele bir parça değil; ülkemiz devrimci hareketi bölgedeki tüm kavgaların giderek odağına oturur. Bizim toprağımızın ürettiği devrimci dinamikler hem çok güçlüdür hem de uzun erimli. Gücünü ve uzun soluğunu, kaynaklandığı çelişkilerin derinliğinden alır. Ülke toprağından kaynaklanan sınıfsal ve ulusal çelişkiler, Türkiye’nin NATO üyesi olarak, emperyalizme bağımlılığının yarattığı uluslar arası çelişkilerle kaynaşır ve devrimci dinamikleri bugüne kadar kesintisiz besleyen bir yatak oluşturur. Türkiye, sınıfsal mücadeleyle Kürt halkının ulusal kurtuluş kavgasının ve anti-emperyalist mücadelenin iç içe geçtiği bir odak durumundadır. Bölgede başka hiçbir ülke, bunca farklı çelişkiyi ve mücadeleyi bir arada yaşamaz.
“68” değerlendirmeleri yüzeysel bir çarpıtmadır
Bu çelişkiler yumağından beslenen 1960’lı yılların devrimci hareketi, yükseldiği yeni tarihsel boyut, yarattığı ileri değerler ve kuşkusuz taşıdığı ciddi zayıflıklar ve uğradığı büyük kayıplarla bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Böylesi bir değerlendirmeden çıkacak dersler, bugünkü devrimci hareketin geleceğe yönelişine de büyük katkı sağlayacaktır.
Ne yazık ki devrimcilerimiz, bir bütün olarak, hala kırk yıllık kavganın bütünlüklü değerlendirmesine girişmiş ve gereken tarihsel dersleri çıkarmış durumda değildir.
Bunun başlıca nedenlerine kısaca göz atacak olursak; birincisi, kırk yıldır hiç duraksamadan, sönümlenmeden süregelen bir politik çatışma ortamındayız. Durup geçmişimizi irdeleme, süzgeçten geçirme ve hazmetme olanakları bulamadan, sürekli günlük politik kavganın taktik ve örgütsel sorunlarıyla boğuşuyoruz. Bu nedenle günlük taktik yönelişlerin peşinde sürükleniyor, kalıcı bir tarihsel perspektif oluşturmakta zorlanıyoruz.
İkincisi, devrimci hareketin, 1970’lerle birlikte başlayan, ideolojik ve politik ayrışma nedenlerinden ötürü tarihsel anlayışla karşılayabileceğimiz örgütsel parçalanmışlığı günümüzde hala aşılamadığından, artık kalıcı ve bıktırıcı bir grupçuluğa dönüşmüş durumda. Her devrimci örgüt ya da grubun kendi içinde otuz yıla varan bir iç ideolojik, kültürel ve sosyal kemikleşmesi oluşmuş. Bu nedenle her örgüt, kırk yıllık kavganın muhasebesini yaparken, sadece kendi örgütünün tarihi üzerinde bakıyor. Halbuki Türk ve Kürt devrimci örgütlerinin hepsinin mücadeleleri bütünlüklü bir örgünün kolları. Ne yarattıysak ve neleri kaybettiysek, hep beraber, aynı düşmana karşı savaşırken yaptık. Ayrı yollardan, ayrı programatik çizgilerden de yola çıksak, tarihsel yürüyüşte aynı rotadaydık. Bu nedenle tüm devrimcilerin, bir taraftan sol içindeki burjuva uzlaşmacı ve reformist çizgilerle kesin kopuşu gerçekleştirirken, diğer devrimci güçlerle de ortak bir tarih irdelemesini gerçekleştirmesi gerekiyor. Senin tarihin benim tarihimdir; senin yarattığın tüm değer ve birikimler benim için de önemlidir. Zaaflarımız ve sorunlarımız da ortaktır. Bu anlayış tüm devrimci güçleri kapsadığında, tarihsel birikimimizi çok daha kapsamlı bir şekilde ortaya çıkarabiliriz.
Üçüncüsü, 1980’lerin sonlarından itibaren “68” söylemi devimci tarihimizin çarpıtılması ve yozlaştırılmasında o derece etkin oldu ki, geçmişin gerçek değerleri ve sorunlarını bugünün genç devrimci kuşağına aktarmakta zorlanıyoruz. Genç arkadaşlarımız, “68’liler” tarafından abartılan ve fetişleştirilen bir dönemi gerçek yapısıyla algılamakta haklı olarak zorlanıyorlar. “68” söylemini 1980 sonlarında ilk ortaya atanlar, geçmişte sözümona “sol”da yeralmış ama 12 Eylül faşist darbesinden sonra “akıllanıp” burjuvaziye yaltaklanmaya soyunmuş Ertuğrul Özkök (Hürriyet) ya da Murat Belge (Yeni Gündem) gibi aklıevveller oldu. ‘90’lı yılların başında da, devrimci hareketin içinde yaşadığı onca kıyım ve cefadan yorulup nefesleri tükenen koca bir eski “kavgacı” kitle, sistemle yeniden barışma akıntısına kapılırken bu söyleme dört elle sarıldılar. “68” söylemi 1960’larla başlayan devrimci başkaldırı sürecinin, “aslında masum öğrenci hareketleri” olarak ortaya çıktığını ama TC devletinin yanlış baskı ve yok etme saldırıları nedeniyle, 1968’de Fransa’dan Batı Avrupa metropol gençliğine yayılan gençlik ayaklanmalarından da beslenerek devlete başkaldıran bir silahlı mücadeleye kadar, yanlışlıkla yükseldiğini empoze eder. Suçu burjuva iktidara atar ve tarihsel olarak “bir daha asla olmamalı” sonucunu çıkarır.
Böylece “68’liler”, bir yandan “biz geçmişte neler neler yaptık” diyerek, iflas etmiş esnafın eski defterleri karıştırması gibi, genç nesle hamaset edebiyatı yaparak hem tarihsel bilincin oluşumuna sekte vurdular hem de özellikle ‘90’lı yıllarda SHP’nin belediyelerde ve merkezi iktidarda yer aldığı dönemlerde “68” payesini kendileri için bir ihale vurgunu ya da maddi çıkar aracı olarak kullandılar. Soysuzlaşıp çürüdüler. 1970’li yılların başında yükselen devrimci başkaldırının kalıcı değerlerini de kirlettiler. 1960 ve ‘70’li yılların nesnel bir değerlendirmesini yapmak isteyen her devrimci “68’liler”i ve onların tezini bir tarafa bırakmalıdır.
Devrimci yükselişin toplumsal kaynakları
1960’lardan günümüze süregelen devrimci hareketin kapsamının “68” ya da Dev-Genç kavramları üzerinden doğru kavranması mümkün değildir. Çok daha geniş sınıfsal ve ulusal çelişki kaynakları karşılıklı ve bütünsel bir etkileşim içinde bu hareketi besler.
Bunlardan biri ve en başta geleni 1960’tan itibaren yeni bir niteliksel düzeye yükselen işçi sınıfı hareketidir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri özel yasaklarla ekonomik örgütlenmesi dahi engellenen işçi hareketi, 2. Dünya Savaşından hemen sonra o zamanki sosyalist partilerin çağrısıyla sendikal örgütlenme atağına kalkar. Yüzlerce bağımsız sendika kurulur, işçi eylemleri kabarır. Zamanın Milli Şef diktatörlüğü bu örgütlenme hareketini zor kullanarak bastırır, sendikalar yasaklanır. 1950 DP iktidarıyla ülkeyi avucunun içine alan ABD, işçi hareketine devlet eliyle kendi yöntemini dayatır. Yukarıdan devlet eliyle, sarı ve gangster sendikacılara Türk-İş’i kurdurarak sınıfın bağımsız örgütlenmesinin yolunu tıkar. 1960 27 Mayıs darbesiyle DP iktidarı devrilince artık iyiden yoğunlaşmış olan işçi sınıfının tepkisi 1961 Saraçhane Mitingiyle sürece ağırlığını koyar.
Bugün imkansız gibi görünen, yüz bin işçinin katıldığı görkemli mitingde işçiler ve bir kısım sendika yöneticileri çalışma ve örgütlenme koşullarını imkansızlaştıran gerici yasalara karşı mücadele bayrağını açarlar. Aynı zamanda işçi sınıfının kendi bağımsız çıkarlarının temsilcisi olması için TİP’i kurarlar. TİP tam da Marksist literatürün sözünü ettiği “işçilerin kendiliğinden hareketinin politik uzantısı” olarak 1961’de sendika ve işçi önderlerince kurulur. Daha sonra, 1963’te, partinin politik niteliğini güçlendirmek için, geçmişte TKP ile bağlantılı ama siyasi yasağı bulunmayan sosyalist aydınlar (başta M. Ali Aybar, B. Boran ve S. Aren) parti yönetimine getirilir.
TİP, dünya sosyalizminin güçlenen rüzgarını da arkasına alarak, o güne dek görülmemiş bir sosyalist propaganda ve örgütlenme çalışmasıyla tüm ülke sathına sınıf bilinci ve örgütlenmesi anlayışını yayar. 1965 seçimlerinde atak yapar, mecliste grup oluşturur ve emekçi kitleleri derinden etkiler. 1969’a kadar ülkedeki tüm devrimciler doğal olarak TİP’lidir. TİP ana örgütlenme yatağı olur. Dev-Genç de FKF olarak TİP’in içinden doğar.
Bu çıkış doğal sonucunu doğurur; 1967’de devrimci işçiler ve sendika önderleri Türk-İş’in sarı ve devletçi kabuğunu kırarak DİSK’i kurarlar. 15-16 Haziran 1970’e kadarki dört yılda, DİSK’in fabrikalarda örgütlenme mücadelesi, işçilerin devlet güçleri ve burjuva işbirlikçileriyle tam bir kapışmaya dönüşür. Yükselen çatışma 15-16 Haziran’da doruğa çıkar; kısmi bir başkaldırıya yükselir. Tüm devrimci hareketi besleyen bu sınıfsal mücadele gelişiminin “68” söylemiyle hiçbir alakası yoktur.
Aynı dönemde Kürt ulusal hareketi de yeniden yükselişe geçer. En son 1938 Dersim İsyanından sonra bastırılan ulusal hareket, 60’ların başıyla birlikte hem ezilen kıtalardan yükselen kurtuluş devrimlerinden hem de güçlü bir çıkış yapan Barzani’nin Peşmerge hareketinden güç alır. Sınıfsal temelde yükselen toplumsal mücadelenin vazgeçilmez bileşeni haline gelir. Kürt ulusal hareketi, başından itibaren, bir burjuva hareket olarak değil, emekçi halk hareketi olarak yükselir. Emekçi halk karakteri, Filistin kurtuluş hareketinden çok daha nettir.
Bunun başlıca iki nedenine vurgu yapabiliriz. Birincisi, ulusal nitelikleriyle Türk burjuvazisinden ayrı bir Kürt burjuvazisi şekillenemez. Devletin uyguladığı ilhak ve asimilasyon politikası, palazlanan Kürt sermayedar ya da toprak ağalarının, Türk burjuva sınıfın temel niteliklerini üstlenmesini gerektirir. Hatta pek çoğu Türk’ten çok Türk milliyetçisi olur. AP ve MHP, Kürt illerindeki güçlerini bu asimile olmuş burjuva ya da aşiret lideri güçlerinden alır. Ulusal-yurtsever hareket emekçi sınıflara kalır.
İkinci neden, Doğu’dan Batı’ya hızlanan göçtür. Geleneksel feodal ilişkilerin bozunmasıyla topraktan kopan milyonlarca Kürt köylüsü Batı’ya akar. Başlıca İstanbul, Ege ve Çukurova’da gerek sanayi gerekse tarım alanlarında ücretli kölelik dünyasına adım atarlar. Yeni alanlarındaki sınıfsal mücadeleyle eski topraklarındaki ulusal davaları arasında köprü oluştururlar. Gerek TİP, gerek DİSK, gerekse Dev-Genç toplumsal mücadele sahnesine güçlü bir giriş yapan Kürt emekçilerinden taze kan alır. Örneğin Diyarbakır, Antep ya da Malatya, TİP’in ve DİSK’in en güçlü kaleleri haline gelirler. Türk ve Kürt emekçilerinin toplumsal mücadelenin tüm alanlarında kaynaşması devrimci hareketin siyasal ve eylemsel niteliklerinde kesin bir niteliksel sıçramaya yol açar. Batıcı, Avrupa-merkezci anlayışlarını silkelediği Türk sosyalistlerini, yüzlerini yeniden Doğu’ya dönmeye mecbur bırakır.
Kürt ulusal hareketi, bir yanda toplumsal mücadeleyi taze kanla beslerken öte yanda yavaş yavaş kendi ulusal-yurtsever örgütlenmeleriyle de (önceleri Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi ve Doğu Devrimci Kültür Ocakları / DDKO) Ortadoğu’nun siyaset sahnesinde yerini almaya başlar. Öncelikle Kürt, sonra da Filistin kurtuluş hareketleri, Türkiye devrimci hareketinin 1970-71 atılımını besleyen ana damarlardan birini oluşturur.
Devrimci hareketin üçüncü ana beslenme alanı köylü hareketidir. 1950’lerden sonra kırlara hızla ve çarpık biçimde giren kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri, topraktaki geleneksel ilişkileri paramparça eder. Eskinin toprak ağaları şimdinin kapitalist toprak sahiplerine dönüşürken bu süreç ırgat ve maraba konumundaki yoksul köylünün topraktan tümüyle kopmasına yol açar. Küçük üretici köylü ise devletin tarım kooperatiflerine bağımlı tedarikçilere dönüşür. Bir yanda yoksul köylünün toprak işgalleri, öte yanda küçük üreticilerin devlet kooperatiflerine karşı her alanda (tütün, pancar, haşhaş, fındık, fıstık vs) kitlesel mitingleri 1960’ların sonunda Batıdan Doğuya tüm ülkeyi kapsar. Kırsal bölgeler altüst olmakta, buna neden olan çarpık kapitalist gelişmeye karşı nefret yayılmaktadır. Yoksul ve küçük üretici köylünün yükselen eylemleri sosyalistlerle ve devrimci gençlerle buluşur ve kaynaşır. Devrimci harekete en geniş ölçekli kadro kaynağını oluşturur.
TİP’in ve sonra da Dev-Genç’in sosyalizm uğruna, emperyalist bağımlılığa ve işbirlikçi iktidara karşı mücadelesi, beslendiği bu kapsamlı ve bütünlüklü çelişik yatakları ve sınıfsal dinamikleri nedeniyle, “68” ile hiç ilgisi olmayan bir tarzda gelişir ve günümüze kadar süregelen bir uzun soluğa sahip olur.
İktidar mücadelesine yükselişin yol açtığı ikilem
Türkiye devrimci hareketinin yükselişini Dev-Genç ekseninde açıklamaya kalkmak tarihsel gerçeklerle bağdaşmaz. Dev-Genç kaynaşmış sınıfsal, ulusal ve anti-emperyalist mücadelenin yarattığı niteliksel bir düzlemdir. Salt gençlik hareketi ya da “masum öğrenci hareketi” hiç değildir.
Topraktan kopan, şehirlere göçen, kapitalist sömürü düzeniyle yüzleşen yüzbinlerce işçi ve emekçi çocuğu, lise ve üniversitelerde ülke sorunları ve sorumluluklarıyla karşı karşıya gelirler. 1965-66 Kıbrıs mitinglerinin alevlendirdiği ABD karşıtlığı giderek emperyalizme ve ülkeyi kıskacına almış NATO’ya, özellikle de simgesel olarak 6. Filo’ya düşmanlığa yükselir. Aynı dönemde Sovyetler ve Çin’de sosyalizmin uzaya kadar ulaşan başarıları, Küba ve Vietnam devrimlerinin coşkusu, nihayet 1967’de Bolivya’da öldürülen Che Guevara’nın savaş çağrısı, üniversitelerden mahallelere, fabrikalardan kırlara tüm alanlardaki genç kuşağın işbirlikçi burjuvazinin iktidarına ve emperyalist efendilerine karşı başkaldırısını tetikler.
Henüz politik ayrışma netleşmemiştir. Devletle ve özellikle “27 Mayıs “Devrimi”nin ordusuyla, anti-emperyalist söyleminden ötürü Kemalizmle bağlar koparılmamıştır. Tersine iki Mustafa Kemal vardır; biri devletin sahiplendiği, mareşal üniformalı Atatürk; diğeri devrimci gençliğin sahip çıktığı kalpaklı ve bıyıklı Mustafa Kemal. Emperyalist bağımlılığa karşı “Ordu gençlik elele, milli cephede” sloganı hala atılmaktadır.
Aynı dönemde tekelci burjuvazi güçlenmiştir ve hem iktidarını pekiştirmek hem de dipten gelen dalgayı bastırmak için faşizmi tezgahlamaktadır. 1967’den sonra iktidar ve polisle çatışma geri dönülemez bir momente doğru yükselir.
1968’ten itibaren, TİP’in yönetiminde bulunan sosyalist aydınların ve sendikal önderlerin büyük çoğunluğu bu çatışma gerilimini kaldıramaz duruma gelirler. Çünkü onlar, sosyalizme dayanan güçlü bir emek muhalefetini ve buna dayanan bir yasal parlamenter mücadeleyi hedeflemekte, ama burjuva iktidarla ve giderek devletle çatışmaya kesinlikle karşı durmaktadırlar. Muhalefet olunmalı ama iktidar kavgasına girişilmemelidir. Öznel isteklerden bağımsız olarak, “işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin politik uzantısı” olarak kurulan bir işçi partisinin yükselebileceği son düzey zaten budur. Bundan öte, devrimci bir proletarya partisine dönüşmesi olanaksızdır.
1960 sonlarında, yeniden toparlanarak yurtdışından devreye giren TKP’yle birlikte TİP yöneticileri, devrimci yükselişin emperyalist efendilere karşı savaşa ve işbirlikçi burjuvazinin iktidarına meydan okuma düzeyine yükselmesine kesin olarak karşı çıkarlar. Ama aşağıdan kaynayan sınıfsal ve ulusal dinamikler, TİP içinde ve dışındaki çok geniş bir Türk-Kürt devrimci kadrosuna politik kapışma için gerekli beslemeyi sağlar. Genel olarak Ortadoğu’nun, özel olarak Türkiye’nin toprağı devrimci başkaldırı için gerekli bütün nesnel koşulları sunmaktadır.
TKP ve TİP yönetimlerinin bu iktidar kavgasından kaçınmasının başlıca iki nedeni vardır. Biri içseldir. Hasta Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan Jön Türkler’den beri, aydınlar Batılı burjuva aydınlanma ve ilerleme akımının bilgi ve kültürüyle şekillenmişlerdir. Kopuş ve niteliksel sıçrama kavrayışları yoktur. Osmanlı döneminde geliştirdikleri anlayış, çürüyen devleti yıkmak için iktidar mücadelesi değil, “bahtı kara maderini” kurtarmaktır. Bu nedenle en sıkı muhalif aydınlar bile, sürgünde oldukları zaman dahi, “padişah efendimiz”e saygısızlık etmez. Cumhuriyet’ten sonra ise Kemalist iktidar, sistemle ve devletle çatışmaya yönelen Hikmet Kıvılcımlı’lar ya da Nazım Hikmet’ler gibi komünist aydınları ezmiş, “Bir Garip Akımı” gibi besleme akımlarla aydını, ne kadar muhalif de olsa devlet karşısında sümüğünü çeken biçare şamar oğlanına çevirmiştir. Bu biçarelik on yıllar boyu operasyonlar ve işkencelerle ezilen eski TKP’nin çoğu kadrolarında da yerleşmiştir. İktidar için savaşmak, devlete meydan okumak denince tüyleri diken diken olmaktadır.
Dev-Genç süreci, bu iktidarsız aydın tabakasından giderek kopan ve siyasi kapışmayı bir üst düzeye taşıyan yeni bir genç aydınlar kuşağının oluşumu üzerine temellenir. 1969’da TİP’ten ayrılan MDD hareketi ve Dev-Genç şekillenmesi politik kapışmaya yeni bir ivme kazandırır.
Dışsal nedenlere gelince… Ekim Devriminden sonraki sosyalist kuruluş sürecinde ve 1990’lara kadar süren Komintern / Kominform yapılanmasında, yani 60 yıl boyunca Leninizmin politik tezleri ve Doğu Halkları Kurultayının perspektifleri giderek göz ardı edilir. Lenin’in “Geri Avrupa- İleri Asya” söylemi unutulur. Uluslar arası komünist harekette güçlü olan SBKP ve Avrupa Komünist Partilerinin etkisiyle Marksizmin ekonomist ve ilerlemeci yanı egemen olur. Tüm ülkelerdeki devrimci süreçlere bu monoblok ilerlemeci kafayla yön verilmeye kalkışılır.
İlerlemeci anlayışa göre, dünya devrimci sürecinin ana zemini, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proletaryanın ve sosyalist devletlerin uluslar arası burjuvaziyle kapışma alanıdır. Ezilen kıtalardaki emekçi halkların emperyalizme, feodalizme ya da işbirlikçi “komprador” burjuva rejimlere karşı kurtuluş mücadelesi ise “müttefik güç”… Komünistler bu geri ülkelerde sosyalizm için mücadeleyi öne çıkarmamalı, iktidarı ele geçirmeye çalışmamalı, iktidara yürüyen “ulusal burjuva” güçleri desteklemelidir. Kurtuluş devrimlerinden sonra Sovyetler ve sosyalist sistemin desteğiyle bu ülkeler sosyalist bir dönüşüme değil, “kapitalist olmayan kalkınma” sürecine yönlendirilmelidir. Çünkü bu ülkelerin ekonomik-toplumsal yapısı, sınıf mücadelesi, sosyalist dönüşüm ve komünistlerin iktidarı için henüz yeterli değildir. Bu anlayış ve “kapitalist olmayan ama sosyalist de olmayan kalkınma” modeli, 2. Dünya Savaşından sonra Çin’e de, Küba’ya da empoze edilir. Onlar dinlemez ve Çin’in “3 Dünya” tezi bu anlaşmazlıktan doğar. Ama ezilen kıtaların komünist partileri bu ilerlemeci kafayla çok şeyler kaybederler. Örneğin Endonezya KP, zoraki desteklediği ulusal burjuva Sukarno iktidarının çapsızlığı nedeniyle ABD’nin tezgahladığı Suharto komutasındaki faşist askeri darbeyle tam 1,5 milyon kadrosunu kana boğdurur. Ya da Mısır KP, desteklediği Nasır iktidarına kendini kaptırır, kendini fesheder, BAAS partisine katılır. Nasırcı anti-emperyalizm tarih olur ama KP de eriyip gider. Ya da Irak KP, 1958 General Kasım darbesi sırasında Irak ve Güney Kürdistan’da iktidarı alabilecek yegane partiyken, tarihi Genel Sekreteri Aziz Muhammed’in 1980’lerdeki özeleştiride vurguladığı gibi, henüz yeni kurulmuş “ulusal burjuva” BAAS partisini ve onun genç lideri Saddam Hüseyin’i avucunun içinde büyüterek iktidara taşır kendisi de küçük ortak olur. Süreç içinde Saddam’ın kuyrukçusu bir parti olarak tüm kitle güvenini kaybeder. İran KP’si TUDEH de ulusal burjuva iktidarını Mollalarda bulur, iktidara yürüyen Halkın Fedaileri ve Mücahitlerini de çelmeleyerek bir ihanetin içine düşer. Sonunda, desteklediği Molla rejimi tarafından ezilir, Genel Sekreteri Kiyanuri TV’de tövbe ederek İslam’ın yolunu seçer! Onlarca örnek daha verebiliriz. Bizim TKP’nin sonu zaten biliniyor. Bu ilerlemeci mantık ezilen kıtalardaki devrimci yükselişe büyük zarar vermiş, komünistleri iktidarsızlaştırmış, sonunda Sovyetleri bile çökertmiştir.
Kırılma noktası: 15-16 Haziran
DİSK’in 1967-70 yıllarındaki mücadelesi Türk-İş tabanını da etkiler. Kırlarda ve şehirlerde emekçilerin burjuva iktidarla yani Demirel Hükümetiyle kapışmaları yoğunlaşır. Demirel’in çalışma yasalarındaki işçi haklarını tırpanlama girişimi bardağı taşıran son nokta olur. DİSK yönetimi, TİP’in de desteğiyle, işçileri iş bırakma ve gösteri eylemlerine çağırır. Çağrı İstanbul’da yankısını bulur. 15 Haziran 1970’te, İstanbul’un üç ana sanayi bölgesinden yüzbinlerce işçi iş bırakır. Yüzelli bini sokağa dökülür ve kent merkezine yürüyüşe geçer. Ne polis ne de tanklar durdurabilir işçileri. İstanbul zenginleri dehşet dolu iki gün yaşarlar. Eylemin şiddeti, çağrıyı yapan DİSK ve TİP yönetimlerini de ürkütür. İkinci gün DİSK yönetimi “itidal” ve eyleme son çağrılarına başlar. İşçiler Dev-Genç’lilerin de desteğini alarak iktidara gerçek bir güç gösterisi yaparlar. Temel kırılma noktası burasıdır. Türkiye sol hareketinin bir bölümü eylemin boyutundan ve yöneldiği hedeften ürker ve “bir daha yapmamalı” sonucunu çıkarır. “Aman ha, eylem yapmayın yoksa faşizm gelir” söylemi, o dönemde TİP oportünizmine atfedilen politik nüktelerden biridir. Sol hareketin diğer kesimi ise 15-16 Haziran’dan güç alır. Devrimci işçi ve köylülerle kaynaşma ve daha örgütlü bir savaşa yönelme hazırlığına girişirler.
Kuşkusuz ayrışma bir yanda TKP-TİP, diğer yanda MDD biçiminde olmaz. Daha karmaşıktır. Örneğin MDD hareketi içinde önemli etkiye sahip ve Dev-Genç’le sıkı ilişki içinde olan Mihri Belli ve çevresi de, bu savaş örgütlenmesi yönelişi karşısında tedirgin olur. Mihri Belli zaten eski bir TKP ve Komintern kadrosu olarak ilerlemeci anlayıştan kopamaz. Baştan beri Milli Demokratik Devrim sürecinde “ulusal burjuvaziyle ittifak” söylemi tutturur. Çaresiz biçimde Türkiye’de bir “ulusal burjuva” güç aramaya kalkışır, bulamaz. 1970’lerde son keşfettiği “ulusal burjuva” Eskişehir’deki ünlü Zeytinoğlu sülalesidir! Türkiye’de iktidara yürüyüşü desteklenebilecek bir ulusal burjuvazi bulunamamaktadır. Onun yerine Devrim gazetesi etrafında kümelenen Sol Cuntacılar ikame edilir, onlarla birlikte “Dev-Güç” ittifakı kurulur. Ama nafile; ülkede devletle kapışma görevi öncelikle devrimcilerin omzundadır.
Bu sefer Mihri Belli, kırlarda ve şehirlerde silahlı mücadele çıkışıyla yeni bir savaş örgütlenmesine hazırlanan Deniz’leri ve Mahir’leri ikna ederek yollarından çevirmeye çalışır. Çok sonraları, 1997 sonbaharında yapılan ÖDP Kongresinden sonra Ülkede Gündem gazetesinde yayınlanan yazısında, ÖDP’de birleşen sosyalistlerin kendisinin onyıllardır hayalini kurduğu yasal ve meşru zeminlerde sosyalizm mücadelesini örgütleme hedefini gerçekleştirdiklerini; geçmişte Deniz ve Mahir’i de bu konuda ikna etmeye, yasadışı mücadele ve örgütlenmenin devrimcilerin kitleler nezdindeki meşruiyetini zayıflatacağını anlatmaya çalıştığını ama kendisini dinletemediğini, yazıyordu.
Bir tarafta sosyalizmin kitlelere yayılması ve meşrulaşmasını hedefleyen ÖDP, diğer tarafta kitlelerin gözünde ve gönlünde devrimci meşruiyetini kaybetmiş Deniz’ler, Mahir’ler ve İbo’lar… M. Belli’nin tasviri bu… Ama şaşılacak şey; bugünün genç devrimcilerinin M. Belli gibi iktidarsızları dinlemeye hala nasıl olup da tahammül edebildiğidir!
‘60’lı ve ‘70’li yılların devrimci hareketinin hem kendi toprağından kaynaklanan sınıfsal dinamiklerle, hem de uluslararası devrim süreciyle etkileşim içinde ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz yığınla özelliği var. Yarattığı değerler ve çözümsüz kaldığı zaafları var. Bunlar daha geniş yazı ve tartışmaların konusu. Bizim burada vurgulamak istediğimiz temel özellik; her devrim süreci gibi bizimkinin de sınıfsal ve politik ayrışmaları netleştirerek yükseliyor oluşudur. Ve başlıca ayrışma öncelikle şu noktada yaşanıyor: Emperyalist sisteme ve işbirlikçi tekelci kapitalistlerin iktidarına karşı devrimci bir iktidar savaşı mı, yoksa kapitalist sistemin içinde barışçı ve parlamentarist bir sosyalist muhalefet hareketi mi?
1970-71’de temel ayrım bu soruda şekilleniyordu. Bugün de öyle…
Barışçıl ve parlamenter bir mücadele anlayışına sıkışıp kalan TKP-TİP kafası, ‘71 ayrışmasıyla birlikte girişilen devrimci savaşla öyle bir karışır ve öyle bir panikler ki artık emperyalizme ve işbirlikçi devlete meydan okuyan devrimciler onların gözünde büyük bir tehdit ve bir düşmandır. 1971 yazında faşist diktatörlüğün eline esir düşmüş olan Deniz Gezmiş ve THKO’lu yoldaşlarının Ali Elverdi’nin sıkıyönetim mahkemesinde ilk duruşmaya çıkarılmalarını, TKP’nin Demokratik Almanya’dan yayın yapan “Bizim Radyo”su, “Ajanlar ajanları yargılıyor” başlığıyla haberleştirir.
Oportünizm savaş yükseldikçe batağa ve çirkefe batar. Sınıfsal ve politik ayrışmalar derinleşir ve netleşir. Devrimci güçler oportünist ve reformist ayak bağlarından kurtuldukça ileri atılır. Türkiye devrimci hareketi o günden bu yana hala bu iki kutuplu ayrışma sürecinin gel-gitleri içinde yaşıyor. Türkiye’de devrimci savaşın sürecinde yorulanların yıkılabileceği bir ‘oportünizm yatağı’ her zaman var. Sorun, devrimcilerin eylemlilik içinde, bu bataktan kendilerini ayrıştırabilmesinde yatıyor.