Ahmet Kırmızıgül
1999 yılını ülkesinin en gelişmiş bölgelerini vuran iki depremde sergilediği inanılmaz hantallık, hazırlıksızlık ve beceriksizlikle bir “acz” görüntüsüyle tamamlayan devlet, 2000 yılında inisiyatifi yeniden ele alarak “kudret” manzaraları çizdi.
Hizbullah operasyonlarıyla başlayan 2000 yılı, hapishanelere düzenlenen ve 32 ölümle tamamlanan “kurtarma” operasyonlarıyla sona erdi. İkisinin arasında da yıl boyu süren yolsuzluk operasyonları vardı.
Birbirinden ayrı ama birbiriyle bağlantılı bu operasyonların Türkiye’de tek operasyonel gücün hala ve tek başına devlette bulunduğu gerçeğini, sivil toplumculuğun, alt yapıcılığın, tedrici ilerlemeciliğin, küreselleşmeciliğin, yeni dünya düzenciliğinin ve “Bir-Avrupa-Birliğine-girelim-her-şey-çok-güzel-olacak”çılığın bütün teorisyenlerine bir kez daha açıkça gösterdiği umulur. Gerçi görseler de bu zevatın bu bilgiyle ne yapacakları ayrı bir konudur.
Vaadlerinin (çağdaşlaşma, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma, kalkınma, demokratikleşme falan filan) hiçbirini yerine getirememiş, deklare edilmiş amaçlarıyla fiili işleyişi arasında hiçbir makyajın kapatamadığı bir uçurum sırıtan, gelir dağılımında dünyanın en kötü sicillerinden birine sahip, kendi ulusal parasının değerini bile koruyamayan bir iktidarın karşısında muhalefetin kolay bir iş olduğu düşünülebilir. 2000 yılı operasyonları bunun böyle olmadığını gösterdi. Düzen, sağındaki ve solundaki “iç düşmanlara” karşı operasyonlarında ülke nüfusunun çoğunluğunun rızasını, en azından kayıtsızlığını sağlamayı bildi.
Ölüm oruçlarına karşı operasyon, hatta aslında gerilimin ölüm orucu aşamasına gelişi, militan solun 12 Eylül’den sonraki en büyük yenilgisini de işaretledi.
Militan sol, kökleşmiş bir sosyo-ekonomik krizin ayrılmaz parçası olan bir ahlaki çöküş atmosferinde, sıkıştırıldığı köşede, böylesi bir atmosferde en çürük olan şeye, yani “toplumsal vicdan” ya da “insan onuru”na çağrıda bulunmak zorunda kaldı, mecbur bırakıldığı tepkiyi verdi, direndi ve kaybetti.
Bundan sonra ne olacak? Hiçbir şey olmayacak; ya da şimdiye kadar ne olduysa o olmaya devam edecek. Ölüm oruçları gerçekten büyük bir tarihsel olay olsa da, ister olumlu ister olumsuz anlamda büyük tarihsel sonuçları olmayacak. Ne, kendini bilmez çok bilmişlerin “tesbit” ettiği gibi (Bilim, bu çevreyi bir “tesbit etme”, sınıflandırma ve etiketleme yeteneğiyle donatmıştır) “devrimci demokrasi”nin (etiket), alanı daha gelişmiş yapılara (kimdir bunlar dersiniz?) bırakmak üzere ortadan kalkmasına yol açacak, ne de eksikliklerini, zaaflarını, güçlerinin ve yeteneklerinin çapını ortaya koyan militan solun yapılarının bu deneyden aldığı derslerle kendilerini dönüştürmesi sonucunu verecek. Çünkü, Yalçın Küçük ne derse desin, ne yazık ki yenilgi öğretmen değildir.
Yani, büyük kentlerin yoksul mahallelerinde yukarıdan destekli faşistleşme-mafyalaşma ya da dinsel fanatizmde çözüm arama seçeneklerine itibar etmeyip sol radikalizmi seçen bir kesim varolmaya devam edecek, bu kesimden gelen gençler kendilerini, hadi biz de öyle diyelim, devrimci demokrasinin yapılarında ifade etmeyi sürdüreceklerdir. Çünkü, çok bilmişler bu delikanlıların bulundukları yerlerde değildir, çok bilmişlerin siyaset eyledikleri yerlerde de bunlar bulunmaz. Ve sol adına eylemeye ve ölmeye devam edecek olan bunlardır. Ölüm oruçları sürecinin gösterdiği şeylerden biri de, Türkiye solunun militan ve düşünen kanatları arasındaki yabancılaşmanın artık üzerinde köprü kurulamaz ölçüde genişleyen bir uçurum oluşturduğudur. Oysa solun yeniden gerçek bir toplumsal seçenek haline gelebilmesi, ancak bu iki kanat arasında en azından bir diyaloğun yeniden sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Bu sağlanmadıkça, solun ve solculuğun nevrotik bir çokbilmişlikle trajik kahramanlık arasında iki kutba bölünmüş marjinal bir karikatür olarak sürünmesi devam edecektir.