Ahmet Kaya hakkında söylenecek her söz, bizi politik bir tartışmanın göbeğine oturtacak niteliktedir. Dolayısıyla, Ahmet Kaya’yı anmak ölüm oruçlarını, direnişi ve taraf olmayı tekrar ve tekrar vurgulamak anlamına gelecektir.
Biliniyor ki, Ahmet Kaya’ya böylesi nitelikler yüklemek rasyonalist – aydınlanmacı dünyalarında ona bir türlü yer bulamayanlar açısından hazmedilir gibi değildir. Akıllı solcuların dünyalarına içrek olan “modern içerikli tutarlılık” dikkate alındığında, bu tutarlılığa hiçbir zaman sığmayan, kendine has bir üslup tutturan, kısaca “ne dediğini bilmeyen” Ahmet Kaya’nın onların dünyasında hep rahatsızlık verici bir çıban olarak varolduğu kolayca görülebilir. Dolayısıyla, tutarsız bir adamdan politik anlamlar çıkarmak onlar açısından tüyler ürperticidir. Çünkü onlar, politikayı ideler, ilkeler ve harcıalem akıllarının ürünü ilerlemeci doktriner hedeflerden ibaret sanmakta, ebedi bir politikasızlığa mahkum şekilde yaşamaktadır. Ancak öyle bir süreç gelişti ki, çıban kaşındıkça büyüdü, pervasızlaştı, kitleselleşti… Ve, “Arabasını şerefsizlerin memleketinde bırakan” bu pervasız adam, ‘katil’ Yılmaz Güney’in yanına gömüldü… Tarihin cilvesi…
****
Ahmet Kaya “Vakit tamam, seni terk ediyorum” dediğinden bugüne, şahsına yönelik tartışmalar, övgüler ve yergiler Türkiye’de semptomları oldukça yaygın olan bir hastalığın bir kez daha görülmesini sağladı: aydınlanmacılık.
Türkiye’de genel olarak sol alanı içinde kendini her fırsatta gün yüzüne çıkaran tipik bir aydınlanmacılıktan bahsetmek mümkün… Mürekkep yalamış dillerden dökülen sözler, sürekli akıllı adamlar, akıllı devrimler, sözüyle özü bir idealistler arıyor. Oysa, ne insanlar ne de devrimler çıplak / mutlak idelerin yeryüzündeki somut görüntüleridir; hiçbir zaman da olmayacaklar! Karısını döven devrimciler, üçkağıtçılık yapan demokratlar, “Ne dediğini bilmeyen” adamlar hep oldu ve olacak… Sorun, ne dediğini bildiğini sanan ve bu bilme’ye dayanarak herkesi sözümona mükemmel doğrularıyla eleştirme hakkını kendinde bulanlarda…
Bu adamlar, 1996 1 Mayıs’ında kendilerini gösterdiler, trafik lambalarının kırılmasını, lalelerin biçilmesini aydınlanmacı / çağdaş akıllarıyla eleştirdiler… Olayın sıcaklığında yapılan bu eleştiriler o kişilerin cici ayaklanma hayallerini göstermesinin yanı sıra daha vahim sonuçlar da doğurdu… Bu adamlar, sınır çizgisinin keskinleştiği, “ya oradasın ya burada”nın geçerli olduğu bir dönemde karşı tarafta yer aldılar ve bunun farkına bile varmadılar… Ahlaki bir dünya anlayışının sosyalizmi, demokrasiyi vb. getireceğini sandılar… Üstelik, bu ahlakilik gerçek yaşamda varlığını bulamıyor, kendini gerçekleştirince ahlaki olmaktan çıkıyordu…
Köylüden lider olur mu?
Öcalan yakalandığında ve öncesinde, Kürt liderine temkinli yaklaşanların önemli bir bölümü, burnunu çeken, göbeğini kaşıyan bir köylüye duyduğu nefreti kustu… Kürt liderinin yazılarını bile başkalarının yazdığına kolayca inandı… Öyle ya, aydınlanmadan payını almamış bir adam nasıl yazabilir, nasıl lider olabilirdi..! Nitekim, Öcalan yakalandığında yaptığı açıklamaları, varlığına bir türlü tahammül edemedikleri bir köylünün imajının yok oluşu, kendi gerçek kimliğini ortaya koyuşu olarak selamladılar. Rahat nefes aldılar… Yanılıyorlardı, belki onlar saçları taralı, elleri kalem tutan, kibar, şehirli insanlardı ama gerçek yaşamda ahlaklılığı getirmekten uzakta kalan ahlaki dünyalarından bakınca, konjonktürü göremiyorlardı…
Çeşitli fraksiyonlara ayrılan aydınlanmacıların Öcalan’a yönelik tepkileri aynı problemli sorunsal içinde ama farklı şekillerde ortaya çıktı: İşçi sınıfına dayanmadığı için, diktatör olduğu için, demokrasiyi dikkate almadığı için ve bir söylediği diğer söylediğini tutmadığı için eleştirildi, benimsenmedi. Evet, doğru, Öcalan “ne yakışıklıydı ne de romantik”… Uzaklardan gelen Che esintisi değildi, yanı başımızda yanan bir ateşin gerçek görüntüsüydü… Bu ateş, akıllı adamların zihnine, eline avucuna sığacak gibi de değildi. İdeal demokrasilerin, demokratlıkların tanıdığı bir hamurla yoğrulmamıştı.
Katilliğin faziletleri
Rasyonalist ayartmaların pençesinde bihaber kıvrananlar, aynı zamanda kafalarında bir sanatçı profili de çizerler… Bu profile katil olmak girmez, giremez… Çağdaş anlayışa katilliğin sığması mümkün değildir…
Türkiye’de yaygın olan hastalığın semptomları Yılmaz Güney’in “katil” olması tartışmalarında da hayat bulmuştu. Zaten, Yılmaz Güney’in politik temelli sanatsal başarısına tahammül edememiş aydınlanmacılar hep varolmuştur… Yılmaz Güney’e ilişkin son tartışmada sadece söz konusu durum bir kez daha gündeme geldi… Ancak, ilginçtir, Yılmaz Güney’i savunan aydınlanmacılar da onun mükemmel kişiliğini ispatlamaya çalıştılar. Sol’a daha yakın olan ya da kendini sol’da tanımlayan birçok çevre, Yılmaz Güney’i ahlaki olarak aklama yarışına girdi. Onun pürüpak kişiliğini ispatlamaya çalıştılar. Yani, Yılmaz Güney’e yöneltilen ve aslında onun sanatsal başarısının kaynağını politikadan almasına tahammül edememekten kaynaklanan tepkilerin sahibi aydınlamacılara karşı, solun aydınlanmacıları, aynı sistematiğin içinde kalarak, aynı mantıkla cevap vermeye çalıştılar. Aynı hatayı bir başka cepheden varettiler.
Oysa, Yılmaz Güney, bizim tarafta olan ama aynı zamanda karikatür niteliğinde olmayan sanat ürünleri yaratmayı başaran bir kişilik olarak halkın kalbindeki yerini aldı. Minibüsçülerin aynalarını süsledi. Aydınlanmacı saplantıları olmayanlar için, önemli olan Yılmaz Güney’in ne tarafta olduğudur…O kadar…
Nazım Hikmet için de benzer şeyler söylenebilir… Mükemmel şiirlerin yaratıcısı Nazım, aynı zamanda mükemmel bir komünist kişilik olarak da algılandı… Sanatla kişiliğin doğrudan ilişkili olduğunu düşünenlerin yavan çıkarsamasıydı bu… Oysa Nazım mükemmel bir komünist kişilik değildi… Ancak, bu durum onun solda kalmasının önünde engel de değildi… Nitekim solda kaldı… Bizdendir, bizimledir… Tarih böyle yazdı…
Nazım’ı tüm sol sahiplendi, hatta son zamanlarda bu çerçeve iyice genişledi ve demokratlar da Nazımseverler arasındaki yerini aldı. Bununla beraber, Nazım’ı seven tüm bu insanların sevgilerini gösterme şekline bakıldığında sevginin niteliği ve aydınlanmacı olup olmadığı da kolayca anlaşılabiliyor. Nazım’ın karısına yazdığı mektupları öne çıkaranlar, mezarını Türkiye’ye getirmek isteyenler, kişiliğine övgüler dizenler, Nazım’a yönelik her eleştiriyi büyük bir tepkiyle karşılayanlar ve bir de Nazım’ın şiirlerine şehitlerinin cenazelerinde yer verenler birbirlerinden farklı varoluşlar yarattılar. Kimileri, “Şu anda ne karım, ne hürriyet ne de kavgam” derken, kimileri de “Vaktimiz yok onların matemini tutmaya” diye haykırdı.
İlerlemeci gericilik
Aydınlanmacılar mutlak/çağdaş doğrular saptar ve o doğrulara uymayanları her an’da reddederler… Mesela laiklik ilericidir onlara göre, çünkü onlar ilerlemecidir… Dolayısıyla MGK ile aynı safa düşme pahasına “Türban neyi örtüyor” derler… Bu ahlaki tavır, “Onların ahlakı, bizim ahlakımız” demeyi bilmeyenlerin tavrıdır. Saptadıkları mutlak doğru onlara, dinin gericilik, yobazlık olduğunu öğretmiştir. Dolayısıyla, üst perdeden kitlelere dinin afyon niteliğini anlatmayı, laikliğin faziletlerini göstermeyi toplumu aydınlatmanın gereği olarak düşünürler. Onlara göre toplumsal gelişimin bir ileri aşamasını gösteren laiklik her zaman ve her koşulda savunulmalıdır. Bunu yaparken, yobazlar – ilericiler ayrımıyla Kemalistleri, cumhuriyetin yüce savunucularını ilericiler safında konumlandırdıklarının farkına bile varmaz, ya da gerçekten böyle yapmak gerektiğini düşünürler. Türkiye tarihi bu açıdan çok zengindir. İlerlemeci mantıkları her zaman devrede olanlar, Şeyh Sait isyanını da gerici – feodal bir isyan olduğu için reddetmiş, ‘ilerici’ devletin yanında yer almıştı. İlericilikleri Kemalizmin ilericiliğiyle buluşmuştu… Randevular hala veriliyor ve buluşmalar ısrarla gerçekleştiriliyor… Bitmeyen bir aşk…
Ne acıdır ki, laikliğin yılmaz savunuculuğuna soyunanların bazıları kendilerini Lenin’in ardılı olarak tanımlarlar. Bolşevik Parti içinde yaşanan dine ilişkin verimli tartışmaları, Lenin’in dini bir kitleye yönelik bildiriyi Papaz Gapon’a yazdırdığını, ezilen dini gruplara özel bir ilgi gösterdiğini, yaşadığı toprakların dinsel inanışlarına karşı her zaman tetikte ve dikkatli davrandığını gözardı ederler. Bunlardan bihaberdirler. Belirli bir konjonktürde ortaya çıkan belirli bir ayrımın veya saflaşmanın, o an’a ilişkin olarak çözümlenebileceğini, o an’a ilişkin tavır almanın zorunlu olduğunu bilmezler. Böyle bir politik anlayış, ilkelerle kaplanmış doktriner dünyalarında külliyen günahtır. Dolayısıyla, laikliğin yılmaz savunuculuğunu yapmalarını eleştirenleri de yobazlığa çanak tutmakla eleştirirler. Konjonktüre bağlı olarak laikliğin öne çıkarılabileceğini, bazen de çıkarılmayabileceğini; böyle durumlara ilişkin ilkesel tavırların mümkün olmadığını göremezler. İlkeleri başlarını süsleyen eskimiş bir başörtüsüdür…
Mürekkebin kokusu onları öylesine sarhoş etmiştir ki, teorilerinde bir ileri aşamayı temsil eden her şeyi fetişleştirmeyi solculuğun gereği olarak görürler. İşçi sınıfı, teorilerinde özel bir yer taşıyorsa, gözleri başka hiçbir şeyi, hiçbir dinamiği görmez, zaten görmemek gerektiğini düşünürler. Hatta, işçi sınıfını içinde ya da başında göremedikleri devrimleri dahi reddeder, böyle devrimler başarısız olduğunda, “biz zaten söylemiştik” derler. Bazen farklı bir yol da izleyebilir, her kesimi sınıf tanımı içinde bütünleştirmeyi denerler ama nedense bu bütünleştirmeye rağmen, genellikle bütüne sonradan kattıkları unsurlara üvey evlat muamelesi yaparlar. Belki de, söz konusu unsurlar kendilerini ebeveyn olarak görmediği, kendilerinden hissetmediği için böyle bir tavrı gerekli görürler. Mesela, varoşları sendikasız işçi kitlelerinin bulunduğu yerler olarak tanımlar ancak nedense varoşlardan uzak dururlar. Varoşlara gidip başarısız olduklarındaysa, söz konusu kitlelerin lümpenliğinden, tam işçi sınıfı olmamalarından dem vururlar.
Eğer ulusların kendi kaderini tayin hakkını benimsemişlerse, belirli bir konjonktürde bir ulusun mücadelesinin desteklenmeyebileceğini söyleyenlere kafir gözüyle bakarlar. Ya da, onlar için sınıf önemliyse, kendi ideallerinde yaşayan sınıfı bulamadıkları bir ulusal hareketi hemen reddederler. Mesela Kürtler, ulusal mücadele verip ağır bedeller ödeyedursun, onlar Kürt illerindeki işçi sınıfını örgütlemekten dem vururlar. Kendilerine göre olumsuz olan her gelişmenin nedenini ise “işçi sınıfına dayanmamak” şeklinde açıklarlar.
Ve Ahmet Kaya…
Ahmet Kaya’nın ölümüyle de benzer tartışmalara tanık olduk… Tutarlı değildi denildi, ideolojik bakışı bile -sanki bir politik lidermiş gibi- eleştirildi… Müziğinin arabesk motifler içermesi yadsındı vb. vb.
Kimse, Ahmet Kaya’nın 1985’lerden 1990’a kadar devam eden bir zaman diliminde lümpen proletaryayı, atölye çıraklarını, kalfaları solun etki alanına çektiğini, o etkinin Ferhat Tunç ve ardından Grup Yorum’un doğuşuna olanak verdiğini görmedi, göremiyor. Sol, daha o yıllarda Ahmet Kaya’ya ilişkin hataya doğru ilk adımı atmıştı. Hatta, aydınlanmacılar, Grup Yorum’u da slogan müzik ve devrimci arabesk yapmakla itham edip sanatın estetik cevherlerini öğretmeye çalıştılar. Beğenmediler, beğenemediler… Diyarbakır’a kültürü ve aydınlığı getirmek için klasik müzik konserleri düzenleyenlerin mantığının soldaki temsilcileri olmakta ısrar ettiler.
Kimse, Ahmet Kaya’nın Magazinciler Gecesi’nde söylediği sözlerle birlikte taraf olduğunu, hayatını halihazırda varolan bir politik mücadeleye bağladığını, olabildiğince doğallığıyla ve sıradanlığıyla görmedi, göremiyor… Ahmet Kaya, akıllardan hiç silinmeyecek sözleri, o anda içkili olduğu için de sarf etmiş olabilir, ya da ne bilelim, kafasına öyle estiği, deli dolu bir adam olduğu için de… Belki de yıllar öncesinden planladı ve uygulamaya koydu… Ne önemi var bunların! Olan oldu ve Ahmet Kaya safını netleştirdi… O kadar…
Ahmet Kaya iki sene önce ölseydi, muhtemelen sol tarafından sahiplenilmeyecekti, “Kürt sanatçı” olarak anılmayacaktı… “Saza niye gelmedin” klibiyle akıllarda kalacaktı… Belki de 1985’lerdeki hizmetlerine rağmen bizim tarafta kalmamış olacaktı… Ama öyle olmadı…
Ahmet Kaya, kim olursa olsun, Kürt olduğunu hangi amaçla öne çıkarmış olursa olsun, bizim tarafta kaldı, bizimle kaldı.
Sol ve sosyalizm, ahlaki mükemmellikler dergahı değildir… Sosyalist cephede, devrimci cephede, ulusal kurtuluş cephesinde kalanlar iyi adamlar olduğu için değil, cephenin içinde oldukları için, ellerini taşın altına koydukları için oradadırlar… İnsanlar, cephedeyken anlam kazanırlar, özel olurlar, kusurlarıyla birlikte bizden biri, bizimle yürüyen haline gelirler. Dışarıda bir yığın iyi ama iyiliği politik anlam içermeyen insan var…
Öyle görünüyor ki, ‘çağdaş dünya’nın sarsılmaz temsilcileri, mürekkepli dilleriyle daha çok insanı karalamayı deneyecek ve bu nedenle politik görüş yeteneğinden daha çok mahrum kalacaklar…