Doğuşundan Batışına Tarihsel TKP

 

 

Eğer yüz yıl önce, Türkiye Komünist Partisi’nin öncü bölüğü, Anadolu’ya daha hazırlıklı ve temkinli bir iniş yapabilseydi süreç farklı gelişebilirdi. Anadolu halklarının işgale karşı mücadele arzusu taşıdığı, ışığını Ekim Devriminden alan Bolşevizm sempatisinin yaygın olduğu, haklı bir savaş yürütmenin onurunun yaşandığı bir zamanda bu bir hayal olamazdı.

I

Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken, 19 Temmuz – 7 Ağustos 1920 tarihinde toplanan Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresinde tartışılan önemli konulardan biri de, sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluşu meselesiydi. Bu kongrede Lenin, dünya devrimi sürecinde, işçi sınıfının mücadelesi ile ezilen halkların anti-emperyalist hareketlerini birleştirme tezini ele aldı. Yeni dönemin temel çelişkisinin emperyalizm ile sosyalizm arasında olduğuna, dünyadaki gelişmeleri emperyalist devletlerin Sovyet Rusya’ya karşı mücadelesinin belirleyeceğine, komünist partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar meselesine bu açıdan bakmaları gereğine işaret etti.

İkinci Kongre’de emperyalizme karşı mücadelede metropol ülkelerin mi, yoksa sömürge ve yarı sömürge ülkelerin mi merkez alınması gerektiği konusu da tartışıldı. Mustafa Suphi’nin bir dönem sekreterliğini yaptığı “ulusal komünizm” ve “proleter uluslar” teorisini ortaya atan Sultan Galiyev, dünya devriminin kaderini Doğu halklarına, İtalyan Sosyalist Partisi Başkanı Serrati ise Batı proletaryasına bağlıyordu. İki uç da delegelerce reddedildi. Ulusal kurtuluş hareketinin dünya devrimci sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğu görüşü benimsendi ve gelişmiş ülkeler proletaryasının mücadelesiyle ezilen halkların mücadelesinin birleştirilmesi gerektiği kararlaştırıldı.

Bir diğer tartışma konusu da Batı’nın kaderinin yalnızca Doğu ülkelerindeki devrimci hareketin gelişme derecesine ve gücüne bağlı olduğunu savunan Hindistan delegesi M. N. Roy idi. Lenin’in tezlerine karşı çıkan sol görüşlere sahip Roy, Hindistan’da Komintern’in yalnızca Komünist Partinin yaratılmasına ve bu partinin geniş halk kitlelerini sınıf çıkarları için savaşacak şekilde örgütlenmesine destek vermesinden yana görüş belirtti. Lenin’in tezi ile Roy arasındaki farklılık uzlaşma yoluyla çözüldü; “burjuva demokratik hareket” yerine, “milli-devrimci hareket” kavramı kullanılacaktı. Komünistler sömürge ülkelerdeki burjuva önderlikli kurtuluş hareketlerini ancak devrimci olduklarında, komünistlerin kitleleri devrimci bir ruhla eğitip örgütlenmelerine engel olmadıkları takdirde destekleyeceklerdi.

Ulusal kurtuluşçuluğu aşamayan Tatar Sultan Galiyev ve çevresi ile de bağlantıları olmasına rağmen, Mustafa Suphi’nin Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’na bakışı Bolşeviklerle aynıydı. Komintern Yürütme Kurulu’nun (KEYK) çağrısıyla 1920 Eylül’ünün ilk haftasında Doğu Halkları Kurultayı toplandı. Sömürgecilik karşıtı devrimcileri bir araya getirmeyi ve Asya halklarının mücadelesini yükseltmeyi amaçlayan bu çağrı, emperyalizmle uzlaşma olasılığına dikkat çektiği Kemalist Hükümete şüpheyle bakmayı öğütlüyordu. Kurultayın hazırlık çalışmalarına katılan Mustafa Suphi, Başkanlık Kurulu’na seçildi. Kongrede Türkiye’deki bağımsızlık mücadelesini destekleme kararı alındı. Yabancı güçlere karşı mücadelenin, içteki sınıf baskısını da dikkate alan bir yaklaşımla sürdürülmesi kararlaştırıldı. 

Kurultayın hemen arkasından 10 Eylül 1920’de, İstanbul ve Anadolu’dan gelen 74 delege dahil, 10’un üzerinde örgütün, toplam 235 delegenin katılımıyla “Türkiye Komünist Teşkilatları I. Kongresi” toplandı. Kuruluş kongresine Mustafa Suphi ve yoldaşlarının yanı sıra, İstanbul Komünist Grubu’ndan, Ankara merkezli Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’ndan (THİF) ve başka gruplardan delegeler katıldılar. Kongre sonunda Türkiye Komünist Fırkası (Partisi) adı benimsendi; Başkanlığına Mustafa Suphi, Genel Sekreterliğine ise İstanbul Komünist Grubu’ndan Ethem Nejat getirildi. Ayrıca, “Türkiye’deki komünist teşkilatların birleştirilmesi” önergesi oybirliğiyle kabul edildi.

II

TKP, Türkiye’deki komünist parti ve grupları tek çatı altında birleştirmeye özel bir önem verdi. İşçiler ve köylüler iç ve dış düşmanlarına karşı etkili bir mücadeleyi, ancak birleşik ve bağımsız, komünist bir program ve tüzüğe sahip, öncü ve örgütlü bir müfrezeyle yürütebilirlerdi.

TKP, rakibi İstanbul ve Ankara hükümetlerine karşı tavrında doğru bir duruşa sahipti. “Yaşasın, Türkiye, amele, rençber ve askerlerinin hükümet ve cumhuriyeti” sloganı, mutlakıyete ve anti-demokratik burjuva cumhuriyeti dayatmasına karşı, emekten yana işçi-köylü sovyetleri seçeneğini temsil ediyordu. Parti programında ulusların kaderlerini tayin hakkına, federatif sovyetler cumhuriyetine de yer veriliyordu.

Mustafa Suphi, partiyi temsil edebilecek ve hedeflerine taşıyabilecek meziyette, çalışkan ve mücadeleci bir önderdi. Üst düzeyde eğitim görmüştü, dört dil biliyordu, yazarlık ve hitabet düzeyi gelişkindi, el attığı alanı hızla örgütleyebilme yeteneğine sahip olduğunu göstermişti. Türkiye’de ve Orta Asya ülkelerinde aynı ortamları paylaştığı kalburüstü aydınlarla beraber çalışmıştı. 1915’te RSDİP’e üye olmuş, emperyalist müdahale ve iç savaş sırasında Ukrayna’da Beyaz ordulara karşı savaşarak Ekim Devrimi’ni savunmuş inançlı bir enternasyonalistti. 1918’de Türk Komünist Teşkilatı’nı (TKT), 1920’de Türkiye Komünist Fırkası’nı (TKP) kurmuştu. Rusya’da sürgündeyken Sosyalist Devrimciler, Müslüman komünistler ve Bolşeviklerle çalışmış, Stalin, Strasova, Orconikidze, Şerif Monatof (vb.) ile yakın ilişki içerisinde olmuştu.

Bununla birlikte, yeri geldikçe değineceğimiz zayıf yanları da vardı. Olağan koşullarda göze çarpmayan hata ve eksiklikleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi iç ve dış çelişkilerin üst düzeyde şiddetlendiği kritik koşullarda faciayla sonuçlanabilirdi. Ne yazık ki öyle de oldu.

III

Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye gözü kapalı dönmüş gibi gösterilmesi doğru değildir. Ankara’yı değişik kanallardan yokladığı, karşılıklı yazışmalarla onay almaya çalıştığı biliniyor. Merkez Komite üyesi Süleyman Sami’yi 15 Haziran 1920 tarihli bir mektupla Türkiye’ye göndererek neler yapabileceklerini, Mustafa Kemal’in ve Meclis’in iş birliğine nasıl baktıklarını öğrenmek istedi. 1920 Haziran’ında ve Kasım’ında ortak amaçlar etrafında çalışmayı öneren mektuplarına Mustafa Kemal’den olumlu cevaplar aldı. Görünüşte gelmelerine karşı çıkılmıyor, kendisinden ve TBMM’den habersiz bir şey yapılmaması şartı getiriliyordu. Kazım Karabekir Paşa ve Ankara’nın Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket’le temasları da bu yöndeydi. 15 Aralık’ta Ankara’dan, 17 Aralık’ta da Doğu Komutanı Kazım Karabekir’den giriş izni geldi. Merkez Komitesi üyelerinin de içinde olduğu TKP heyeti, o sıra Ankara’ya Sovyet elçisi olarak gitmekte olan Mdivani’yle birlikte yola koyulup, Kars’tan giriş yaptıktan sonra Kazım Karabekir Paşa tarafından resmî törenle karşılandılar.

Hatası Ankara’nın temsilcilerinin tavrını yoklamamasında değil onların sözlerine kanmasındaydı. Sinsi bir planla Kars’ta haftalarca bekletilen Onbeşler, linçlere maruz kaldıkları bir kuşatma altında, Rusya’ya döndürülecekleri kandırmacasıyla Trabzon’a yönlendirildiler ve motora bindirildikten bir süre sonra topluca katledildiler. Katillerinin izlerinin silinmesi planlı bir cinayet olduğunun yukarıdan planlandığını gösteriyor. Önce asli fail Yahya Kâhya Topal Osman’ın adamları tarafından öldürülüyor, sonra Topal Osman da Mustafa Kemal’in adamları tarafından öldürülüyor. Kararın nereden çıktığını tahmin etmek zor değildir. Yine de aradan yüz yıl geçmesine rağmen infaz emrini kimin verdiği ve komplonun ayrıntıları hâlâ karanlıktadır. Türk arşivleri suçluların açığa çıkmasını önleyecek şekilde düzenlenmiştir.

Kıdemli TKP önderleri Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ın eski Osmanlı paşalarının sözlerine güvenmeleri basit görünen, ama stratejik sonuçları olan bir yanlıştı. Çökmüş bir imparatorluktan yeni Türkiye’ye geçişte iktidara talip olanlar çoktu. Böyle zamanlarda iktidar yarışını güç ve şiddet belirler. Mustafa Suphi’nin misafir gibi karşılanacaklarına inanması, yeraltını ve birleşebileceği parti dışı sol güçlerle temas geliştirmeyi ihmal etmesi ve uzun vadeli bir planın olmaması zayıf yanıydı. Eğer gelmelerine izin verilseydi bile bu uzun sürmeyecek, önünde sonunda karşı karşıya geleceklerdi. Mustafa Kemal, sempatizanlarının iddia ettikleri gibi, solundaki sosyal güçlere yanaşacak Jakoben bir burjuva devrimcisi değildi. Halk güçlerinin kendi bağımsız örgütleri ve talepleri ile sürece dahil olmalarını aklından bile geçirmedi.

IV

Onbeşler’in katli, paşalara Osmanlı’dan geçme ceberrut devlet geleneğine bağlanır. Ya da bir macera uğruna kendilerini ateşe attıkları, komplonun arkasında kimlerin olduğu (Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit veya Enver Paşa’nın uzantıları), Üçüncü Enternasyonal ve Sovyetler Birliği’nin Ankara’yı kayıtsız şartsız desteklemeleri konu edilir.

Bunların hiçbiri kapsam dışı değildir. Kusuru meselenin etrafında dönüp dolaşırken odak noktasını gözden kaçırmasındadır. Sınıfsal analiz komplonun failleri etrafında değil, hangi zamanda, hangi amaçlarla yapıldığı üzerinde yoğunlaşmalıdır. Ulusal mücadelede hegemonya kimde olacaktır? Düğüm buradadır.

Farklı siyasi eğilimlerdeki askerler, tüccarlar, eşraf, Türk ve Kürt toprak ağaları, din adamları, aydınlar, çeteler meşruiyet aracı olarak kullanılan TBMM etrafında birleşmişlerdi. Kemalisti, İttihatçısı, muhafazakârı, liberali, İslamcısı ile bir cephe, bir koalisyon söz konusuyken, ortada homojen bir bütün gibi varmış gibi bakılamaz.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya adım attığından beri önderlik ipini sıkı sıkıya elinde tutuyordu. Hegemonyanın bir defa kurulunca saat gibi sonuna kadar tıkır tıkır işleyecek bir mekanizma olmadığını, her kritik dönemeçte güncellenmesi gerektiğini biliyordu. Hegemonyanın kimde olduğunun önemi, total iktidar öncesi iktidar, daha açıkçası iktidarın nüvesi olmasından ileri gelir. Zafer gününde devlet iktidarına sahip olmak isteyen ipin ucunu elinden kaçırmamalıdır. Bir askeri strateji ustası olan Mustafa Kemal’in, buna azami dikkat gösterdiğinden kuşku duymamak gerekiyor.

1920 yazı sonundan 1921 yılının ilk çeyreğine uzanan süreç, hegemonya mücadelesinin kritik düzeyde yoğunlaştığı keskin bir viraj oluşturuyordu. Kemalist önderlik o sıra dikkatini dışta Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında denge politikası gütmekte, içteyse gittikçe güçlenen solunu budamak üzerinde yoğunlaştırmış durumdaydı.

Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı, hazır tutulan 1100 kişilik Kızıl Alay, TKP’nin kurulması, Anadolu ve İstanbul’daki komünist grupların ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gibi dağınık parti ve çevrelerin birleştirilmesi kararı, diplomatları ve ajanları vasıtasıyla gelişmeleri yakından takip eden Mustafa Kemal’i telaşlandırmıştır. Çok geçmeden bir yandan Sovyetler Birliği’ne şirin görünerek maddi yardımları güvence altına almak, bir yandan da Bakü’de kurulan TKP’nin önünü kesmek amacıyla, 18 Ekim 1920’de alelacele resmi (sahte) Türk Komünist Fırkası’nı kurdurtmuştur. Bu komünizme kapı aralamak için değildi. Tersine ertesi günden itibaren komünistlere ve sola karşı cadı avı başlatılacaktır. Çok geçmeden komünistlere baskılar artacak, tutuklamalar ve sınır dışı etmeler başlayacak, bazı delegelerinse Bakü’ye gitmeleri engellenecektir.

Ocak 1921’de Türk askeri birliklerince başlatılan harekât sonucu, en güçlü rakipleri Kuvâ-yi Milliye’nin bir kolu olan Çerkes Ethem’in başında bulunduğu Kuvâ-yi Seyyare birliklerinin, onunla birleşmiş sol bir cemiyet olan Yeşil Ordu’nun (ve Kuvâ-yi Milliyeci asi Demirci Mehmet Efe çetesinin bile) devreden çıkarılarak düzenli ordunun kurulmasının tamamlanması, Kemalist hegemonya bakımından hayati önemde görülmüştür. Bir ay gibi kısa bir sürede “komünizm tehlikesi” ve sol tasfiye edilmiştir. Bazı noktalarda Kemalistlere itiraz eden sahte TKP bile kapatıldı. Böylece, stratejik açıdan siyasi hegemonyanın omurgasını oluşturan askeri hegemonya sağlama alınmış oldu. Düzenli ordu demek, işgalci güçlere karşı savaşsalar dahi, hiçbir bağımsız askeri güce hayat hakkı tanınmayacak demekti.

1921 yılının 28-29 Ocak gecesinde kumanda merkezinin katledilmesiyle yalnız TKP’nin başı koparılmıyordu, birleşmeye çalışan komünist güçleri dağıtıp imha etmenin ilk adımı da atılmış oluyordu. Aynı günlerde bir süreliğine bakanlık da yapmış Tokat Mebusu Nazım Bey ve arkadaşları tarafından kurulmuş yasal sosyalist bir parti olan THİF (Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası) mensupları tutuklanmış, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmıştır.[2] Bunların Ankara Hükümeti’nin Londra Konferansı’na davet edildiği bir dönemde yapılması tesadüf değildir. Sovyetler Birliği’ne, tek alternatif olmadığını ima eden bir mesaj verilmiştir. M. Kemal bir yandan Sovyetler Birliği ile flört ederken, diğer yandan İngiliz ve Fransız emperyalistleri ile temas halindedir. 

Bağımsızlık mücadelesinin orta yerinde, henüz işgalci güçler kovulmamışken Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi ve yukarıda sıralanan tasfiyelerin art arda gelmeleri birbirlerinden kopuk olaylar değil, tersine aynı zincirin halkalarıdır. Bunları Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi adlı çalışmamda anlattığım[3] için uzatmadan belirteyim ki, Saray’a karşı TBMM etrafında birleşmiş iktidar blokunun hegemonu Mustafa Kemal, devşirme İttihatçıları, muhafazakâr-dindar kesimleri de arkasına alarak, önünde engel gördüğü sol alternatifi Ulusal Kurtuluş Savaşı sona ermeden imha etmiştir. Bu, 1923 ve 1925 uğraklarında sola ve sağa indirilen darbelerle tek parti diktatörlüğü kurulana dek ara verilmeksizin güncellenmeye devam edecektir.

Komünist ve ulusal-demokratik solun, Kemalist güçler ve TBMM karşısında şansları olmadığını düşünmek doğru değildir. Arkasında SB ve Komünist Enternasyonal olan bir birleşik sol, tetikte bekleyen Enver Paşa gibi ittihatçılar varken, Kemalistler, işgalci Yunan güçleri karşısında alacakları kısmi bir yenilgi durumunda kontrolü elden kaçırılabilirlerdi. Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz süreci, ulusal mücadelede hegemonya kavgası başlığı altında, Mustafa Kemal’in askeri, siyasi ve ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırma uğrağı olarak okumak gerekiyor.

Şunu da ekleyelim ki, 1921 yılı başlarında sol cenahın tasfiyesiyle, ulusal mücadele aşamasında yalnız hegemonya yenilenmiş olmuyordu, aynı zamanda ikinci aşamaya geçişin önkoşulları da hazırlanıyordu. Yani, burjuva devriminin bir sonraki aşamasında, aşağıdan bir devrimin gelişmesinin yolu tıkanarak yukarıdan devrimin önü açılıyordu. Daha ulusal kurtuluş aşamasında asker-sivil bürokratlar, ticaret burjuvazisi ve yarı feodal toprak ağaları blokunun kapitalizmi yukarıdan aşağı inşa etmesinin önündeki engeller kaldırılmıştır. Nitekim ulus-devletin temelleri atılırken, soldan sonra sağdaki İslamcı-Saraycı unsurlara, Kürt isyancılara, komünistlere indirilen darbelerle hegemonya güçlendirilecek, tek partiye dayanan devlet iktidarının temelleri adım adım atılacaktır.

V

Onbeşler’in “stratejilerinin yanlışlığı”nın şu şekilde tasvir edilmesini doğru bulmuyoruz:

“Tahayyül ettikleri şey şu: ‘Ankara’ya gidelim. Mustafa Kemal’le el sıkışalım. Toplumu ilk önce burjuva demokratik normlarda hazırlayalım. Ülke sosyalist devrime bir hazır olsun. O aşamaya kadar biz kooperatifler, dayanışma dernekleri gibi kurumlar üzerinden halkı aydınlatalım.”[4]

Mustafa Suphi, sivil toplumcu fikirlerle beslenmiş bir liberal değildi. Proleter devrimciliği Bolşeviklerden öğrenmişti. Yanlışı aranacaksa burada değil, 5-6 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan biri olarak, ulusal mücadeleye katılan güçleri, nesnel ve öznel koşulları doğru analiz edebilecek bir olgunluk düzeyine ulaşmamasında aranmalıdır. Konjonktürü iyi okuyamamıştır. Başına gelecekleri tahmin edememişti, ama attığı adımın tehlikesiz olduğunu da düşünmüyordu. Her şey bir yana yoldaşları ve ilişkide olduğu Bolşevikler tarafından yapılan uyarıları biliyordu.

Muzaffer Sovyet devrimi emperyalist kuşatma altındaydı. İngiltere ve Fransa, Türkiye’yi kendilerine çekerek koçbaşı olarak kullanırlarsa, varlığı tehlikeye girerdi. Batı’dan gelecek bir devrimden umudu azalan Sovyetler’in güney sınırlarının güvenliği için Kafkasya’da bir “tampon bölge”ye şiddetle ihtiyacı vardı. Lenin bu nedenle Sevr Antlaşması’na karşı çıkan Kemalistleri destekledi. Bolşevik liderler baştan itibaren ortak düşmanları İngiltere ve Fransa’ya karşı savaştıkları sürece Ankara’nın arkasında duracaklarını açıkladılar. Bolşevikler ile Türk komünistlerinin dikkati doğal olarak farklı noktalara yoğunlaşıyordu. Ankara Hükümeti yapacağı katliamın ilişkileri koparmayacağını hesapladı, Mustafa Suphi ise hesaplayamadı. Olaydan bir hafta sonra, Sovyetler Birliği’nin haberi bile yokken, 6 Mart 1921 tarihinde, başında Ali Fuat Paşa’nın bulunduğu Ankara heyeti ile Moskova’ arasında “Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması” imzalandı. Ankara Hükümeti’ne SB desteğinin TKP üzerinden geçtiği bir yanılgıydı. Hegemonyalarını korumak için her türlü kirli yöntemi kullanacak tıynetteki Osmanlı paşaları, TKP’yi dost değil düşman ve rakip olarak görüyorlardı.

Mustafa Suphi ise Anadolu’da uygun koşullar varken, partisinin bir an önce kök salmasını ve kitlelerle kaynaşmasını düşünüyor, bir elinde ulusal diğer elinde sosyal kurtuluş bayrağını taşımak için sabırsızlanıyordu. Ekim Devrimi’nin rüzgarlarının kuvvetli estiği bir dünyada hayal gücünün gerçeklerin önüne geçmesi doğaldır.

Mustafa Suphi’nin, İttihat ve Terakki çevresinde başlayıp, 5-6 yıl içerisinde Türkçü milliyetçilikten anti-emperyalizme ve oradan Bolşevikliğe evrilen mücadele yaşamı, ustalaşması için yeterli bir süre değildi. Parti önderliği, karşı taraftan gelebilecek tehlikeleri öngörebilecek ve tedbirli davranacak bir olgunluğa ulaşmamıştı. O zamana kadar SB sınırları içinde devlet imkânlarından yararlanarak yasal bir ortamda mücadele yürütmüşlerdi. Yeraltının önemini kavrayacakları bir geçmişleri olmamıştı. Merkezdekiler dahil kadrolarını savaş esirleri ve mülteci İttihatçı subaylar içinden devşirmeleri, sosyalizmi hazmetmelerinin önünde ciddi bir engeldi. Parti, zararlı unsurlara karşı (Ankara’nın ajanları dahil) kendini koruyamayacak kadar genç ve deneyimsizdi.[5] Yeni kurulmuş bir komünist partinin hatasız bir başlangıç yapması imkânsız değildir, ancak istisnaidir.

Yazışmalarında Mustafa Kemal’in her şeyi kendi iznine bağlamak isteyen tekelci tutumunun altında, Anadolu’da ikinci bir odak oluşmasına izin vermeyeceğinin yattığı görülmeliydi. Önlem olarak üçüncü bir tarafın da içinde olduğu yazılı bir sözleşme yapmanın yolları aranabilirdi. Komünist gruplar, M. Kemal’in gözünde, Sovyet yardımlarına ve İngilizlere karşı kullanılmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlardı. Yasal yolun tek seçenek haline getirilmesinde bunun kavranamaması yatmaktadır. Hiçbir şey yapılamasa az sayıda kişi gönderilerek keşif yapılabilir, illegal yollar da dahil daha dolambaçlı yöntemler denenebilirdi. Önderliğin tamamı tehlikeye atılmamalı, daha fazla ön hazırlık yapılmalıydı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının girişimleri doğru ve devrimciydi. Eğer teoriden pratiğe geçişin kesintiye uğramayacağı yolları bulabilselerdi.

Araba devrilince yol gösteren çok olurmuş denir. Her şey olup bittikten sonra geriye doğru akıl yürütmek kolaydır. Yine de tarihimizden ders çıkarmak için bunlara değinmek zorundayız.

VI

Sovyetler Birliği ve Komintern Onbeşler’in katledilmesine büsbütün sessiz kalmadılar. Ama, kendilerinden beklenen sert ve üst perdeden bir tepki de göstermediler. Şefik Hüsnü, Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi’ne sunulmak üzere yazdığı 31 Mayıs 1921 tarihli raporda Mustafa Suphi’yi sahiplenerek, burjuva karakterinden ve SB’ne karşı anti-komünist duygularından söz ettiği Ankara’nın protesto edilmesini istedi. Fakat arkasını getirmedi, sonraki yıllarda yayın organlarında suskun kaldı. Mustafa Suphi’nin Aydınlık çevresi tarafından baypas edilip tarihe gömülmesine Komintern yönetiminin sessiz kaldığı gözlenmektedir. Bolşevik önderler Onbeşler’in dönüşünü “macera” olarak değerlendirmiş, İstanbul’dakiler de bunu benimsemiş olmalıdır.

Komintern’e yetkili olarak gönderilen Fahri’nin (Ali Cevdet), 6 Kasım 1921 tarihli raporunda, Mustafa Suphi’yi maceracılıkla suçlaması ve TKP’yi İstanbul Komünist Grubu’ndan başlatması bu olasılığı güçlendiriyor. Bolşevik yetkililerin sıcak mücadele içinde çelikleşmediklerinden ve Ankara’ya haddinden fazla güven duyduklarından hareketle, Mustafa Suphi’yi Anadolu’ya gitmemeleri yönünde uyardıklarına dair yorumlar var. Şefik Hüsnü’nün, “TKP’nin kuruluş sürecini anlatırken, M. Suphi grubu ve Bakü Kongresi’nden hiç söz etme”mesinde bunun payı olmalıdır.[6]

Daha sonra Komünist Enternasyonal de Bakü Kongresi’ni tarih yazımından silecektir. THİF’in 1922 Ağustos’unda Ankara’da yaptığı kongre TKP’nin kuruluş kongresi, 1925 yılında Akaretler’deki kongre de İkinci Kongre olarak kabul edilir. Benzer bir tutum aradan yarım asır geçtikten sonra “Türkiye’de ilk marksist-leninist parti (Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası) 1919’da kuruldu” diyen Mihri Belli [7] ve “en eski sosyalistler” arasında iki doktoru (Dr. Şefik Hüsnü Değmer ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı) gösteren H. Kıvılcımlı tarafından da sürdürülecektir.

Hikmet Kıvılcımlı, 1930’ların başında yazdığı Yol dizisinin üçüncü kitabı Partide Konaklar ve Konuklar’da daha ileri giderek eleştirilerinin dozunu kaçırır. Suphi’nin kahramanlığına halel getirmesine getirmez, ama “Onbeşler” ara başlığı altında “ütopizm”, “Puçizm”, “Blankizm” ve “Bakuninizm” dahil demediğini bırakmaz. Bolşevizmin karacahili olmakla bile suçlar.[8] Bunlar hunharca katledilmiş bir devrimcinin arkasından söylenecek laflar olmadığı gibi, yerli yerine oturmuş da değildir. Eleştirilerini sağdan yaptığı itiraz noktalarından bellidir. Kemalistler karşısında var olan durumu kabullenen bir ruh hali içindedir. Kendilerinin yan gelip yatmadıklarını, zor koşullarda mücadele ettiklerini teslim etmesine ederiz, ama gelmiş geçmiş bütün TKP önderlerinin ölümlerine kadar hiçbir zaman Suphi’deki “cüret”i gösteremediklerini, hapishaneyi ve tevkifatları kaderden sayıp, illegaliteden legaliteye, ülke içinden yurtdışına kaçmayı alışkanlık haline getiren çilekeş bir devrimciliğe rıza gösterdiklerini belirtmeden de geçemeyiz.

Kıvılcımlı teorik yeteneği ve direngenliğiyle bilinen bir sosyalisttir. Komintern’den gelen eleştirilerin ve TKP’deki tutum değişikliğinin de etkisiyle, 1930’ların başında Yol adıyla anılan yayınlanmamış çalışmalarını yazmıştır. Yol dizisinin şu özellikleri gözden kaçırılmamalıdır. Birincisi Komintern eleştirilerinden sonra ve TKP’nin Kemalizme karşı zaten tavır aldığı bir dönemde yazılmıştır. İkincisi ölümüne kadar kişisel çalışması olarak kalmıştır. Üçüncüsü 1950’lerden sonra yazdıklarının çoğundan vazgeçmiştir. Mustafa Suphi eleştirisine dönersek doktriner dedirtecek ölçüde soyuttur. Rusya ile kitabi paralellikler kurarak kılı kırk yarar. RSDİP tarihiyle kıyaslayarak Suphi’yi otopsi masasına yatırır, ama aynı ölçüleri mensubu olduğu TKP’ye uygulamaz. Uygulasa ne örgütlenmesi ne de siyasi mücadele strateji ve taktikleriyle Bolşevik ölçülere uymadığı görülecektir.

Bazı Şefik Hüsnü takipçileri ve kalpazan mürit D. Perinçek de, TKP’nin kuruluşunu 1920 Bakü Kongresi’yle değil, İstanbul’da 22 Eylül 1919’da kurulan Genel Sekreterliği’ni Şefik Hüsnü’nün yaptığı Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası” ile başlatırlar. Faşizm yardakçısı Perinçek, Suphi ve kurucusu olduğu TKP’yi,“yurtdışında harp esirleri”yle kurmakla suçladıktan sonra şöyle demektedir: ”Örgütlü mücadelenin 1919’dan 1957’ye kadar önderliğini yapan Şefik Hüsnü Değmer, TKP’nin Bakü’de değil, İstanbul’un işçi yataklarında kurulduğunu vurguluyordu ve buna önem veriyordu. 1968 yılında kaybettiğimiz Reşat Fuat Baraner de aynı tutumu paylaşmıştır.”[9] Böylece “maceracılık”la suçlanan Mustafa Suphi TKP’si tarihten silinmekte ve Şefik Hüsnü’nün değişmez lideri olduğu tarihsel TKP öne çıkarılmaktadır. 

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının acelesiz ve sabırsız davrandıkları doğrudur. Ancak “iki TKP”yi birbirinden ayıran şey bu değildir. 1921’den 1950’lere kadar önder kalabilmiş, seçkin özelliklere sahip Şefik Hüsnü, ağır şartlar altında mücadele etmesine rağmen, belirli kesitler dışında sınıf işbirlikçisi diye eleştirilmeyi hak eden bir çizginin temsilcidir. Buna karşılık, genel çizgisi bakımından Mustafa Suphi için aynı şeyi söyleyemeyiz. İkinci TKP, Suphi’nin sağına düşen bir geleneği temsil eder. Stratejilerinde, Kemalizme yaklaşımlarında ciddi farklılıklar vardır. Ş. Hüsnü’nün devletin “sınıflarüstü”lüğü, Kürt meselesi, toplumsal sınıfların tahlili, devrim üzerine yazıları Menşevik lekelerle doludur. Mustafa Suphi’nin teorik-siyasi doğrularının tespit düzeyinde kaldığını, dolayısıyla pratikte sınanmadığını hesaba katmıyor değiliz. Yine de spekülasyon yapmayacaksak, sorumluluklarını hayatta oldukları süreyle sınırlamak durumundayız.

VII

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden sonra Komünist grupların birleştirilmesi girişimi yarım kaldı. Komintern, Harici Büro adını taşıyan Bakü kolunu da iptal edince, ortada merkezi yapı adına bir şey kalmadı. Şefik Hüsnü kanadı İstanbul’da 1921 Haziran’ından itibaren legal olarak Aydınlık gazetesini çıkarıyordu. Merkezi örgütlenme ancak 1925 Şubat’ında yapılan Akaretler Kongresi’nde sağlanabildi. Kemalistlere daha olumlu yaklaşan İstanbul Komünist Grubu (Aydınlık çevresi), Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) ve bazı grupların delegeleri bir araya gelerek Şefik Hüsnü önderliğinde yeniden TKP adı altında birleştiler. 

Burada genellikle atlanan bir noktanın altını çizmeliyiz. Trabzon katliamı, aynı aylarda Ankara’da komünistler de dahil sola indirilen ağır darbe, arkasında yılgınlık bırakan bir yenilgiydi. Komünist gruplar dağıldı. Yenilginin yarattığı travma sağa kayışa yol açtı. İstanbul Komünist Grubu yarı yasal faaliyetlerini, Kurtuluş, Aydınlık ve Vazife gibi yasal yayınlarla sınırladı. Şefik Hüsnü, Mustafa Kemal’i “burjuva demokratik devrim”i tamamlayacak lider olarak gördüğüne dair legal Marksizm denebilecek yazılarını bu yıllarda kaleme aldı. 1923’te yirmiye yakın komünist tutuklanmasına rağmen Kemalistlerden umut kesilmeyecek; Komintern’in Ankara Hükümeti’ni “emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece destekleme” formülü, cumhuriyet kurulduktan sonra “emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı mücadele ettiği sürece destekleme” formülüne çevrilecek ve yeni bir aşamaya geçildiği görmezden gelinecektir. Emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelede önderliği Kemalist burjuvaziden beklemek, burjuva demokratik devrimde önderliği liberal burjuvaziye layık gören Menşevik formülü tekrarlamakla aynı şeydi. Bu, SB’nin Türkiye’ye karşı izlediği görece hoş görülebilecek dış politikasını bile aşıyordu. 

TKP, Akaretler Kongresi’nin akabinde patlak veren Şeyh Sait İsyanını, fazla kralcı bir tutum takınarak “Kürtler’in büyük dinci, gerici ayaklanması” olarak tanımladı. Kemalist Hükümet’e verdiği desteğe rağmen Takriri Sükûn Kanunu çıktıktan hemen sonra 12 Mart 1925’te TKP’nin yayın organları olan Aydınlık, Orak Çekiç ve Yoldaş kapatıldı. Ş. Hüsnü, Nazım, Hasan Ali Ediz gibi MK üyeleri yurtdışına kaçtılar. 1927 Ağustos’unda gizlice Türkiye’ye gelen Şefik Hüsnü’nün kendi sekreterliğinde bir icra komitesi kurması üzerine, 1926 Konferansı’nda genel sekreterliğini onayladığı Vedat Nedim Tör, elindeki bütün evrakları polise teslim edip Şefik Hüsnü’yü yakalatarak 1927 Tevkifatını başlattı.

Kemalizme karşı tavır değişikliği de bu dönemde başladı. TKP’nin biraz olsun kendine gelmesini sağlayarak Kemalist iktidara karşı daha açık bir muhalefete yönelten, Komintern yönetiminden gelen eleştiriler ve mücadeleyi sertleştirmeyi öngören “Üçüncü Dönem” (1928-1935) politikalarıdır. Bu, aynı zamanda Şefik Hüsnü’nün KEYK üyeliği yaptığı yıllarla da çakışmaktadır.

Artık TKP yayınlarında (Alev dergisi) şu tür ibarelere rastlanacaktır: “Türk burjuvazisi ve onun icra vasıtası hükümet dün inkılâpçı idi. Bugün aksi inkılapçıdır.”[10] “Millî burjuvazi Türk proletaryasının en azılı millî düşmanıdır.”[11] Komintern’in 1928’deki Altıncı Kongresi’nde TKP adına katılan Fahri’nin (Baytar Ali Cevdet) konuşmaları da bu yöndedir. “Kemalizm, komprador burjuvaziyle ve emperyalizmle uzlaşmıştır. Kemalistler karşıdevrimci hainlerdir. Bu nedenle Sovyetler Birliği’ne düşmandır. TKP bir kitle partisi haline getirilmelidir. Kemalist burjuvaziye karşı işçi ve köylülerin devrimci savaş cephesi oluşturulmalıdır.”[12]

Kemalizme cepheden tavır geç bir adımdır. Ondan 3-4 yıl önce Komintern’in Beşinci Kongresi’nde (1924) Yürütme Komitesi Üyesi Dmitri Zakharoviç Manuilski, TKP’yi sert bir şekilde eleştirmişti:

“İkinci kongrede genç komünist kesimlerin, iktidar yolunda yürüyen burjuvazinin önderliği altındaki ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alacakları tutumları belirledik. Fakat o zamandan beri doğu ülkelerinde yeni bir durumla karşılaştık. İktidarı ele geçirmiş burjuvalara karşı ne yapacağız… Durumun apaçıklığına karşın Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hataları işlemişlerdir. Örneğin, TKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta, Komünist Partisini yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı makaleler çıktı. Bu noktada, Türk yoldaşlarımız arasında, bir zamanlar Rusya’da Bay Struve’nin savunduğu (işçi sınıfı Rusya’da kapitalizmin gelişmesini desteklemeli diyen) ‘Yasal Marksizm’ görüşünde açık anlatımını bulan bir eğilim görüyoruz.”[13]

Manuilski’nin eleştirisi dört dörtlük bir eleştiridir. TKP’nin 1927 öncesi tutumunda bir değişiklik gözlemlenecektir. Bu değişim, ana hatları 1925 Kongresi’nde belirlenip, 1926 Viyana Konferansında onaylanan, 1929 senesinde Komintern tarafından gözden geçirilerek bir yıl sonra yürürlüğe konan programa (“1925-1930 Programı”) da yansımıştır. 1927-1934 yılları arasında eskiye nazaran daha tutarlı bir rotaya girildiği söylenebilir. Şefik Hüsnü, bu programın önsözünde, 1927 gibi geç bir döneme sarkıtarak da olsa, Kemalizmin yeni bir döneme girdiğini, Sovyetler Birliği’nin dostluğunu kaybetmemeye çalışmasına rağmen emperyalizme teslim olduğunu, bundan sonra TKP’nin önüne amele ve köylü iktidarı hedefini koyarak emperyalizme ve Kemalist Halk Fırkası’na karşı mücadele etmesi gerektiğini yazmıştır.

KEYK’in 20 Ocak 1934’te toplanan 13. Plenumunda, TKP adına bazı noktalarda özeleştiri de yapmıştır. Kemalist diktatörlüğün Anadolu’da Türk olmayan halkları asimile etmeye çalıştığını, giderek Fransa ve Hitler Almanya’sına yanaştığını, TKP’nin CHP’ye faşist dememekle birlikte, burjuvazinin ve toprak ağalarının “maskeli bir diktatörlüğü” olarak gördüğünü beyan etmiştir. Diğer bir özeleştirisi ise 1925 öncesinde TKP yarı yasalken ilerisi için yeraltına hazır yapmamakla hata yaptıklarını, kendilerini düzeltmelerinin iki yıllarını aldığını itiraf etmesidir.[14]

TKP’de Kemalizme ve devlete karşı cephe alış önemli bir adımdır. Ancak bunu ne kadar içselleştirdiği, ideolojisine, siyasi taktiklerine ve örgütlenmesine ne kadar yansıttığı tartışılır. Bu yönde politik mücadelesine yansıyan köklü bir dönüşüm göremiyoruz. Komintern’in, militan komünist partilerde fazla örneği görülmeyen desantralizasyon kararının TKP’ye uygun görülmesinde bunun payı olması mümkündür.

Komintern 1937 yılının başlarında TKP’ye desantralizasyon kararını dayattı. Buna göre faşizme karşı demokrasiyi savunmak için legale çıkmalı, yasal basında ve örgütlerde faaliyet göstermeli idi. 1937 başında TKP bunu onayladı. Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve Zeki Baştımar yasal faaliyete katılmak üzere yurtdışından geri döndüler.[15] Gizli sendika ve komünist gençlik örgütlenmeleri kaldırıldı ve üyeleri legal çalışmaya yönlendirildi. Özeleştiriler unutuldu ve Dersim isyanında yine Kemalist iktidarın yanında duruldu. Separat kararı Komintern tarafından dayatılmasına rağmen, zaten zaaflı, militanlıkça zayıf, Kemalizm eleştirilerini geri alan, onun manyetik alanından çıkamayan, kendi kendini tasfiye eden dağınık ve yasal bir çevre haline geldi. Böylece, sadece TKP değil, aynı zamanda Komintern de İkinci Kongresi’nde alınan sömürge ülkelerdeki burjuva önderlikli kurtuluş hareketlerini yalnız devrimci olduklarında, komünistlerin kitleleri devrimci bir ruhla eğitip örgütlenmelerine engel olmadıkları takdirde destekleme kararını çiğnemiş oldu.

Şefik Hüsnü’nün tek eksiği Kemalizm karşısındaki zikzaklı, istikrarsız bir yol izlemesi değildir. Teori ve pratiğinde, strateji ve taktiklerinde, örgütlenmesinde bütünsel olarak Marksist-Leninist bir özellik taşımamıştır. Özetle devrimci olamamıştır. TKP; Bulgaristan, Yunanistan gibi komşu ülkelerdekiler gibi militan sosyal devrim partisi olmayı başaramamıştır.

VIII

Kemalist hareket cılız anti-emperyalist barutunu daha Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda tüketmişti. Ankara Hükümeti, İstanbul’u saf dışı ettikten sonra ikinci aşamaya, yani ulusal devleti kurma aşamasına girerken solunu ve sağını budamaya devam etti. Burjuva devriminin ikinci aşamasının ayırt edici özelliğinin, devletin, burjuvazinin ve yarı feodal toprak ağalarının anti-demokratik diktatörlüğü olarak örgütlenmesi olduğu göz önüne alınacağı yerde, “devrimci küçük burjuvazinin” iktidarı olarak değerlendirilmesi fahiş bir hataydı. 1923 sonrası sürecin feodalizmden kapitalizme tedrici geçiş, yukarıdan aşağı modernleşme süreci olduğu kavranamadı. Kemalist burjuva devrimi Jakoben bir aşağıdan devrim olarak algılandı.

1848-49 devrimlerinin yenilgisinden sonra aşağıdan devrimler dönemi esas olarak sona ermişti. Engels, devrimci sınıfların zayıflığı nedeniyle, sonraki dönemin yukarıdan devrimler şeklinde gelişeceğini tespit etti. 1850’lerden, ‘60’lardan itibaren devrimden korkan burjuvazi feodal toprak beyleriyle birleşti. Üstyapı ve altyapının kapitalistleşmesi, yarı feodal-bürokratik Alman devleti eliyle, işçi sınıfı ve köylülük işe karıştırılmadan gerçekleştirildi. Aşağıdan devrimler geniş bir toplumsal tabana dayandığı için radikal biçimler ve sonuçlar alırken, alt sınıfların dışta tutulduğu yukarıdan devrimler yavaş ve güdük bir gelişmeyle sonuçlandı. Engels’in “kraliyet Prusya devrimcisi” dediği Bismarck, yukarıdan devrimin klasik temsilcisidir. Almanya’da burjuva demokratik devrim ancak aşağıdan gelişirse demokratik cumhuriyetle sonuçlanabilirdi. Marx, Engels ve Alman komünistler bu ikincisinden yanaydılar.

Emperyalizm aşamasının başındayken yarı sömürge, yarı feodal bir ülke olan Türkiye’de gerçekleşen Kemalist devrim, Almanya’da Bismarck, Japonya’da Meiji burjuva devrimleri gibi yukarıdan bir devrimdir. Doğu Avrupa ve Asya’da ise burjuva devrimleri ve ulus-devlet, gelişmiş ülkelerden farklı olarak 20.yüzyılın başlarında gündeme geldi. Ülkenin toprak bütünlüğünü korumak ve bağımsız bir Türk ulusal devleti yaratmakla ilgilenen Anadolu ticaret burjuvazi, yarı feodal ilişkilerin tasfiyesini yoksul köylüler değil, toprak ağaları yararına çözmeyi tercih etti.

Kemalizm’in tekelci kapitalizm aşamasında yarı sömürge, yarı feodal bir ülkenin Bismarkizm’i olmaktan ileri gelen farkları vardır elbette. Ulusal kurtuluş sağlandıktan sonra inşa edilen ulus-devlet, Türk burjuvazisi, toprak ağaları ve askeri-bürokratik seçkinler iktidarı olarak kuruldu. Yukarıdan devrim, “eski rejime” karşı çıkan üst sınıflar bloku eliyle gerçekleştirildi. Alt sınıfların ekonomik ve sosyo-politik taleplerinin karşılanmamasının ve ezilen ulus ve milliyetlerin bastırılmasının ardında, Kemalist burjuva devriminin ikinci aşamasına işçi ve köylülerin siyasi temsilcilerinin daha ilk aşamada tasfiye edildiği yukarıdan bir devrim olarak gelişmesi yatmaktadır.

K. Marx ve F. Engels, F. Lassalle ile, Almanya’nın gerici Prusya’nın egemenliği altında birleşmesinde, liberallere karşı Alman mutlakıyetinin başı Bismarck’ı desteklediği için çatıştılar. Çarlık Rusya’sında da benzer bir durum oldu. Liberal kamp otokrasinin burjuva monarşisine barışçıl bir dönüşümünü savunurken, devrimci demokratik kamp Çarlık iktidarının ve serfliğin kalıntılarının devrimci yoldan yıkımını savunmaktaydı. Lenin ikinci yoldan, yani halk kitlelerine dayanan aşağıdan devrimden yanaydı. Çarlık despotizmine, liberal burjuvazi ve toprak beyleri ittifakına karşı, proletarya hegemonyasında işçi-köylü ittifakı tezini ortaya attı. Emperyalizm çağında burjuvazinin önderliğinde burjuva demokratik devrimler artık mümkün değildi.

Şefik Hüsnü uzun süre işçi sınıfının önderliğinde bir işçi-köylü devrimini savunmadı ya da bunu şeklen savundu. Burjuva demokratik devrimde hegemonyayı, yarı feodal toprak sahipleriyle ittifak halinde olduğunu unuttuğu ticaret burjuvazisine ve asker-sivil bürokratlara havale etti. Emperyalizmle bağların tamamen koparılmasını, feodal kalıntıların tasfiyesini, dolayısıyla burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını Kemalistlerden bekledi. Kemalist iktidara vaziyet aldığında bile bu kâğıt üzerinde kaldı.

Sözlerindeki derinliğin ne kadar ayırdındaydı bilemiyoruz, ama Mustafa Suphi, Haziran 1920’de, ilkesel önemde bir şey söylüyordu:

“Bundan sonra Anadolu ve Türkiye’de halkın sırtında yaşayacak herhangi bir hükümet, hatta cumhuriyet şeklinde de olsa yer tutamaz, yaşayamaz. Yeni hükümetin bugünkü zahmet ve fedakârlıklara katlanan amele, rençber halkın içinde kurulup aşağıdan yukarıya doğru dalbudak vermesi hayatî bir şarttır. (…) Türkiye amele, rençber ve askerlerinin bu liyakat ve iktidarı göstereceklerine eminiz. Onun için yaşasın Türkiye amele, rençber ve askerlerinin hükümet ve cumhuriyeti!” (abç)[16]

IX

Biz beğensek de beğenmesek de Türkiye sosyalistlerinin tarihsel geçmişleri, 1920’den (Osmanlı’nın son dönemini saklı tutarsak) 1950’lerin başlarına kadar uzanan “TKP ailesi”nin tümünü kapsar.[17] Arkasında bıraktığı birikimin sahiplenilmesi, toptan inkâr gibi bir yöne savrulunmaması için, Şefik Hüsnü liderliğindeki tarihsel TKP’nin, sıkı bir eleştirel süzgeçten geçirilmesi şarttır.

1960 sonrası toplumsal uyanışla birlikte bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi kitleselleşmeye başladığında, ortada dağınık halde “eski tüfekler”, TKP ailesinden gelme bireyler, yazar ve sanatçılar elbette vardı. Bu birikim olmasa 60 sonrası kuşaklar her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalırlardı. Buna karşılık, o döneme kadar yaşamadığı bir sıçramanın eşiğine gelen işçi hareketini ve toplumsal mücadeleyi ve bu mücadelenin öne çıkardığı yeni nesil (başta 68 kuşağı) önderleri toparlayıp kanalize edecek, ne bir komünist parti ne de bu ehliyete sahip gerçek önderler vardı. Tarihsel TKP, 1951-1952 Tevkifatı’yla çoktan çökertilmiş, cezaevinde ‒kökleri daha eskiye dayanan bir şekilde‒ ikiye bölündükten sonra fiilen tasfiye olmuş, geride enkazından parçalar kalmıştı. Var olan sosyalizm TİP önderi Mehmet Ali Aybar gibi burjuva sosyalizminin ve küçük burjuva sosyalizm çeşitlerinin ötesine geçmiyordu.

Manisa’da sürgünde ölen Şefik Hüsnü (1887-1959) dışında, ceza sürelerini doldurup çıkanlar arasında çoğunluğu oluşturan Reşat Fuat Baraner (1900-1968), Mihri Belli, Şevki Akşit ve arkadaşları ülkede kalırlarken, SB’ne giden Zeki Baştımar İsmail Bilen’le birlikte 1962’de “Dış Büro” adı altında yeni bir merkez oluşturdular. Kendini “Bizim Radyo” ile ifade eden katıksız mülteci “Dış Büro”nun Türkiye’de ciddi bir karşılığı yoktu. Reşat Fuat’ın hayata veda edişinden sonra geriye kalan Mihri Belli ve arkadaşları ise Yön, Devrim, Türk Solu gibi dergilerde yazı yazan partisiz bir çevre durumundaydılar. Sonuçta her iki kanat da partisizlik, yasalcılık ve reformizm sacayağı üzerinde duruyorlardı.

Kendini “en eski sosyalist” olarak sunan H. Kıvılcımlı ve “yeni sosyalistler” kuşağından saydığı Mihri Belli, TKP içindeki militan damarı temsil ediyorlardı. Onlar da dergi yazıları ve kitaplarla, Türkiye sosyalist hareketinde patlama yapan genç kuşakları, tek çatı etrafında birleştirerek çekip çeviren lokomotif olacak durumda değildiler. Marksist-Leninist diyebileceğimiz böyle bir perspektifleri yoktu. Genç kuşak önderlerle daha iyi iletişim kuran Mihri Belli kanadı, komünist partinin öncülüğünü ve proletaryanın devrimdeki hegemonyasını devreden çıkarmış, yerine “asker-sivil aydın zümre”yi, yani “ordu”yu ikame eden Milli Demokratik Devrim (MDD) teorisini geçirmişti. Geleneğini sürdürdükleri Şefik Hüsnü’nün bile gerisine düşmüşlerdi.

Buna rağmen militan bir söylemle gençlik hareketinin aktif önderleri arasında etkili olabildiler. 1952 Tevkifatında tutuklanmamış, Vatan Partisi gibi Menşevik parti modelleri sınamış H. Kıvılcımlı, Mihri Belli ile aynı frekansta değildiyse de, uzağında da sayılmazdı. 1930’ların başında yazdığı dışa açılmamış Yol dizisindeki buzkıran denilebilecek tezlerini çoktan iptal etmiş, MDD’nin daha usturuplu bir versiyonunu oluşturan “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz”de demir atmıştı. Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve Mihri Belli hattının 1960 sonrasında geldiği yer olan Milli Demokratik Devrim (MDD) teorisi de ondan farklı değildi.

Sonuç olarak, Komintern (ve Kominform) ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin otoritesiyle tek bir çatı altında temsil edilegelmiş TKP ailesi, revizyonist Kruşçev-Brejnev dönemindeki uluslararası bölünmelere paralel olarak dağılmış, devrimci hareket ters bir dönüşle sayıları katlanarak artacak bir fraksiyonlaşma dönemine girmişti. 

68 gençliğinin en aktif kesimleri MDD teorisi ve FKF/Dev-Genç etrafında toplanmışlardı. Sonradan ayrışarak THKO, THKP/C ve TKP-ML’yi kuracak önder kadrolar MDD teorisini savunuyor, M. Belli ve H. Kıvılcımlı’ya yakın duruyorlardı. Devrimcileşmekte olan dönem, toplumsal mücadelenin önderliğine talip olanlardan geçmişin ataletinden sıyrılmış bir eylemlilik ve kopuş bekliyordu. İki “eski tüfek” ordunun 1919-1923 ve yeni bir 27 Mayıs 1960 beklentisi içinde (“İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz”) olduklarından, bunun karşısında konumlandılar. Kemalizm ve “İkinci Kuvayimilliyecilik” aşısı zerketmelerine rağmen devrimci gençlik önderleriyle karşı karşıya gelmeleri kaçınılmazdı. Dünya ve Türkiye devrimci bir dönemden geçerken, sosyalist solun devrimcilik ve reformizm ayrışması yaşamaması, sınıf mücadelesinin yasalarına ters düşerdi. “Ordu Gençlik Elele, Milli Cephede” sloganları bir süre etkili oldu. Ne yazık ki, genç devrimcilere “Yasal partide birleşin”, “orduyu bekleyin”, “sakın silaha sarılmayın” öğüdünden başka verebilecekleri bir şeyleri yoktu. Yollar ayrıldıktan sonra Kıvılcımlı’nın, elmalarla armutları bir araya getirmeye çalıştığı “Anarşi yok büyük derleniş” çığlığı havada kaldı. Geçmişe geri dönmüşler gibi Hikmet Kıvılcımlı daha açık, Mihri Belli üstü kapalı bir üslupla, Mustafa Suphi eleştirilerinin daha ağırını THKO ve THKP/C’ye yaptılar. Buna rağmen TKP geleneğinin reformizmini kırarak devrimci hareketin önünü açan kendileri değil 71 devrimcileri oldu.

1970 kavşağı, yaşlılık hastalığından mustarip “eski tüfekler” ile sol çocukluk hastalığı sabırsızlığıyla acele eden “yeni tüfekler” arasında kan uyuşmazlığını açığa çıkardı. Orducu sosyalistliklerinden sıyrılıp kendilerine gelseler belki birbirlerinde eksik olanı (deneyim ve hücum ruhu) tamamlayarak güçlü bir atılım yaratmayı başarabilirlerdi. 71 devrimcileri sol aşırılıklarını frenleyecek ve acemiliklerinden arındırabilecek bir imkândan yoksun kalırlarken, eski tüfekler de 71 ruhuyla kazanabilecekleri yeniden diriliş şanslarını geri teptiler. 

Marksist-Leninist bir ihtilalcilikten vazgeçtik, 1930’lu, ‘40’li yıllarda kazandıkları olumlu deneyimlerini bile aktaramadılar. Yeni döneme el yordamıyla ve teçhizatsız giren 71’in devrimci örgütlerine ne illegal parti ve gizli çalışma, işkencede direniş deneyimlerini ne de Türkiye tarihi, sosyoekonomik yapı, sınıf tahlili, Kürt meselesi, devrim stratejisi konularını aktarabilecekleri bir arşiv bıraktılar. Sosyalist geleceğe susamış genç devrimciler illegal örgütlenme ve çalışmayı dönek Aclan Sayılgan, anti-komünist Fethi Tevetoğlu’nun kitaplarından, sosyoekonomik, sosyopolitik analizleri sol Kemalist Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nden, silahlı mücadeleyi ise Che’nin anılarından, Douglas Bravo’dan, Carlos Marighella’dan öğrenmek durumunda bıraktılar. Neyse ki Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş silahlı mücadele, İbrahim Kaypakkaya işkencede direniş, Kemalizm ve ulusal sorun konusunda bir kopuş yaratarak barajı aşmayı başardılar.

Ne büyük bir trajedidir ki, tarihsel geçmiş içerisinde talihli bir başlangıç olan 1920 TKP’sini sahiplenmek, Şefik Hüsnü düşmanlığını öleceği günlere kadar sürdüren mülteci TKP’ye ve Troçkist tekkelere kadar düştü. Böylelikle Mustafa Suphi’den başlayan devrimci mirası küllendirmenin iki yolu olduğunu öğrenmiş olduk: Biri suskunlukla, üstünü örterek, diğeri özünü boşaltarak sol hamasetle öldürmek.

 

[1] Y. Ayaşlı, “Her Daim Devrimci Kalabilmek: Garbis Altınoğlu”, Teori ve Politika 79, Kış 2020, s. 74 ve https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/912-her-daim-devrimci-kalabilmek

[2] Halk İştirakiyun Fırkası’nın, Salih Hacıoğlu’nun sekreter seçildiği, Şefik Hüsnü’nün Merkez Komitesi’ne girdiği 15 Ağustos 1922’deki kongresi, izin verilmediği için gizli toplanır. Rauf Bey Hükümeti, bazı üyelerini casuslukla suçladığı THİF’i kapatır (Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s. 47)

[3] Yaşar Ayaşlı, Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi’nin (Ankara 2014, Epos Yay.) “Ulusal Mücadelede Hegemonya Kavgası” başlıklı bölümüne (ss. 72-80) bakınız.

[4] Gürsel Köksal, “Mustafa Suphi ve yoldaşları 100 yıl önce bugün katledildiler: 15’leri kim öldürdü?”, Birgün, 28 Ocak 2021.

[5] “TKF Kuruluş Kongresi’nde Rusya Komünist Partisi adına konuşma yapan Stasova, uyarıcı vurgularda bulunur: ‘Son zamanlarda mesleksiz, hüviyeti meçhul çok adamlar komünist yazılmaya başlamışlardır. Bunun için aranıza girmek isteyenleri iyi tahkik ediniz. Emin olmadığınız adamları almayınız.’ (Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2019, s. 494)

[6] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, a.g.e., s. 52.

[7] Mihri Belli, Esas Hadise O Kiraz Ağaçları, Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2002, s. 70.

[8] Hikmet Kıvılcımlı, Yol 3: Partide Konaklar ve Konuklar, Yol Yayınları, İstanbul 1978.

[9] Doğu Perinçek,”TKP’nin Kuruluş Tarihi”, Aydınlık, 10 Eylül 2020.

[10] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, 1992, s. 148.

[11] A.g.e., s. 149.

[12] A.g.e., s. 163-165.

[13] Aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1978, s. 349.

[14] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), a.g.e., s. 108.

[15] A.g.e., s.126.

[16] Mustafa Suphi’den (Yeni Dünya, 2. Sayı, 28 Haziran 1920) aktaran Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarihi Kurumu Yay., Ankara 1997, s. 106.

[17] “TKP ailesi” ile ne kast ettiğimi bir başka yazımdaki bir anlatıma başvurarak gösterebilirim: “Tarihsel TKP denince, yalnız 100-200 kişi arasında değişen kadro ve ileri sempatizan anlaşılmamalı, buna çevresindeki sempatizanlar, aydınlar ve sanatçılar da katılmalıdır. O dönemde sosyalist ve ilerici sol ağırlıklı olarak TKP ve çevresi tarafından temsil ediliyordu.” https://sendika.org/2021/06/turkiye-sosyalistlerinin-fasizmle-imtihani-1923-1970-623731/

 
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar