Ana SayfaArşivSayı 34Devrimci Gerçekçilik ve Atılım’daki Gerçeksizlik

Devrimci Gerçekçilik ve Atılım’daki Gerçeksizlik

Devrimci Gerçekçilik ve Atılım’daki Gerçeksizlik

NATO Toplantısına karşı politik kampanya örneği

 

Melik Kara

I. Neden Atılım?

“NATO toplantısını durduracak güçlerin bulunmadığını sanmak, buna inanmak siyasal körlüğün daniskasıdır.”

Bu sözler, Atılım’ın bir başyazısından alındı.

Aşağıdaki notlar, bu ifadenin gerçek karşısındaki konumundan, lime lime oluşundan, sapır sapır dökülüşünden güç almak gibi adaletsiz bir avantajla yola çıkıyor.

Devrimcilerle reformcuları ayıran, reformcuların gerçekçi, günoğulcu, ayakları yerde, devrimcilerinse başı bulutlarda, gözleri en ileri hedefte, ayakları havada oluşu değildir.

Politika, gerçek olan gerçeğin –teorik, spekülatif, hayali, istenen gerçeğin değil, bizatihi istenmeyen gerçeğin– içinde yapılır. Reformcu da, devrimci de, gerici de aynı gerçek gerçeğin, bir konjonktürün içindeyken politik taktik izler ve uygular.

* * *

Burada amaçlanan, başlı başına, NATO toplantısına karşı politik kampanyayı değerlendirmek değil, Atılım’ın konuyla ilgili başyazılarının bu konjonktürü üstlenmeye ilişkin aldığı tutumu eleştirmek ve değerlendirmeyi de bu bağlamda yapmaktır.

Eleştiri konusu yapılan Atılım değil, bu gazetenin birkaç başyazısıdır. Çünkü, “NATO gündemi” sırasında okur kitlesini hazırlamayı üstlenen Atılım’ın manşetleri, sayfanın alt köşesindeki başyazıların “uçan” tutumundan farklı olarak, gerçekçiydi.

Gündem boyunca bu gazetenin bazı manşetleri şöyleydi: “NATO’ya geçit yok!” (22 Mayıs), “NATO’ya karşı her yerde birlik” (29 Mayıs), “NATO’ya karşı güçler birleşti” (5 Haziran), “Güçlüyüz, kararlıyız, durdurabiliriz” (12 Haziran), “Bush’u kovmak için Ankara’ya” (19 Haziran).

Atılım’ın ele alınacak başyazılarının (29 Mayıs, 5 Haziran, 12 Haziran) temel fikrinin özetlenebileceği cümleyi yinelemek gerekli: “NATO toplantısını durduracak güçlerin bulunmadığını sanmak, buna inanmak siyasal körlüğün daniskasıdır.”

* * *

Bu yazı, söz konusu başyazıları, manşetlerde beliren ve Atılım’ın bütünü ile “marksist leninist komünistler”in toplam eylemli varlığında görülen (gerçekçi) gerçekliğe uymaya çağırmak gibi bir “durum görevi” üzerine kaleme alındı.

Alınan tutumun mahiyetini belirtmek için şu vargı ifade edilmeli: İlgili söz ve bağlantılı akıl yürütmeler, başka bir yerde değil, başyazıda yer aldığı için eleştiri konusudur. Bu sözün, Atılım’ın manşetinde ya da bir bildirinin başlığında görülmesi, belki alkışlanacak bir durum olmazdı, ama kesinlikle mazur görülecek bir tutum olurdu. Nedense, kitlelerin kulak asmayacağı sezildiğinden midir, masalı bir kez daha kendimize anlatmayı yeğlemiş oluyoruz!

* * *

Başyazılardan ilki (29 Mayıs); NATO toplantısını durdurmanın devrimci tarzının ne olduğu üzerineydi. Bu yazının temel tezi, devrimciliğin, NATO toplantısının engellenebileceği anlayışında yattığı önermesinde vücut buluyordu.

Öteki başyazı (5 Haziran), yine NATO toplantısı özgülünde, doktriner ve sosyalizmci bir tarzın Atılım’ın temsil ettiği kesimde nasıl bir yer tuttuğuna ilişkin yeni ama bilinmedik olmayan bir örnekti. Bu yazının tezi, “bu topraklar”da, daha yaygın ama Atılım’ın karakteristiği olmayan, hatta karşı-karakteristiği olan bir hususun, sosyalizmciliğin (ve bunun son zamanlardaki özgül ya da paralel biçimi olarak “anti-kapitalizmcilik”in), bir politik momentteki tayin edici niteliği üzerine odaklanıyordu.

Ele alınacak sonuncu başyazı (12 Haziran), NATO Toplantısına karşı kampanyanın atfedilen stratejisini tarihi ve felsefi boyutuyla birlikte ele almak üzerine kuruluydu.

Bunlara ek olarak, politik kampanya sonrasında genel değerlendirme yapan iki başyazı (10 ve 17 Temmuz) da ele alınacak.

* * *

Bu dönemin esnasında ve sonunda, devrimcilere ve devrimciliğe küfreden ciğeri beş para etmez o kadar süfli reformist dururken, kampanyanın devrimci tarafının ‘atak merkezi’nde konumlanmış bir öznenin eleştirilmesinin gerekçesi merak edilebilir.

Bu, kolayca karşılanabileceği umulan bir merak. Reformcular eleştiri menzilinde değil; onların eksiği-gediğini gidermek veya göstermek bizim işimiz değil. Ama, Türkiye’de politik Marksizmin temsilcilerinin kendi kavlimizce eleştirilmesi yükümlülük ve sorumluluk gereğidir.

Öte yandan, reformcu kesimler, konjonktür içinde, devrimci hareketin eylemli eleştirisine yeterince ve layıkıyla maruz kaldı. Kampanya dönemi, dosta-düşmana, “Türkiye’de devrimciler var” dedirten bir sonuca ulaşırken, reformcu kesimlerin esamesi okunmadı.

Ancak bu vesileyle, sol harekette reformculaşmanın türsel çeşitlilik gösterdiğini vurgulamalı. Oturmuş bir nitelik sergileyen TKP ve Küresel BAK’ın politik bileşenleriyle, en ‘sağ’ında EMEP’in yer aldığı ve devrimcilerle ilişkilerini henüz tam olarak kesmemiş, liderliğinde veya kitlesinde dinamiklerin ve olumlu tereddütlerin halen sürdüğü kesimlerin ayrılması gerekir.

Bu tarz bir gerekçelendirmenin, bu yazının, eleştiri konusu olarak, eylemin götürücüsü ya da dinamosu konumunda olan bir dinamiği belirlemesini açıkladığı kabul edilecektir.

Hakkı teslim etmek

NATO toplantısına karşı politik kampanya vesilesiyle, bütün yapısal sorunlarına karşın devrimci hareketin verili diriliğini koruduğunu ve belki geliştirdiğini, devletin nefes aldırmaz saldırılarının devrimcileri sindirmeye yetmediğini görmek, orta vade için olumlu işaretleri öne çıkarmaya yetecek faktörlerdir. Bu hak teslim edilmelidir.

Fakat özel olarak bir öznenin hakkı teslim edilmelidir. Bu, kendilerine “marksist leninist komünistler” diyen ve NATO toplantısına karşı politik kampanya boyunca çeşitli alanlardaki örgütlenmeleriyle, neredeyse bütün mücadele tarz ve biçimlerini uygulayan girişkenlikleriyle ve devrimci hareketin toplamı açısından götürücü bir nitelik sergilemeleriyle politik Marksizmin önde gelen bir öznesidir.

Eylem biçimlerindeki çeşitlilik, en devrimci duyarlığa olduğu kadar, reformist ya da liberal eğilimli sol duyarlığa da seslenebiliyordu. Kitlevi şiddet pratikleri, kadrosal şiddet pratikleri, barışçı eylemler, kadın ve genç eylemleri, olanca güçlerin eyleme sevkedilebilmesi, ortak eylemler düzenlemede ısrar…

Bu oluşumların toplamı olan yapı, NATO toplantısına karşı mücadele konjonktüründe açık arayla öne çıkan bir varlık ortaya koydu.

II. 28-29 Haziran’a kadar

“Engelledik, engelleriz!”

29 Mayıs tarihli Atılım’ın başyazısına göre, Irak’a asker gönderilmesine ilişkin 1 Mart 2003’te görüşülen Meclis tezkeresini devrimcilerin de aktif bileşeni olduğu kitle hareketi engellemişti. Üstelik çok daha parlak sonuçlar almak da mümkünken… O halde, NATO toplantısı da neden engellenmesindi. Yunanistan’daki sınıf ve mücadele kardeşleri 1999’da Clinton’ın ülkeye gelmesini engellememişler miydi!

Başyazıda, “NATO ve işgal karşıtı anti-emperyalist hareket(in) daha şimdiden gerçek bir durum” olduğu saptanıyor ve artık sorunun, “hareketin önderliği”nin “hangi somut amaca bağlanacağı” momentinde düğümlendiği belirtiliyor. Yazının temelini bu “somut amaç” oluşturacaktır. Nitekim “hareket içindeki eğilim farklılıkları tam da buradan, somut amaç farklılıklarından başlıyor”.

Yazı, hangi somut amaçların yanlış olduğunu anlattıktan sonra, kendi “somut siyasal amacı”nı yazıyor:

“NATO’nun 28-29 Haziran İstanbul toplantısının yapılmasını önlemek…”

İyice anlaşılmalıdır; toplantının engellenmesi, genel bir politik çağrı, politik bir amaç değil, bir eylem planının hedefidir. Yazıya göre, bu hedef “pek afaki görünebilir”; ama 1 Mart tezkeresini engelleyen “halklarımız”ın gücü de aynı özneler tarafından pek afaki değerlendirilmişti! Üstelik başyazı, 1 Mart tezkeresi günlerini hayıfla anıyor: “Ve eğer, bahse konu özneleri daha kararlı ve iddialı bir konuma itmek olanaklı olsaydı, kuşkusuz sonuç çok daha parlak olacaktı.” “Ne diyelim”, diyor başyazı; “ABD başkanı Bill Clinton’u 1999’da Yunanistan’a sokmayarak rezil eden komşu kardeş Yunan halkının iradesi örnek olsun bizimkilere.”

Başyazı, iddialılığı komünist olmanın başlıca belirteci saymış gibi devam ediyor: “Hareketi yayarak tabanını genişletmek ve durmaksızın gösteri ve protestoların kitle çapını büyütmek ve bütün bunları hareketin daha ileri ve etkili biçimi olarak genel direniş yönünde ilerletmek, komünist öncünün hareket planı içerisindedir. Örneğin İstanbul’da yayılan NATO ve Bush karşıtı platformlara dayanarak ve hatta onların tümünün bir ortak toplantısında, İstanbul’da bir genel grev genel direnişin yapılmasının kararlaştırılması ve örgütlenmesi denenebilir….”

Yazı, bu minvaldeki eylem önerileriyle sürüyor ve bu kez bir doğruya karşılık yeni bir yanlış yapıyor: “… bir uyarı ya da ihtar genel grev genel direnişi, haydutları caydıramasa bile onlara İstanbul’u dar edecek görkemli finalin hazırlığı bakımından büyük bir hamle olur.”

Başyazı, toplantının engellenmesi hedefinin afakiliğinin sahici olma olasılığına karşı bir yedek gerçekçi hedef belirliyor: Genel grev, genel direniş.

Bunun da, bir çağrı olmadığını vurgulamak zorunlu: “Komünist öncü”, genel direnişe dönüştürülecek bir genel grevi “hareket planı”na dahil etmiş.

Böylece, başyazılardaki gerçeklikle ilişki konusunda bir giriş yapılmış oldu.

Engelleyememiştik, engelleyemedik!

1 Mart tarihli Meclis tezkeresinin kabul edilmemesi hakikaten aynı gün Ankara Sıhhiye’de toplanan onbinlerin varlığında zirvesine ulaşan mücadelenin sonucu muydu?

Durumu böyle yorumlamak, belki Türkiye sol ve devrimci hareketinin kıdemli kadrolarının başarı ve etki arzularının ulaştığı dramatik boyutu sergiliyor.

Tezkerenin reddi, halkta yaygın ABD antipatisinin örgütlü kesimlerde öfkeye ve eyleme dönüşmüş halinin bir sonucu olmaktan kesin olarak uzaktı.

Gelişmeyi, AKP ile Genelkurmay’ın çelişkisi üzerinden yorumlamak, böylece AKP’deki “hayırcı” milletvekillerinin sokaktan etkilenmesinden politik sonuç çıkarmak da işin aslını gözden kaçırmaktır.

Ret, gerçekte, MGK’da, evet bu kurumun kendisinde, yaşanan bir tereddütün, ABD’yle yeni bağımlılık ilişkilerinin kurulma sürecinde Türkiye egemenlerine biçilen rolün kurumsal karşılığının belirsiz olmasından duyulan sıkıntının bu olayda billurlaşmasının bir sonucudur.

MGK toplantısından tezkerenin Meclis’te kabul edilmesine dönük bir “tavsiye kararı” neden çıkmadıysa; Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin, tezkerenin kabulünün ülke menfaatleri açısından yararlı olacağı şeklinde bir açıklama yapması istemini neden geri çevirdiyse; ve nihayet, AKP hükümeti, hükümet olarak sorumluluk üstlenmeyerek tezkerenin kabulüne ilişkin bir grup kararını neden almadı ve sorumluluğu milletvekillerine yıkan bir tutumu neden izlediyse, tezkere de Meclis’teki oylamada az bir farkla aynı nedenle reddedildi.

Sonuç, Genelkurmay’ın istediği gibi olmadı. Genelkurmay’ın, hükümeti, ABD’nin isteğini kabul etmek durumunda bırakarak, halktaki ABD antipatisiyle karşı karşıya getirmeyi ve sonuçtan da kendi yararlanmayı öngören bir taktik izlediği, ama hükümetin bu taktiği grup kararı almayarak boşa çıkardığı şeklindeki yorumlar isabetlidir.

Sonuç olarak, Meclis’te tezkereye reddi, kitlelerin savaş-karşıtlığı sağlamadı. Siyaseten, Meclisin tavrıyla 1Mart eylemi arasında ‘kesinti’ vardır. Tek tek milletvekillerinin psikolojisinin ‘politik’ bir karşılığı yoktur.

Öte yandan, Türkiye’deki savaş karşıtlığının gücü ve etkisini çok önemsemeden öte, bu eylemlerin bu tür bir politik sonucunun olduğunu söylemek politikanın anlaşılışına ilişkin bir temel sorunu da yansıtmaktadır.

Ret, MGK’nın kaldığı ‘boşluk’ta (buna iyimser bir görüşle ‘pazarlık’ diyebiliriz) açığa çıkan bir ‘olgu’dur ve ne ölçüde ‘hakiki’, ‘kararlı’ bir nesne olduğu sonraki tezkerenin ‘kuzu kuzu’ onaylanmasıyla gösterildi. Nitekim, Genelkurmay Başkanı H. Özkök, 1 Mart tarihlisini kast ederek, “Tezkerenin reddi kuzey Irak’ta inisiyatifimizi azalttı” demiştir.

Egemen kesimlerin arasındaki çatlaklar ya da bu kesimlerin yaşadığı krizlerin devrimci hareket için politikanın konusu olması, devrimci hareketin politik etki ve gücüne bağlıdır.

1950’de DP’nin (Demokrat Parti), 12 Eylül’den sonra yapılan ilk seçimlerde (6 Kasım 1983) generallerin açıkça desteklediği MDP’nin (Miliyetçi Demokrasi Partisi) değil ANAP’ın, 3 Kasım (2002) seçimlerinde ise, yine MGK’nın iradesine rağmen AKP’nin çok oy almasının politik yarar konusu olması devrimci hareketin durumuna çok kritik bir şekilde bağlı nitelikte olaylardandır.

Buradaki sorun, Atılım’ın politik konjonktürde kendilik bilincini oluşturmada ve tarihi yazma tarzında düğümleniyor. 1 Mart tezkeresinin reddinin bu şekilde yorumlanması, Atılım’ın politik konjonktürde ne ölçüde ayarlama yapabileceğini, tarihi politikanın konusu yapmada ne ölçüde vuzuh sahibi olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

Atılım, konjonktürde kendinin ve diğer öznelerin yerini tayinde öz-bilinçli değil, ve tarihte mücadelenin çizgisini izlemede nesnel değil.

Konjonktüre gelecekten bakmak

5 Haziran tarihli başyazı, NATO toplantısına karşı kampanyanın ideolojik ve programatik boyutlarını inşa ediyordu. Bu başyazıda, konjonktür bu kez “yurtseverlik” teması üzerinden kavranmaya çalışılıyordu.

Bu başyazıda ideoloji diye ortaya konulan, her türlü özgüllüğü reddeden bir doktriner sosyalizmcilik; program olarak beliren, soyut ve evrenselci bir kapitalizm karşıtlığıydı.

Başyazı, Türkiye için programatik bir saptamayla başlıyor: “Türk ulusu ve Türkiye bakımından emperyalizme karşı ulusal haklar mücadelesi, ulusal baskının ortadan kaldırılması, ulus devletin kurulması sorunu 1919-23 döneminde, ulusal kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet’in ilanıyla çözülmüştür.

“Türkiye’de burjuvazinin veya ‘bütün ulus’un emperyalizme karşı mücadelesi, ancak 1920’lerin başında söz konusu olabilirdi. Ancak ne zaman ki burjuva cumhuriyeti kuruldu ve ülke kapitalist gelişme yoluna sokuldu, o zaman burjuvazi de sınırlı ilerici barutunu tümüyle tüketti.”[1]

Başyazı, doktriner sosyalizmciliğe bu programatik saptamaya dayanarak meşruluk kazandırıyor.

İşte doktriner sosyalizmciliğin öğeleri:

“Kapitalist ekonomik ve toplumsal sisteme karşı çıkmadan, emperyalizme karşı çıkma[k] biçimsel ve güçsüz[dür].”

“Kapitalizme karşı çıkmayan bir yurtseverlik, emperyalizme karşı sonuna kadar tutarlı olabilir mi?”

“’Tam bağımsızlık’ sloganı, antikapitalist içerikten yoksun bir antiemperyalizmin siyasal ifadesidir.”

“Bugün, kapitalizme karşı çıkmadan, tutarlı biçimde emperyalizme karşı durmak olanaksızdır.”

“Anti-emperyalizm, ancak kapitalizme karşı sosyalizm alternatifinin savunulmasıyla tutarlı bir içerik kazanır. Yurtseverlik, ancak kapitalizme karşı sosyalizm savunulduğunda enternasyonalist bir içerik kazanır. Emekçi yurtseverliği, emperyalizme karşı devrim ve sosyalizm savunusudur.”

Bu yaklaşım gerçekte Atılım’da pek fakir bir şekilde tezahür ediyor. Türkiye sol hareketinde örnekleri bolca bulunabilen bir yaklaşımdır bu. Üstelik öncelikler zinciri de Atılım’ın saydıklarıyla sınırlı değildir: Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme, şovenizme, özelleştirmeye, kadınların ezilmişliğine, çevre politikalarına, öğrenci gençliğe saldırılara … da karşı çıkılamaz.

Öte yandan, önceki tarihler bir yana, bu temalar üzerinden bir ayrışma, Türkiye’de 1960’lardan beri kesintisizce sürmektedir. O yıllarda, TİP’in egemen çizgisini savunanlar, aşağı yukarı aynı ifadelerle devrimci gençlik hareketinin de aralarında bulunduğu kesimleri eleştiriyordu. Sosyalizm ve anti-kapitalizm terimlerinin, ve yukarıdaki cümlelerin aynılarının bolca kullanıldığı konuşma ve yazılarıyla eylemcileri ve eylemlerini eleştiriyorlardı.

Anti-emperyalist, yurtsever, bağımsızlıkçı olmak birer politik konum değil midir? Başka bir şey olmadan yurtsever, … olunamaz mı? Yazara bakılırsa, komünist olmadan bunların hiçbiri olunmaz. Eğer, “tutarsız” ya da “tutarlı” biçimiyle bu terimlerin karşılık geldiği bir politik konum yoksa ne diye buralarda uğraşıp duruyorsunuz?

Yani anti-emperyalizmin, yurtseverliğin, falan, … “tutarlı”sı komünist olmaktır, “tutarsız”ının da kıymeti yoktur. Komünist de zaten sizsiniz; o halde, birlikte davranmak istiyorsanız –ya da aslında istemiyor olsanız da– birilerini komünist olmadıkları için eleştirmenin politik karşılığı ne olacaktır?

Bu durumda tutarlı olması asıl gereken sizsiniz. Tutarlı olun ve herkesi “marksist leninist komünist” bayrağın altına girmeye çağırın; çünkü size göre, hakikat hemen ve şimdi orada!

Eğer herkesi hemen ve şimdi parti saflarına çağırmıyorsanız, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu kadar birlikte yürüyebileceğiniz kesim ve güçlerle aranıza, mahşer gününün ölçütlerini çekmenin ne alemi var.

Mahşer gününün hesabını bugünden görmeye kalkmak sol hareketin doktriner tarzıdır ve bu tarza sahip bir özne, tutarlı olacaksa, başkasıyla iki adım atamaz.

Anti-kapitalistler gerçekten anti-kapitalist mi?

Son yıllarda, özellikle küreselleşme karşıtı hareketin kendini nitelediği bir şiar olarak “anti-kapitalizm”, sözün politikada da ne kadar aldatıcı olduğunu, asıl meselenin eylemli varoluşta yattığını bir kez daha gündeme getirerek hayırlı bir iş gördü.

Anti-kapitalizm bayrağı altında iyi bir kapitalizm isteyenleri ve bunun için eylem yapanları gördükçe, gerçekten anti-kapitalist olanların da bu sözleri kayıtlı kullanacağı beklenirdi. Ama böyle olmadığı görülüyor.

Üstelik, anti-kapitalist olanlar arasında, bildirilmiş varlıklarıyla, yani söylemleriyle, Marksist literatürün temel unsurlarıyla hareket edenler olduğuna da tanıklık etmek, meseleyi Atılım türü yaklaşım için, içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyor. Kapitalizme karşı olmaktan ve komünizmi hedeflemekten ileri bir konum olabilir mi? Başyazının yaklaşımı, anti-kapitalist adı altında hareket edenleri ve onların şiarlarını eleştiremez.

Kapitalizm karşıtlığı iki ayrı boyutta ortaya çıkıyor. Bilimsel ve politik. Bilimsel olarak, bir üretim tarzı olan kapitalizmdir söz konusu olan; bir başka ifadeyle bir kavramdan söz ediyoruz. Bu boyutta bir “karşıtlığın” kimin hanesine yazılacağı tarih bilimsel bir işlemdir. Politik olarak anti-kapitalizm ise, bir politik konum alışı işaret etmektedir –bir üretim tarzı olarak kapitalizmi kesinlikle değil. Günümüzde bunun, genellikle devletin eylem ve işlemlerine karşı bir çatışmadan çok, onu by-pass ederek “sivil itaatsizlik” yoluyla ulusötesi şirketleri etkilemeye çalışanların politik konumunu yansıttığı söylenebilir. Bu tarz bir anti-kapitalizm, konjonktürde bir konumlanıştan başka bir şey değildir. Ve bu akımlar genellikle reformcu tarzlarda beliriyor.

Sosyalizmciliğin, politik boyutun özgüllüğünü görmeyen ve politikayı bilimin uygulaması kabul eden doktriner ideolojik ama reformcu politik doğasıyla bakıldığında, bu akımların, gerçekten de kapitalizmin, olsa olsa gölgesi olan devlet aygıtını değil de bizatihi kendisini, kapitalist şirketleri hedef aldıkları için, tarih biliminin işaret ettiğini, yani kapitalist üretim tarzını hedef aldığı söylenebilir.

Ama bir devrimci için bu yaklaşımın mahkum edilmeye değeceği bile kuşkuludur.

Anti-kapitalizmi bilimsel değil, politik konjonktürün diğerleri gibi bir öğesi olarak ele almanın bir örneğini, 10 Temmuz tarihli Atılım’ın başyazısında bulabiliyoruz: “Antiemperyalist mücadeleyi devrimci ya da reformist bağımsızlık perspektifinden görenler, devrimci ya da reformist antikapitalist mücadele perspektifinden görenler olduğu…” anlatılıyor.

Sorun, 5 Haziran başyazısında görü alanına dahi girmeyen boyutuyla burada çözülüyor. 5 Haziran başyazısında söylemler esas alınıyordu, bu yazıda ise söylem, eylemli varoluşun tayin ediciliğinde ele alınıyor.

Görülüyor; anti-kapitalist olmak yetmiyor: Devrimci anti-kapitalist misin, reformcu anti-kapitalist mi? Devrimciliği tayin için, kimsenin uzak geleceklere ilişkin tutumunun ne olacağına dair kurgular yapmaya gerek yok; devlete karşı pratik konumlanıştır bu niteliği belirleyen.

O halde bir ilk çözüm, taktik meselelere teorik analizleri karıştırmamaktır. (Biz buna, özel olarak, konjonktürle tarihsel süreci ayırmak diyoruz.) Karıştırılmamalıdır, çünkü, teorik analiz, taktik ayrımları iptal edebiliyor ve bir arada bulunması mümkün olanları uzaklaştırıyor ve tersini yapabiliyor. Mesela, “devrimci bağımsızlıkçı perspektife sahip olanlar”, “devrimci anti-kapitalistler”e “reformcu anti-kapitalistler”den çok daha yakındır.

Peki bu konuda ölçütümüz ne olmalı! Çok açık ve sade: Devrimci (ya da reformist) pratik varoluş… Dün devrimci olmak, yarın devrimci olacak olmak, kafasında devrimci olmak, falan değil; bugün, şu anda devrimci eyleyiş içinde bulunuyor olmak…[2]

Başyazı, bir taktiğin gerekçelerini değil bir programı ortaya koyuyor. Yani taktik birlik için programatik birlik! Ortada programatik bir hakikat olmadıktan sonra da, yani programın uygulanmasına ilişkin herhangi bir taktik gerçeklik söz konusu olmadığı için, kısaca pratiğin ölçütünü uygulama olanağı bulunmadığı için de, çeşitli politik öznelerin tutumları oldukça gerçeksiz bir ayrıma tabi tutuluyor: Aslında onların yapmak istediği gerçekte şu an yapıyor oldukları değil!

Bunun üzerinden bir politika yürütülebilir mi?

Politik bir devrimcilik olarak Marksizm açısından, öncelikler Atılım’da ifade edilenin tam tersi olmalıdır:

Eylemli olarak anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şovenist, … olmayanlar anti-kapitalist ve komünist devrimci olamaz.

Eylemli olarak anti-kapitalist olmak mümkün değildir. Kapitalizm bir üretim tarzı ve toplumsal formasyondur, ve onu bir bütün olarak görecek bir politik konum yoktur.

Köpek kavramı havlatılamaz![3]

Türkleri ve Kürtleri eşitleyen sosyalizmcilik

Hala 5 Haziran tarihli başyazıdayız. Başyazıda, “bu topraklarda” [4], Türk ve Kürt yurtseverliğinin ayrılması gerektiği, “iki ayrı yurdun varlığının teslim edilmesi gerektiği” belirtiliyor. İki ayrı yurtseverliği “kardeşlik ve sosyalizm bayrağı” altında birleştiren halka da, başyazıya göre, “emekçi” niteliktir.

Türk ve Kürt “emekçi yurtseverliği”ni terim bazında ortaya koyduktan sonra, “Türk emekçi yurtseverliği” sözüne mantıksal tutarlık açısından bir itirazımız yok; ancak Kürt yurtseverliğinin neden ve nasıl, hangi gerekçeyle “emekçi”leştirildiğini anlamak zorlaşıyor ve burada bir iç tutarlık sorunu kendini gösteriyor.

Eğer, Türk ve Kürt ulusal yapılarına ilişkin niteliksel bir durum farkı yoksa bu terimlerin bir çelişki, tutarsızlık ve aykırılık barındırdığını söyleyemezsiniz. Ama bu ikisi arasında bir kategori farkı olduğunu bir an varsayarsanız çok önemli bir hata yapmış olmaz mısınız?

“Türk emekçi yurtseverliği”nin mücadelesinin iki temel hedefi şunlar: “Emperyalist boyunduruk ve kapitalist sömürü.” “Kürt emekçi yurtseverliği”nin hedefleri ise şöyle saptanmış: “Sömürgeci boyunduruk ve emperyalizm.”

Türklerin hedefleri arasında Türk devleti bulunmuyor. Hani Türkler ulusal sorunu çözmüştü ve emperyalizmle mücadele Türk ulusuna mensup ezilenler için devlet aygıtına karşı mücadeleydi. Emperyalist boyunduruğun, devlet aygıtını işaret etmeden hedef gösterilmesi, mızrağın ucunun doğrultulacağı yeri bulandırır.

Ama Kürtler için herhangi bir karışıklık veya hedef şaşırtma yok; hedef gayet açık ve net: Sömürgeci boyunduruğu uygulayan güç; devlet aygıtının ta kendisi.

Aslında burada da görülen, tutarlı bir sosyalizmciliktir, ama tutarlı bir “marksist leninist komünist”lik değil!

Yurtseverlik bakımından Türkleri ve Kürtleri ayıran unsur çok temel bir yere ilişkindir. Türklerin yurtseverliği bir ulusal devlete sahip oldukları için, devrimci konumdan bir emekçi (ya da belki daha doğrusu, ‘ezilen’) yurtseverliği olabilir. Emekçi ifadesiyle ne ayrılmak isteniyor? Bugün Türkiye’nin emperyalizme yeni bağımlılık modeline direnen bir egemen kanat var, ve bu kanadın tutumuyla ezilenlerin politik kesimlerinin emperyalizme karşı tutumunu ayırmak için “emekçi” ayıracına gerek duyulmaktadır. Ancak bu ölçüt, Kürtler için de aynı şekilde geçerli mi? “Emekçi Kürt yurtseveri” kendini hangi eğilimden ayıracak? Atılım’a ve son zamanlarda ‘yurtsever hareket’teki çatlamalara bakan Türkiye ve Kürt sosyalistlerine bakılırsa, PKK’den ve “Kürt egemen sınıfları”ndan ayırmaya yarıyor!

Koca bir politik fark, aynı terimcede anılarak ‘yok’ edilmek, silinmekle karşı karşıya.

Bugün Türk ve Kürt ezilen hareketini birleştiren temel faktör Türk devlet iktidarıdır. Önce İMF değil, bu kurumun programını uygulayan devlet aygıtıdır; önce ABD emperyalizmi değil, varlığını onun varlığıyla daim kılan devlet aygıtıdır. Soyut olarak emperyalizm ya da ABD karşıtlığı, devlet dolayımından geçmezse zayıflamakta ve belirsizleşmektedir. Öte yandan soyut bir emperyalizm karşıtlığı üzerinden giderek Türk ezilenlerini ve Kürtleri birleştirmek içinde bulunduğumuz dönemde mümkün gözükmemektedir. Türk ezilenleri için emperyalizm dolaysız bir varlık değildir; bu, Kürtler için de geçerlidir (hatta emperyalizm Kürtler için yer yer Türk devletinin elini tutan bir işleve sahiptir). Türk ezilenleri ve ezilen Kürtler için mücadele edilecek dolaysız hedef Türk devlet aygıtının ta kendisidir.

Kürt hareketinin bu son derece açık, ama anlaşılan, ‘Türk zaviyesi’nden anlaşılmaz görünen gerçekliği, Atılım başyazılarını serzenişlerde bulunmaya itiyor.

10 Temmuz tarihli Atılım’ın başyazısı, “Kürt yurtseverlerinin NATO’ya karşı anti-emperyalist mücadelede yer almaktan kaçınmaları”ndan ve “yurtsever hareketin açık AB taraftarlığı”ndan şikayet ediyor. Bu, Kürtlerin yurtseverliği ile Türk ezilenlerinin yurtseverliğinin bir cümlede anılmasının ve aynı ölçütler üzerinden sınıflandırılmasının önündeki zorlukların, ikincisinin yükselir göründüğü bir konjonktürde, daha da belirginleşmesinin bir sonucundan başka bir şey değildir. Bu momentte, nazik konumda olan Kürt yurtseverliği değil, Türk yurtseverliğidir. Devlet aygıtını görmeyen bir Türk yurtseverliği, doğal olarak dikkatini emperyalizme yöneltecek ve Kürtlerin durumuna giderek kayıtsızlaşacak, hatta onları emperyalizmden medet umdukları için horlayacaktır.

Kürtler, ne zaman başyazı yazarının Türklerin ulusal konumuyla ilgili söylediği konuma ulaşır, işte o zaman Türklere ilişkin terimcenin aynısı onlar için de geçerli olur. Bu olmadıkça, hele bugünün koşullarında, eğer politik olarak gerekiyorsa, ayrım hala nettir: Türk emekçi yurtseverliği ve Kürt yurtseverliği.

Devleti olan ve olmayan ulusları ayırmak niteliğe ilişkin olmayı korumalıdır. Aksi halde, yurtseverlik teması, Türk yurtseverliğine ilişkin ölçütler üzerinden anlaşılmak durumunda kalır ve bu da Atılım’ın ulusal sorunda gayet hassas olduğu son on yıldaki pratiğinden bir sapma anlamına gelir.

Irak’ta “tutarlı” anti-emperyalist olmak!

“Kapitalizmi onaylayan, ama ABD bağımlılığına karşı çıkan kemalizmin itirazı da dolayısıyla kaçınılmaz olarak, içeriksizleşmiş ve biçimselleşmiştir.” Hiçbir ayrım gütmeden, Kemalizmin ABD bağımlılığına karşı çıkması nereden çıkarılıyor? İşçi Partisiyle birlikte adı “Kemalist çizginin cisimleştiği” özne olarak anılan CHP mi ABD bağımlılığına karşı çıkıyor? Kemalist kesimlerin ağırlıklı bölümünün, başta ordudaki egemen kanat olmak üzere, ABD’nin yeni bağımlılık tarzı talebine direndikleri gerçek, ama bu, sol harekette çok tartışılmış bir meseleyken sorunu bu sözlerle anmayı hangi ilgisizlikle açıklayabilir! Başyazı yazarı, Kemalizmin emperyalizmle ilişkiler konusunda kendi sözcülerinin iddia ve söylemine kanacak kadar saf mı?[5]

Fakat, her şeye karşın, Kemalistler arasında ABD’ye eylemli tarzda karşı olan bir eğilimin varlığı inkar edilemez. (Halk katındaki Kemalistlerin önemlice bir kısmının, Kürtlere ilişkin derin bir şovenizmle birlikte, bunlardan oluştuğu söylenebilir.) Bu durumda, Kemalistlerden kapitalizme de karşı olmalarını mı beklemek gerekir? Hayır! Kemalistlerle tepkilerinin anlamlı bir kısmını da –yalancı bir hedef olarak hükümete değil– devlete ayırmaları konusunda bir mücadele yürütülmesi söz konusu olmalıdır.

Kapitalizmi onaylayan, ama ABD bağımlılığına karşı çıkan bir Kemalistin itirazı, hiç de içeriksiz ve biçimsel değildir, gerçek ve eylemli bir itirazdır.

Başyazı, yarının umut edilen meselesini bugün masanın ortasına, eyleme geçmesi beklenen kitlenin tam ortasına boca ediyor. Arabayı atın önüne koşuyor.

Bu meseleleri Türkiye’de, bir ‘barış ve huzur ortamı’nda tartışmak belki yeterince vurucu etkiler yaratamıyor. Bugün Irak’ta ABD askerleriyle çarpışan bir Mehdi Ordusu milisinden, bir BAAS’çıdan, inandırıcı olması için kapitalizme de karşı çıkmasını bekleyen biri olduğunuzu düşünsenize![6]

Yurtseverliği ya da anti-emperyalistliği birtakım spekülatif ve bugüne ait olmayan ölçütlere bağlamak, ne Venezüella’da Chavez’in yurtseverliğini görebilir, ne de dünya çapında bir cereyan estiren İslamcı hareketin dinamiğini kavrayabilir. Nitekim, “tutarlı”, “sonuna kadar tutarlı sosyalizmciler” bugün Irak’taki direnişi sosyalist ya da komünist olmadığı gerekçesiyle reddediyorlar. Hoş; Allah’tan bu türden sosyalizmcilere, sözlerini dinletecek bir politik konjonktür bulmak da nasip olmuyor.

Sosyalizmci doktriner tırpan İslamcıları da biçiyor: “Emperyalizmin İslamcı eleştirisi de özünde bir tepki hareketi olmaktan öteye geçmez. Emperyalizm karşısında İslami akımlar, emperyalist Batı’nın kültürel ve siyasal değerlerine itiraz etseler de, kapitalizm karşısında hiçbir ekonomik-toplumsal alternatifleri yoktur.” İran’ı başarısız bir örnek olarak anıyor yazar.

Politikada gerçekçi olmak, kendi gerçeğin yanında muhatabının gerçekliğini de teslim etmeyi gerektiriyor. Bir İslamcının aynı cümleyi bir Marksiste yöneltmesi mümkün değil mi?: “Marksistlerin kapitalizm karşısında hiçbir ekonomik-toplumsal alternatifleri yok. Dünyanın üçte birinde ve onlarca ülkede denediler ve başarısız oldular.”

İğneyi kendimize batıralım. Bu konuda tek İran örneğiyle İslamcılar mı, yoksa Marksistler mi haklı? Spekülasyon ve boş lakırdıya sığınmayalım; bugün bizim alternatifimiz var mı kapitalizme karşı.

Devrim için arş ileri!

12 Haziran tarihli başyazıda gündem işlenmeye devam ediyor. Ama bu kez işin içine felsefi gerekçeler de karışmış bulunuyor ve mesele, tarihsel ve stratejik boyut kazandırılarak ele alınıyor!

Başyazı yazarı soruyor: “Peki, NATO’nun İstanbul toplantısı engellenemez mi?” Yanıt: “Tabii ki, engellenebilir!” Peki nasıl? Yanıt birbirine bağlı iki felsefi içerik taşıyor: 1. Önce beynimizde engellemeliyiz; 2. Bunu ancak, kaba materyalizmi bir yana atarak yapabiliriz.

Başyazı yazarının NATO toplantısını engelleyebilecek güçlere ilişkin argümanı bugün Türkiye’de ya da herhangi bir yerde devrim imkanlarını değerlendirme bakımından da aynen geçerlidir.

Şu cümleleri, pekala devrim bağlamında da okuyabiliriz: “NATO İstanbul toplantısını durduracak toplumsal güçler elbette var.”

Bir potansiyelden söz ediyorsak, Türkiye’de devrim yapacak toplumsal güçler de elbette var. Fakat bunu bir konjonktürel ifade olarak dile getiriyorsak, gerçeklikle ağır bir ilişki sorunumuz var demektir.

“İşçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlerin, kır ve kent yoksullarının, halklarımızın ezici çoğunluğu ABD emperyalizmine de, NATO’ya da karşı değil mi? Halkın safları arasında ABD emperyalizmine karşı öfke büyümüyor mu? Bu gerçekleri hiçe sayarak, antiemperyalist bilinç ve duyguların eyleme dönüşme düzeyinin sınırlılığına bakarak, NATO İstanbul toplantısını durduracak güçlerin olmadığını sanmak, inanmak siyasal körlüğün daniskasıdır.”

“NATO İstanbul toplantısını durduracak toplumsal güçler elbette var. Fakat bu toplumsal güçlerin, NATO toplantısını engellemeleri gerektiği ve engelleyebilecekleri düşüncesiyle aydınlatılabilmeleri için buna uygun bir ‘strateji’ ihtiyacı var.”

Yazıda, ardından, yıldönümü vesilesiyle politik konjonktürün konusu etme mahareti gösterilerek, 15-16 Haziran’ın ışığında yapılması gereken bölgesel genel grev genel direnişin öğeleri de somut olarak sıralanıyor. Hayatın nasıl duracağını hayal gücünü tümden yitirmemiş olanlara resmediyor –sanatçılara özgü yaratıcı imgelemiyle– başyazar!

Konjonktürün nasıl algılandığının kanıtları arasında şu cümle şahikayı teşkil ediyor: “Şimdi bizim önümüzde muazzam bir fırsat var. Hem de 50 yılda bir kez çıkan cinsinden.”

Vay Türkiye devriminin haline! Vay 50 yılda bir gelecek fırsatı kaçıran devrimcilere!

Bugün nasıl devrim gündemde olmamasına karşın devrimcilik mümkün ve gerekliyse, devrimcilik için devrimin taktik olarak güncel olması gerekmiyorsa, NATO toplantısına karşı eylemli karşı koyuşlar organize etmek için de illa onu engelleme / engelleyememe üzerinden bir tartışmaya girmek gerekmiyor.

Devrimciliğin ancak devrimci durumda, yani devrimin güncel olduğu koşullarda gerekli olduğu, Marksizmin genel alanında hem devrimciler hem de reformistler tarafından benimsenmişir. İkinci Enternasyonal geleneği, devrimci pratiğe ancak devrimci kriz koşullarında başvurulabileceği düşüncesindedir. Öte yandan, aynı düşünceyi benimseyen ve aralarında Lukacs’ın da bulunduğu bazı Orta Avrupa ve Alman devrimcileri, 1920’lerin başlarında, devrimin artık hep güncel olduğunu ve devrimci şiddet eylemlerine yönelmek gerektiğini savunmuşlardır.[7]

Bugün devrim güncel olmamasına karşın, devrimciler kitlelere gidebiliyorsa, onlara yakın ve hemen yarın devrim olacağı gibi bir boş umut aşılamaya kalkmıyor, en azından son on-onbeş yıldır bunu üstelik kesintisizce yapıyorlarsa, NATO toplantısı için, engelleyemeyeceklerini bile bile, eylem çağrısı yapmayı nasıl göze alamazlar!

Elbette, bu toplantının engellenemeyeceği baştan belli olsa da, politik taktik tarzların arasındaki farklar yine az olmayacaktır. Şenlikli ya da post-modernist politika tarzı (Küresel BAK), klasik ya da modernist protesto tarzı (TKP), fiziksel etkiler yaratmayı hedefleyen barışçı ya da reformcu tarz (EMEP ve KESK), veya yine fiziksel etkiler yaratmayı hedefleyen çatışmacı devrimci tarz (bütün devrimciler ve devrimcilerin çevresindeki kimi politik kesimler).

Atılım başyazısı, bir konjonktürde kendi konumunu ve eylem anlayışını ortaya koymak için boşa kürek çekmiş olmadı sadece, bu vesileyle saflara bir politika anlayışını da enjekte etmiş oldu. Asıl önemlisi de budur.

Bu bağlamda soru şu olmalıydı: Toplantının engellenmesi pratik olarak imkansız olsaydı Atılımcılar neyi farklı yapacaklardı?

Başyazı yazarı, bir yanıyla ‘68’in ünlü “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” sloganını izliyor gibi görünüyor; belki bilinçli olarak yapmak istediği de bu. Fakat bu slogandaki anlayışı o kadar ölçüsüz bir şekilde işliyor ki, sonunda ortaya, “Gerçekçi olmana gerek yok, imkansızı iste, olur!” gibi bir slogan çıkıyor.

Yazarın muhataplarının bir eleştiriyi hak ettiği kesindir. Yazarın referansı yeterli nedendir bunun için. Gerçekten de, “şiddet yolu ve tarzından arındırılmış” bir protesto şekli için önemli uğraşlar veren politik çevreler ve sendikaların devrimci bir pratik duruş bakımından çileden çıkarır bir görünümleri vardır.

Bir haftalık gazetenin başyazısında bir taktik gündemi savunmak adına dağarcıktaki her şey yalan-yanlış, eğri-büğrü, kavganın aracı olmak üzere ortalığa sürülürse olacağı budur demek belki, soyut olarak ‘doğru’ olandır, ama ‘uygun’ değildir. Bu, “her şey konjonktüre ve an’a bağlı kılınır” anlayışına en küçük bir halel getirmemeli, bu tür bir işlev görmemelidir. İçinde bulunulan an’da her şey, taktiğin gereklerine tabidir, hiçbir şey taktiğe karşı kutsal, dokunulmaz olamaz; ama ehil bir tarzda yapmak kaydıyla.

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, yazarın şu sorularına ne yanıt verilebilir: “NATO İstanbul toplantısı engellenebilir mi sorusunu genellikle, ‘İstanbul toplantısını önleyecek kuvvetler var mı?’ sorusu izliyor.” Yazar bu sorulara kötümser yanıt verenlere demediğini bırakmıyor. Ama bu soruların devrimci gerçekçi yanıtı neydi Allah aşkına! Yanıt için illa 28-29 Haziran günlerinin devredilmesi mi gerekiyordu. Görünen köy kılavuz istemez. Yanıt, açık, kesin ve nettir: Hayır; NATO toplantısı engellenemez(di); toplantıyı önleyecek kuvvetler yoktur!

Bu kadar açık, ortada, kesin bir hakikati savunmayı ve dile getirmeyi engelleme ‘terör’üne başvuran yazarın, bir mücadelenin örgütlü güçler tarafından algılanışının, verili ve ortaya çıkmaya aday güçler ilişkisini hesap etmeyi, kendiliğinden hareketin adı üstünde esasen –devrimci– etki dışındaki etki ve gücünü hesaba katmayı, dışımızdaki ama verili koşullarda vazgeçemeyeceğimiz başkaca örgütlü kesimlerin durumunu ölçüp biçmeyi zorunlu kılmayı, özellikle Lenin adındaki büyük devrimciye yazılan nitelikleriyle bilmiyor olması kabul edilemez.

“NATO toplantısını durduracak güçlerin bulunmadığını sanmak, inanmak siyasal körlüğün daniskasıdır” denilen başyazıda, toplantıyı engellemek için somut bir “strateji” de öneriliyor ve böylece gerçeklerle bağın ne kadar somut olduğu kanıtlanıyor. Buna göre, strateji; “ulaşım ve haberleşme hizmetlerinin durması, elektrik, su ve doğal gazın kesilmesi, bankaların işlem yapmaması” türünden eylemler, “on binler ve yüz binlerin sokaklara, meydanlara dökülerek merkeze, NATO toplantısının yapılacağı vadiye doğru harekete geçmesi”yle belirecek bir “bölgesel genel grev, genel direniş”te somutlanacak![8]

Kaba idealizm devrimcinin hizmetinde

Öte yandan başyazı, önceki yazılardaki bir temel temayı burada da tekrar ediyor: “Egemenler, ezilenlerin önce beyinlerini teslim alıyor.”

Zaten yazar, toplantının engellenmesinin temel önkoşulu olarak da bunu alıyordu: “Anti-emperyalist güçler, tabii ki, NATO İstanbul toplantısını engelleyebilirler. Ama önce düşünce ufuklarının mesafesine bunu almaları, daha doğrusu egemen sınıfın izin verdiği düşünme sınırlarını kırarak beyinlerini özgürleştirmeleri gerekiyor.” Materyalizm üzerine dersler vermeye kalkan yazar, bu idealist sözleri aymaz bir cüretle art arda sıralayabiliyor. Genel olarak bir derse gerek olduğu görülüyor. Engels’in Hegel’in “olanın haklılığı” temasına yaptığı yoruma taş çıkartırcasına, “kaba materyalist düşünüş”ün “ayağımızı yere basalım” yanıtına veryansın ediliyor. “Mayalanmakta olan görülemiyor, sezildiği durumda ise gücü anlaşılamıyor. Yalnızca gerçeğin donmuş, ölü, geçmişe ait halini algılayabiliyor bu kronik muhalif ‘solcu’, ‘devrimci’ gerçekçiliği!’ Filistin taş generallerinin, Irak direnişçilerinin, serhıldan ve intifadanın gerçekçiliği yok burada. Realize edilebilir potansiyeller, oluşmakta olan, sıçramalar, kopuşlar yok bu gerçekçilikte! Zavallı akıl, görünene teslim oluyor!”

Doğru, bu yaklaşımda, taş generallerin, Iraklı direnişçilerin, serhıldan ve intifadanın gerçekçiliği yok. Çünkü taş generallerin, Iraklıların, intifadanın gerçekliği yok burada.

Herhangi bir yazıda tezlerin ortaya konmasında pekala başvurulabilecek bu tarz ifadeler, başyazıların genel eğilimi göz önüne alınınca, kendi bildirilmiş tarzından yanıtlanmayı zorunlu kılıyor.

Egemenlerin, ezilenlerin önce beynini teslim aldığı fikrini yazar hangi idealistten aldı? Bunu ifade eden Marksistler oldu. Mesela Gramsci’nin Batıda politik mücadeleye ilişkin geliştirdiği strateji, bu argümana dayanır. Fakat, Gramsci’nin bu yaklaşımının ancak ideolojik mücadeleyi temel alan reformist bir kültürel politika doğurabileceği ve idealist bir felsefi yansıması olduğu çokça yazıldı çizildi. Yazının içinde olduğu genel bütünlük göz önüne alınırsa bu yorumun, anlayış olarak mümkün olsa da, pratik gerçeğe denk düşmediği söylenebilir. Bu durumda, ikinci bir seçenek devreye girecektir: Öncü savaşı. Hatırlanacağı üzere, Mahir Çayan tarafından formüle edilen öncü savaşı anlayışı, kitlelerin düzenin güçlü ve yıkılmaz olduğuna ilişkin uyutulduğunu, böylece bir suni denge oluştuğunu, devrimcilerin spektaküler eylemlerinin kitlelerin uyuşmuş beynini canlandırabileceğini ve suni denge bozulduktan, yani ideolojik hegemonya kırıldıktan, kitlelerin gözündeki perde yırtıldıktan sonra her şeyin –ilkede– çorap söküğü gibi gelişeceğini savunur.

Oysa, ezilenler önce zorla diz çöktürülür, sonra beyinlerini teslim eder. Bu işlemin geri alınması için de aynı öncelik sırası izlenmelidir.

Althusser, Pascal’ın, “Diz çökün, dudaklarınızı dua ederek kıpırdatın; inanacaksınız” sözlerini aktarır.[9]

Marksizmde devrimci politik mücadelenin pedagojik nitelikte olmamasının temel nedeni budur. Marksistler, pratik mücadele içinde ve kitlelerin pratik mücadelesi içinde ve bu yolu izleyerek ideolojik mücadele yürütür.[10]

Politik anakronizm

Aslında, politik bakımdan temel mesele şu: Programların uygulanmasının gündemde olmadığı konjonktürlerde ve değil programlarını, basit bir eylem sürecini bile oldukça küçük güçlerle yürütebilecek bir varlığa sahip politik yapıların, programatik konuları günün uygulama konusuymuş gibi tartışmalarında derin ve trajik bir anakronizm saklı.

III. 28-29 Haziran’dan sonra

Nihayet devrimci realizm!

10 Temmuz tarihli başyazı, mücadelenin “NATO toplantısını önleme hedefine ulaşamadıysa da İstanbul’u NATO’ya ve emperyalist haydutlara dar etti”ğini belirterek başlıyor. Bu yazıda öncekilerdeki süper-ütopyacı tarz görünmüyor.

Ayrışmayı, “NATO toplantısını protesto etmek isteyenler ile NATO toplantısını devrimci yöntemler kullanarak hakikaten önlemek isteyenler” şeklinde ortaya koyduktan sonra, reformistlere karşı devrimcilerin tutumunu, “NATO toplantısını önlemeyi zorlamak yaklaşımı” şeklinde bir kez daha formüle ediyor. Bu elbette başka bir yaklaşım: Devrimci realizm! (Devrimci ütopyacılığa karşı…)

Hazırlık iyi mi, kötü mü?

17 Temmuz başyazısı, sürecin, bir önceki başyazının yeterince eğilmediği bir yeniden-değerlendirmesi, son değerlendirmesi olarak okunabilir. Bu yazıya göre, “Okmeydanı, hazırlık ve planlama kavramlarının çarpıcı bir örneğidir”. Yazar, “mükemmel olmadığı”nı söyleme gerçekçiliğini gösteriyor bu cümleye rağmen! “Hazırlık, 27’sini 28’ine bağlayan gecenin gerekleri, ihtiyaçları bakımından hakikaten zayıftır. Yüksek devrimci moral ve kararlılık, zayıf hazırlığın çok ciddi bir sorun haline gelmesini önlemiştir.”

Yazara göre, sorun, 29 Haziran günü uygulamada yaşanmıştır. “29’unda yaşanan; partı çizgisinin uygulamada kırılmasından başka bir şey değildir.”

“Okmeydanı direnişinin dolaysız yönetimi ve önderliğinde ciddi zayıflıklar ve boşlukların açığa çıktığı asla üzerinden atlanmaması gereken temel bir gerçektir.” Yazar, yine de Okmeydanı sürecinin, “baştan sona örgütlenmiş, çok bilinçli, bütünüyle kasıtlı, iradi bir durum” olduğunda belirtikleştiğini yaklaşımının esas unsuru olarak ele alıyor.

Yazar, 28-29 Haziran günleri meydana gelen gelişmeleri teknik bir mesele olarak ele alıyor ve politikleştirmekten kaçınıyor. 28-29 Haziran günlerini bir uygulama konusu olarak eleştirmek için de yeterli nedenler var, fakat bir politik iddia için asıl sorun politiktir. Bu iki günün sorunlarının politik açıklaması yapılmalıdır. Teknik ve uygulama sorunlarını, politik önderliğin sorumluluğunda teknik ve uygulama sorunu olarak görmemek, politik kumanda mevkisini aklarken, örgütçülerini ve pratisyenlerini mahkum etmeyi getirir.

Güçlerinin durumunu etraflı bir şekilde değerlendiremeyen bir kurmayın, gücünün üzerinde görevler altında kalan bir uygulamacılar ekibini eleştirmesi ne kadar hakkaniyetlidir.

17 Temmuz başyazısı, en önemli bir hususu, “Okmeydanı deneyiminin ayrıntılı bir analizini”, “en başta yer darlığı nedeniyle” yapamadığını söyleyebiliyor. Böyle önemli bir yükümlülük, yer darlığına kurban edilebilir mi?

Tüm bu sözlerden sonra, 17 Temmuz başyazısı, NATO toplantısını bu güçlerin ve örgütlenme düzeyinin mi engelleyebileceği sorusunun yanıtını vermek ve toplantı öncesinde engelleme ile engelleyememe üzerine kopardığı fırtınanın anlamını düşünmek durumundadır. Bu yazıyla, aslında toplantı öncesi alınan tutumun afaki olduğu açığa çıkmış oluyor.

Toplantının engellenmesi stratejisi

“Hareket planı” ve “strateji” neydi?

Genel grev ve bunun bir genel direnişe dönüşmesi. Hayatı durduran kitlelerin “NATO Vadisi”ne akması ve toplantının engellenmesi!

Gerçekleşen ne oldu?

…!

Adına layık bir kurmay, hareket planı ve stratejiyi, yapılabilecek bir şey için devreye sokar. Sonuçta elbette başarı garanti değildir ve risk almak zorunludur. Ancak, bir planın ve eylem stratejisinin uygulamasına ilişkin bir şeyler görmek de zorunludur.

Atılım başyazıları, plan ve strateji kavramlarıyla sorumsuzca oynamıştır. Başyazar, bir kurmay edasıyla yazarak, sanki bir devrimi planlıyormuş gibi tumturaklı nutuklar çekeceğine, basit bir yürüyüşün planına kafa yorsaydı ve o yürüyüşte plan ve hazırlık olduğuna dair birtakım etki ve sonuçlar görülmesini sağlasaydı çok daha önemli bir iş yapmış olurdu.

Hiç mazeret gösterilmesin. Yıldızlara bakarken, önündeki küçük çukura düşmemeli.

“Okmeydanı direnişi!”

Bozgun halinde çekiliş ve sonra yarı-kendiliğinden bir araya gelen kümelerin kendi bildikleri şekilde çatışması.

28 Haziran günü polisle Perpa civarında karşılaşılmasından sonra olanların kısa anlatımı budur.

Okmeydanı Fatma Girik Parkında toplanılan 27 Haziran akşamından 28 Haziran öğle saatlerine kadar olanlar neydi?

Devrimci basına yansıyanlar şunlar: Gece bir müdahale olmadıktan sonra, donanımlı ve işbölümü yapmış gruplar mangalar tarzında örgütlenerek harekete geçti. Mecidiyeköy yönüne ilerledikçe polisle karşılaşılacağı, bunun bir çatışmayla sonuçlanacağı çoğu kimsenin öngördüğü bir ihtimaldi. Ancak bunun ‘ilgililer’ce öngörüldüğünü gösteren bir organizasyon olduğundan söz edilemezdi. (Bilmek, önceden konuşmuş olmak değil, söz konusu edilen; davranıştaki bilgi!) Pankartsız ve slogansız yüründüğüne bakılırsa, polisin Mecidiyeköy’e ulaşılmasına izin verebileceğinin umulduğu çıkarsanabilir. Polisle ilk karşılaşmada bir çatışma çıkabileceğine de hazırlanılmamıştı anlaşılan. Çünkü Perpa civarındaki polis saldırısı çil yavrusu gibi dağılmayla yanıtlandı. Atılım’ın 10 Temmuz başyazısında, polisin kendi açısından “en uygun”, devrimci güçler açısından “elverişsiz yerde” saldırdığı değerlendirmesi yapıldığına göre, bu noktada bir saldırının beklenmediği ortadadır.

Polisin ilk ciddi saldırısında, olduğu kadarıyla örgütlülük dağılmış ve artık geride yarı-kendiliğinden bir tepki biçimi kalmıştır. Öğle saatlerine kadar Okmeydanı sokaklarında polisle çatışıldıktan sonra, inisiyatifli bir şekilde eyleme son verildi.

28-29 Haziran’dan önceki günlere ait Atılım başyazılarında yazılanlara bakılacak olsaydı, Okmeydanı’nda olanların hiçbir öneminden söz edilemezdi. Genel direnişe geçen kitlelerin toplantıyı engellemesi hedefi yanında Okmeydanı’nda olanların ne hükmü olabilirdi!

Bu trajik uçurum, özellikle Atılım’ın konjonktürü bilişsel edinimi sürecinde çok belirgin ve göze batar bir nitelik gösteriyor.

Okmeydanı’nda devrimci hareket açısından büyük yenilikler ortaya çıktığını sananlar yanılıyor. Belleğini yoklayan devrimcilerin çok sayıda benzer olay hatırlayacağı kesindir.

‘Ankara direnişi!’

Ölüm orucunun sıcak günlerinde Ankara’da 12 Aralık ve 19 Aralık 2000’de kent merkezinde polisle çatışmalar cereyan etmişti. Özellikle 12 Aralık’ta Kızılay civarında üç saat süren çatışma ile Okmeydanı’nda yaşananlar arasında ancak birincisi lehine farklardan söz edilebilir. Orada o gün, ne Okmeydanı’nda olduğu gibi ön hazırlık vardı, ne devrimci örgütlerin merkezi inisiyatifi… Ama, eylem, tarzı, yürütülüşü ve sonuçlanması açısından Okmeydanı’ndakinden hiçbir şekilde farklı değildi.

Bu durumda, devrimci örgütlerin varlığı gereksiz mi oluyor? Teknik anlamda konuşulacak olursa, devrimci örgütlerin varlığı bu eylemlerde dolaysız pozitif bir unsur olarak fark edilmemiştir. Devrimci örgütlerin “bilinçli hazırlığı” ve “örgütlü varlığı” bir katkı sağlamıyor. Bunun ne büyük bir sorun olduğunu ifade etmeye gerek var mı?

O günlerden sonra yapılan bir değerlendirmede şöyle deniyordu: “Devrimci yapıların, kritik kitlevi eylemlerde sergilediği kahredici organizasyonsuzluk, inisiyatifsizlik, teknik akıl yoksunluğu sorunun asıl ciddi boyutunu gösteriyor. Gözüpek militanlar yaratmada sıkıntısı olmayan Türkiye devrimci hareketi, eylem, adam ve süreç örgütlemede ağır sorunlar yaşıyor. (…) Devrimci hareket, gençlikte somutlanan kaliteli, gözüpek, direşken insan malzemesinin örgütsüzlük anaforunda heba olmasına razı olmamalıdır.”[11]

Örgütlülük ve teknik aklın trajik eksikliğini hep gepegenç militanların kararlılığı ikame ediyor. Ama bu devrimci hareket için çok ağır bir bedeldir.

Okmeydanı’nda olanlar, devrimci hareketin yürüyüşü için önemli bir moment olmaktan uzaktır. Evet, çatışmak ve harekete gençliğin yeni kuşağından bir bölüğü çekmiş olmak, sürekliliğin güvenceye alınması bakımından yabana atılır etmenler değildir. Ancak Okmeydanı’ndaki eylemli hali direniş olarak nitelemek, devrimci hareketin sözcüklere yüklediği anlamı bozmakta, yozlaştırmaktadır. Bu eğilim, gelecekte olması beklenen hakiki direnişler karşısında politik tutumu boşa çıkaracaktır.

Okmeydanı’nın dar sokaklarında toplam 2 saat civarında süren bir çatışmayı, “sokak savaşı” olarak nitelemek (Atılım, 3 Temmuz) için sanatkarane bir tahayyüle sahip olmak gerekir. Ankara’da toplam on beş dakika süren iki yüklenmeyi “direniş” olarak niteleyenlerin (Atılım, 10 Temmuz) aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin dirençli devrimcilerinden oldukları göz önüne alınırsa işler iyice karışıyor.

Devrimci hareket, eylemli varoluşunu politik iddialarına ve gerçekliğine karşılık gelecek bir şekilde teşhis etmek zorundadır.

Okmeydanı’nda bir varlık gösterisinde bulunulmuştur. Bu eyleme daha büyük anlamlar yüklemek, devrimci hareketin hedefinin çapını daraltmaya hizmet edecektir.

***

İlk saldırı yeri olan Perpa’da direnmek partiydi, Okmeydanı’nda “direnmek” ise halen gruptur. Perpa’da tutunmak cüretti, Okmeydanı’na çekilmek statükodur. Okmeydanı’yla yetinmek, Okmeydanı’nı salık vermek; yeniye, gelişene, gelişmesi istenene değil, eskiye, geride bırakılmak istenene aittir.

Eskide iyi olmak, geride bırakılmak istenende önde olmakla yetinen bir tarz politik sınırları zorlayıcı nitelikte değildir. Sınırları zorlamak, kendi sınırlarını zorlamak…

Okmeydanı’ndaki eylemle ilgili çeşitli eleştiriler getirildi. Ama asıl tutum, Okmeydanı’nı bayraklaştırmakt olarak belirdi. Bunca hazırlıktan sonra Okmeydanı’nda olanları devrimci yapıların hanesine yazarak sahiplenmek, devrimci kendiliğindenciliğin ta kendisidir. Olaylar elbette devrimci örgütlerin varlığının dolaysız etkisi sonucu olmuştur, ama çatışmanın kendisi devrimci örgütlerin dolaysız varlığını illa gerektirmemektedir.

Okmeydanı’nın sahibi, devrimci gençlik kümeleridir.

IV. Sonuç notu

Eylemler her an nihaidir

Bir konjonktürde “eylemler hep nihaidir”[12]. Başka nihai ölçütler aramak kesin bir idealizmdir. Eylemin gerçek fiziksel ve geri dönüşsüz etkilerini sözle, yazıyla karartmak dünyayı söylemde kuranların yapacağı iştir, pratik devrimcilerin değil.

Gazi Mahallesinde, Okmeydanı’nda, Adana’da, Ankara’da, devrimcilerle henüz bağ kurmuş bir gencin körpe kollarının hareketiyle fırlayan taşın gerçek varlığı karşısında yukarıda sarfedilen bütün sözler boş birer lakırdıdır. Bir devrimci askerin eylemi karşısında bu yazılı kağıtların bir akşam yürüyüş kolunda meşale olacak kadar hükmü var.

Bu pratikler, bir Müslümanı devrimcilere yakınlaştırmışsa yazılar varsın ‘yanlış’ olsun.

Politik gerekler açısından bakılırsa, buradaki ‘doğru’ların söz konusu başyazılardaki ‘yanlış’lar karşısında da hükmü yoktur. Çünkü başyazılardaki ‘yanlışlar’, toplamı genel olarak ‘doğru’ denilebilecek bir bütünlüğün organik parçasıdır ve bizim ‘doğru’larımız o bütünlüğün ancak inorganik parçası konumundadır. Başyazıların yanlışı, eylemlerdeki bir devrimci gencin attığı taşla –doğrulanmakta değil– doğrultulmaktadır.

 

 


[1] Bunun, Atılım’ın izlediği programa aykırı olduğunu, program meseleleriyle özel olarak ilgili bir gazete hatırlattı: “NATO Kampanyası, Antiemperyalizm ve Atılım’ın ‘Emekçi Yurtseverliği’”, Maya, Sayı: 23, Temmuz 2004

[2] Meseleye böyle yaklaşmayan bir bakış, SDP’li gençlerin Okmeydanındaki devrimci varlığını anlayamaz.

[3] Spinoza, kavramla gerçeğin farkını şu çarpıcı özdeyişle ortaya koyar: “Köpek kavramı havlamaz.”

[4] “Bu topraklar” başyazıda kullanılan bir deyim. Bu deyim, son yıllarda ülkenin somut ve özgül gerçeklerine girmenin teorik arılıklarında sorunlar yaratacağını düşünen ve politik pratik duruşu ya hiç olmayan ya da çok zayıf olan bazı kesimlerin sol kamuoyuna bir ‘katkı’sıdır. Toprak denilerek, ülke gerçekliğine ilişkin hiçbir sorumluluk alınmamış oluyor. Sol harekette, bu sözün karşıtının, “toprakçılar”ın kaygılarını doğrularcasına, “Bu memleket bizim” ifadesi olduğu söylenebilir.

[5] Ya da bir an TSK’nın, bazı sözcülerinin dile getirdiği, Batı bağlaşığından vazgeçme ve “Avrasya seçeneği”ni operasyonel kılma durumunda olduğunu varsayalım. Türkiye devrimci hareketi, varsayım bu ya, şu koşullar sabit kalmak kaydıyla, orduyla birlikte hareket etmeyi düşünmeli midir?

[6] Söz meclisten dışarı, Irak Komünist Partisi adındaki anti-kapitalist programlı işbirlikçi örgüt bu tür üyelerden oluşuyor.

[7] Atılım’ın literatürüne son yıllarda girdiği gözlenen “devrimin güncelliği” terimi, muhtemelen Lukacs’ın, Lenin üzerine ve alt-başlığı bu terim olan “solcu” kitabındaki fikirden mülhemdir.

[8] Bu arada başyazı yazarının burjuva demokrasisi konusundaki engin fikirlerini de öğrenmiş bulunuyoruz: “Burjuva demokrasisinin temel felsefesi, burjuvazinin proletarya üzerindeki artıdeğer sömürüsünün ve keza burjuvazinin egemenliğinin sınırlandırılması hakkının, sömürüye ve baskıya maruz kalanlar tarafından egemen sınıf olarak burjuvaziye kabul ettirilmesi, dayatılmasıdır.”

Bu pasaj, Atılım’daki liberal eğilimlerin gelişmesi üzerine politik gelecek kuran ve sotada bekleyen bazı kesimler için bulunmaz Hint kumaşı değerinde. Sadece şunu söylemek yeter görülmelidir: Bu pasajda ifade edilen görüş, pratik açıdan çok güçlüdür, Marksizmin devlet teorisinin zayıf yanı olarak görülen bir hususu dillendirmektedir; ama bütün bunlara rağmen, öteden beri Marksizmin devlet ve demokrasi teorilerini eleştiren birçoğunca ileri sürülegelen bu görüş, net ve kesin olarak, Marksist değildir.

[9] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Yusuf Alp, Mahmut Özışık, İstanbul 1989, İletişim Yay., s. 48. Rosenau da aynı temel önermeyi başka bir örnekle yineler. Onun anlatımına göre, ‘Eylem olduktan sonra insanlar ikna olacak’ cümlesi, materyalist niteliktedir; oysa, ‘insanlar ikna olduktan sonra eylem olacak’ cümlesi idealist niteliktedir. (Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, Çev.: Tuncay Birkan, Ankara 2004, Bilim ve Sanat Yay., s. 166)

[10] Bu başyazıyla ilgili son bir not “Anadolu” teriminin kullanımına ilişkin… Anadolu, yaygın olarak sanıldığı gibi Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını ifade eden bir terim değil. Bu, cumhuriyetten sonra uydurulmuştur. Yunanca, doğu, güneşin doğduğu yer anlamına geldiği bildirilen “Anatolia”dan gelen bu sözcük, tarihsel olarak Türkiye’nin batısı ve orta batısını kapsayan bölgeye verilen addır.

[11] Melik Kara, “Bizimkiler”, Teori ve Politika 21, Kış 2001, s. 232

[12] Brian Donahue, “Marksizm, Postmodernizm ve Zizek”,,Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 34

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar