Ana SayfaArşivSayı 34Grek Tarihi Üzerine Birkaç Not

Grek Tarihi Üzerine Birkaç Not

 

Oktay Ay

Mayıs ayı içerisinde gösterime giren, “Troy” (Troia) filmi, Hellas coğrafyasının “Kahraman Halkı Akhalar”ın kahramanlarına ilişkin destansı bir aldatmacanın somut kurgusu olarak izleyiciye sunuldu.

Troia Savaşı gerçekten oldu mu?

Gerçekten yaşandığına ilişkin mitograf ve arkeologlar arasında farklı teoriler halen varlığını korusa da, alandaki referans isimlerin büyük bir bölümü Troia savaşının yaşanmadığı konusunda hemfikirdir. Troia savaşının yazınsal kanıtı, M.Ö. VIII. yüzyılda yaşamış olduğu sanılan Smyrna’lı (İzmir) şair Homeros’un[1] İliada’sında bulunmaktadır. Bu eserde, yaklaşık olarak 50 günü anlatılmakla birlikte, daha sonraki antik kaynaklarda Troia savaşının 10 yıl sürdüğü anlatılır. Savaşa ilişkin nokta tarih olarak M.Ö. 1240 yılları önerilmekle birlikte, böyle bir savaşın olmadığı konusunda farklı arkeolojik kanıtlar geliştirilmiştir. Troia savaşının olduğuna dair, mitolojik alanın dışındaki ilk fikir sahibi Schliemann’dır.[2] Alman asıllı Schliemann, XIX. yy’da, İliada’yı somut bir kanıt kitabı olarak ele alıp, Troia savaşının yaşandığı yer olduğu düşünülen Hisarlık Tepe’de ilk kazıları yapmış ve M.Ö. 2500-2250’lere[3] tarihlenen çeşitli hazineler bularak, bunların İliada’da adı geçen Primaos’un[4] hazineleri olduğunu arkeoloji camiasına duyurmuştur. Hazinelerin olduğu Troia tabakasında ayrıca yangın izlerinin bulunması, o dönem arkeoloji alanında savaşın kanıtı olarak kabul görmüştür.

Daha sonraki dönemde, bu savaşın hiçbir zaman yaşanmadığı ve hatta İliada’yı kaleme alan kişinin de Homeros olmadığı konusunda görüşler ortaya atılmaya başlanmıştır. Yazının Grek kültüründe tam olarak M.Ö. VIII. yy’ın ikinci yarısında Fenike kültüründen alınan sessiz harfler ile ortaya çıktığı kabul edilmektedir.[5] M.Ö. 1240 yıllarında olduğu düşünülen savaşın kaleme alınması da, bu döneme tekabül etmektedir. Aradaki 500 yıllık zaman dilimi ve Homeros’un tüm bu verilere ek olarak kör olması, yazınsal ürünün değerinden kaybetmesine yol açan ön unsurlardandır. Sonraki yıllarda yapılan arkeolojik araştırmalar sonucu Troia’da M.Ö. 1250’lere tarihlenen bir yangın katmanı olduğu anlaşılmış, ancak aynı yıllarda, Orta Anadolu’da Hitit iktidarının coğrafyasında ve Batı Anadolu’da da yangınlar olduğu saptanmıştır. Tüm bu coğrafyalarda rastlanan yangın tabakasının tek nesnel kanıtının “Troia Savaşı” olamayacağı kesin kabul gördükten sonra farklı teoriler farklı arkeolojik materyaller ile kanıtlanma yoluna gidilmiştir.

Saydığımız bu coğrafyalarda rastlanan yangın ve istila tabakalarının hepsinin aynı dönemde yani M.Ö. XIII. yy’ın sonlarında gerçekleşmesinin tek nedeni vardır. Bu neden; Balkanlarda ve genel olarak Doğu Avrupa’da bulunan kavim veya halkların Anadolu’ya gelmeleridir. Bu göç hareketliliğine bağlı olarak Orta Anadolu’da 400 yıl, Batı Anadolu’da ise 250 yıl olarak saptanan ve “Karanlık Dönem” olarak adlandırılan, yerleşimden yoksun bir ara evrenin yaşandığı bugün net olarak bilinmektedir. Bu hareketlilikle ilişkili yazılı belgeler Mısır hiyerogliflerine dayanmaktadır. Bu istila hareketi ile ilgili olarak, III. Ramses Dönemine ait Medinet Habu yazıtındaki bilgi oldukça önemlidir:

Yabancılar adalarında gizlendiler. (…) Hattuşa (Hitit) Ülkesinin hiçbir krallığı onlara karşı koyamadı. Kode (=Kizzuvatnal), Kargamış, Arzawa, Alaşia yakılıp yıkıldı. Karargah kurdular. (…) Amurra yakınında, insanlarını öldürdüler ve bu memleketi yerle bir ettiler. Ateş saçarak Mısır’a doğru geldiler.[6]

Yazılı metinler ile de gerçekliği tam olarak somutlaşan, “Deniz Kavimleri Hareketliliği”, Troia savaşının yaşandığı döneme yani M.Ö. XIII. yy’ın sonuna tekabül etmekle birlikte, “İlk Doğu-Batı Savaşı” olarak adlandırılan böyle bir savaşın da hiçbir zaman yaşanmadığını göstermesi açısından önemlidir. Yine, Troia’da VIIb katmanı olarak adlandırılan evrede (M.Ö. 1240 sonrası) “Bucel keramik” adında, kökeni Balkanlara dayanan yeni bir seramik grubunun görülmesi, bu deniz kavimleri hareketliliğinin yaşanmışlığına ait en büyük kanıtlardan biri olarak sunulmaktadır.

Geçmişten bugüne Grek kültürü

Antik Dönem’de Hellas coğrafyasında M.Ö. II. binde yaşayan bir halk olan Akhalar ile M.Ö. I. binde bu coğrafyada yer alan Dorlar, kendilerinin dışındaki her halkı “barbar”[7] olarak nitelendirmişler ve bu olguyu kendi kültürel alanlarında gerçekleştirdikleri “Olympiatlar” ile somutlaştırmışlardır. İlk Olympiatlar, M.Ö. 776 yılında başlamış olmakla birlikte, bu oyunlara sadece “Grek kanından” olanların katılabilmesi, “kültürel bir birliktelik” olarak kaydedilmektedir. Antik Dönemde, Grekler Homeros’un ifade ettiği şekliyle, “Her zaman birinci olduklarına ve diğerlerine örnek olarak yaşadıkları bir kahramanlar çağının varlığına inanıyorlardı”. Ancak Greklerin atladıkları nokta, kendilerinin dışındaki kültür ve uygarlıkları M.Ö. VIII. yy’ın sonuna kadar tanıyamamış olmalarıydı.[8]

Troia savaşının antik kaynaklar tarafından oldukça abartılı ifadeler ile yansıtılma nedenlerinin başında, kültürel önsellik iddialarının bu gibi savaşsal kahramanlıklarla desteklenmesi gereksinimleri gelmektedir. Bu “kahramanlık” savaşında, Troia’nın karşı taraf olarak seçilmesindeki en önemli etken ise bu kentin, M.Ö. XIII. yy’ın sonunda özelde Batı Anadolu’nun, genelde ise tüm coğrafyaların en büyük ticari güçlerinden biri olmasıydı. Ve “gelişmiş” Akhaların karşısında da, onlar ile boy ölçüşebilecek güçlü bir iktidar olmalıydı, yoksa gelişmemiş bir kent-devletini “pratik akla dayanarak” devirmek efsanevi bir savaşın destanlaşmasında ne gibi bir anlam ifade edebilirdi ki.

Savaş sırasında, Akhalar 50 günlük bir çatışmanın ardından yenildiklerini kabul edip batıya doğru yelken açtıkları sırada, zafer naraları atan Troia’ya “yenilme” hediyesi olarak gemilerin iskeletlerinden, tahtadan bir at hediye etmeleri ve şehre sokulan bu atın içerisinde gizlenen Akhalı savaşçıların, aynı günün gecesinde dışarı çıkarak şehri ele geçirmeleri ise, Homeros özelinde “onursuz” bir davranış değil, pratik aklın kullanılmasının zaferi olarak karşımıza çıkar. 

Troia savaşı sırasında yaşanıldığı sanılan ve Homeros’un dışında farklı yazarlar tarafından da devam ettirilen bu efsanenin tüm Grek sanat tarihi içerisinde özel bir yerinin bulunmasındaki en önemli etkenlerden biri de, Anadolu’nun en özel kahramanı Hektor’un şahsında Anadolu’nun devrilmesi ve Primaos’un Akhilleus’a yalvarış sahnesi kadar Hellas’lıları hoşnut edebilecek bir efsanenin bulunmayışından kaynaklanmaktadır.

Truva (Troia) filmi özelinde vurgulanmaya çalışılan “İstilacı Hellenler, Ulusçu Troialılar (Anadolulular)” önermesi tam anlamıyla kurgusal bir yanlıştan ibaret olmakla birlikte bu savaş veya film dahilinde bir taraf olmak da bizim işimiz değildir. Hellenlerin istila politikası ile Troia’nın ulusalcı tavırlarının hangi mythos’tan veya yazılı tarihsel belgeden alınarak, vizyona aktarıldığını bilmiyoruz. Hatta bugün Troia’yı Hellas’a bağlama çabası içerisinde olanlarla[9], Troia’nın özgün Anadolu kültürü olduğunu iddia edenler arasında kategorik bir ayrıma gitmek, liberal akademik çevreler arasında bir taraf olmak anlamına gelecektir. Hatta; bireysel çıkarlarını ve hırslarını halkının önüne koyan Akhilleus ile “yurdu için ölmeyi göze almış, alçakgönüllü yiğit Hektor”[10] arasında bir fark gözetmek dahi anlamsız bir eyleyişten başka bir şey değildir. Girit ile hukuksal bir antlaşma ile yapacakları sömürü ve işgal politikasını resmileştiren Troia’nın, ulaştığı zenginliğin kaynağını sadece tarımsal artı değerde aramak ve Hellenleri “yayılmacı” göstererek Troia’yı ulusçu bir zeminde değerlendirmek, “liberal Anadolucu” bir bakış açısının dışında açıklamaya kavuşturulamaz.

Günümüzde Batı Avrupa ülkelerinde, Homeros’un kaynaklarının (İliada ve Odyysea) eğitim alanında ilk öğretimden başlanarak İncil kadar önem atfedilerek öğretilmesindeki en önemli etken, bu ülkelerin egemen sınıflarının kökenlerini Hellas’a bağlama niyetinin eğitim alanındaki somut bir yansımasıdır. Antik Dönemde de, Atina’da aristokrat ailelerin çocuklarının eğitim alanında öğrendikleri tek şey Homeros’un metinleri olmakla birlikte, bu dönemde, Homeros’un, var olanın dışında ender bir seçimle birbirinden farklı portre çeşitlemelerinin olması bu yazarın Grek aristokrat eğitim alanının “ilk gerçek” kişisi olmasından kaynaklanmaktadır. Ve Homeros’un, dönemin aristokrat Atinalıları tarafından nasıl sahiplenildiğini gösteren en önemli pratik kanıt ise; köylünün şairi olarak nitelenen Seneca’nın portresi ile Homeros’unkini karşılaştırmadır. Homeros her portresinde asil, kendinden emin bir çeşitleme ile sunulurken Seneca, kırışmış ve yorgun yüz hatları ile verilmeye özen gösterilmiştir. Seneca portreleri özelinde, köylülere bakış tarzı verilmeye çalışılırken Homeros portrelerinde barbarlara karşı Hellenlerin kategorik ırksal farklılıkları vurgulanmaya çalışılmıştır.

Helenlerin kendilerine verdikleri önsel önemden günümüzde liberal kesimler (özellikle Avrupa akademik çevreleri) tarafından övgüyle bahsedilmekte ve hatta bu unsur daha da abartılarak Avrupa’nın kültürel kökenleri Hellas’ta aranmaktadır.[11] Greklerin, antik dönemde ve günümüz liberal siyasal alanındaki en önemli dayanak noktası özellikle düşünsel alanda Hellas’lıların ortaya koydukları veriler gibi görünmekte ve günümüzdeki ismi ile “Kıta Yunanistan” felsefe ve siyaset biliminin de “ilk gerçek” örneklerinin somutlandığı yer olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Hellas’ın antik dönemde özellikle M.Ö. 500’lü yıllara kadar felsefe alanında hiçbir isim yaratamamış olması ve özellikle M.Ö. V. yy’ın ortalarından itibaren Akademia’ların Atina özelinde Grek kentlerinde karşımıza çıkması ise bu dönemden itibaren düşünsel alana karşı gösterilen ilgi değil direkt olarak, M.Ö. VI. yy’ın sonlarından itibaren Akhamenid (Pers) iktidarının Batı Anadolu kent devletlerini yağmalaması ve burada bulunan düşünür ve okulların (ki özellikle İonia bu anlamda özel bir yere sahiptir) en yakın “Grek” kentlerine olan göçüyle açıklanabilir.[12]

Hellas kültür alanının Avrupa’da yarattığı en önemli etkilenimlerin bir sonucu, Yunanistan’ın coğrafi olarak sahip olduğu kültürel geçmişin somutluğunda AB’ye alınma nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Yine bugün Türkiyeli liberal arkeoloji çevrelerinin Batı sanatının ve düşünce sisteminin kökenine ilişkin, Anadolu konusunda ısrarlı olmaları, Avrupa özelinde siyasal bir kimliğe bürünmeye çalışmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Hellas’lıların erken dönemden itibaren uyguladıkları yayılmacı politika sonucu geniş bir coğrafya kontrolleri altına girmiştir. Grekler, M.Ö. VIII. yy’ın ortalarından itibaren koloni hareketliliği içerisine girmiş ve özellikle Karadeniz’in kuzeyi ile ticari anlamda oldukça önemli bir yerleşim olan Kuzey Suriye’nin pek çok kentini ele geçirmişlerdir. Sadece Miletos’un Karadeniz’de 90 koloni devletinin olması ve yine Euboia, Korinthos ve Atina’nın Kuzey Suriye’de 100’e yakın kolonisinin olması, bu coğrafyanın politikasının nesnel gerçekliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Karadeniz’in kuzeyinde bulunan İskitleri yönetimleri altına alan Grekler, özellikle bu coğrafyada bulunan altın gibi değerli madenleri kendi hesaplarına pazara sürmekte gecikmemişler, Al-Mina ve Naukratis gibi Yakın Doğu kentlerinin özellikle ticari liman özelliklerini M.Ö. IV. yy’ın sonuna kadar değerlendirmekten vazgeçmemişlerdir. Tam anlamıyla, Roma’nın erken bir modellemesi olan Grek iktidarının, kendisini hala “barbar”lardan farklı bir model veya farklı bir kültür olarak görmesi ve onun, günümüzde de bu formatta sunulmaya çalışılması, elbette liberal etki alanının dışında bir teorik zemin ile açıklanamaz ve açıklanmamalıdır da. Tarımsal hammadde ve yeni pazarlar bulmak amacıyla yapılan ve 200 yıl kadar sürmüş olan istila hareketi, M.Ö. 550 yıllarından itibaren, Akhamenidlerin (Pers) saldırılarının ardından sekteye uğramıştır. Pers Kralı I. Kyros’un (M.Ö. 559-529) Atina’yı ve özelde agorayı[13] yağmaladığı zaman, bu yapıları “birbirlerine yalan söylemekten çekinmedikleri” yerler olarak tanımlaması, dışarıdan bir gözle bu kültür üzerine bir edinim olarak yorumlanabilir.

Greklere karşı yine günümüzde, farklı bir teorik zemin yüklenerek ve abartılarak dillendirilen hususlardan biri de, “Hellas demokrasisi” olarak adlandırılan, ancak sadece ve sadece üst sınıflar arasındaki bir hiyerarşiye dayanan siyasal sistemdir. Tipik köleci bir toplum olan Greklerin başardıkları en önemli şey, Doğunun aksine var olan sanatsal alanı dönemin politik pratiğine uygun hale getirerek bu alana halkı dahil etmiş olmalarıdır. Örneğin, M.Ö. 448-432 yılları arasında yapılan Parthenon’un frizlerinde ilk kez tanrılarla Atina halkının beraber gösterilmesi, halka atfedilen öneme değil, doğabilecek bir Pers saldırısına karşı halkı arkasına alabilme kaygısına bağlanmalıdır. Günümüzde dahi naralar atılarak, demokrasinin ilklerinin yaşandığı dönem olarak gösterilen Antik Dönem Atina’sı M.Ö. 514 yılına kadar Tyran iktidarı altında kalmıştır ve yine aynı kent-devletinde, Tyranların seçimle geldikleri bilinmektedir ki[14] Grek kent devletlerinin en popüler oldukları dönemin Tyran iktidarı altında yaşanılan evre olması da, genel anlamıyla demokrasisi ile övünülen bu kent devletlerinin gerçek tablosunu çizmek için kayda değer veriler arasındadır.

Bugün; Hesiodes’in Thegonia’sında tam olarak karşımıza çıkan ve övgüyle anlatılan Grek Panteonu’ndaki yaratımların ve öznelerin pek çoğunun sömürü politikaları sonucunda farklı kültürlerden alınmış olması gerçeği, kültürel anlamda sömürünün en açık kanıtıdır. Tarihsel olarak “hiçbir zaman” herhangi bir kültüre bir şey veremeyen Grekler bu anlamda tarih sahnesinde sadece alan olarak karşımıza çıkar. Grek panteonunda var olan ve başat bir yere sahip olan Apollon’un, Artemis’in, Kybele’nin (Kuvava) Anadolu, Dionysos’un Mısır kökenli olması, Herakles’in Sümer mythoslarındaki Gılgamış’ın farklı bir modellemesi olması, sfinks, siren, grifon, gibi dekoratif yaratıkların tamamıyla Yakın Doğu (Asur, Babil, Mısır) Uygarlıklarına dayanması var olan kültürel sömürünün sadece birkaç örneğidir.

Günümüzde, oldukça popüler bir şekilde dillendirilen “Antik Grek Tarihi”, Batının sömürü politikalarının ilkel bir karşılığından başka bir şey değildir. M.Ö. V. yy’dan başlayarak önemli düşünürlerin ortaya çıktığı bu coğrafyayı sadece bu veri dahilinde irdelemek ve sadece bu felsefi ve düşünsel alandan sorumlu olmak, liberal bir bakış açısı ve irdelemeden başka bir anlam ifade etmemektedir. Atina iktidarı tarafından ölüme mahkum edilen Sokrates’in askerler tarafından götürülürken karısının yakarmasına ve “seni haksız yere götürüyorlar” şeklindeki feryadına, “haklı yere götürseler daha mı iyi” şeklindeki yanıtı, Greklilerin sadece bu düşünür özelinde politik kimliklerini göstermesi açısından önemlidir.

Antik Dönem siyasal tarihi direkt olarak, bir istila ve sömürü tarihidir. Bu veri dahilinde, kültürler arasında kategorik bir ayrıma gitmek ve bu ayrım üzerinden tanımlamalar yapmak ancak ikincil bir uygulama olabilir.

Günümüzde, liberal tarih anlayışının getirilerinden biri de; Grek kültür tarihini tarihsel olarak oldukça erken dönemlerde aramak olmuştur. Avrupa kültür tarihinin kökeni olduğuna inanılan bu kültür alanı popüler tarih anlayışının somutluğunda M.Ö. II. binin yayılmacı iktidarı Minos ile eşleştirilmekte ve pek çok yayında “Minos-Myken” adlandırması genelgeçer bir veri olarak görülmektedir. Minos iktidarı ile Myken iktidarı arasında nesnel bir akrabalık ilişkisinin varlığı hiçbir bağlamda kanıtlanmış değildir. Amisos’tan (Anadolu) Thera’ya (Hellas) kadar oldukça geniş bir coğrafyada koloni hareketliliği başlatan ve bu politikasını M.Ö. 1500 yıllarına kadar devam ettiren Minos iktidarının merkezi Girit’tir. Mykenai (Akhalar) iktidarının merkezi ise Hellas olmakla birlikte, yaklaşık olarak M.Ö. 1400’lerde Akhalar Girit adasını istila etmişler ve Minos iktidar alanını ellerine geçirerek sadece Girit’i değil gerek Batı Anadolu’da bulunan gerekse Yakın Doğu’da yer alan Minos kolonilerini kendi egemenlik alanları arasına katmışlardır.

Hellenlerin, tarihsel olarak dönemin diğer iktidarları ile kategorik bir ayrımı bulunmamakla birlikte böyle bir ayrımın var gibi gösterilmesindeki tek neden, Avrupa kültürel köken arayışı ve kendisini Hellen tarihine bağlamasıdır. Ve bugün, liberal bir bakış açısıyla Antik Dönem kent-devletleri ve imparatorlukları arasında “ulusçu-yayılmacı” ikiliği yaratmak, basit akademik tartışmaların dışında bir anlam ifade etmemektedir.

Sonuç yerine

Günümüzde Antik Dönem siyasal tarihi üzerine yapılacak olan her değerlendirme sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu önermesinden yola çıkmak zorundadır. Bu önermeyi izlemeyen herhangi bir irdeleyiş biçimi, kendisini liberal tarih anlayışının ortasında bulmak durumundadır. Antik Dönem Atina’sının yayılmacı ve istilacı politikasını ikincil bir etmen olarak bir kenara bırakarak, bu coğrafyada ortaya çıkan akademiaları öne çıkarmak ve Atina’yı bu veri dahilinde incelemeye tabi tutarak, özelde Atina’yı genelde ise Hellas’ı salt “felsefe ve disiplinize edilmiş düşüncenin kökeni”nin arandığı mekan olarak kaydetmek Marksizmle ilişkisiz ve liberalizmin koynunda olan bir yaklaşım tarzıdır.

Antik Grek Kültürünü sadece bazı üst yapı öğelerini ele alarak konumlandıran her türlü yaklaşım, “Görkemli Grek Kültürü” altında ezilecek ve direkt olarak dönemin diğer Doğu ve Yakın Doğu toplumları ile kategorik bir ayrım gözetmenin zorunluluğuna vurgu yapacaktır. Sömürücü ve istilacı Greklerin, “barbar”lardan kategorik bir ayrımının olduğunu vurgulayan her teorik zemin, bu ayrımı somutlandırmak zorundadır –elbette “barbar”lar ile yapılacak olan karşılaştırmalarla…

 

[1] Homeros bugün “Avrupa Edebiyatı”nın ilk ozanı olarak nitelenmektedir.

[2] Schliemann; bir tüccar olmakla birlikte, Kıta Yunanistan’da yer alan Mykenai kazılarını da ilk başlatan isimdir.

[3] Bu tarih, Troia II katmanı olmakla birlikte, o dönem Troia kazılarında tabakalaşmalar tam olarak ortaya çıkarılamadığı için Schliemann böyle bir öneri ortaya atmıştı.

[4] Primaos, savaşın olduğu evrede Troia kralı olarak karşımıza çıkmakla birlikte, Hektor ve Paris’in babasıdır. Akhilleus’un öldürdüğü ve atına bağlayıp Troia surları çevresinde sürüklediği, ardından Akha garnizonlarına götürdüğü Hektor’un cesedini, yalvararak Akhilleus’tan isteyen yine kral Primaos’tur.

[5] M.Ö. 700 yıllarına gelindiğinde Grekler yazıyı direkt olarak Fenikeli tüccarlardan öğrenmişlerdi. (Günümüzde epigraflar, Grek alfabesinin kökenini net olarak Fenike alfabesine dayandırmaktadırlar.) Ne kadar acı ki, kendi kahramanlık hikayelerini yazacak alfabeleri bile olmayan Hellas’lılar bunun için 500 yıl beklemek zorunda kalmışlar ve yine ne kadar trajiktir ki, bunun için “barbar” bir kültüre dayanmak zorunda kalmışlardır.

[6]Birgit Brandau, Hartmut Schicker, Hititler, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2003. s.314 

[7] Grekler; Grekçe konuşmayan halklara “barbar” derken, Romalılar kendilerinden daha az gelişmiş olan halkları “barbar” olarak nitelemiştir. Ancak, gerek Grekler (Romalılar tarafından), gerekse Romalılar barbarlar tarafından tarih sahnesinden silinmişlerdir.

[8] M.Ö. I. binde, M.Ö. 650 yıllarına kadar Hellas coğrafyasında ne taştan mimari vardır, ne de planlanmış olan bir kent yapılanması. Oysa ki bu dönemde Greklerin tabiriyle; “barbarlar” (Mısır, Babil, Asur, Urartu vd.), taş mimaride en somut konut mimarisini ortaya çıkarmakta gecikmemişler, tapınakları ise Greklerde olduğu gibi ahşaptan değil taş ve bazalt olarak adlandırılan nesneleri işleyerek oldukça anıtsal yapılar ortaya çıkarmışlardır. Tapındıkları tanrıların heykellerini bile taştan yapamayan (M.Ö. 600’lere kadar) ve heykel yapım tekniklerinden işlemeye kadar tüm becerileri Mısır’dan öğrenmiş olan Greklerde şehircilik anlamında ise ilk planlama olgusuna ancak M.Ö. V. yy’da rastlanmaktadır. Oysaki M.Ö. I. binin erken safhasında Van bölgesinde planlanmış kent örnekleri olduğu bilinmektedir. İlk yaptıkları heykeller ile gurur duyan Hellas’lıların, bu heykellerin tam anlamıyla Mısır tarzında olması onlar için elbetteki olumsuz bir şeydi, ancak bunun dışında bir alternatifleri bulunmamaktaydı ve Mısır’da bu heykeller Hellas’lılardan tam olarak 2000 yıl önce ortaya çıkmıştı. Yine, M.Ö. II. binde devlet yazışmalarında yazıyı kullanan Doğu (Mısır ve Hitit), oldukça sistematik tarzda bir yazı kullanım alanını oluşturmuşken, bu dönemde Hellas’ta “Linear B” olarak adlandırılan oldukça basit ve sadece ticari malların mühürlenmesinde kullanılan işaretlerden oluşan bir yazı kullanmıştır ki, bu dönemde hiçbir şekilde, Akha iktidarının yazışma alanında ve diğer alanlarda kullandığı bir yazı bulunmamaktaydı.

[9] Frank Kolb, “Homer Nasıl Ömer Olur?”, Bilim ve Ütopya, 2003, S. 112, s.22-24

[10] Tunca Arslan, “Hektor’dan Yana Olmak”, Aydınlık, 30 Mayıs 2004, s.55

[11] Bugün Avrupa’da pek çok yapının İon, Dor ve Korinth düzeninde yapılması ve hatta yapıların üçgen alınlıklarına figürlerin yerleştirilmesi Grek kültürüne olan abartılı bağlılığın somut karşılığıdır.

[12] Eğer burada, Batı Anadolu ile Hellas arasında antik dönemde kategorik bir ayrımın gözetilemeyeceği ileri sürülürse; kullanılan dil, kültür ve lehçelerin (İon ve Dor) farklılığı açıklanmak zorundadır.

[13] Agora, Grekçeden başka bir dilde karşılığı olmamakla birlikte, Grekli vatandaşların “özgürce” toplandığı ve politikanın nabzının attığı yer olarak nitelenmektedir. Platon; Agora’nın kutsal alanlara yakın yapılması gerektiğini vurgularken, Aristotales, Agoralara herkesin alınmaması gerektiğini ifade eder. Demosthenes ise; Agora’yı ayak takımının toplandığı yer olarak tanımlar.

[14] Atina’daki son Tyran iktidarı Peistratos Sülalesi olmakla birlikte M.Ö. 514 yılında bu sülalenin son üyesi olan Hipparcos’un sürgün edilmesiyle yeni bir döneme geçildiği kaydedilmektedir. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar