Taşkın Sözdinler
Fizik, kimya, biyoloji (matematik ayrı bir konu) gibi doğal bilimlerle toplumun dönüştürülmesi üzerine çalışan bir bilim* arasında çok önemli ayrımlar vardır. Bir Marksist için önemlidir bu özellik.
Ayrımın nedeni basit; ayrım, nesnelerin farklılığından kaynaklanıyor. Doğa nesneleriyle toplum, doğa nesnelerinin dönüştürülmesiyle toplumun dönüştürülmesi arasında indirgenemez (uzlaştırılamaz) bir farklılık vardır. Birincisinde nesneyi dönüştürecek olan birey ya da örgüt ile değiştirilecek olan nesne birbirinin dışında, birbirinden bağımsız olarak durmaktadır; ikincisindeyse değiştirici birey ya da örgüt bizzat değiştirilecek olan nesnenin bir parçası hatta belki de kendisidir. Özellikle tutarlı bir toplumsal bütünlüğün herhangi bir öğesinin değil, tümünün değiştirilmesinin sözkonusu olduğu bir durumda, nesne ile değiştiricinin değişimlerinin eşanlı ve eşanlamlı olması kaçınılmazdır. Değiştirme işine atılan birey ya da örgütün kendi değişim sürecinden söz etmeden toplumun köklü bir anlamda değiştirilmesinden söz etmesi, pratik düzeyde çözümsüzlüğü, teorik düzeyde ise çelişkiyi, yapılmak istenenin toplumu hem değiştirmek hem değiştirmemek gibi bir saçmalık olduğu gerçeğini getirecektir.
Doğa bilimlerinin temel iddiası ve en temel hipotezi, nesneleri kendi başlarına oldukları gibi bilebilmektir. Bilme işi elbette nesne ile özne (bilen bilinç) arasında bir ilişkiyi varsayar: bir tarafta nesne, öbür tarafta özne olmayıp bu ikisi alışverişe girmezse bir şey bilinemez.
Bu ilişki içinde, gerek nesneden gerek özneden gelen öğeler vardır. Örneğin benim önümdeki çay bardağını “bilmem”, onun bir cam olduğunu, saydam olduğunu, camın taştan, bardağın kaşıktan farklı olduğunu; bardağın ince-kalın, güzel-çirkin, renkli-renksiz olduğunu vb. bilmem gibi öğeleri içerebilir. Doğa bilimlerinin işi, işte bu karmaşık “bilme” tablosunda özne tarafından gelen ne varsa çekip çıkarmak, nesneyi özne ile olan ilişkisinden soyutlamak ve şu soruyu sormaktır: Özne hiçbir şey eklemese ve eksiltmese, tek başına, kendi başına, mutlak yalnızlığı içinde bu nesne nedir? Nesnenin kendinde varolan özellikleri nelerdir? Bilimciyi ve onun algılama sürecini sahneden silersek geriye ne kalır?
Doğa bilimi o halde, nesneyi, onu gören ve bilen özne sanki hiç yokmuşçasına, “bakir” halde yakalama iddiasındadır. Nesneye özne tarafından görülmekle eklenen her türlü özellik, özne ile belli bir ilişkide bulunmasından gelen her türlü geçici ve öznel karakter, doğa biliminin sınırlarının dışına düşer. Doğa bilimi, nesnenin edebi ve mutlak halini arar. Dolayısıyla aradığı şey, özneden soyutlanmış bir alemdir. Özne bu aleme dışarıdan bakar, ona dışarıdan bir ayna tutar, onu olduğu gibi yansıtır ve şöyle der: Ben hiç olmasaydım, hiçbir biIinç, hiçbir insan, hiçbir bilim olmasaydı dahi, nesne işte böyle olacaktı.
Doğa bilimlerinin bu varsayımını teknolojinin mantığı da izler. Teknolojide, insanın kendi dışında olan birtakım nesnelere müdahalesi temeldir. Bu müdahale, nesnenin özne ile olan ilişkilerinden bağımsız yani nesnel varlığında birtakım değişiklikler yapar. Bu müdahale sonunda nesnenin özne ile olan ilişkileri de değişebilir -sözgelimi otomobil ve uçak keşfedildikten sonra metalin, petrolün, yolların, göklerin, doğanın insan ve toplum için anlamı çok değişmişir. Ama bu değişiklik teknolojiyi ve doğa bilimini doğrudan doğruya ilgilendirmez. Onların incelediği, sadece doğa yasaları uyarınca işleyen, başlı başına bağımsız olarak varolan yeni bir nesnenin ortaya çıkışıdır. Bu nesnenin özellikleri (örneğin arkadan bir deliğe benzin doldurup bir pedala basınca tekerleklerin dönmeye başlaması) artık özneden bağımsızdır. İnsan olsa da olmasa da, kullanılsa da kullanılmasa da, bambaşka amaçlarla da kullanılsa, nesne, kendi içinde birtakım, nesnel özelliklere sahiptir -ki teknolojinin yaptığı da ona bizzat bu özellikleri kazandırmaktır. Nesnenin ekonomik, toplumsal, kişisel, ailesel, duygusal anlamları teknolojinin sadece yan ürünleridir.
Yineleyelim; doğa bilimleri ve teknoloji nesnenin özneden bağımsız olan cephesini konu edinirler. Oysa toplum konusunda durumun yukarıdakine benzemeyeceği açıktır: A) Toplum bir öznelerarası ilişkiler sistemidir; bir başka anlatımla öznelerin katkı ve eylemleri dışında, ayrıca kendi başına bağımsız olarak duran bir “toplum” yoktur. B) Konuyu öte taraftan alırsak; toplumu başlı başına nesnel bir ilişkiler bütünü olarak koysak bile, hiçbir özne (hiçbir insan) bu ilişkiler bütününün dışında olamaz; onu dışarıdan bakıp yansıtması söz konusu olamaz.
Şimdi yine başa dönüp bir soru soralım: Belli birtakım ilişkiler içinde yaşıyorken, bu ilişkileri dönüştürmek isteyen insanlar ne yapmalıdır? Normal olarak herhangi bir konuda bir çözüm perspektifi getirebilmek için şu yöntem önerilir: Önce nesne (çözüme konu olan şey) bilimsel bir şekilde incelenmeli, onu yöneten nesnel yasalar ve dinamikler, etki-tepki ilişkileri ortaya çıkarılmalıdır ki bu bilgiler sayesinde nesne dönüştürülebilsin. Toplumu dönüştürmek ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırabilmek için toplumun ve toplumun süreç içinde değişimi olan tarihin bilimi gerekir vb… Veremi tedavi etmek ya da insanı aya göndermek için gerekli olan, her şeyden önce nesnenin (insan organizması, verem mikrobu, yerçekimi, atmosfer sürtünmesi, kimyasal patlayıcılar vb.) belirleyici karakteristiklerini nesnel bir şekilde saptamak, sonra bu bilgiyi kullanarak gerekli dönüştürme stratejisini kurmaktır. Toplum için de, sözgelimi üretim tarzının işleyişini, dinamiklerini, asli ve ikincil öğelerini tespit edip sonra ona göre bir çare bulunması gerek, denir. Toplum için önerilen yöntemin de doğa/teknoloji yönteminin aynısı olduğunu görelim. İstedikleri şey bir bilimdir; bu ilişkileri oldukları gibi, hiçbir öznel yanılgıya, eksiltmeye, eklemeye yer vermeden, kendilerinden bağımsız olarak kavramak istemektedirler.
Marksizm, devrimci toplumsal eylem için bu önerinin kesinlikle ve kayıtsız şartsız yanlış olduğu önkabulünden ve onun yerine alternatif bir yöntem bulma ihtiyacından yola çıkar.
Bir paragraf üstteki öneri doğrultusunda gidenler, toplum karşısında, artık doğa bilimlerindeki gibi kendilerini bu öğrenmek istedikleri nesneden soyutlayıp nesnenin ‘saf hali’ni keşfedemezler; çünkü önceki açıklamalardan gördük ki, özneler çıkartıldığında geriye nesne (toplum) namına hiçbir şey kalmaz. Bir başka açıdan; özne(ler) kendini sahneden soyutlayıp, kendi yokluğunda dahi varlığını sürdürecek olan nesneyi (toplumu, “öteki” insanları) araştırmaktadır. Oysa nesnenin bu defa garip bir niteliği vardır. Nesne, özne(ler) ile nesne (birey ile toplum, birey ile öteki bireyler) arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir. Tekrarlıyorum; (bu defa toplum söz konusu olduğunda) nesne, özne ile nesne arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir. Öyleyse hesaba katılacak olan sadece “toplum”, “nesnel” öğe değil, aynı zamanda bu ilişkinin bir kutbu olan öznenin/öznelerin kendi katkıları, eylemleri, tepkileri ve bunları doğuran bilgileri, düşünceleri ve hatta yanılgılarıdır; yani öznel öğedir.
Bu bilgilerle girişilecek olan dönüştürme eyleminde de teknolojiye hiç benzemeyen bir yönün olacağı ortadadır. Teknolojinin tersine şimdi istenen, sadece nesnenin dönüşümü değil, nesne (toplum) ile birlikte nesnenin bir parçası olan öznenin (bireyin) ya da özne ile nesne arasındaki ilişkinin değişmesidir. Bu durumda; A) Değişecek olan nesne ile birlikte öznedir. O halde değiştirme süreci de sabit bir zemine ayak dayamış çizgisel, mekanik bir uygulama olamaz artık. Özne, sürecin dışından bir yerden müdahale etmemektedir, nesnenin ta kendisidir. Nesne değiştikçe kendisi, kendi hareket noktası değişecek, değiştirme süreci yeni yeni dinamikler kazanabilecektir. B) Öznenin nesne karşısındaki konumu, onunla olan ilişkisi de değiştirme çabasının belirleyici bir etmeni haline gelmiştir. Teknolojide değişecek olan sadece nesneydi, öznenin kim olduğu hiç önemli değildi orada; oysa şimdi bireyin çabası, bizzat birey ile öteki bireyler arasındaki belli bir ilişkiyi değiştirmektir. Bu ilişki bilinmeden, neyin, nasıl değiştiği bilinemez.
Nesneyi kendi başına, olduğu gibi yansıtma iddiasında olan reflektif yöntem, toplumun dönüşüm süreci olan tarihin bilimi için geçersizdir. Nesnel ile öznelin, kendi başına duranla insanların eylemine bağlı olanın, olanla değişenin daha yüksek düzeyde bir sentezini araştıran yepyeni bir yaklaşım tarzına, diyalektiğe ihtiyacımız vardır.
Toplum, doğa bilimlerine özgü reklektif yöntemle incelenemez mi; olanaksız mı bu? Hayır. Toplumu oluşturan insanlararası ilişkiler şüphesiz bir bütünüyle nesnel ilişkiler sistemi olarak ele alınabilir ve insanlar arasındaki ilişkilerin her cephesi adeta belli mekanizmalarla işleyen iki doğal nesne arasındaki ilişkiymişçesine betimlenir ve kategorize edilebilir. Tüm burjuva toplum “bilirnleri” -sosyoloji, iktisat, siyasal ve idari bilimler, antropoloji, tarih- bu yöntemle çalışırlar* .
Reflektif yöntem, toplumda birtakım ilişki parçacıklarını düzenleme, sıralama, sınıflandırmada faydalı olabilir. Arz ve talep yasalarını, suç oranlarını azaltmak için alınacak tedbirleri, seçim sisteminin fayda ve zararlarını, Kanuni’nin vergi sistemini incelemek için diyalektiğe pek gerek yoktur. Buna karşılık bazı sakıncalar vardır ki üstünde durmaya değer:
A) Toplumu bir nesnel ilişkiler sistemine indirgeyen reflektif yöntemin temel varsayımı, toplumun tek tek bireylerin ve örgütlerin her birinden bağımsız, ayrıca var olan bir nesnelliği olduğudur. Bu toplumun yasaları nesneldir ve toplumu oluşturan her birey -aynen doğal nesnelerin doğa yasalarına uymaları gibi- bu yasalara edilgin bir biçimde uyar. Edilgin nesnelerin nesnel yasalara karşı işlemesi mantıken saçma olduğu için, bireylerin ve onların toplamı olan toplumun değiştirilmesi doğal olarak ancak bu yasalar çerçevesinde rnümkündür. Tıpkı, doğa yasaları çerçevesinde doğayı değiştiren teknoloji gibi. Yasaların değişmesi ise -eğer mümkünse- yine ancak toplumun nesnel iç dinamiklerinden doğabilir. Bilimin yapacağı, o halde, bu nesnel dinamikleri incelemek ve bu dinamikleri veri alındığında toplumda hangi etkinin hangi tepkiyi (sonucu) doğuracağını tespit ve tahmin etmektir. Dinamiklerin (yasaların) kendilerini değiştirmesine gelince, bu, bilimin nesnel yasaları keşfetme amacının dışında kalır. En kötüsünden, bilimin nesnel gerçeği bulma çabasına öznel bir isteği bulaştırarak “bilim adamı tarafsızlığı”nı bozacağı ileri sürülür; en iyisinden, bu, sadece “negatif teori” olduğu söylenerek birazcık hor görülür.
Reflektif yöntem, olanı görür; olanın nasıl değişeceğini değil. Olanı değişimden böyIe soyutlamak ise, dört duvarı, damı, temeli, iç bölmeIeri çıkartılınca geriye kalan “ev”i araştırmaktan hiç de farklı değildir.
B) Reflektif yöntem, toplumun yasaları çerçevesinde yapılabilecek olan değişiklikler konusunda birtakım bilgiler, hatta öneriler üretebiIir. Ama yapacağı, hangi etkinin hangi tepkiyi doğuracağını “nesnel” olarak bildirmekten ibarettir. Buna karşılık, müdahalenin kimin tarafından, ne amaçla yapılacağı, müdahalenin yapılıp yapılmaması konusundaki karar -tıpkı teknolojideki gibi- bilimin kendisini ilgilendirmez.
Topluma doğa bilimlerinin yöntemiyle yaklaşan “bilim”, topluma yapılacak olan müdahalenin toplumla belli bir ilişki içinde olan kişi ve örgütlerce yapılacağını ve müdahalenin aynı zamanda toplum ile ona müdahale eden merci arasındaki ilişkinin de değişmesi sonucunu doğuracağını unutur: Topluma yapılacak olan müdahaleyi zorunlu olarak topluma dışarıdan, toplumun dışında duran birtakım kişi ve makamlarca yapılan bir müdahale olarak kavrar ve müdahalenin yapılış tarzını bu parametreler içinde analiz eder. Müdahaleyi yapanların toplumsal ilişkiler sistemi içindeki konumları kalın bir esrar tabakasına bürünür. Bu bilim yönteminin gelişmiş ülkelerin üniversitelerince, bağımlı ülkelerin analizinde yarattığı harikaları bu çerçevede değerlendirebiliriz. Aynı şekilde, topluma daha iyi işlemesi vs. için yapılacak müdahalelerin (yeni yasalar çıkarma, kurumlar kurma, ekonomik tedbirler alma gibi) hukuki mercii devlet olduğuna göre, bu yöntemin, devleti toplumun iyiliği için bilimsel bir şekilde topluma dışarıdan müdahale eden bir kurum olarak gösteren burjuva ideolojisine nasıl hizmet edeceği de açıktır Yine, toplum “bilimci“sini topluma dışarıdan bakan soyut bir göz olarak kavrayan anlayışın akademik faaliyetin de bir çeşit toplumsal faaliyet olduğu gerçeğinin ve giderek metropol toplumlarda akademik çevre ile devlet arasında kurulan pek sıkı bağların anlaşılmasına pek yardım edemeyeceği bellidir.
1890-1917 döneminden sonra günümüzde de Marksizmin bu anlayışla yorumlanması ve reflektif bir “toplum bilimi”ne indirgenmesi çabaları epey yaygınlaşmıştır. Özellikle metropol üniversitelerin Marksizme “açılması” ile, o üniversitelerin toplumsal konumlarını veri alan, o akademik çevrelerin yöntem anlayışlarıyla konuya bakmaya çalışan birtakım Marksist “bilim adamları” ve bir yığın “Marx yorumcuları“ndan geçilmemektedir. Sovyetler Birliği’nin de “ulusların gelişmesini” ana kaygı edindiği günden bu yana, diyalektiği ciddiye alan her Marksist başına, Marksizmin gerçekliği “olduğu gibi” yansıtan bir bilim olduğunu ileri süren, şu-bu üretim faktörü değişince toplumun nasıl değişeceğini bilimsel kanıtlarıyla ispat eden en az bin “bilimsel” Marksist bulmak olağan hale gelmiştir.
Bilim ve İdeoloji Sorunsalı
Hegel’in keşfi olan diyalektik yöntem, işe her şeyden önce gerçekliğin kavranması sürecinde doğa bilimlerine özgü yöntemin eleştirisiyle başlar. Doğa bilimlerine özgü yöntemin temel ilkesinin ayırma ve soyutlama olduğunu söylemeliyiz: Nesnenin kendisini nesneye ait olmayan, ona dışarıdan gelen öğelerden kesin bir çizgiyle ayırır bu yöntem. Böylece nesne iki cepheye bölünmüş olur: Nesnenin kendi başına ya da “kendi içinde” sahip olduğu “asıl” varlığı ve başka bir şeyle olan ilişkisinde o “başkası için” ya da “dışarıdan” sahip olduğu “yüzeysel”, raslansal, zemine, zamana ve kişiye göre değişen varlığı (an sich ve für anderes varlıkları). Diyalektik böylesi bir bölümlemenin kendi içinde çelişkili, sakat bir işlem olduğunu gösterir bize*. Bir nesneyi ele alalım ve onu başlı başına, olduğu gibi kavramaya çalışalım. Diyeceğiz ki bu nesne şudur, şöyledir, şöyle birtakım yasa ve mekanizmalarla işler, karakteristik tavır ve tepkileri şunlardır. Böylece nesneyi vazetmiş (ortaya koymuş, kuvveden fiile çıkarmış, üretmiş) oluyoruz. Bu, nesne hakkındaki tezimiz, tezimizin gerçekten nesnel ve bilgimizin gerçekten nesnenin kendisinde olmasına bağlıdır, öyle ki biz ya da herhangi bir gözlemci olmasa, hatta dünyada başka hiçbir şey olmasa da nesne bu özelliklere sahip olmalıdır.
Bu yaptığımızın bir tecrit, soyutlama işi olduğuna dikkat etmeliyiz. Gerçekliği oluşturan sonsuz sayıda nesne, etmen, kavram, etki-tepki, benzerlik ve izlenim yığını içinden bir yumağı alıp onu sınırları çizilmiş, tecrit edilmiş ayrı bir gerçeklik (mücerret bir gerçeklik) olarak kavramaya çalışıyoruz. Nesnenin kendi gerçekliğine sahip olduğunu söylemekle zaten evrende başka hiçbir şey olmasa bile nesnenin tek başına bu gerçekliğe sahip olacağını söylemiş ve tasavvurumuzda evrenin geri kalan kısmının üstünü çizip nesneyi mutlak yalnızlığıyla başbaşa bırakmış oluyoruz. Bilim her şeyden önce bir soyutlama, bütünün öğelerini birbirinden ayırma çabasıdır.
Soyutlamayı gerçekleştiren ayrım çizgisi, aynı zamanda bir karşıtlık çizgisidir. Nesne hakkında bir tez önermekIe, bir yanda nesnemiz ve onu tanımlayan belirlemeler, öbür yanda nesnemizi tanımlayan belirlemelerin dışında kalan, nesnemize ait olmayan, nesnerniz-olmayan şeyler vardır diyoruz. Bir yanda nesnemiz, öbür yanda nesnemizin olumsuzlaması. Diyelim ki nesnemiz “şu”dur; bunu böyIece belirtmekle yaptığımız, evreni, şu anda burada bulunmak ve bulunmamak ekseni boyunca ikiye ayırmaktır. Ya da nesnemiz örneğin “kağıt” kavramı ise ve bunu biIimseI olarak tanımlamaya çalışıyorsak yaptığımız yine evreni “kağıt”ı tanımlayan a, b, c, d, … özelliklerine sahip olan ve olmayan öğeIer diye ikiye bölmek olacaktır. Öyle ki, artık herhangi bir nesneye baktığımızda “bu kağıttır”, ya da “değildir” diye yargımızı verebileceğiz.
O halde nesneyi belirlemek, aynı zamanda zorunlu olarak nesneyi öteki nesnelerin karşısına koymak, ya da öteki nesnelerle bir ilişki içine sokmak demektir. Nesneyi öteki şeylerden bağımsız, kendi başına bir gerçeklik olarak tanımlayabilmek, ister istemez onu öteki şeylerle belli bir ilişki (antitetik bir ilişki; bir karşıtlık ilişkisi) içine sokmak demektir. Nesnenin kendisini belirleyen, onu bilmemize, tanımlamamıza, parmağımızı üstüne koymamıza imkan veren tüm öğeler, ancak birtakım başka şeylere göre bir anlam taşırlar. Evrende bir tek nesne olsaydı o nesneyi tanımlamak imkansız olurdu.
Demek ki, nesne hakkında kendi başına bir şey söyleyebilmemize imkan yoktur. Söyleyebileceğimiz her şey, nesneyle birtakım başka şeyler arasındaki ilişkiyi, kıyaslamayı, oranlamayı, bir etki-tepki, etkinlik-edinginlik, olumluluk-olumsuzluk bağını ifade eder. Amacımızsa nesneyi hala “olduğu gibi”, ilişkileri ne olursa olsun değişmeyen (baki kalan) “özü” ile kavramaktır -bilimin başka bir amacı olamaz. Oysa karşılaştığımız nedir? Tezimizde ortaya koyduğumuz belirlemelere nesnenin kendisi bakir halinde sahip olamaz; bunları ancak dışarısı ile ilişkisinde kazanmaktadır. Nesne bir kere vardır: Bilim bunu ısrarla savunmamızı gerektirir. Sonra bu nesne başka nesnelerle birtakım belli ilişkilere sokulduğunda bu belirlemeleri kazanmaktadır Ortada eklenen bir şey söz konusu olduğuna göre, demek ki nesnenin kendisi bakir halinde, bu eklenen şeylere sahip değildir. Öyleyse nesnenin “kendisi”, yukarıda söz ettiğimiz ayrım çizgisinin öbür tarafına düşmektedir. Eğer nesne a, b, c, d, … diye belirleniyorsa, nesnenin “kendisi” a, b, c, d, … olrnayan bir şeydir; a, b, c, d, … belirlemeleri nesneye dışarıdan gelmektedir. Böylece bu defa yukarıda söylediklerimizin tam tersine nesneyi tanımlarken kullanmış olduğumuz belirlemeleri olumsuzlarnış, inkar etmiş oluyoruz. Bu da antitezimiz.
Hemen burada durum muhasebesi yapalım: Nesnel bir bilgi edinmeyi amaçlayan çabamız kendi kendisiyle çelişkiye düştü. İleri sürdüğü her tezin aynı zamanda ve aynı nesne hakkında geçerli olmak üzere antitezini de savunmak durumundadır. Başta benimsediğimiz nesne kavramı da bir paradoksa dönüşmüştür: Nesne kavramı hem tanımı gereği sadece kendi kendisinden kaynaklanan bağımsız bir gerçekliği karşılar, hem de bu nesne hakkında söylenen her şey nesnenin bir başka şeyle kurulan ilişkisine dayanır ve dolayısıyla nesnenin tanımı gereği varsaydığımız “asıl kendisi”, ne olduğu bilinemez bir sır haline gelir. İlkin çok doğal, anlamı açık ve berrak bir şeymiş gibi görünen “nesne” şimdi bulanmış, bakire ana ya da üç köşeli dörtgen cinsinden bir anlamsızlığa dönüşmüştür. Dolayısıyla bu nesneyi keşfetme çabamız, yani bilimsel çalışma, şimdi hayali, imkansız, irrasyonel bir kavramın peşinde boşuna telaşa boğulmak durumuyla yüz yüzedir. Arayıp bulmaya çalıştığımız şey acaba varolması imkansız bir şey midir? Eğer nesnelerin basit algılanışından ya da doğa bilimlerinden söz ediyorsak, şartlı bir ‘hayır’; nesnemiz kendi kendini kavramaya çalışan toplum ya da birey ise, kesin bir ‘evet’!
Yalnızca algılanan nesneler ve doğa nesnelerinde, nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığı iki ayrı temelde durur: Nesne ve ondan ayrı duran, onu algılayan ve bilen özne (bilinç). Çelişki aşılsa bile bu iki temelin ayrı kalacağı varsayıldığından çelişkinin nesneyi değil, sadece özneyi ilgilendirdiği söylenmek zorundadır; nesnenin bilgisi bin türlü çelişki ile karşılaşsa bile nesnenin yine de çelişkisiz olduğu sarsılmaz bir inançla savunulabilir. Doğa bilimleri kendi disiplinlerini şu ya da bu nesnenin nesnel bilgisi olarak tanımlamakla diyalektiği zaten peşinen reddetmişler, çelişkiyi dikkate, umura almayacaklarını önceden ilan etmişlerdir. Bu soyutlanmış alan çerçevesinde doğa bilimlerinin söylediklerine diyalektik ne bir şey katar, ne de ondan bir şey eksiltir. Ama bu soyutlamanın kendisi, ya da şöyle diyelim, nesnenin bilgisindeki sonsuz çelişkilere rağmen nesnenin kendisine duyulan sonsuz iman, diyalektiğin başlıca ilgi konularından birini oluşturur.
Nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığının aynı temelde durduğu, özne ile nesnenin aynı varlığın iki cephesinden ibaret olduğu, öznenin kendi kendini nesnel bir şekilde kavramaya çalışmasından söz ettiğimiz “toplum” nesnesine gelince, çelişkiyi hesaba katmadan yapılan soyutlamalar nesnede olsun, öznede olsun vahim çarpıtmalara yol açmaya başlar.
Evet, şimdi toplumu “nesnel” ya da “bilimsel” bir biçimde kavramaya çalışalım. Toplum bir insanlararası ilişkiler sistemi olduğuna göre, bulmaya çalıştığımız aslında insanlararası ilişkilerde ve bu ilişkilerin zaman içinde değişmesinde herhangi bir keyfi ve özel iradeye bağımlı olmayan öğedir. Adı geçen irade, toplumu yönetenlerin iradesi olabileceği gibi, sadece bireyin ya da bireylerden oluşan örgütlerin iradesi olabilir. Toplumda nesnel olan öğenin varlığını iddia etmekle bu birey ve örgütlerin toplum içinde bazı isteklerini gerçekleştirmelerinin nesnel bir imkansızlık olduğunu ileri sürmüş oluyoruz. Bireyler keyfi ve özgür olarak birtakım eylemlere girişirler, ama toplum içinde bu eylemleri sınırlayan, onları yöneten, eylemleri sadece bireylerin keyfi iradesiyle sınırlı olmaktan çıkaran birtakım nesnel güçler vardır. Nesnel güçlerle kuşkusuz toplumların pozitif birtakım kanun ve kurumlarını (hükümdar, polis, ceza kanunu, radyo/tv kanunu, vs.) kastetmiyoruz; bunlar özel iradeyle konmuş-kurulmuş ve yine özel iradeyle kaldırılabilecek şeylerdir. Nesnel güçleri uzun araştırmalar sonunda ve doğa bilimlerine özgü tüm gözlem, deney vs. yöntemlerini kullanarak saptayabiliriz. Sözgelimi uzun iktisadi araştırmalarımız bize, benzinin arz ve talep koşullarının tarafımızdan analiz edilmiş belli karakteristiklere sahip olduğu, İstanbul ya da İzmir piyasasında, x gazetesinde çıkan “Piyasada benzin yok” yollu bir haberin benzine talebi iki kat artıracağını gösterebilir. Aynı araştırmalar, makina fiyatlarıyla hükümetin dış politikası ve makina sektöründeki şirketlerin tahvilat piyasası arasında birtakım ilişkiler bulabilir. Ya da benzeri araştırmalarla, toplumların tarih boyunca belli aralarla a, b, c, d, … aşamalarından geçeceklerini keşfedebiliriz. Belki aristokratik tahakküm altındaki her toplum, eninde sonunda çöküp serbest rekabete yol açmak, ya da her kapitalist toplum, süresini doldurup sosyalist olmak zorundadır. Bunlar nesnel yasalardır. Bireyler ve örgütler, ne yapsalar, ne kadar keyfi davransalar, istedikleri kadar yasaları bilmeseler, inkar ya da protesto etseler de, yasalar şu ya da bu yoldan onlara baskın çıkacaktır.
Toplumu yöneten bu yasaları (nesnel yasaları) keşfetmek, aynı zamanda toplum içinde birey ve örgütIerin eylemleri hakkında birtakım normatif yargılarda bulunmamıza imkan açar; nasıl tavuk yumurtasından fil çıkarmaya ya da aya sapanla taş atmaya çalışan birey örgütlerin çabaları saçmaysa; toplumun nesnel yasalarına karşı gelmeye çaIışan sözgeIimi B aşamasındaki bir toplumda A’ya dönmek ya da C’ye atlamak için uğraş veren birey ya da örgütIerin çabası da o derece saçmadır. Saçmadır, çünkü amaçlarına ulaşmaları nesnel bir imkansızlıktır; istedikleri kadar çabalasınlar, toplum için vız gelir! Eğer yasalar nesnelse, birey ve örgütIer hangi tepkileri gösterirlerse göstersinler hükmünü sürdürecektir.
Toplumun nesnel yasalarının hükmü; birey ve örgütlerin onu uygulayıp uygularnamasına bağlı değildir. Bu fikri çok iyi kavramamız gerekiyor: Diyoruz ki toplumun eğer nesnel birtakım belirleyicileri varsa, artık öznenin bu belirleyiciler karşısında hangi tavrı takındığı hiç önem taşımaz; isterse onları kabul ya da inkar edebilir, karşı çıkabilir, protesto ya da karşı eylemde bulunabilir vb. Öyleyse birey ve örgütün kendisi toplum karşısında tamamen özgürdür. Toplumun yasaları hiç yokmuşçasına davranabilir. İradesi ve eylemleri için, belli yasaları olan toplumda, şu ya da bu toplumda, herhangi bir toplumda yaşıyor olması hiç farketmez -nasıl ki yerçekimi yasasının sessiz ve sakin nesnelliği bireyi alacağı tavırda tamamen serbest bırakıyor, onu hiç bağlamıyorsa. Toplumsal gerçek nesnel ve mutlaktır; birey ise tam tersine bir değişkenlik, keyfilik, belirsizlik içinde yaşar; toplum karşısında mutlak biçimde özgürdür.
Sadede gelelim. İki ihtimal karşısındayız: a) Ya yasaların hükmü bireylerin bu yasalara -kendi istekleri ile ya da zorla- uymasına bağlıdır; sözgelimi bireyler yasalara uymayacak olurlarsa yasalar yürümeyecektir, demek ki yasalar nesnel değildir, birey ve örgütlerin iradesine bağlıdır, birey ve örgütIerin iradesinden başka ayrıca bir toplumsal gerçeklik yoktur; toplumbilimimiz iflas etmiştir; b) Ya da toplumun yasaları, bireylerin eylemleri ne olursa olsun geçerIidir. Toplumsal kader ve tarihi determinizm insanların kendisine yönelik çabalarını acı bir alayla bir yana iter. Bu halde de şu soruyu sormaya hak kazanıyoruz. Bu yasalar eğer bireyler eylemlerinde kendilerinden bağımsızken de hükümlerini sürdüreceklerse, bu hükmü kimin üzerinde sürdürecekIerdir? Eğer bireyler bu yasalardan bağımsızsa bu yasalar neyi yöneten yasalardır? Kitleler şunu ya da bunu yapmaya karar verirse, determinizmin kararlarını kim uygulayacaktır?
Bu soruların cevabı yoktur. Toplumun “bilimi” tam bir anlamsızlıktan ibarettir. “Toplumun nesnel yasaları” kavramının bütünüyle anlamsız olduğunu bir süre kavramayabiliriz. Ama çelişki açıktır ve hemen olmazsa bile eninde sonunda bu gerçeğe çarpıp kalmamız kaçınılmazdır.
Toplum “biIimciIeri” de durumun farkındadırlar aslında, ve bunu iki karakteristik yoldan açığa vururlar.
a) Hiç farkına varmaz görünüp en toplumsal determinizmden en bireysel determinizme düşmek. Bu, klasik anlatımını burjuva akademik toplum “bilimlerinde” bulur. Toplumun yasalarına nesnellik izafe etmenin gerçekte bireyi bu yasalar karşısında özgür bırakmak olduğunun pekala bilincinde olan “bilimciler”, yasaların varolduğunu ve bireyin eylemlerini gerçekten yönettiğini hala iddia edebilmek için, bu defa tezlerini tam tersine çevirmek zorundadırlar -toplumda gerçekten yasalar vardır ve nesneldir, ama bunlar toplumun değil bireyin yasalarıdır. Bireyin, örneğin kendi çıkarlarını gözetmek, güvenliğini artırmak, yiyecek giyecek bulmak, mülk edinmek ve soyunu sürdürmek gibi içgüdüIeri vardır; ya da doğanın ekolojik dengeleri onun davranışlarını etkilemektedir; ya da beyin hücrelerinin yapısı, kimyasal bileşkenleri, falan-filanı belli davranış kalıplarına göre programlanmıştır. Böylece benzin örneğini alırsak, toplumda arz ve talebi yöneten nesnel bir yasanın varlığı gerçekte bir optik yanılsama gibidir; aslolan sadece tek tek bireylerin doğal davranışlarıdır. Robinson Crusoe nasıl havada fırtına belirtileri görüp keçilerini ağıla kapatırsa, modern insan da benzin darlığını duyunca iki misli benzin alır. Topluma özgü ya da toplumu tanımlayan bir yasadan söz etmek aslında anlamsızdır, çünkü gerçek olan, sadece, toplum olsa da olmasa da aynı kalacak olan, dolayısıyla toplum gerçeğinden hiçbir şekilde etkilenmeyen, ondan bağımsız bireysel eylemlerdir. Toplum yoktur, birey vardır. Toplum adı verilen şey, hepsi de kendilerinden başka hiçbir şey yokmuşçasına kendi doğal eğilimlerine -Woolf’un Septimus’unun deyimiyle- insan tabiatına uyan çok sayıda insanın çatışıp kaynaşmasından, tek tek eylemlerin toplamından, istatistik ortalamasından ibarettir.
b) ÇeIişkinin ikinci açığa vuruIuş tarzı, hiç farkına varmaz görünüp en nesnelci determinizmden en özneIci voluntarizme düşmektedir. (Klasik faşist düşünce ve ne yazık ki Stalinizm örneği vb.) Şöyle denir: Mademki top!umun ve tarihin nesnel yasaları vardır, bireyler ve örgütler ne yaparsa yapsın bunIar işlemelidir. Fakat birey ve örgütIerin yaptıklarından başka tarih ve toplum olmadığına göre, eğer birey ve örgütler eylemlerinde özgürse, demek ki bu yasaların hükmü yoktur. Bu çeIişki gündeme gelince yukarıdaki cümIenin ikinci yarısı paranteze aIınır, zihnin karanlık bir köşesine gönderiIip unutulur ve cümIe yeniden şöyIe kurulur: Mademki toplumun yasaları vardır, bu yasaların varolabilmesi için toplumun ve onu oluşturan birey ve örgütIerin bu yasalara uyması gerekir. Sözgelimi toplumun B aşamasından C aşamasına geçeceği “biIimseI” bir gerçekse, bazı birey ve örgütlerin buna karşı çıkması saçmalıktır, bunlar “tedavi” edilmelidir. Aklın yolu tektir, vb…
Sonunda varılan nokta şudur: Toplumun ve tarihin yasalarının hükümlerini sürdürebilmesi toplumun onlara uymasına bağlıdır. Tüm bireyler ne pahasına olursa olsun bu yasalara uyacaktır. Demek ki yasaların varlığı birey ve örgütIerin tümünün onlara uyrnaya karar vermesine bağlıdır; bir irade ve eylem sorunudur. Bu eğilimin muazzam tarih fetişizmi bu mantık çukurundan kendini kurtaramazdı: Toplumun ve toplumların evriminin nesnel yasalarca yönetildiğini iddia eden “bilimsel” teori, ister istemez tarn tersine dönüp, evrimin tek kuralının bireysel irade olduğunu söyleme noktasına geldi. Tez ile antitez, toplumun nesnel yasaları vardır iddiasıyla topIumun yasalarını biz uygulayacağız iddiası aynı anda ileri sürüldüğü halde kimse çelişkinin farkında değildi ya da daha doğrusu değil gözüktü. Farkında olmayanlar bugün sosyalist harekette haIa çoğunluktadır; aynı ağızla hem sosyalizme geçişin nesnel bir zorunluluk olduğundan hem de partinin mutlak önderliği ya da devrimci kahramanlıktan söz edenler her an yöremizdedir.
ÖzetIiyorum: Toplumun bireyden bağımsız nesnel yasaları olduğu düşüncesi ve bu düşünceden kaynaklanan reflektif toplum “bilimleri”, sonuçta toplumun sadece ve sadece birey ve örgütIerin her türlü toplumsal belirlemeden bağımsız irade ve eylemlerine dayandığını söyIemek zorundadır. İddia, kendi kendisini çürüten, söylemek istediğinin tam tersini söyleyen bir iddiadır. Aldığı iki biçimin her ikisi de sonunda, farklı şekillerde de olsa, toplumu yok sayma noktasında birIeşmektedir.
Toplum “bilimlerinin” bilinçsiz varsayımı, hiç kuşkusuz, burjuva ideolojisidir Diyalektik olmayan toplum bilimi burjuva ideolojisine aittir
Burjuva ideolojisinin ilk tezi, bireyin içinde bulunduğu somut toplumsal ve tarihsel konum ne olursa olsun irade ve eylem bakımından mutlak özgürlüğe sahip olduğudur*. Birey her zaman için topIum-dışı bir adacıkta kendi özgürce belirlediği çıkarlarını kollayan bir Robinson’dur. Ya da yine aynı adacıkta, toplumdan bağımsız olarak karar verdiği birtakım ilkeleri toplumdan bağımsız olarak uygulamaya çaIışan bir Robinsonlar örgütü. Tarihi ve toplumsal koşulların değişmesi onun sadece hesaba katması gereken etmenleri, elinin altındaki araçları değiştirir, kendisini değil. Birey ya da örgüt kendi başına verili olan bir mutlaktır; toplum ve tarih ise bireyin veya örgütün kendisini değil sadece dış görünüşünü ve dış iIişkilerini, amaçIarına ulaşmak için kullandığı araçları değiştiren dışsal (raslansal) bir değişken.
Burjuva ideolojisinin ikinci tezi, baştan beri üzerinde durduğumuz, toplumun kendi başına verili bir mutlak, birey ve örgütIerin ise toplumun kendisini değil, sadece aIgıIanışını ve mutlak toplumla girişilen tek tek ilişkileri etkileyen dışsal (raslansal) birer değişken olduğu tezidir Bir yanda bildiğini okuyan, toplumu dıştalayan birey, öbür yanda yine kendi bildiğini okuyan, bireyi dıştalayan toplum: birey ile toplumun böyIe birbirine yabancılaşması burjuva ideolojisinin kavramsal temelini oluşturur. İki tez kesinlikle birbirini gerektirir ve birbirini tamamlar; birini, aynı zamanda öbürünü de savunmadan savunmak mantıken imkansızdır. Toplumun nesnel yasalarının, bireylerin toplumdan tamamen bağımsız yaratıklar olmasını gerektirdiğini gördük. Bunların tersi de aynı derecede doğrudur. Özde hep toplum dışında yaşayan birey için toplumsal koşullar da tıpkı fırtına çıkması ya da dört mevsim olması gibi dışsaI ve kendisinden bağımsız birtakım mutlaklardır: gemi batar, Robinson tek başına kalır, bir başka gemi geçer, Robinson Avrupa’ya çıkar. Eğer kendisi koşullar ne olursa olsun, onlardan etkilenmeden kendi yasaları ile işliyorsa, koşulların gelip geçiciliği de ondan bağımsız olarak, başka dinamiklerle işliyor demektir.
İki tez birbirini tamamlar, fakat birbirinin tam tersi olan iki şey söyIerler. Bireyler toplumdan, toplum da bireylerden bağımsızdır -fakat toplum ve bireyler aynı şeyin iki ayrı adından başka şey değildir. İnsan ve doğa karşılıklı birbirinden bağımsız olabilir. Ahmet ile Mehmet de bağımsız olabilir; ama bir grup birey ile aynı grup birey ya da bir toplum ile aynı toplum birbirinden nasıl bağımsız olabilir? Aynı birey ve örgütlerden oluşan bütünlük birbirinden bağımsız iki ayrı rolde birden nasıl oynayabilir?
Burjuva ideolojisinin iki ana tezi, bu iki karşıt tez, aynı derecede çelişkili, kendi karşıtlarına dönüşen, dediğinin aynı anda tam tersini savunan niteliktedir. Bir yanda bireyler ile öbür yanda onların bütünü olan toplum arasında yapılan ayrım, bir tek bütünlüğün iki cephesinin bölünüp birbirine yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Birbirinin antitezi olarak konan birey ve toplum bireysel özgürlük ve toplumsal zorunluluk, mantıken yanlış ve derin bir bilinç bölünmesine işaret eden kavramlardır. Burjuva ideolojisi bu iki düşman ikizi aynı anda savunmanın zorunluluğu ve imkansızlığı karşısında sonsuz bir huzursuziuk içinde yaşar, bir an savunduğunu bir an sonrasında inkar etmek, fakat ortada bir çelişki bulunduğunu kesinlikle kabul etmemek, aynı iki karşıt fikri birden savunduğu halde ikisini birbiriyle bağdaştırmamak, birbiriyle yüzleştirmemek, kafasını sürekli olarak en az iki düzeyde birden çalıştırmak zorundadır.
Diyalektik zorunlu olarak burjuva ideolojisinin çelişkilerini açığa vurmak yani, onu bir gerçeğe tekabül etmesi imkansız olan bir düşünce sistemi olarak teşhir etmek durumundadır. Toplumu diyalektik yöntemle incelemek burjuva ideolojisini eleştirmekle eş anlamlıdır, çünkü toplum nesnesinin “kendi başına” haliyle “dışarıdan” hali arasındaki çelişki, bizzat burjuva ideolojisinin çelişkisidir. Marx, Grundrisse önsözünün daha ilk sayfalarını, hatta ilk cümlesini birey ve toplum arasında burjuva ideolojisinde kurulan ilişkiye hücuma ayırır. Ama teslim etmeliyiz ki burjuva ideolojisinin eIeştirisinin, burjuva ideolojisinden kurtulmak için yeterli olup olmadığı da şimdilik (açıklamalarda vardığımız bu yer bağlamında) açık bir sorudur. Eleştirdiğimiz bu ideolojiyi ne yapacağız? Yerine hangi “doğru” toplum anlayışını koyacağız? Bu konular, Hegel dışına taşan Marx diyalektiğini, daha doğrusu diyalektiğin ötesinde maddeciliği gerektireceklerdir.
Diyalektiğin toplum babında (toplumsal-tarihi gerçekle sınırlandığında) eleştiri sürecinin işleyişi şöyledir:
Toplum, gelişiminin her döneminde kendini belli bir biçimde kavrar ve bu kavrayışa uygun toplumsal davranış ve ilişki kalıplarını geliştirir. Belli dönemlerde bu kavrayış toplumun kendi iradesinden bağımsız birtakım temel karakteristikler bulunduğu inancını içerebilir. Bu durumda ortada “toplum şudur” diye bir tez vardır ve toplum da kendi kendisiyle ilişkisinde bu tezi temel doğru kabul edip onu fiilen doğrulayan eylemlere girişecektir. Giderek tez üzerinde derinleştikçe (tez mantıki sonuçlarına götürüldükçe ve daha önemIisi pratik olarak söz konusu anlayış çerçevesinde çeşitli toplumsal eylemler uygulandıkça) ortaya çeşitli zorlukların çıktığı görülür. Toplumda “kural dışı” işIer olmakta, insanlar doğru olduğu varsayıIan toplum anIayışıyla harekete geçtikçe umulmadık ters sonuçlar alınmakta, bir kuraIdışılık düzeltiIdikçe bir başkası boy göstermektedir. Toplum böyIece söz konusu tezin yardımı ve aracılığıyla sürekli olarak kendini eleştirir. (Diyalektik, gerçeğin kendi kendini eIeştirmesi sürecidir -tanımı böyIedir; toplumun diyalektik hareketi de yukarıda söyIediğimiz gibidir.) Bozukluklar, terslikler ve krizler çıktıkça doğru olduğu varsayıIan toplum anIayışıyla eylem ve tavırlar yeniden düzenlenir; çeşitIi eylem ve kurumlar yanIış oldukları görüIerek düzeltilir, toplumun çeşitli cepheleri tamir edilir; hasılı, toplum tedricen, yavaş yavaş değişir. Sonunda bakılır ki “toplum şudur” diye ileri sürülen anlayış savunula savunula toplum artık başlangıç noktasıyla ilgisi olmayan bir yere getiriImiştir.Yani başlangıçtaki “toplum şudur” iddiasının yanIış olduğu ispatIanmıştır.
SöyIediğimiz, basit fakat paradoksal bir şey. Diyoruz ki, toplumun kendini bu kavrayış biçimine uygun eylem süreçleri (ideoloji ve o ideolojiyi temel aIan topIumsaI üstyapı) aynı zamanda bizzat o kavrayışı ve kendi kendilerini giderek geçersiz kıIan, kendi kendilerini eleştiren süreçlerdir. Toplum şudur, diye bir varsayımdan hareket edilir ve ona göre eyleme geçilir; fakat bu eylem ve iIişkiIerin doğal sonuçlarının ortaya çıkmasıyla terslik ve krizlerle karşıIaşılır ve görüIür ki, toplumun gerçekten “şu” olabilmesi için birtakım yeni düzenlemelere (reform) gerek vardır. Yani şimdiye kadarki eylem ve iIişkiIer sistemi ve bunlardan oIuşan toplumsal düzen sanıdığı gibi değildir ve ancak şimdi öyle olacaktır. “Toplum şudur” derken aslında yanılıyorduk ya da daha doğrusu ancak şimdi -reformlardan sonra- gerçekIeşecek olan bir potansiyeIden söz ediyorduk. Dediğimiz ancak şimdi geçerlidir ve bunun gibi önüne sarkıtılan samanı yakalamak için ebediyen koşan eşek misali sürüp giden bir ilerleme: her varsayımın sürekli olarak eIeştirildiği, silbaştan edildiği, yeniden temellendirdiği sonsuz bir süreç. “Toplum şudur” cinsinden bir tezin, yani toplumun ideolojisinin ve ona tekabül eden üstyapının varolabilmesi için bunun mümkün kılınması, yaratılması, üretilmesi ve yeniden-üretilmesi fikri, diyalektiğin temel taşıdır. “Şu”dur diye gözüken toplum aslında hiç durmadan, tekrar tekrar, her an yeniden yaratılmaktadır.Ya da şöyIe diyelim: Toplumun durağan görüntüsü; hiç durmayan bir süreç içerisinde üretilmektedir. Toplumu öyIece duran bir “şey” gibi gösteren ideoloji ve üstyapı aslında sonsuz bir eIeştiri ve yeniden-üretim sayesinde ayakta tutulmaktadır.Toplum bunun bilincinde olamaz, çünkü toplumun gözünde olay, ebedi bir özün tüm bu değişikIikIerin içinde kendini sürekli olarak doğrulamasından ibarettir. Ta ki, “Toplum şudur” anlayışının kendi bağrından doğan terslikler, o anIayışın kendini eIeştirip yeniden temellendirme kapasitesinin ve hızının ötesine geçip süreci bambaşka bir mecraya taşırsın.
Bu “taşma”nın, yani devrimin, yapacağını tek cümleyle şöyle özetlemek mümkün: Devrim, toplumun, ideolojinin gösterdiği şey olmadığını, fakat öyle yapıldığını sürekli olarak o hale getirildiğini ispat eder; ideolojinin bir nesne gösterdiği yerde devrim bir süreç olduğunu gösterir; ideolojinin edilgin ve masum bir oIuştan söz ettiği yerde devrim, işin temelini açarak etkin bir “olduruş” keşfeder. Devrimler gündemine hep bunu koymuşlardır. Toplumun görüntüsünden, yani ideoloji ve üstyapıdan başIanarak, bunu üreten süreçleri keşfediIecektir. Toplum nasıl oluyor da böyle gözüküyor? Bunu mümkün kılan üretim süreci nasıl bir üretim sürecidir?
* “Burjuva” sosyal bilimleri: sosyoloji, antropoloji, tarih bu nitelemenin dışında. Bunu, ileriki sayfalarda ortaya koymaya çalışıyorum.
* Burada kullandığım “burjuva” nitelemesi itici olabilir. Ancak bu, Lisenko’nun kullandığı anlamda bir niteleme değil.
* Hegel Üzerine adlı kitabında W.T. Stace (Çev.: Murat Belge, Ankara 1986, Verso Yay.), Kant eleştirisi bağlamında iyi, kolay anlaşılır bir anlatımını becerir bunun.
* Çevirmeni Sevan Nişanyan, Grundrisse (K. Marx, İstanbul 1980, Birikim Yay.) “Sunuş”unun ikinci bölümünde bunu iyi anlatır.