Yeni Dönemde Ne Yapmalı?
Onuncu yılımızda, çeşitli çevrelerin değerlendirmeleri ve tartışma toplantıları ile kendimizi ve bir nebze de olsa genel olarak Türkiye’de Marksizmi nesne edinmek için önemli ürünlere sahip olundu.
Geçirdiğimiz uzun on yılın eserini, sosyal varlığımızın ve ideolojik iklimin etkilerine karşı mücadele ile kazanılmış Marksist bir teorik mevzi olarak tespit edebiliriz. Türkiye’de Marksizmin politik olarak belirmesinden bu yana da uzun 33 yıl geçti.[1] Toplam olarak bu yılların Marksizm nezdinde diğer devrimcilik türlerinden, burjuva ideolojisinden ve kendi mirası olan eski araçlardan ayrışarak sancılı bir şekilde bütünsel oluşum yönünde ilerlediği görülüyor.
Eserimizi ve yönelimimizi, ‘Marksistler ne zaman hangi konumları almalıdır’ genel sorusunu ve ‘şu anda ne yapmalı’ sorusunu sorarak sınamak gerekiyor.
Savaşlar şüphesiz savaşarak, pratikten öğrenen komutanlar ve deneyimler edinilerek kazanılır, ama aynı zamanda daha az önemli olmayan cephe gerileri, cephe olmayan ileri cepheler ve savaşın politikanın bir devamı olduğu anlamında politik seferberlikle. Üstelik tüm bunların ille de bizim açtığımız kanallar olması gerekmediği, ezilenlerin mücadele tarihinin kazandırdığı deneyimlerden çıkarsanabilir.
Konum almak nedir ve ne zaman hak edilir? Lenin, Ne Yapmalı’da kısa ömürlü devrimciler olarak yapabileceklerinden daha fazla hizmette bulunabilecek cephe gerisinde adamlar yaratmak ile ilgili “ancak tamamen pekişmiş, aktif güçlerden yoksun bulunmayan bir örgütün bu taktiği uygulamaya hakkı vardır” belirlemesini yapıyor.[2] Sanki hepsi bu derecede gelişmiş güçlere sahipmiş gibi davranarak ezilenlerin mücadelelerini sonuçsuz kanallara akıtan reformcu politik güçlerin Marksizm iddialarının bir hükmü olmadığı suratlarına bir tokat gibi çarpsın. Devrimci olmayan bir Marksizm mümkün değildir.
Türkiye’de Marksizm ideolojik bir edinimden sonra devrimci bir kopuşla ve yüzünü ön-teorik teçhizatıyla tespit ettiği ezilen kesimlerin hareketli bölüklerine dönerek politik varlık kazandı. Varlığını, düşmanın saldırılarına ve genel reformculaşma eğilimlerine karşı mücadele içinde sınavlardan geçirerek bu anlamda sürekli yeniden üretmesini bildi. Bu yeniden üretim, politik varlığının geri çekilmesinden kat kat büyük ölçüde Marksizm anlayışının geri çekilmesi pahasına oldu. Marksizmin krizi ifadesinin somutlaştığı nokta (örgütsel bir krizi aşaması anlamında) tam da böyle bir geri çekilme idi. Kriz aynı zamanda uluslararası boyuttaydı. Bu dönemde birtakım ideolojilere doğru geri çekilindi ve alışkın olmadığımız bir sosyo-politik çeşitlilik ile yüzleşildi. Kısmen bu dağılmanın sonucu olan çeşitlilik Marksizm dışı devrimcilik türlerini de (hareketli ezilen kesimlerin ideolojileri olarak) kapsayan bir görüntü arz ettiğinden döne döne sınıflandırılmalı ve yüzler onlara döndürülmelidir
Taslak’ta durum şu şekilde tespit ediliyordu: “Komünist politik örgütlerin yirmi küsur yıllık tarihlerini, örgütsel olarak parti öncesinde kilitlenme, politik olarak pratik politikte kilitlenme, ideolojik-teorik olarak doktrinarizmde kilitlenme şeklinde soyutlayabiliriz.(…) Kitlesiz ve teorisiz politikada ısrar, komünist geleneğimize ilginç bir ‘kitle’ tipi de armağan etmiştir. Bu insanlar kitle işlevi görüyorlar, ama kitleden olmadıkları çok net. Ortalama işçiden-emekçiden önemli oranda kopmuş bir ruh hali olan ve kitle duyusu kaybolmuş bir birey.”.[3] 2004’de ise teorinin yönseme anlamında önemi daha net ve gelişkin ifadelerle vurgulanıyordu. Ali Avcı çağrımızı “Hey, sen!” diye bağrıldığında sesin geldiği yöne bakacaklar biçimde darlaştırmak gerektiğinden fakat halihazırda ezilenler arasında bu anlamda ayrışmış ve dünyasal boyutta politik dinamizm taşıyan bir kesim bulunmadığından geniş şiarın uygun olduğunu vurguluyordu.[4] M. Kayaoğlu da “gerçek dünyasal varoluşla onun en dinamik alanlarında alaşım noktaları” yakalanabileceğini söylüyordu.[5] Bu anlamda ortalama işçi-emekçilere de ontolojik olarak dışardan yönelmenin koşulları somutlaşıyordu: Nüfusun tüm sınıflarının olduğu bir alanda hareketli ezilen kesimlere yönelmek. Bu yönelişi sağlamak için de öncelikle kendimize dönerek Marksizm içi bir mücadeleyi örgütlemek gerekiyordu. Dergimiz bu yönde bir çabaydı. Lenin’in bahsettiği anlamda bir profesyoneller örgütü geliştirilememesinin nedeninin örgütsel teknik olmadığı açıktı, zira bu yönde bir irade vardı ve bu tarz problemleri aşacak deneyim biriktirmek için yeterli zaman geçmişti. Teorik-politik edinim gerçekleşmediğinden böyle bir örgüt yapılandırılamamıştı. Bu, devrimimiz yolunda olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Aldığımız konum, hayatın Marksistlerin sırtına yüklediği sorumluluklardan bir tanesini kabul etmekti.
Dergimizin, teorik-politik mücadele için bir dönem boyunca memnun olmadığımız, yeterli görmediğimiz ama gücümüz oranında kurulabilen, olası tek araç olduğu vurgulanmalıdır.
Bugün ne yapmalı sorusuna, üç değerlendirmeyle, kendi gücümüzün, Marksizmin teorik, politik ve ideolojik durumunun ve ezilenlerin özgül durumunun değerlendirilmesiyle yanıt vermek gerekiyor.
Marksizmin özünü değil lafzını ideolojik olarak edinenler biraz uzunca sürebilecek bir erime sürecine girdiler. Bu süreç pratik-politik Marksistlerin varolan tüm enerjisi ile ezilenlerin mücadelede en ön saflarda olan hareketli kesimlerine hücumu ile kol kola ilerliyor. Nef’i’nin bir şiirinde söylediğine benzer olarak, ezilenlerin hicvinin Zülfikarı bir dizi doktriner ideolojik kesimi öldürdü.[6] İşin ilginç yanı hala sesler duyuluyor. Bunlar teneşirden gelen “Bizi gömün” çığlıklarıdır. Elimizdeki, on yıllık çabanın ürünü olan kazma ve küreği bu yönde kullanmalıyız.
Onuncu yıl tartışmalarında, “Kürt meselesine yaklaşım ile İslam meselesine yaklaşım ve bunlarla bağlantılı emperyalizm konusuna yaklaşım, pratik-politik Marksizm alanında bir ayrışmanın niteliğe ilişkin işaretlerini veriyor bugün. Ama bu konuda bir sadeleşme olduğu kanaati hasıl oluyor ve biz kendimizi pratik-politik Marksistlerle, belli başlı bütün meseleler açısından özel bir örtüşme konumunda hissediyoruz”[7] deniyordu. Pratik-politik Marksizm nezdinde Kaypakkaya’nın kopuşu tarzında bir kopuşun nüveleri ile karşılaştığımızın, fakat sancılı bir süreçten geçileceğinin işaretleri görülmektedir. Pratik-politik Marksistlerin örgütsel-sosyal varlıkları süreci omuzlamaya yetecek güçte görülmemekle beraber, güçler kuşkusuz, başka bir yerden değil yönelinen alanlardan kazanılacaktır.[8]
Ezilenlerin davranışlarını, ezilmeyi kabul ederek geri çekilme, kendini mevcut sistem içinde hiyerarşileri kollayarak veya savaşarak savunma ve iktidara yönelme şeklinde de sınıflayarak halihazırda ön cephede savaşanlar dışında da konjonktürel olarak öne çıkabilecek ezilen kesimlerini yönsemeye çalışmalıyız.[9]
Kürt ulusal hareketinin, Latin Amerika’daki mücadelelerin, Fransa varoşlarındaki isyanın, Filistin’in, El-Kaide tarzı mücadelenin, hatta iktidar hedefi olmasına rağmen emperyalist müdahaleden çekindiklerini söyleyen NKP(M)’nin savaşarak savunma temelli hareketler olması dünyasal ölçekte güç dengeleri hakkında fikir veriyor. Mesela, “Irak ve Afganistan halklarının direnişleri, ABD’nin Latin Amerika’daki müdahaleciliğini zayıflatan, dolayısıyla dolaylı olarak Latin Amerika halklarına yardımcı olan bir rol oynamıştır.”[10]
Ezilenlerin ilan ettiği hedefler bu gerçek yanında ikincil öneme sahip görünüyor. İslam tarihi boyunca ezilen, geleneksel olarak Mehdi bekleyen bir inanışa sahip olan Şiilerin güç dengelerinin farklı olduğu bir konjonktürde Safevi iktidarı döneminde yaratılan bir fıkıh kavramı olan ‘Velayet-i Fakih’i sahiplenerek iktidara yöneldiği hatırlatılmalıdır. Böylece, gelmeyeceği belli olan Mehdi, dünyevi olarak ikame edilmiş oldu. Ezilenlerin dünyanın dört bir bucağında yaktığı devrim ateşleri, bileşik etki gösterecek ve bugün pek zayıf görünen iktidar olanaklarını da arttıracaktır.
[1] Dergimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın eserini Marksizmin teorik özgülleşmesinin ön tarihi, İbrahim Kaypakkaya’nın eserini ise politik varlık kazanmasının başlangıç momenti olarak tespit etmişti. Bkz: Melik Kara, “Devrimcilerin Marksizmi”, Teori ve Politika 12, Güz 1998
[2] Lenin, Seçme Eserler 2. Cilt, Çev.: Süheyla Kaya, İsmail Yarkın, Ankara 1993, İnter Yay., s. 149
[3] M. Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s. 39-41.
[4] A. Avcı, “Marksist Çağrı ve Ezilenler”, Teori ve Politika 35-36, Yaz-Güz 2004
[5] M. Kayaoğlu, “Ezilenlerin Marksizmi”, a.g.e..
[6] “Bir alay hezeyan ve saçma sapan söyleyenleri, benim hicvimin Zülfikarı öldürmüştür. Bunlar bana cevap vermeseler şaşmamalı. Zira ölülerden ses çıkmaz.” Nef’i Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Haz: Abdulkadir Karahan, Varlık yay., İstanbul 1954
[7] M. Kayaoğlu, Teori ve Politika 38, Yaz 2005
[8] Ekim devriminde güçlerin işçicilikten kopuş ve işçi-köylü ittifakı temelinde, Çin Devriminde ise Japon işgali ile yoğunlaşan ulusal sorunu tespit ederek, emperyalist güçlerin gözetiminde Güney’de az sayıda fabrika çevrelerindeki çalışmalardan kopup adları unutulmuş bir yığın devrimcinin canı pahasına örgütlenmiş uzun yürüyüşle bozkırlardan kazanılması vurgulanmalıdır.
[9] Kitlelerin güç ilişkilerini değerlendirmede sağduyusu konusunda bkz: James C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Yay., İstanbul 1995. Dergimizde ise güzel bir örnek olarak E. J. Hobsbawm’ın yazısı verilebilir: “yalnızca toprak üzerinde hak iddia etmekle yetinemezler, fakat toprağın üzerinde gerçekten yaşamalı, toprağı işlemelidirler, çünkü onların hakkı burjuva mülkiyet hakkı gibi değil, daha çok Locke’çu, doğa durumundaki mülkiyet hakkıdır.” “Aşağıdan Tarih”, Teori ve Politika 35-36, Yaz-Güz 2004, s.103
[10] “James Petras ile röportaj: ABD, kilden ayaklı bir devdir”, Ezilenlerin Sosyalist Alternatifi Atılım, 22 Ekim 2005.