Ana SayfaArşivSayı 51-52Zeki Erginbay’ın Katlinin 33. Yılı

Zeki Erginbay’ın Katlinin 33. Yılı

Zeki Erginbay’ın Katlinin 33. Yılı

 

Zeki Erginbay, katledilişinin 33. yılında çeşitli etkinliklerle anıldı. Ankara’da Erginbay’ın anısına Sosyalist Parti tarafından, “Kontrgerilla, Ergenekon ve Faili Meçhuller” başlığıyla bir panel düzenlendi. 7 Şubat’ta İnşaat Mühendisleri Odası toplantı salonunda gerçekleştirilen panel, Necla Kurul’un yönetiminde İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan, Barış ve Demokrasi Partisi Milletvekili Pervin Buldan, Sosyalist Parti Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kahya ve İnşaat Mühendisleri Odası eski yöneticisi Mustafa Atmaca’nın katılımıyla yapıldı.

***

1948 yılında İstanbul’da doğan Zeki Erginbay, 12 Mart 1971 darbesinden önce İTÜ İnşaat Fakültesinde öğrenciydi. Erginbay, TİP ve devrimci gençlik saflarında yer aldı. Darbeden sonra tutuklandı. Sağmalcılar, Davutpaşa, Selimiye ve Maltepe cezaevlerinde kaldı.

1974 affıyla salıverildikten sonra Genç Sosyalistler Birliği ve daha sonra da Kurtuluş grubu içinde yer aldı. Bu arada, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin Teknik Güç adlı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmaya başladı.

Zeki Erginbay 23 Ocak 1977 tarihinde İMO İstanbul Şubesi’nden çıktıktan sonra kaçırıldı. Tüm aramalara rağmen bulunamayan Zeki Erginbay’ın, göğsüne bir kurşun sıkılmış cesedi, 2 Şubat 1977’de Ömerli barajında bulundu.

***

Panelde yapılan konuşmalar kısaca şöyleydi:

• Öztürk Türkdoğan

Faili meçhul cinayetler bir devlet politikasıdır. Devletin uyguladığı cezasızlık politikasıdır. Cezasızlık, suç olarak tanımlanan eylemlerin kovuşturulmamasıdır. Türkiye’de yaşanan faili meçhul cinayetlerin üstü örtülüyor, bu cinayetler takip edilmiyor. Cezasızlık politikasının anayasal dayanakları var. ’82 Anayasası’nın geçici 15. maddesiyle cuntacılar ve diğer dokunulmazlık zırhlarıyla görevliler yargılanamıyor. Bir faili meçhul cinayeti araştırmaya başladığınız zaman karşınıza sorumluların dokunulmazlık zırhları çıkıyor. Bu zırh kaldırılana kadar davalar zaman aşımına uğruyor, hasıraltı ediliyor.

Bizim dernek olarak 1990 yılında başlattığımız raporlama çalışmaları da faili meçhullerin bir devlet politikası olduğunu gösteriyor. 1990 ile 2008 yılları arasında tespit edebildiğimiz faili meçhul sayısı 2837 kişi. 1990’da 11 faili meçhul ve cinayet, gözaltında ve cezaevinde öldürülen 12 kişi var. 90’dan sonra Kürt hareketine yönelik saldırıların artmasıyla beraber bu sayı artıyor, 92’de 362, 95’de 351 faili meçhul var. Bununla beraber zorla kaybetme vakaları var. 1980-93 arası 52, 94’de 328, 95’de 220, 96’da 194 zorla kaybetme olayı var.

Gerçi 2004 yılından sonra zorla kaçırırarak infaz etme bulunmuyor, ama faili meçhuller devam ediyor. 2009’da dur ihtarına uymadığı gibi gerekçelerle öldürülen 46 kişi, gözaltında ve cezaevlerinde işkence, hastalık, baskı sonucu intihar gibi sebeplerle öldürülen 39 kişi var. Bu rakamlar yapılan başvurular sonrasında bizim sınırlı imkânlarımızla belirlenen rakamlardır; bu nedenle minimum rakamlardır, gerçek sayının bu sayıdan daha fazla olduğunu biliyoruz. Bir işkence davasına karşılık 77 adet “polise mukavemet” davası açılıyor.

Yapılacak en önemli şey, unutmamak ve unutturmamaktır. Çünkü unutmak, kaygısızlığın kültüre sirayetine neden olur. Sürece müdahillik çok önemli, bu anlamda hukukçulara çok iş ve görevler düşüyor.

• Pervin Buldan

İlk faili meçhul Sabahattin Ali’dir. Ben de faili meçhullerin devlet politikası olduğunu söylüyorum. 1990’lar sonrasının siyasi cinayetleri 1991’de Vedat Aydın’la devam etti. HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesinden sonra muhalif kesimlere yönelik faili meçhul cinayetler, kaçırılmalar hız kazandı. “91-95 konsepti” dediğimiz dönemde bu uygulamalar hız kazandı ve binlerce cinayet işlendi. Bu cinayetlerin yöntemi, kullanılan kurşunlar bile aynı. 1991-95 arasında faili meçhuller çok yoğunlaştı, aynı odaktan, aynı yöntemlerle yapıldı, yapan örgütler biliniyordu. JİTEM, Kontrgerilla…

Susurluk kendiliğinden ortaya çıktı, ama yapılan Meclis araştırması devlet tarafından engellendi ve dosya gereği yapılmadan kapatıldı. Eğer Zeki yoldaşa sıkılan ilk kurşunun failleri aydınlatılmış olsaydı, biz bugün 17 bin faili meçhulden söz etmiyor olurduk. Benim, benzer bir cinayete kurban giden eşim Savaş Buldan’la ilgili Susurluk Komisyonu’na ifade vermem engellendi. Savaş Buldan’ın öldürülmesi Ağar tarafından açıkça savunuldu. Çiller faili meçhullere övgü dizdi.

İbrahim Şahin’in, “Savaş Buldan’ın öldürülmesi devlet için faydalıdır” demesi, Mehmet Ağar’ın “Ben devlet için bin operasyon yaptım” demesi, Mesut Yılmaz’ın “Duvardan bir tuğla çekersek altında kalırız” demesi birer itiraftır ve devletin bütün kademelerinin yaşananların ne olduğunu bildiğini gösterir.

Geçmişiyle yüzleşmeden Türkiye demokratikleşemeyecektir. Geçmişi karanlık bir ülke olarak AB’ye giremeyecektir. Ancak devlet Ergenekon davası sürecinde Kürdistan boyutunu hiçbir zaman gündeme almadı. Bunların açığa çıkmadığı hiçbir süreç Türkiye’ye fayda sağlamayacaktır. Yapılan her şey bizce boştur, hiçbir şey ifade etmez. Bütün kayıplar, infazlar açığa çıkarılırsa, ancak o zaman bir adım atılabilir ve biz de AKP’nin samimiyetine inanırız. Bu zihniyet ile AB’ye de girilemez.

Geçmişteki faili meçhul dosyalarını yeniden açtırmak için çalışıyorum. Bu konuda İçişleri Bakanlığı’na verdiğim soru önergeme verilen cevap, “Bizim dönemimizde işlenmiş faili meçhul cinayet yoktur” şeklinde oldu. Oysaki bu da yalan. Hrant Dink, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Festus Okey ve adını hatırlamadığım birçok cinayet bu dönemde işlenmiştir ve AKP bunlardan doğrudan sorumludur.

Açılım yapacağız diyorlar, ama açılım faili meçhulleri aydınlatarak olur. Kürt Sorununun çözümü faili meçhul cinayetlerin çözümünden geçer. Türk annelerine sesleniyorum; savaşta ölen çocuklarının hesabını sorsunlar, ”Diğer çocuklarım da bu yolda feda olsun” demekten vazgeçsinler.

• Mustafa Kahya

Zeki Erginbay’ın adını anmaktan çok, onun uğruna öldüğü idealler için mücadelenin ne durumda olduğunu ve onun katlediliş şeklinin daha sonra nasıl sistemleştirildiğini irdelemek üzere yapacağım konuşmamı…

Zeki Erginbay’ın 33 yıl önce katledilmesinden sonra faili meçhule on binler kurban gitti. Bizim için “faili belli” olan faili meçhul cinayetlerin bugünkü sistem içinde açığa çıkarılması mümkün değil. Zeki’nin katlediliş yöntemi sonrakilerle aynıdır. Bugün yaşanan Ergenekon sürecinin bu bakımdan politik anlamını irdelemek gerekiyor. Egemenler arasında muhafazakârlık adı altında da olsa liberal politikalarla ulusalcılık arasında süren bir mücadele var. Bugün sol bu dava üzerinden ikiye bölünmüş durumda. Ulus devletçiler yani Ergenekoncular, kendilerine “vatan sevdalıları” diyorlar. Elli bin Kürt öldürüldü; bu vatan sevdalılarının kılı kıpırdamadı.

Öncelikle bugün egemenler arasında yaşanan çatışma, birbirlerini yok etmek üzere değil, yeniden dizayn edilen Türkiye’de kimin daha fazla rol alacağına ilişkindir. Bu tahlili yapamayanlar Taraf çizgisine kayıyorlar. Bizim ise hangi tarafta olmamız gerektiğini Tekel işçilerinin direnişi gösteriyor. Bugün Tekel işçilerinin direnişi ekonomik boyutu aşmış, tüm sınıfları etkileyen, siyaseti belirleyen temel etkenlerden biri olmuştur. Tekel direnişi Kürtlerle Türkleri mücadele içinde kaynaştırabiliyor. Tekel işçileri bu ülkenin demokratikleşmesi için hangi güçlerin yan yana gelmesi gerektiğini gösteriyor.

Biz ezilenlerin yanındayız, darbeciliğe karşıyız, ama ABD patronajında ülkenin yeni dizaynına aracılık edenlere, yani AKP’ye de dikkat çekiyoruz. AKP Genelkurmayla danışıklı olarak Ergenekon’u sorguluyor. PKK’nın 2005’te alınan tasfiye kararı da AKP ile ABD arasında anlaşmalı olarak uygulamaya çalışılmıştı.

Ergenekon’un ortaya çıkarılmasına destek olalım, ama “Fırat Suyu Kan Akıyor”a da dikkat çekelim. 1500 seçilmiş Kürt yönetici içeri tıkılıyorsa AKP’nin samimiyeti nerede? Buna sessiz kalan emekçi kendi geleceğine de sessiz kalıyor demektir. Bugün yüzümüzü Kürdistan’a dönmeden, orada mücadele edenlerin ne için mücadele ettiğini batıda anlatmadan faili meçhullerin hesabını soramayız. Ezilenlerin birliğinden başka güvencemiz yok. Bugün, ezilenlerin mücadele birliğinin politik iradesinin açığa çıkarılması gerekmektedir…

• Mustafa Atmaca

Öncelikle Zeki Erginbay’ın örnek devrimciliğini saygıyla anıyorum. Zeki’nin katledilmesi, onun sınıf kavgasını yaşam biçimi haline getirmiş militan bir devrimci olmasıyla ilişkilidir. O, önder bir devrimci olduğu için hedef seçildi. Zeki öldürüldükten sonra İlhan Selçuk’un ona ilişkin yazdığı yazıdan aktarma yapmak istiyorum:

“Belleğimin ilk anıları Davutpaşa Kışlasının tutuklular bölümünde başlıyor. Yıl 1972… Zeki’yi ilk kez orada görmüştüm… bir köylü durağanlığının bilgeliğiyle, şehir çocuğunun zekası buluşmuştu Zeki’de. Gösterişsiz ama özlü bir devrimciydi… Geçmiş yıllarda devrimcilik yollarında patırtı gürültü eden çok kişi gördük. Görevlerini alçak gönüllü bir sessizlikle yerine getirenlere boş verildiği bir dönem yaşandı. Bundan böyle devrimci kesimde değer yargılarının daha sağlıklı oluşması için artık bu konuda özen gösterilmesi gerektiği kanısındayım… Çok şamata yapan nice kişinin 12 Mart sınavlarında sıfır aldığı görüldü. Alçakgönüllü ve sessiz nice kişi kaya gibi çıktı. Ne kırık not alanları kınıyorum, ne de kaya gibi duranları göklere çıkarıyorum. Yaşadığımız olaylara insani yönden anlayışla yaklaşmak gerekir. Öylesine uzun bir yol var ki önümüzde, olan-bitenleri hoşgörüye karşılamak ve izlemek gerekir. Ne var ki bir görevimiz de gerçek değerleri tanımak, sevmek, tanıtmak değil midir? Zeki gerçek bir değerdi.”

Zeki Erginbay’ın bir militan devrimci sıfatını çok haklı olarak taşıdığını İlhan Selçuk onun katledilmesi sonrasında yazdığı makalede böyle ortaya koymuştu.

Devletin, Zeki’nin “katli vaciptir” karar ve “operasyon” nedeni için TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) meslek kuruluşundaki mühendis ve mimarların sendika mücadelesi tarihine gitmek gerekir.

1950, dünya emperyalist kapitalist sisteminin dönüşüm tarihlerinden biridir: 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı sonrasında bozulan sosyal, siyasal ve ekonomik dengelerin yeniden kurulması ve kaynakların kapitalizmin hizmetine sunulması için dünya coğrafyasının ülke sınırları da dahil olmak üzere çok önemli değişiklikler İkinci Dünya Savaşı ile yeni bir aşamaya taşınmıştır. Önceki dünya egemeni İngiltere bu patronajını ABD’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Yeni kapitalist egemen ABD, dünyanın yeniden tasarımına askeri güç alanında 1949’da NATO’yu kurarak başladı. NATO sadece “ortak savunma” amacıyla kurulmamıştı elbette. NATO, üye devlet yapılanmalarına kadar her alanda etkin bir örgüt olmuştur. “Gladyo” adı altında gizli silahlı örgütlenmelerle toplumsal muhalefetin karanlık yöntemlerle bastırılması için üye ülkelerin “derin devlet” yapılanmaları da NATO komutası altına alınarak çok daha organize hale getiriliyordu. Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları, İttihat ve Terakki geleneğinin buna benzer ”derin devlet” işlerini “Teşkilat-ı Mahsusa” ile yürütmüş ve bunu sonraki yıllarda da devam ettirmişlerdi. Bu nedenle NATO’ya girebilmenin rüşveti olarak önce Kore Savaşına girildi. Bedel, 750 askerin ölümü ve 2500 askerin sakat kalması oldu. NATO’ya girildi ve hemen “derin işler” Gladyo patronajında yürütülmeye devam edildi. Bu Gladyo “organize işler”i devletin tarihten devraldığı hareket tarzına o kadar uydu ki, ilgili kadrolar, Batılı ülkelerin birçoğunda gidilen uygulamaya, yani Gladyo’yu ortadan kaldırma ve bu tür işleri daha modern tekniklerle ve “temiz” olarak yürütmeyi öngören yeni derin devlet versiyonuna geçilmesine bile halen karşı durmaktadırlar.

1950’li yıllar, kapitalizmin Türkiye’deki gelişimi doğrultusunda, çeşitli dallardaki mühendis ve mimarların örgütlü bir yapıya kavuşmasını gerektirdi. Diğer meslek örgütleriyle birlikte 1954 yılında Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) kuruldu. 1952’de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (kısa adıyla TOBB), 1953’de Türk Tabipler Birliği’nin (TTB), 1956’da Türk Eczacılar Birliği’nin (TEB) kuruluşunu kaydedebiliriz.

1960’lı yılların sonlarına kadar TMMOB –diğer meslek örgütleri gibi– devletin, demokratik ihtiyacından değil ama, devletin amaçlarına uygun meslekçilik esaslı korporatist bir örgüt olarak, amacına uygun faaliyet yürüttü. 60’ların sonuna kadar da meslek sorunları ötesinde herhangi bir çalışması olmadı. Bunun yansımasını İnşaat Mühendisleri Odasının yayın organı olan Teknik Güç’de görmek mümkün. 60’ların sonuna kadar meslek sorunları dışında tek bir başlık yok.

60’lı yılların sonuna doğru Türkiye ezilenlerinin ve onun bir parçası olan işçi sınıfının mücadelesi gelişmeye ve sertleşmeye başladı. Dünya kapitalizminin 1973-75’teki yeni krizinin çok önemli işaretleri 60’lı yıllarda görülmüş ve krizin belirtileri yeni gelişmeye başlayan Türkiye kapitalizminde de görülmeye başlamıştı.

Sınıf örgütlenmesi de bu çerçevede hız kazandı. İlk grev 1963 yılında Kavel Kablo Fabrikasında 170 işçinin işi bırakmasıyla başladı. İşçi sınıfının bir parçası olan mühendis ve mimarların, az sayıda olmaları nedeniyle başta görece yüksek olan ücretleri, sayının artmasına paralel olarak işçi ücretlerine yaklaşma eğilimine girdi. Bu ve diğer sınıfsal ve politik gelişmeler, sınıf mücadelesi araçlarından biri olan sendikalaşmayı ihtiyaç haline getirdi. 1965 yılı Haziran ayında çıkarılan 624 Sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu ve Devlet Memurları Kanununun 226-229. maddelerindeki düzenlemelerle devlet dairelerinde memur olarak çalışan mühendislera sendika kurma hakkı tanındı. Buna göre, 14 Ekim 1965 tarihinde “İnşaat Yüksek Mühendisleri ve Mühendisleri Sendikası” kuruldu. Bu dönemde tek tek mühendis ve mimar odalarıyla, üst birlik olan TMMOB arasındaki uyuşmazlıklar nedeniyle sendika, sembolik olmanın ötesine geçemedi ve sonunda kapandı.

1961 Anayasasının 46. Maddesi sendika kurma hakkını tanıyor olmasına karşın Sendika Yasası işçi ve memur statüsünde olmayanların sendika kurmasını engelliyordu. Büyük mücadeleler sonucunda İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İstanbul Şubesi, serbest ve ücretli çalışan tüm mühendis, tekniker ve teknisyenleri tek bir çatı altında toplayan sendikayı, TEKSEN adı altında 12 Şubat 1970 tarihinde kurdu.

Mühendislerin ve diğer teknik personelin toplumsal muhalefetle kurduğu ilişkinin hızla büyümesi, oda yönetimlerinde söz sahibi olması ve TEKSEN çatısı altında ortak bir sendikal mücadelenin örgütlenmeye başlaması, teknik elemanların sorunlarının dile getirildiği yerlerin kapalı mekanlardan çıkarak alanlara taşınmasını da beraberinde getirdi. Bu doğrultudaki en önemli ve güçlü adım, 18 Nisan 1970 tarihinde gerçekleştirilen Teknik Eleman Mitingi ve Yürüyüşü olmuştur.

1970’de gerçekleşen bir başka önemli değişiklik, meslek odası yönetimlerine sosyalist ve devrimci mühendis ve mimarların gelmeye başlamasıdır. 12 Mart 1971 darbesi tüm ezilen mücadeleleri gibi mühendis odalarını da ezdi. TEKSEN kapatıldı, oda yöneticileri içeri atıldı. Devletin şiddet tekeline karşı mücadele eden silahlı devrimci grupların mensupları fiziksel imhaya uğradı. 12 Mart faşist darbesini yapanların siyasi iktidara 12 Eylül’de olduğu gibi direkt olarak gelip oturmaması vb. faktörlerden dolayı, bu darbenin ilk saldırısını atlatan devrimciler hızla toparlanıp mücadeleye artan bir ivmeyle devam etti.

1973-74’den sonra yeni bir devrimci dalga yükselmeye başladı. Darbe sonrası oda yönetimlerine tekrar seçilen solcular, 1973’te de, odaların üst birliği olan ve yönetimi darbecilerle işbirliği yapan TMMOB’nin yönetimini ele geçirdiler. TMMOB’de Teoman Öztürk’le temsil edilen politik çizginin mücadelesi, “mühendislerin sorunları halkın sorunlarından ayrı olarak çözülemez” ilkesi rehberliğinde yürütülmeye başladı. Bu tarih ve ilke ile TMMOB ezilenlerin yanında yer almaya başladı. Bu muhaliflik, TMMOB’nin devletin adeta hasım saydığı bir örgüt olarak görülmesine neden oldu. Bu değişimi Teknik Güç’te de izleyebiliyoruz. Artık oda yönetiminde yer alan sosyalistler, ülke sorunları ile meslek sorunlarının iç içe olduğunu işlemeye başlıyorlar Teknik Güç Dergisinde.

1974’de sendikalaşma çalışmaları yeniden başladı ve hemen sendikalar kurulmaya başladı. Önce Tüm Teknik Elemanlar Derneği TÜTED kuruldu ve bu dernek, sendika kurma çalışmalarının öncülüğünü üstlendi. TÜTED, TMMOB ve TEK-DER’den oluşan bir yürütme komitesi oluşturuldu. Birinci Teknik Eleman Kurultayı 1974 yılında, İkincisi 7-8 Haziran 1975’de Ankara’da toplandı. Üçüncü Teknik Eleman Kurultayının 1976’da Ankara’da toplanması için karar alındı.

Zeki Erginbay 1973 Affından faydalanarak hapisten çıkar çıkmaz İTÜ’deki öğrenciliğe ve devrimci mücadeleye kaldığı yerden başladı. O asıl işçi sınıfı içinde çalışma yürütüyordu. Bu sefer, TÜTED’le teknik elemanların sendikalaşma faaliyetinin içindeydi. Sınıfın içinde çalışmakta olan Zeki, teknik elemanların sendikalaşması mücadelesinde de önemli rol oynuyordu. Nisan 1976’da, İMO İstanbul Şubesi tarafından 88. sayısı yayınlanacak olan Teknik Güç Dergisinin yazı işleri müdürü oldu. Zeki, hemen birkaç sayı sonra, bu derginin 91. sayısından itibaren sendikalaşma konusunu işlemeye başlıyor.

Teknik Güç’teki çizgi değişikliği ve sınıf mücadelesindeki kararlılığını anlamak için eski sayı başlıklarıyla Zeki’nin yönetimindeyken konulan başlıkları karşılaştırmak yeterlidir.

– Ortak Mesleki Denetim Başlıyor (Sayı 49, Temmuz 1974)

– Yan Ödeme Uygulaması Mutlaka Düzeltilmelidir (Sayı 52, Ağustos 1974)

– TÜTED’de Birleşelim (Sayı 72, Haziran 1975)

– Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor / İşçi Sınıfına Uzanan Eller Kırılacaktır / Altınok Mühendislikte Greve Hazırlık (Sayı 91, Temmuz 1976, Zeki’nin çıkardığı 3. sayı)

– TMMOB Teknik Eleman Örgütleri, İşçi Memur Ayrımı Teknik Elemanlar Arasında Ayrıcalık Yaratıyor / İktidarın Doğu Halkına Karşı Umursamaz Tavrı Sürüyor – Muradiye Depremi- (Sayı 96, Ocak 1977. Bu, Zeki’nin çıkardığı son sayıdır.)

91. sayıya, “Sendikalaşma mücadelesi sürüyor. İşçi sınıfına uzanan eller kırılacak” başlığı atılıyor. Zeki böylece odadaki mücadelenin sınıfla ilişkisinin önemini gösteriyor.

Bu gelişmeler gösteriyor ki, devlet için, muhalif bir örgüte dönüşen TMMOB’nin sınıf sendikacılığına üçüncü kez yaptığı öncülük çok sıkı ve kararlıdır. Bu gelişmenin en önünde, en kararlı ve devrimci tavırla öncülük edenler arasında kim var? Bu soruya, o konjonktürde devletin derininde verilen cevaptır Zeki Erginbay’ın katli…

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar