Ana SayfaArşivSayı 49Aydınlanmacı Olmayan Bir Sol Tahayyül Üzerine

Aydınlanmacı Olmayan Bir Sol Tahayyül Üzerine

Deniz Tokgöz

Teori ve Politika dizisi, kendini Türkiye devrimci hareketini aynı anda hem yanına hem de karşısına alma biçiminde somutlaşan konumlandırışı, akademizme dalmaktan imtina eden Marksist ve mütevazı kimliğini korumakta ısrarlı üslubu ile direngenliği şeklinde özetlenebilecek sebeplerle birkaç yıldır takibe aldığım yayınlar arasında. Takip ediyor olmamın bir diğer önemli nedeni ise, sahip oldukları ve görece ‘soluma’ denk düşen konumlarının üzerimde daimi surette bir ‘pozitif tedirginlik’ yaratmasıdır. Savunduğum siyaset ve devrim perspektifinin geçerliliğini devamlı olarak sorgulamaya ve yeniden şekillendirmeye iten bu türden bir sol düşünsel zemin arayışı, kendi ‘sol’umu bulmam ve Marksizmi yeniden ve yeniden yorumlamam konularında beni tetikte tutmaktadır. Dizinin; “Hayata Dönüş Operasyonu”ndan günümüze uzanan, Türkiye topraklarındaki devrimci hareketin sönümlenmesi ihtimalini ortaya koyması bakımından Melik Kara tarafından ‘Post-Devrimcilik Dönemi’ olarak adlandırılan evre, ve bu yeni ve özgün olduğu iddia edilen evreden çıkış yollarının tartışıldığı Yaz 2007’den 2008 sonuna uzanan ayağının esas halkasını teşkil eden tartışmanın üzerimde az önce bahsettiğim türde etkileri ve zihnimde canlandırdığı sorular oldu. Her yönden hayırlı nitelikte olan bu kişisel reaksiyonun ilk olumlu kısmı, Teori ve Politika dizisinin genelinde çeşitli nüvelerini fark edebilmiş olmama rağmen son sayılarına değin böylesi ‘tok’ ve net bir biçimde formüle edilmemiş olan, dizinin Marksizmin ‘ontolojik bütünlüğü’nü meydana getiren ‘teori-politika-pratik’ üçlüsü hususunda savunduğu ve Türkiye devrimci hareketinin dünü-bugünü-ve-geleceğinin tasvir-tahlil-ve-tahayyülüne yönelik dolaysız implikasyonları olacak tutumun çarpıcı kimyasını keşfetmem oldu. Bu kimyanın bileşenlerinin net ve öz şekilde ortaya konmasının, aynı ontolojik bütünlüğe dair sahip olduğum ve Kara tarafından ‘işçici-sosyalizmci’/Aydınlanmacı olarak nitelendirilebilecek kişisel konumlanışımı sarsmasa dahi, beni, bu konumlanışı bir kez daha sorgulamaya ve bu pozisyonun teorik ve pratik geçerliliğini bir kez daha aramaya ittiğini söyleyebilirim. Zihnimde canlanan düşünce ve soruları ise, konumuzun Aydınlanma düşüncesi ekseninde biçimlenen içeriğini anlaşılır kılmaya çalışacağım bir bölüm ile beraber kabaca özetlemeye çalışacağım.

Aydınlanma ve reddi: İki yol

Maddi üretim süreçleri, üzerinde ilerlediği insan uygarlığının devamlı yayılış çizgisinin son birkaç yüzyıllık yakın geçmişi dahilinde ani bir niceliksel sıçramaya yol verecek biçimde ‘üstel’ (katlanarak çoğalan) bir hızla gelişerek ilerledi. Maddi üretimin çekirdeğindeki sömürü dinamiği, maddi bolluk ve yoksunluğun üretilmesinin yüksek ivmeli niteliğiyle beraber kabuk değiştirdi. Sömürünün bu yeni formu, aynı yüksek ivmenin yardımıyla dünya-tarihsel bir gerçeklik haline geldi. Kapitalizm-öncesi toplumsal formasyonların, maddi (meta ve sermaye) ve ideolojik (bilim, politik felsefe) olanın yerelin çok ötesine uzanabilmesini sağlayacak türden dönüşümü sağlandı. 18. yüzyıl menşeli Aydınlanma düşüncesi, bu dönüşüm sürecinin göbeğinde kapladığı ideolojik hacimle; maddi ve ideolojik zulmün bu yeni biçiminin meşruiyetini sağlamakla beraber, tarih boyunca bolluk ve yoksunluğun üretiminin merkezinde bulunmuş olan farklı sömürü dinamiklerinin tamamına yöneltilmiş olduğu gibi bu dinamiğin kapitalist formuna da yöneltilecek olan radikal toplumsal eleştirilerin, bilimselliğin bütünlüğü içinde kavranılabilmesinin olanağını sundu. Aynı paradigmanın insan aklına biçtiği değer, tarihin hiçbir döneminde tecrübe edilmemiş boyutlarda insan cefası yaratmak ve bu cefayı ‘objektif akıl’ türünden bir garabetin parlattığı düşünsel zeminde meşrulaştırmakla beraber; ezilenlerin, ezenlerin başlarındaki hareyi yere çalmasının imkanını teşkil edecek bir başka zemini inşa etti.

Aydınlanma evreninin –hırçın ve asi de olsa en nihayetinde– ‘çocuğu’ olan Marksizmin, dünyanın pek çok coğrafyasında dünyayı klasik Marksizmin felsefi-politik yönelimleriyle şekillenmiş bir gözle gören ve yolunu Marksist nitelikte olduğu iddiasındaki bir rotayla tayin eden yüzlerce siyasal hareketin üzerine yükseldiği düşünsel zemini oluşturan Aydınlanma düşüncesinden –Teori ve Politika dizisinin güncel politik gelişmeler karşısında elzem gördüğü– kopuşunun ise, benim görebildiğim kadarıyla, biri halihazırda dizinin son bölümleri tarafından anahatları çizilmiş olan iki istikamete işaret ettiğini düşünüyorum.

Bunlardan ilki; Teori ve Politika’nın, Marksist siyaset ve devrim kuramının işçi sınıfına sunduğu ‘ontolojik ayrıcalığın’, bu ayrıcalığın ‘Marksizmin tarihsel doğuş koşulları’nın belirleyiciliğine atfedilerek geçersiz kılınması ile özellikle Türkiye örneği üzerinden tartışacak olursak, Türkiye burjuvazisinin sınıfsal egemenliği üzerinde yükselmekle birlikte bu egemenliği pekiştiren tüm üstyapı kurumlarıyla beraber ‘laik burjuva cumhuriyet’in kendisinin tarihsel anlamda ilerici pozisyonunu reddi üzerinden kurguladığı teorik pozisyondur. Türkiye topraklarında TKİP örneğinde billurlaştığını söyleyebileceğim ‘işçici’ kavrayış ile en tutarlı biçimde TKP’nin temsil ettiği konusunda şüphe duymamıza gerek olmayan ‘korumacı-aşmacı’ yaklaşımın aşılması, Teori ve Politika’nın kökünü sağlam bir bütünlüğe sahip olduğu reddedilemeyecek bir teorik pozisyondan alan güncel açılım çabasına göre, kendini Türkiye’nin özgün toplumsal formasyonu bağlamında Kemalizm tarafından temsil edildiği ve bahsi geçen örgütlerle sınırlı kalmayacak bir şekilde Türkiye devrimci hareketinin neredeyse bütününe bu dolayım vasıtasıyla sirayet ettiği savlanan Aydınlanma düşüncesinin bütüncül reddi yoluyla sağlanacaktır. Bu ret, az önce belirttiğim ‘işçi sınıfının ontolojik ayrıcalığının geçersiz kılınması’na ve ‘burjuva üstyapı kurumlarının göreli manada ileri konumunun reddi’ne ek olarak, Aydınlanmacı hümanizm ve akılcılığın Marksist hareketlere bulaştırdığı iddia edilen ‘ilkeli siyaset fetişi’ ve ‘yığınların sosyalist bilince erişmesi yoluyla devrime ilerlenmesi fikri’nin reddini de içerecektir. Türkiye’de, kılavuz olarak Marksizmi bellemiş devrimci bir hareketin Kürdistan yurtsever hareketi ve Teori ve Politika tarafından nitelendiği üzere, ‘dünyasal İslamcı hareketin devrimci dinamikleri’ne eklemlenerek bunlarla beraber bu dinamiklere tutunmuş yığınları dönüştürmesi ve başat bir siyasi güç olarak iktidara ve sosyalist kurtuluşa uzanması, ancak işçi sınıfı devrimciliği ve ‘korumacı-aşmacı devrimcilik’ gibi Marksizmin kuruluş döneminin koşulları tarafından belirlendiği iddia edilen arkaik ve hareketlere eklemlendiği sürece skolastik bir nitelik taşımaya başlayan devrim perspektifi ile Aydınlanmacı ülkülerin biçimlendirdiği güncel siyasi konumlanış tarzlarından arınarak gerçekleşebilecektir.

Aydınlanma düşüncesinin ve değerlerinin bütüncül reddinin işaret ettiği ikinci istikamet ise, kendini yalnızca rasyonalitenin, ‘şeylerin tarihsel niteliğinin’ ve her türlü toplumsal olay örgüsünün bileşenleri arasında köklerinin maddi bir temelde aranması gereken bir nedensellik ilişkisi olduğu ön kabulünün reddi üzerinden tanımlamakla kalmayıp, iç-disiplin ve örgütlülük esası ekseninde hareket eden siyasal hareketlerin her çeşidini redde kadar varan; insanların insan yapıtı nesnelerle ilişkiye geçerek yarattığı tarihsel devinimin, dünyevi bir irade tarafından gerçekleşmesine yol açılabilecek niteliksel kopuşlarla ‘ileri’ye ve ‘daha iyi’ye doğru hareketine devam edebileceği düşüncesini terk etmiş bulunan ruh hali evreni ve buna eşlik eden (bunu yaratan değil) akademik-siyasi-felsefi konformizmdir. Bu türden bir konformizm biçiminde tezahür eden Kıta Avrupası ve Anglo-Sakson toplumsal bilimler akademisi menşeli bu ideolojik yapılanış ana hatlarıyla kaba bir şekilde ifade edilecek olursa; toplumsal yapıların ezeli ve ebedi niteliğine, 20. yüzyıl kapitalizminin kontrol ve denetleme hususundaki ‘ihtisaslaşması’na (bu noktada Althusser ve Frankfurt Okulu’nu hatırlayalım), kapitalizmin esneklik ve kendini dönüştürme potansiyelinin ulaştığı güce yapılan yoğun vurgu gibi bir belirleyici eksen üzerine yükselmekte. Böylesi bir ‘metafizik sosyoloji’nin yönelimleri doğrultusunda ‘tasvir’ etmeye eğileceği alanlar muazzam bir çeşitlilik sunsa da (kültürel çalışmalar alanının eğildiği uçsuz bucaksız ‘çöl’e bakmak yeterlidir), seferber ettiği melezleştirilmiş kavramsal çerçevenin dünyayı açıklama hususunda yarattığı kafa karışıklığı ve içinde debelendiği akademik-entelektüel skolastisizmin, kitlelere ‘dünyanın bilincine vararak dünyayı değiştirme’ yolunda sunduğu potansiyelin güdüklüğü ortadadır. “İlerleme safsatadan ibarettir; yanılan yalnızca burjuva ideologları değil, sosyalist vaizler de aynı dertten muzdariptir!”

Bu noktada, reddin işaret ettiği iki yol arasında bulunan önemli farklara işaret etmek, Teori ve Politika’nın programatik öncüllerini sunmaya hazırlandığı bütünsel Marksizm yorumunun kısa bir çözümlemesini yapmak ve bunlardan hareketle Türkiye devrimci hareketinin ileriye yönelik olası siyasal konumlanışlarını tahayyül etmeye çalışmak elzem görünüyor.

Aydınlanmanın reddinin felsefi-siyasal boyutları

Aydınlanmacılığın ve bunun ürünü olan ilerleme vurgusunun reddi ekseninde biçimlenen iki istikametin sunduğu siyasal açılım olanakları arasındaki farkın açık olduğunu düşünüyorum. İstikametlerden ikincisi herhangi bir toplumsal altüst oluş kapısını vaat ve vaaz etmezken, Teori ve Politika’nın işaret ettiği ilk yönelimin Marksizmin devrimci kimliğine yaptığı vurgu açık biçimde ortadadır. Aynı şekilde, Teori ve Politika tarafından çerçevesi çizilen ‘ezilenlerin Marksizmi’ yorumunun; ezilen yığınların toplumsal gerçekliği dönüştürme potansiyeline yüklediği anlam ve nitelikle, gerek teorik soyutlama düzeyinde, gerekse güncel politik hareketlere eğilim açısından değerlendirildiğinde toplumsal yapıların niteliksel olarak şu veya bu biçimde değişimine açık kapı bırakmayan ikinci yönelimden büyük farklılıklar gösterdiği bellidir.

Söylenmesi gerekir ki; Teori ve Politika’da ifade edildiği gibi, ‘hiçbir devrimin, muzaffer yürüyüşünü garanti edecek önsel teorik-politik pozisyonlara sahip olması mümkün değil’se de, dünya işçi sınıfı ve pek çok ara tabakanın sosyalist hareketlerin 19. ve 20. yüzyıllara yayılan prestijli hegemonyasından uzaklaşarak dinsel fanatizm ve şoven milliyetçiliğe engellenemez izlenimi veren kayışı karşısında klasik Marksist felsefe-tarih-devrim teorisinin üzerine yükseldiği ‘Aufhebung’ prensibinden vazgeçerek, bunun yerine ‘ezilenlerin anti-hümanizminin getireceği total yıkım’ türünden, tıpkı bahsi geçen post-modernist eğilim şeklinde tezahür eden çaresizliğin bir başka görünümü olan bir taktik (“Taktik, geçmişine ve geleceğine, ve dolayısıyla gününe hakim bir öznenin yalın işlemi değil, dünyanın bir ontolojik zeminde ‘yeniden kurulduğu’ momenttir”) geçirmek ciddi bir meseledir. Bir tanesi toplumların geleceğini, olsa olsa ‘daha fazla demokratik açılım’ için amansız ve toplumsal formasyon nezdinde niteliksel bir değişime tekabül etmeyecek bir ‘sürekli savaş’a zincirleyen; bir diğeri ise ‘burjuva uygarlığın nimetleri’ olarak adlandırılması olası tüm kurum ve ülküleri elinin tersiyle iten; iki farklı noktadan gelerek iki farklı istikameti gösteren bu iki türden Aydınlanmacılığın reddi perspektifinin buluştukları payda, ‘içererek aşma’ prensibinin yokluğudur. Bir tanesinde, bu Aufheben eyleminin yokluğu, ‘nihai kurtuluş’ ereğinin imkansızlığı fikri ve burjuva toplumundaki adaletin namevcudiyeti halinin siyasi eylem kanalıyla tatmin edilerek mevcudiyete erdirilebilir bir toplumsal gerçeklik olabileceği ihtimalinin reddinden kaynaklanırken; Teori ve Politika dizisinin son sayısında net biçimde ortaya konmuş vaziyetteki Aydınlanma-karşıtlığında göze çarpan Aufhebung yokluğu, işçi sınıfının bahsi geçen kaymasının yarattığı muazzam çaresizlik halinden kökünü almaktadır.

Buraya kadar pek bir sorun olduğunu düşünmüyorum; zira çaresizlik, üzerindeki tüm normatif göndermelerden bağımsız olarak söyleyecek olursak, Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu durumu aktarabilecek doğru kelimedir ve Marksist siyaset felsefesinin bileşenleri, verili ve ideal modellerin ötesindeki elemanlar ile bütünleşerek zenginleştirilmeye muhtaçtır. Bu anlamda, Türkiye’de yeşerecek ve kılavuzunu Marksizm olarak belirlemiş bir siyasal hareketin Kürdistan yurtsever hareketi ve siyasal İslam’ın değişik kollarıyla ortaklık yapmasının ötesinde, Anadolu ve Ortadoğu halklarının kolektif siyasal direniş belleğiyle bütünleşerek yol katetmesi ihtimalini olumlu karşılanabilir buluyorum. Bunun da ötesinde, bu hareketin göreli bir kitleselliğe erişim yolunda bahsi geçen canlı muhalefet dinamikleriyle etkileşime girmesinin elzem olduğunu düşünüyorum. Buna ek olarak belirtilmesi gerekir ki, Türkiye devrimci hareketinin hatırı sayılır büyüklükte bir kesimi tarafından ‘küçük burjuva radikalizmi’ olarak adlandırılarak cüretkarca küçümsenen Devrimci Sol ve Parti-Cephe geleneğinin, 1985 sonrası dönemde yığınları mobilize edebilme konusunda ‘işçici/sosyalizmci’ pek çok çevreden kat be kat daha etkili olabildiği gerçeği yadsınamaz konumdadır. Bu noktada, işçi sınıfı devrimciliğinin şaşmaz yolunda ilerlediğini iddia etmesine rağmen on yıllardır bir arpa boyundan öteye yol katedememiş örgütlerin, yüzünü “faşizmin ve gericiliğin ellerine terk edilmiş” yığınlara dönmesinin gerekliliği, kendini yakıcı bir biçimde hissettirmektedir. Fakat inanıyorum ki, bahsi geçen bütünsel ret ‘taktiği’, tüm olası güncel siyasal yansımalarının ötesinde, görünenden daha derinde bir anlama işaret etmektedir.

Emek sömürüsünün en rafine biçimde kurumsallaştırılmasının düşünsel öncüllerini hazırlayan; bununla beraber emeğin ve insan kurtuluşunun yolunu, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar berrak çizgilerle resmeden Aydınlanma geleneğinin savunusu/reddi meselesi güncel bir siyasi tercih olmanın ötesinde; ‘bilgi’nin ne olduğu ve onun ulaşılabilirliği hususu etrafında biçimlenen tartışmanın kökten ve derin biçimde yarıcı kimliğinin devrimci mücadelenin sınıfsal yönelimini; kimler tarafından, kimler için ve ne uğruna yönlendirileceğini belirleme konusunda sahip olduğu belirleyici niteliği göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir ki, bundan çok daha fazlasıdır: Aydınlanmadan kopuş, yalnızca işçi sınıfının anatomisiyle beraber dönüşüm geçirdiği varsayılan sömürü dinamiklerine eklemlenen üstyapı kurumlarının güncel tahlili yoluyla “Marksizmi tarihsel doğuş koşullarından aşırarak edinmek ve yeniden üretmek”ten ötesidir. Bu kopuş, “dünyanın bir ontolojik zeminde ‘yeniden kurulduğu’ moment olan” taktiğin, devrimci öznenin gelecek perspektifini de içerecek biçimde dönüşmesidir; politik yansımaları, güncelin ve geleceğin siyasi evrenini köklü bir yeniden-biçimlenmeye tabi tutacak niteliktedir. Bunun ötesinde, öznenin “hakikat” konusunda kendisini konumlandıracağı epistemolojik pozisyonun yeniden inşasıdır. Bu nedenle, ‘ilerleme’nin son yüzyıllarda oturduğu rotasının köklü değişimidir.

Bu reddin bugüne ve geleceğe dair siyasal alandaki tezahürlerine dönecek ve meselemizi biraz daha somutlaştıracak olursak, sorulması gereken temel nitelikte birkaç soru olduğunu düşünüyorum. Örneğin; devrimci bir örgütün, burjuva ideolojinin yansımalarından biri olan ‘insan hakları’ çerçevesinde çizilen temel ilkeler doğrultusunda savaşmasının mümkün olmadığı açık olmasına açıksa da, burjuvaziden devralınarak ‘tamamına erdirilecek’ tüm ‘ilerleme’ perspektiflerinin reddedildiği bir gelecekte insan yaşamının sorgusuz ve sualsiz sona erdirilemeyeceğine dair sahip olduğumuz inancımız da Aydınlanma ideallerinin diğerleriyle birlikte çöpe fırlatılmış mı olacak? Kuşkusuz, örgütlü savaşımızda liberal demokrat ilkeleri pusula edinmiyoruz; peki ya ezilenlerin iktidarının gerçekleştiği geleceğin toplumu, ‘demokrasi’ perspektifini bütünüyle yitirmiş bir siyasi topluluk durumuna mı gelecektir? ‘Doğaüstü olduğu varsayılan bir varlığa taptığını söyleyenlerin aramızda işi yok’ diyecek değiliz, fakat ezilenlerin iktidarının, göksel dogmaların yarattığı karanlığın kökünü kazımak için herhangi bir faaliyet yürütmesinin yersiz olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Bildiğimiz ve kullanageldiğimiz anlamıyla, ‘gerçekliğin, iç içe geçmiş tarihsel ve güncel kaynaklarından beslenen yanlış ve özneye yabancılaşmış bilinci’ olan ideolojinin maddi köklerini yok etmek gibi bir hedefimiz olmayacak mı? Yargılı infaz, ‘kendini-yönetme’, teknolojinin planlı ve ‘insani’ kullanımı yoluyla ‘ilerleme’ ve gerçekliğin sınıflı toplumların prizmasından geçerek uğradığı kırılmanın koşullarını bertaraf etme: Aydınlanmanın büyüme bozukluğu gösteren bu gariban çocukları, üretici güçlerin verili dünya-tarihsel gelişmişliği göz önünde bulundurulduğunda, hala insanlığın ufkunu teşkil etmektedir. Aydınlanma düşüncesinin bütünsel reddi konusunda ise, Garbis Altınoğlu’nun dizinin son ayağında hatırlattığı Kızıl Khmer örneği çarpıcıdır.

Sonuç niyetine

Önümüze yerleştirdiğimiz somut iktidar perspektifinin işaret ettiği yolda, isyan etme ve şiddet uygulamanın kaçınılmazlığının bilincinde ancak bu vesaitin ikisini de amaçsallaştırmadan, yersiz bir biçimde yüceltmeden kaçınarak ve her iki vasıtanın Türkiye’nin dönüşerek sahip olması muhtemel devrimci durumu, devrime yönelmiş bir yola yerleştirme hususunda sahip olabileceği önemi abartmadan ilerlenmediği takdirde varma ihtimalimiz olan noktanın bilinci ve Teori ve Politika’nın iki ihtimalli biçimde formüle ettiği denklemi; ister proleter sınıfa mensup, ister küçük burjuva kökenli olsun, tüm sosyalistlerin kendisine sorması gerektiğine inandığım şu son sorunun doğumuna yol açıyor: Hümanizmin çoklukla bir yalandan öteye gitmediği kokuşmuş ve barbar burjuva toplumunun zehirli havasını solumaya devam mı; yok eğer ‘buna bir son vermeli’ ise, alternatifimiz, bu miadı dolmuş düzeni yıkan sosyalist anti-hümanizmin ayakları ve Aydınlanma ülkülerinin yıkıntıları üzerinde yükselecek bir dünya düzeni mi?

Bu soruyu cevaplama ve Aydınlanmanın reddi konusunda aktarılmaya çalışılan düşünceleri analiz etme aşamasında, şu durumda kaybedecek ne kadar şeyiniz olduğunun belirleyici nitelikte olduğunu söylememe gerek dahi olmadığını sanıyorum. Zira teorinin kıstırıldığı fildişi kuleden seslenenler dahi çoklukla itiraf edemeseler de hissederler ve bilirler ki, teori ile politikanın gerilimli ilişkisinin siyaset evrenindeki izdüşümü hususunda son kertede belirleyici ve tarihi devindirici unsur, Aydınlanmacılığın savunusu ve reddinin felsefi boyutlarını sorgulama lüksüne sahip ufak bir çekirdeğin hamleleri değil, ezilenlerin –ne türden bir siyasal içeriğe sahip olduğundan bağımsız–, efendilerine vurdukları şamarlardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar