Grundrisse’den Kapital’e
Çokdoğrusal Temalar
Kevin B. Anderson*
Çeviri: A. Ercüment Özkaya
Marx, Batılı olmayan toplumlar, milliyetçilik ve ırk ile etnisite hakkındaki tartışmalarını siyaset ve gazetecilik yazılarına münhasır kılmış olaydı, bu konular esas entelektüel projesinin kenarında kıyısında kalmış ikincil konular olarak kolayca gözardı edilebilirdi. Oysa ben bu bölümde bu meselelerin Grundrisse’den Kapital’e Marx’ın temel politik ekonomi eleştirilerinde nasıl yer bulmuş olduğunu göstereceğim ve dahası, Marx’ın Batılı olmayan toplumlar karşısında sürekli evrim gösteren duruşunun, özellikle yayıma bizzat hazırladığı son metni olan az bilinen 1872-75 Fransızca baskısındaki şekliyle Kapital’in birinci cildindeki kapsamlı akıl yürütmesini şekillendirmesine yardımcı olduğunu öne süreceğim.
Grundrisse: Çokdoğrusal Bir Perspektif
Marx’ın 1857-58 yıllarında kaleme aldığı ama ilk kez ölümünden elli yılı aşkın bir süre geçmişken yayımlanan Grundrisse, bugün yaygın olarak, politik ekonomiye getirdiği eleştirinin önemce sadece Kapital’in gerisinde kalan başlıca metinlerinden biri kabul edilir. Tamamlanmış bir eser değil de bir taslak olduğundan, Eric Hobsbawm’ın uygun bir şekilde ifade ettiği gibi, “okuyucuya Marx’ı fiilen düşünmekteyken izleme” imkânı verir (introduction to Marx, 1965, 18). Raya Dunayevskaya Grundisse’i birçok bakımdan mantıksal, derli toplu bir Kapital’den daha bütünsel bir kavrayış olarak niteler. Sadece var olan toplumun bir tahlili olmakla kalmayıp insanî güçlerin genişlemesine dayanan yeni bir toplum kavramını da içeren muazzam bir dünya-tarihsel görüş ilân eder… “Şekilsiz”liğine rağmen, Marx’ın sermayeye yabancılaşmış emek olarak “özgür” emek ilişkisini tartışırken kapitalizm öncesi toplumlar meselesini ortaya koymasına ve tartışmaya katmasına izin veren şey bu tarihsel kapsayıcılığıdır. ([1973], 1989, 65-66)
Marx, Grundrisse’den bir yıl sonra, onun küçük bir bölümüne dayanan yayımlanmış bir eser olan Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde gelecek yıllarda geliştirmek niyetinde olduğu altı konuya ilişkin ünlü açıklamasını yapar: “Burjuva ekonomi sistemini şu düzene göre inceleyeceğim: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli-emek, devlet, dış ticaret, dünya pazarı” (MECW 29, 261, vurgular özgün). Marx daha bu aynı 1859 önsözünde bu altı başlığın birincisinin, sermayenin incelemesini üç kısma ayırmış bulunmaktadır: Meta, dolaşım ve genel olarak sermaye. Bu son üçlü liste 1867’den 1872’ye dek yayımlayacağı ve yeniden gözden geçireceği Kapital’in birinci cildiyle ve en azından genel terimleriyle, Engels’in Marx’ın ölümünden sonra notlarından çıkarak II. ve III. Ciltler olarak yayımladıklarıyla kabaca karşılaştırılabilir.[1]
Kapitalizm öncesi toplumlar konusu Grundisse’in ayrı bir bölümünde uzunca ele alınmışsa da Kapital’de sadece kesintili bir biçimde ara ara tartışılmıştır. Toplumsal örgütlenmenin ilk soysal ve komünal biçimlerinin sınıflı toplumlara nasıl dönüştüğüne ilişkin fikir verici ancak tamamlanmamış tahlilinde Marx, bu gelişmelerin Avrupa’ya karşıt olarak Asya’da izlediği farklı yolu incelemiştir.
Bu konular yirminci yüzyılda Asya tipi üretim tarzı başlığı altında pek çok tartışma üretecek olsa da Marx Grundrisse’de bu terimi aslında hiç kullanmamıştır.[2] Birinci Bölüm’de görmüş olduğumuz gibi, 1853 tarihli Hindistan ile ilgili yazılarında “Doğu despotizmi” terimini kullanır. Ne var ki, 1859 Politik Ekonominin Eleştirisi’nin önsözünde “Asya tipi üretim tarzı” terimini kullanır. Marx, “toplumun ekonomik ilerleyişini işaretleyen dönemler olarak nitelenebilecek” olan “Asya tipi, antik, feodal ve modern burjuva üretim tarzları” hakkında yazar. Modern kapitalizmi “insanlığın tarih-öncesi”nin bir parçası olan “son uzlaşmaz biçim” olarak nitelediğinden, hem Asya tipi hem antik üretim tarzlarından önce gelen bir erken devletsiz biçim gibi, bir sosyalist gelecek de imâ edilir. Zımnen belirtilen bu iki üretim tarzını da katarak, altılı bir liste ortaya çıkar: (1) erken devletsiz (2) Asya tipi, (3) antik, (4) feodal, (5) burjuva ya da kapitalist (6) sosyalist.
Bir Asyalı biçimin dâhil edilmesiyle bir çeşit çokdoğrusallık da imâ edilir, bu yapılmasaydı, erken devletsiz soy toplumlarından köle emeğine dayalı antik Yunan-Roma sınıflı toplumlarına, oradan Orta Çağların feodal toplumuna ve burjuva toplumu ile onun ardılı sosyalizme doğru Batı’daki gelişmeye odaklanan tekdoğrusal bir model olurdu. Roman Rosdolsky gibi bazı Grundrisse uzmanları Marx’ın listesinin tekdoğrusal bir ”ekonomik tarihin ardışık dönemlerinin sıralaması” oluşturduğunda ısrarlıdır ([1968], 1977, 273) ama daha çoğu, ortodoks Sovyet Marksistlerince de paylaşılan böyle bir “tekdoğrusal yaklaşım”ın “Marx’ın düşüncesinin hatırı sayılır bir basitleştirilmesini imâ ettiği” görüşünde Hobsbawm ile aynı fikirdedir (introduction to Marx 1965, 60).[3]
Böylece, 1857-58’e gelindikte Marx, tarihsel gelişmenin kendisiyle Engels’in bir onyıl önce (1846) Alman İdeolojisi’nde yapmış olduklarından daha ayrıntılı ve karmaşık bir anlatısını geliştirmişti. {Alman İdeolojisi’nde} Asya tipine yer verilmeyip Batı Avrupa tarihine dayanarak “soy ya da boy”dan “antik” , oradan “feodal” ve oradan da modern burjuva toplum biçimlerine giden düz bir çizgi vardır (MECW 5, 32-35). Siyaset kuramcısı Ellen Meiksins Wood’un daha genel bir anlamda öne sürdüğü gibi, “Bilakis, Marx Grundrisse’den itibaren politik ekonominin olgun eleştirilerinde giderek daha çok değil, daha az ‘belirlenimci’ olur, yani bununla (belirlenimcilikle ç.n-) bir düşünürün insan eyleyicilerine dışsal yapıların edilgen alıcıları ya da ebedî hareket yasaların oyuncağı olarak baktığı düşünülüyorsa” (2008, 88).
Marx, kapitalizm öncesi toplumlar hakkındaki görüşlerini 1857 Aralık ortalarından 1858 Şubat’ına dek yazdığı Grundrisse’in 4. ve 5. defterlerinde tartışmaya devam etti. Birinci Bölümde gördüğümüz gibi, bu doğrudan Hindistan’daki Sepoy Ayaklanmasının hemen ardından gelen, sömürgeciliğe 1853 Hindistan yazılarında olduğundan daha büyük bir düşmanlık ifade etmeye başladığı dönemdi. Dahası, 1853’te geleneksel Hint köyünün komünal biçimlerini “doğu despotizmi”nin kaynaklarından birisi olarak nitelemişken, Grundrisse’de bu biçimleri tarafsız, hattâ bir ölçüde sevecen bir üslûpla betimlemiştir. Elbette, Grundisse’in çoğunda Marx başka bir şeye, resmen özgür ama büyük ölçüde atomize olmuş ve kendi üretim araçları üzerinde kayda değer bir kontrolün her şeklinden yoksun bir çalışan sınıf olarak modern proletaryanın doğuşuna odaklanmıştı. Buna karşılık, kapitalizm öncesi çeşitli toplumlarda bireyler başka bireylerle “topluluğun üyeleri” ve “toprak sahipleri olarak” ilişkiliydi. Üstelik {bu toplumlarda yaşayanların} emeklerinin yöneldiği amaç “değerin yaratığı” değildi (Grundrisse, 471)[4]. Önceki toplum biçimlerinin hepsi, gerek toplumsal örgütlenmelerinde gerek mülkiyet ilişkilerinde, komünaldi. Marx üç erken komünal biçim sayar: Asya tipi, Yunan-Roma tipi ve Cermen tipi.
Asya biçiminde, yerleşik hayatı önceleyen kırsal yaşama ya da “göçebe” var oluşun başka tiplerine dayanan erken soy-temelli gruplar komünal bir toplumsal yapıyı desteklerler: “Soy topluluğu (Stammgemeinschaft), doğal topluluk, (geçici) komünal mülk ediniminin ve toprağın kullanımının sonucu değil öngerektirimi şeklinde belirir” (Grundrisse, 472, vurgular özgün). Bu yüzden, komünal toplumsal örgütlenme komünal mülkiyeti önceler. Komünal toplumsal örgütlenmenin “kan, dil ve gelenek ortaklığı”, “naif bir tarzda”, “topluluğun mülkü olarak” toprakla ilişkilidir (472, özgün vurgular). Ne var ki, nihayetinde “ilksel Asya tipi biçimlerin çoğunda”, daha yüksek bir oluşum toprak sahibi olarak kendisini kurar ve komünal köylüler yerel düzeyde toprağın sıradan “kalıtsal zilyetleri” hâline gelirler (473). Bu “Doğulu despotizm” artı ürün çekip alır, artı ürün artı değer değildir. Köy düzeyinde, küçük ölçekli imalatın (zanaatların ç.-) ortaya çıktığı durumda bile, kadim komünal yapılar varlığını sürdürür, bütün bunlar tek bir kişinin, despotun altındadır: Doğulu despotizmin ve onun olduğu yerde yasal olarak varmış gibi gözüken mülksüzlüğün ortasında, gerçekte temelde çoğunlukla küçük bir komün içinde zanaatların ve tarımın bir bileşimince yaratılmış olan ve böylece hem kendini sürdürülebilir kılıp hem yeniden üretimin ve artı üretiminin bütün koşullarını kendi içinde içeren bu soysal ya da komünal mülkiyet vardır. Artı emeklerinin bir bölümü, nihaî olarak bir kişi şeklinde var olan daha yüksek bir topluluğa aittir ve kısmen gerçek despot, kısmen hayal edilmiş soy varlığı, tanrı şeklindeki birliğin yüceltilmesine yönelik ortak emek olduğu kadar, vergi vb. biçimini alır (473).
Marx, Asya tipi biçimler hakkındaki bu tartışma boyunca, bu toplumsal oluşum için “emeğin ortaklığı”nın (473), mülkiyetin ortaklığından daha temel önemde olduğunu düşünür. Asya biçiminin tarihsel örnekleri bakımından, sadece Hindistan’dan söz etmekle kalmayıp Romanya, Meksika, Peru gibi Asya dışındaki ülkeleri de katarak elini çok bol tutar. Burada, sadece “Doğu despotizmi”nden söz ettiği 1853 yazılarının aksine, daha geniş gönüllü bir tutum alarak “bu komünal sistemin daha despotik ya da daha demokratik biçim” alabilme ihtimaline işaret eder (473; vurgular eklendi).
Marx, kapitalizm öncesi biçimlerden ikincisinin, Yunan-Roma’nın daha kentli ve “daha etkin bir tarihsel hayatın ürünü” (Grundrisse, 474) olduğunu yazar, ama o da soy-temelli bir komünal biçimden başlamıştır. İster kent ister köy şeklinde olsun komünal olarak örgütlenmiş çeşitli yerleşimler ve özellikle Romalılar arasında çatışma çıkar. Savaş “en büyük kapsamlı ödev, muazzam bir komünal emek” hâlini alır (474). Roma örneğinde, toprak ve topluluk ile “yaşayan birey” arasında daha ileri derecede bir ayrılma gerçekleşmiştir. Roma’da, kesinlikle komüne ait bir kamusal toprak, ager publicus vardı. Ne var ki, Asya biçimlerinin tersine, “bireyin [toprak] mülkiyeti”, “doğrudan doğruya komünal mülkiyet” değildi (474-475). Aynı şekilde – savaş durumu dışında – komünal emek de toplum açısından merkezî önemde değildi. Toprak mülkiyeti, – sadece Roma yurttaşları için olsa bile – mevcuttu ama bu durum toprakla ilgili her türlü mülkiyetin komüne ait, bireylerin yasal sahiplik haklarına değil en fazla “ancak belirli bir toprak parçası üzerinde zilyet {kullanım hakkı sahibi}” olduğu Asya biçimleriyle karşıtlık oluşturuyordu (477). Yunan-Roma toplumu büyük ölçüde kentlileşmiş olsa da, toprak sahibi özgür yurttaşlar tarafından yürütülen tarım ideal ekonomik faaliyet sayılıyor, buna karşılık ticaret ve finans işleri çoğu kez azat edilmiş kölelere ve yurttaş olmayan yabancılara bırakılan saygın olmayan geçim yolları olarak hor görülüyordu. Dahası, Asya soyları temele “atadan gelmeye” dayanırken Yunan-Roma’dakiler “yerleşim” esasına göre kurulmuşlardı ve birbirlerine akrabalık duygusu beslemiyorlardı. Marx, “en uç, en katı biçim, kişinin aralarında evlenebilme hakkı olmaksızın, herbiri kendine özgü, el değiştirilemez mesleklere sahip, tamamen farklı ayrıcalıkları olarak herbiri öbüründen ayrılmış” atasal soyların daha eski olduğu sonucunu çıkarır. Marx, buradan giderek, Hint kast sistemine bir soy ya da boy kökeni atfeder. Ne var ki, “bu atasal soyların” üyeliğe kabûlde bir şekilde daha esnek olan “yerleşim esaslı soylar” tarafından “neredeyse her yerde bertaraf edildiği” Yunan ve Roma’nın çok erken bir tarihte üstesinden gelmiş olduğu şeyin bu olduğunu öne sürer (478).
Marx, burada Asya soylarının Yunan-Roma’dakilerden daha ilkel bir evrede olduğunu öne sürmemektedir. Onun yerine, kuvvetli bir şekilde, çokdoğrusal bir çerçeveyi imâ ediyordur. Her hâlükârda, edebiyat kuramcısı E. San Juan Jr’ın yazdığı gibi, Asya tipi üretim tarzı “Marx’ın tarihsel araştırmasında yararlandığı kurgusal araç çantasında her türlü ereksel belirlenimciliği ya da evrimci tekçiliği bertaraf etmak üzere istediği ânda bulup buluşturduğu bir âlet işlevi görür” (2002, 63).
Marx, kapitalizm öncesi biçimlerin kırsal kesimde odaklanan üçüncüsüne yani Cermen tipine çok daha az dikkat ayırır. Birbirinden uzak mesafede ormanlar arasında yaşayan erken Cermen boyları arasında komün daimî bir hayat şekli olmaktan çok belli aralıklarla ortak toplantılarda bir araya gelme durumuydu. Burada komün sadece “bireysel mülkiyete bir tamamlayıcı” idi (Grundrisse, 483). Marx, ortaçağ Avrupa’sındaki feodal düzenin temelini bu toplumsal biçimin oluşturduğunu öne sürer.
Bu üç biçimi ve aralarındaki keskin farklılıkları ortaya koyduktan sonra Marx, bir yanda bütün bu kapitalizm öncesi biçimler öte yanda modern burjuva düzeni arasında daha büyük bir ayırım çizgisi çeker. Kapitalizm öncesi bütün biçimlerin “kullanım değerleri üretimi” şeklinde kendi “ekonomik amaç”ları vardı (Grundrisse, 483). Yunan-Roma ve Cermen biçimlerinin Asya tiplerine göre daha büyük bireyselleşmeye imkân tanımasına rağmen, bu toplumların hiçbiri, modern “serbest işçi”nin “noktamtırak yalnızlığına” benzer bir durum yaratmamıştı. Aynı şekilde, bu toplumlar, kendi kendini yalıtan ve böylece özgür birey olan modern burjuva mülk sahibi de yaratmamıştı. Bu daha önceki toplumlar açısından, “toprak sahibi” olan “ayrık bir birey” mefhumu saçmalıktan öte bir şey olmazdı. Bu, daha bireyselleşmiş Yunan-Roma ve Cermen toplumlarında bile, mülkiyetin – özellikle topraktaki – ancak bütün bir topluluk ilişkileri aracılığıyla kurulabilmesindendi. Buradan bakıldıkta, Marx’ın asıl maksadı, hem Avrupa’daki öncelleri hem Asya’daki seçenek gelişim yolları ile karşıtlığı aracılığıyla modern kapitalist toplumun yapılarını açıklamakmış gibi gözükür.
Marx, bu kapitalizm öncesi toplumları daha önceki yazdıklarına kıyasla Grundrisse’de daha tarafsız hattâ zaman zaman temkinli bir biçimde sevecen bir dille resmetmekle birlikte idealize de etmez. Ticareti hor gören bu toplumlar hakkındaki “yüceltici” görüşlere ödün vermez ayrıca bu toplumların ekonomik ve toplumsal gelişim açısından kısıtlı niteliğine de dikkat çeker. Bu noktada modern kapitalizme ve onun daha yeni ve daha üstün bir toplumsal düzene yerini bırakmak üzere olası yadsınmasına işaretle şunu sorar: “Dar burjuva biçiminden bir kez soyuldu muydu, evrensel alış veriş tarafından yaratılmış olan bireysel ihtiyaçlar, yetenekler, zevkler, üretici güçler vb.’den başka, zenginlik nedir ki?” Modernitenin bu kazanımları, geçmişe yönelik değerlere bağlılıklarıyla kapitalizm öncesi toplumların “önceden belirlenmiş ölçütleri”nin zıttıdır. Aksine, der Marx, geleceğe odaklanmış olan modern insanlık, “oluş hâlinde olmanın mutlak hareketi”ne bağlanmıştır. Mamafih, bu oluş hâlinde olma süreci “topyekûn yabancılaşma şeklindeki genel şeyleşme” (Grundrisse, vurgular özgün) olan mevcut kapitalist âlemde sadece potansiyel olarak vardır.
Bütün bu kapitalizm öncesi biçimler içinde Asya tipi olanı yapısal olarak modern kapitalizme en uzak olanı ve bu yüzden ona güçlü direniş gösterenidir: “Asya biçimi zorunlu olarak en inatçısı ve en uzun yaşayanı olarak tebarüz eder. Bu, bireyin kendi kendini sürdüren bir üretim çevrimi, tarım ile zanaatların vb. birleşimi olan komüne karşı (vis á vis) bağımsız olmayışını öngerektirmesindendir.” Yunan-Roma ve Cermen tipi biçimlerin komünal toplumun çöküşünü ve bununla birlikte, mülkiyet biçimlerini de içeren gerek bilinç gerek toplumsal var oluş bakımından belli bir bireyselleşmeyi görmesine karşılık, Asya toplumları daha eski soy-temelli komünal biçimleri büyük ölçüde korumuştur. Yunan-Roma âleminde, kölelik ve reayalık, yurttaşlar arasında sınıf ayrılıklarını arttırarak ve aynı zamanda topluluğa pek azı zengin tâcirler ama büyük çoğunluğu her türlü haktan yoksun köleler şeklinde çok sayıda yurttaş olmayan yabancıyı katarak daha eski toplumsal ilişkileri değiştirmekle kadim komünal biçimlerin çöküşüne yardımcı olmuştu. Bu değişimler kentli, ticarî bir uygarlık içinde gerçekleşmişti. Marx’ın gördüğü gibi, kölelik ve reayalık, toplumsal ilişkileri çoğu durumda zaten despotik olan Asya imparatorluklarında aynı etkiyi göstermemişti.
Grundrisse’in başka bir yerinde Marx köleliği, Britanya egemenliğindeki Jamaica’da bir süre önce azat edilmiş olan kölelerin durumuyla ilgili olarak başka bir bağlamda ele alır. Bu azat edilmiş zenciler değişim değeri üreten proleterler olacaklarına kullanım değeri üreten ve belli bir serbest zamanın keyfini çıkaran kendi kendine yeten köylüler hâline gelmişlerdi. Marx, kendi ekonomik çöküşlerinden haklı olarak korkan beyaz çiftlik sahibi sınıfının bu eski kölelerin “aylaklığı”ndan duyduğu hoşnutsuzluğu belli bir keyifle gözlemlemişti:
The Times’ın Kasım sayısı Batı Hint adalarından bir ticarî çiftlik sahibinin acı feryadını içeriyor. Bu temsilci, – Zenci köleliğinin yeniden ihdas edilmesi yakarısı şeklinde – Quashhee’lerin (Jamaica’nın azat edilmiş siyahları[5]) nasıl da sadece kendi tüketimleri için en gerekli olanı üretmekle yetindiğini ve bu “kullanım-değeri”nin yanı sıra gerçek bir lüks tüketim olarak (aylaklık ve safa pezevenkliği şeklinde) boş boş dolandıklarını büyük bir ahlakî kınama eşliğinde tahlil ediyor; bu kahrolasıcılar, şeker üretimine ve ticarî çiftliklere yatırılmış onca sabit sermayeye zerre kadar aldırış etmedikleri gibi, ticarî çiftçilerin iflâs edişini kötücül bir keyfin alaycı sırıtışıyla izliyor, bununla da kalmayıp o sonradan edinilmiş Hıristiyanlıklarını bu lânet keyiflerini haklı çıkarmaya âlet ediyorlar. Köle olmayı ücretli emekçiler değil kendi tüketimleri için çalışan kendi kendine yeten köylüler olmak üzere bıraktılar (Grundrisse, 325-326).
Burada bir kez daha, odaklanış kendi başına kapitalist olmayan toplumsal ilişkiler değil, modern kapitalizmin benzersizliği üzerinedir.
Marx Grundisse’in son sayfasında bütün toplumların erken evrelerinde bulunan ama başka her yerden çok Hindistan’da korunmuş olan “doğal olarak ortaya çıkan [naturwüchsigen][6] komünizm” olarak söz ettiği komünal mülkiyet konusuna geri döner:
Komünal mülkiyet bir Slav tuhaflığı olarak bu yakınlarda yeniden keşfedildi. Ama aslında, Hindistan bu tür ekonomik toplulukların az çok çözülmüş ama her hâlükârda hâlâ tamamiyle tanınır durumdaki en çeşitli biçimlerinin bir haritasını sunar; ve daha titiz bir tarihsel araştırma bunun bütün kültürlü halkların kalkış noktası olduğunu açığa çıkarır. Özel değiş tokuş üzerine kurulu üretim sistemi, ilk başta, bu doğal olarak ortaya çıkmış komünizmin tarihsel çözülmesidir. Ne var ki, üretimi derinlemesine ve genişlemesine değişim değerinin hükmettiği modern dünya ile arasında temeli komünal mülkiyetin çözülmesiyle daha o zamandan biçimlenmiş olan tam bir ekonomik sistemler dizisi yatar (Grundrisse, 882).
Umut kırıcı bir şekilde el yazması bu noktada kesilir.[7]
Görmüş olduğumuz gibi, Marx, bir Asya tipi üretim tarzından Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde söz etmişti (1859). Bu çalışmasında, aynı zamanda yine kapitalizm öncesi toplumsal biçimler hakkındaki daha geniş bir tartışma bağlamında komünal toplumsal biçimlerle ilgili bazı tespitler de yapmıştı. Ataerkil ve feodal toplumsal ilişkiler üzerindee düşündükten ve bunların modern kapitalizmle başkalıklarını savunduktan sonra, daha önceki komünal toplumlar konusuna girmişti. Burada bir kez daha, vurguyu komünal mülkiyetten çok, daha önemli bir özellik olarak gördüğü komünal emek üzerine yapar:
Ya da son olarak tarihlerinin eşiğinde bütün uygarlaşmış uluslar arasında rastladığımız doğal olarak ortaya çıkmış biçimi içinde komünal emeği ele alalım… Bu üretimin dayandığı komünal sistem bir bireyin emeğinin özel emek, ürettiği ürünün de özel ürün hâline gelmesine engel olur; bireysel emeğin daha çok toplumsal organizmanın bir üyesinin dolaysız işlevi olarak gözükmesine neden olur (MECW 29, 275, vurgular eklendi).
Bir düzeyden, bu komünal biçimlerin bütün toplumların toplumsal gelişmelerindeki ilk evreyi oluşturduğu tekdoğrusal bir yaklaşımmış gibi gözükür. Üstelik, Rus komünal mülkiyetinin ayrı bir analitik kategori kılan bilginleri eleştiren bir dipnotta[8] ilk toplumsal örgütlenmenin bu tipinin son derece yaygın, hattâ belki evrensel olduğunu savunur: Bu doğal biçimde ortaya çıkmış komünal mülkiyetin özellikle Slavlara hattâ münhasıran Ruslara ait bir biçim olduğu görüşü son zamanlarda yaygınlık kazanan gülünç bir önyargıdır. O, Romalılar, Tötonlar, Keltler arasında bulunabilecek ve aslında kimi zaman sadece bir kalıntı şeklinde olsa bile farklı kalıpların tam bir koleksiyonu şeklinde Hindistan’da hâlâ var olan özgün biçimdir [Urform]. Asyalı, özellikle de Hint komünal mülkiyet biçimlerinin daha dikkatli bir incelemesi, doğal olarak ortaya çıkmış olan farklı komünal mülkiyet biçimlerinin farklı biçimlerle çözülmeleriyle sonuçlanan yolu açığa çıkaracaktır. Örneğin, Roma ve Cermen halkları arasındaki özel mülkiyetin farklı özgün tipleri Hint komünal mülkiyetinin farklı tiplerinden türetilebilir [ableiten von][9] (MECW 29, 275, vurgular özgün)
Ne var ki yukarıdaki pasajlar[10] Grundrisse ile birlikte değerlendirildiğinde, Marx’ın bu çeştli komünal biçimlerin sadece özdeşliklerini değil aynı zamanda farklılıklarını da vurguladığı son derece açıktır. Hegelci diyalektiğin dilini kullanarak görünüşteki özdeşliklerin karşılıklı ilişkilerini olduğu kadar kendi içlerindeki farklılıklarını ve çelişkilerini incelemekteydi.[11] Burada ve daha ayrıntılı olarak Grundrisse’de “doğal olarak ortaya çıkmış” komünal toplulukların “çözülmesi” sonucunda ortaya çıkan toplumsal biçimlerin çeşitliliğini ve özellikle de Hindistan ve Roma’da ortaya çıkan ilk sınıflı toplumlar arasındaki yapısal farkları vurguluyordu.
Ne var ki burada daha fazlası söz konusuydu. Marx aynı zamanda bu komünal biçimlerle ilgili görüşlerini değiştiriyordu da. George Lichtheim’ın öne sürdüğü gibi, bu durum düşüncesinde meydana gelen kapitalizme karşı daha büyük bir düşmanlığa yönelik daha temel bir değişimle bağlantılıydı:
Marx 1850’lerde Batı kapitalizminin Doğu’nun durgunluğunu bozmakta oynadığı ilerici rolü vurgulama eğilimindeydi, esas ekonomik eserinin taslağını hazırlamaya başladığı sıralarda geleneksel toplumun hiçbir olumlu etmen taşımadığı konusundan daha az emindi… Şimdi onu, kendi benzersiz hayat tarzlarında sahici bir erdem gördüğünü düşündürecek bir tarzda, kadim köy topluluklarının istikrarına işaret ederken buluyoruz. Aynı zamanda kapitalizme karşı duyduğu düşmanlık daha da derinleşmişti. Bu, 1860’lara gelindiğinde başlangıçtaki devrimci coşkusunu biraz yitirmiş olduğu şeklindeki iyi bilinen açıklamanın bir yönü olarak vurgulanmaya değer… Ama aynı zamanda burjuva toplumuna ve bir ekonomik sistem olarak kapitalizmin işleyişine eleştirisini keskinleştirmişti… Hoşgörü havası kaybolmuş ve üslûbu mutlak bir hoşnutsuzluk ifade etmeye başlamıştı. 1847’de burjuvazi barbarlığın Çin setlerini yıktığı için hâlâ belli bir takdire lâyık görülüyordu; 1867’ye gelindiğinde “Asya tarzı” bile, en azından köy topluluğuyla ilgili olduğu kadarıyla olumlu bir yoruma kavuşmuştu: toplumsal dağılmaya karşı bir siper olarak değer veriliyordu. (1963, 98)
Yüzeyden bakıldıkta Lichtheim’ın Marx’ta kapitalizme karşı büyüyen bir düşmanlıktan söz etmesi saçma görünmektedir, çünkü bu duygular Komünist Manifesto (1848) ve başka erken dönem eserlerinde de eksik değildi. Yine de, önceki bölümlerde görmüş olduğumuz gibi, bu erken dönem çalışmaları, ister Batı feodalizmi ister Batılı olmayan toplumlar olsun, daha önceki toplumsal biçimlere kıyasla kapitalizmin ilericiliğine daha büyük bir vurgu da yapıyordu. Ne var ki, 1850’lerin sonları ve 1860’ların başlarında Marx’n Batılı olmayan toplumlar hakkındaki perspektifleri evrim geçirmeye başlamıştı. Birinci bölümde gösterildiği gibi, İngiliz sömürgeciliğine 1857 Sepoy isyanından sonra 1853’te yazdıklarına göre daha sert bir dille saldırdığı Hindistan için bu doğruydu. Aynı şekilde 2. Bölümde tartıştığımız gibi daha önce en baştan en dibe kadar muazzam ölçüde tutucu bir ülke olarak görürken 1858’den itibaren toplumda köylülüğe dayanan bir alt üst oluş ihtimalini hesaba kattığı Rusya için de bu geçerliydi. Lichtheim, Marx’ın düşüncesi Manifesto’dan Kapital’e doğru evrilirken, bu karışıma Batı kapitalizminin kendisi hakkında da bir konum değişikliği gerçekleştiği fikrini ekler.
1861-65 Ekonomi El Yazmalarında Batılı
Olmayan Toplumlar, Özellikle de Hindistan
Kapital’in üç cildini ve yayımlanmış biçimiyle o da üç ciltten oluşan ve kimi zaman Kapital’in 4. Cildi olarak görülen Artı Değer Teorileri’ni oluşturacak binlerce sayfayı kaleme aldığı 1860’lı yılların başları Marx’ın hayatındaki en verimli dönemlerden biriydi. Görmüş olduğumuz gibi bu aynı dönemde Amerikan İç Savaşı ve 1863 Polonya Ayaklanması ile ilgili birçok yazı da yazmış ve 1864’te Enternasyonal’i kurmakla da uğraşmıştı. Genellikle “1861-63 Ekonomi Elyazmaları” diye söz edilen uzun bir metin Marx ile Engels’in Toplu Eserleri’nin beş cildini kapsar.[12] Metnin bir kısmı Kapital’in I. Cildinin taslağını, geri kalanı ise 20. yüzyıl başlarında Artı Değer Teorileri adıyla yayımlanan çalışmayı oluşturur.
1864-65 arasında kaleme alınmış başka elyazmaları da Engels’in 1894’te yayımladığı Kapital III. Cilt’in temelini ouşturdu. Bu çalışma bazıları Asya biçimleriyle bağlantılar kurduğu toprak mülkiyeti ile ilgili oldukça kısa bir tartışmayı da içeriyordu. Marx’ın ekonomik çalışmalarında Batılı olmayan toplumları ve özellikle de Hindistan’ı tartışmayı nasıl sürdürdüğünü göstermek için, aşağıda, 1861 ile 1865 arasında yazılan bütün bu yazıları tek bir bütün olarak ele alacağım. Aynı zamanda İrlanda’yı ve özellikle ABD’deki olmak üzere köleliği nasıl ele aldığına da kısaca göz atacağım. Bunların hiçbir şekilde 1861-65 ekonomi yazılarının çekirdek konularını oluşturmadığı bir gerçek ise de, gelişi güzel olmaktan daha sık bir şekilde ve genellikle modern kapitalizmin karşıt örnekleri olarak gündeme gelirler.
Marx 1861-63 elyazmalarının bir yerinde, modern kapitalizmin kökenlerini ve “feodal toprak sahipliğinden” geçişi tartışırken, bir kez daha, “Asya tipi toprak sahipliği biçimlerinin hâlen varlığını sürdürdüğü”nden söz eder. Ardından çabucak, asıl temel konusunun uzağında olduğu gerekçesiyle Asya tipi biçimleri tartışmanın “buraya ait olmadığı”nı ekler (MECW 31, 276). Başka bir yerde kapitalizmin “doğal yasaları” dediği şeyi bu kapitalizm öncesi üretim bicilerininkilerle kıyaslar: Burada, üretimin belirli bir tarihsel aşamada ve üretimin belirli tarihsel koşulları altında cereyan etmesinin yasaları olduğundan, bunun birjuva üretiminin doğal yasaları ile ilgili bir mesele olduğu doğrudur.
Bu yüzden buradaki mesele bu belirli üretim tarzının doğasını, buradan da doğal yasalarını sergilemektir. Fakat bu üretim tarzının kendisi tarihsel olduğu içindir ki doğası ve bu doğanın yasaları da tarihseldir. Antik, Asya tipi ya da feodal üretim tarzlarının doğal yasaları özsel olarak farklıdır. (MECW 34, 236; özgün vurgular)[13]
Bu üretim tarzları arasında bazı ortaklıklara cevaz verse de bunlar son derece sınırlıdır: “Öte yandan, insanî üretimin bütün üretim tarzlarında aynı kalan belli yasalar ya da ilişkilere sahip olduğu tamamiyle kesindir. Bu özdeş nitelikler son derece basittir ve çok küçük sayıdaki basmakalıp ibareyle özetlenebilirler” (MECW 34; vurgular özgün). Modern kapitalizmin benzersizliğine yaptığı vurgu, Marx’ın klasik politik ekonomiyle en büyük anlaşmazlıklarından biriydi.
Marx 1861-63 elyazmalarının bir başka yerinde ideoloji düzeyinde bu benzerlikleri ve farklılıkları bir ölçüde açıklar, bunu, modern kapitalizmde “kapitalist ile işçi”nin “som para-ilişkisinin” açılışı ile ilgili tartışması sırasında yapar:
Bütün toplum durumlarında hâkim sınıf (ya da sınıflar) daima emeğin nesnel koşullarına ve bu koşullar havuzuna sahip olandır, çalıştıkları kadarıyla işçiler olarak değil malikler olarak çalışırlar, ve mahkûm sınıf daima ya kendisi bir emek yetisi olarak maliklerin malıdır (kölelik) ya da ancak kendi emek yetisini harcayarak var olur (Hindistan, Mısır vb.’de olduğu gibi toprağa sahip olsa bile bu toprağın maliki kral ya da bir kast ya da buna benzer bir şeydir). Ancak bütün bu biçimler bu ilişkinin perdelenmişliğiyle, efendilerle uşakların, özgür insanlarla kölelerin ya da yarı tanrılarla sıradan insanların vb. ilişkisi gibi gözükmesiyle ve her iki tarafının da bilinçlerinde bu türden bir ilişki olarak var olmasıyla sermayeden farklılık gösterir. (MECW, 30, 131-32)
Yukarıda belirtildiği gibi bundan kısa bir süre yazılan Kapital’in III. Cildinin taslağında Marx bir kez daha, bu sefer tefeciliğin etkileri bakımından Batı feodalizmine karşı Asya tipi üretim tarzının benzersizliğinin altını çizer. “Tefeciliğin” diye yazar, modern kapitalizmin yolunu açmakla “kapitalizm öncesi üretim tarzları üzerinde devrimci bir etkisi vardır” ama ancak “öbür koşullar… mevcut olduğunda.” Oysa, tefeciliğin “ekonomik çürüme ve politik yozlaşmadan başka bir şeye yol açmaksızın uzun süre devam” edebildiği Asya tipi biçimlerde “durum böyle değildi” (Kapital III, 732). Burada bir kez daha, Asya biçimlerin göreli istikrarının yanı sıra, esas vurguladığı husus Asya ile Batı Avrupa’nın ekonomik tarihleri arasındaki radikal farklılıktır.
Marx, 1861-63 elyazmalarının bir yerinde, kırsal bölgelerdeki gelişmesinin kapitalist gelişmenin pek az işaretini taşıdığını yazarak Britanya hâkimiyetindeki Hindistan’daki tefeciliğe odaklanır:
Bu yüzden biçimsel sermaye-ilişkisi bile ortaya çıkmaz, özellikle kapitalist olan üretim tarzının gelişmesi daha da azdır… Daha çok, emeği kısır kılan, en elverişsiz ekonomik koşulların altına sokan ve bir kapitalist üretim tarzı olmaksızın kapitalist sömürü ve emek araçları üzerinde küçük ölçekli mülkiyete dayanan üretim tarzını, bu üretim tarzının daha az gelişmiş koşullarda sunduğu avantajlar olmaksızın bir araya getiren bir biçimdir. Burada aslında üretim araçları üreticiye ait olmaktan çıkmış, ama sadece ismen elinin altında bırakılmıştır ve üretim tarzı aynı küçük bağımsız girişim ilişkileri içinde kalmaya devam eder, sadece bu ilişkiler yıkım içindedirler. (MECW 34, 118-19, vurgular özgün)
Marx’ın düşüncesinin gelişimi göz önüne alındığında, bu ifadenin tonu dikkate değer. Artık, 1853’te olduğu gibi, Hindistanda gerçek kapitalist ilişkilerin gelişmeye başladığı ya da ne kadar sancılı olursa olsun bir çeşit ilerici modernleşmenin gerçekleşmekte olduğu duygusu söz konusu değildir, aksine, ilerici yenileri şekillenme ve gelişme imkânı bulamadan eski biçimlerin çözülmesiyle bir tarihsel çıkmaza girilmekte olunduğu duygusu vardır. Marx, eski komünal sistemin “çözülmeye” başlamasından sonra Hint köylüsünün “öylece en acınası tarzda ot gibi büyüdüğünü” de ekler (MECW 34, 118,119). Marx, kâr oranlardaki eğilimsel düşüşü tartıştığı sırada ayrı bir başlıkta bu hususu daha da geliştirir ve Hint köyünde tefeciliğin köylüye asgarî geçimi için gerekenin hayli altında pay bırakacak kadar büyük olduğunu yazar (Kapital III, 321).
Kendi dönemindeki kapitalist krizin başlıca kaynaklarından biri olan kâr oranlarının düşme eğilimi hakkındaki bu tartışmasının başka bir yerinde, Marx, dengeleyici etmenleri ele alır, “genel kâr oranında bir düşüşe yol açan aynı nedenler nasıl olup da bu düşüşü sınırlayan karşı-etkileri kışkırtır” (Kapital III, 346). Kâr oranlarının düşüşünü hafifletmeye hizmet eden bu karşı-etkilerin kaynakları arasında Marx, kolonyal sömürüye dayanan süper-kârlardan söz eder: “Bununla birlikte, kolonilere vb. yatırılan sermaye ile ilgili olduğu kadarıyla, bunların daha yüksek kâr oranları getirebilmesinin nedeni, daha düşük bir gelişme düzeyinde olmalarından ve aynı şekilde köle, kuli* vb. kullanımı yoluyla emeğin sömürüsünün de daha ağır olmasından dolayı buralarda genellikle kâr oranın daha yüksek oluşudur” (345).
Marx, Kapital’in III. Cildinde özellikle Hindistan bakımından, sömürgeciliğin daha erken bir dönemde, Avrupa kapitalizminin doğuşundaki rolünü de ele alır. Ancak burada sömürgeciliğin kapitalizmin gelişmesi üzerindeki etkisini minimize etme eğilimindedir. İspanya ile Portekiz’in modernleşmekteki başarısızlıklarının başarılı bir biçimde gösterdiği gibi, sömürgecilik onaltıncı ve on yedinci yüzyılların merkantilist döneminde kapitalist moderniteye katkıda bulunan çeşitli etmenlerden sadece birisiydi: Dünya pazarının ani genişlemesi, dolaşımdaki metaların çoğalması, Avrupa uluslarının Asya’nın metalarını ve Amerika’nın hazinelerini ele geçirmek için giriştikleri rekabet, sömürgecilik sistemi, bunların hepsi üretimin karşısındaki feodal engellerin parçalanması doğrultusunda temel bir katkıda bulundu. Gene de, modern üretim tarzı ilk evresinde yani manüfaktür döneminde, ancak kendisi için koşulların Orta Çağlarda yaratılmış olduğu yerlerde gelişti. Örneğin Portekiz ile Hollanda’yı karşılaştırın. (Kapital III, 450)
Bu yüzden Hollanda’nın ekonomik gelişmesinde Portekiz’i geride bırakmasında Avrupa toplumu içindeki içsel etmenler belirleyici önemdeydi. Ancak bu ticarî ya da merkantilist kapitalizmin erken evresiydi. Ne var ki, kapitalist üretim tarzı küresel ölçekte bir kez başat duruma geldiğinde merkantilist Hollanda yerini sanayileşmekteki İngiltere’ye bıraktı. Bunun için Marx artık “durmaksızın sanayiyi devrimcileştiren ticaret değil durmaksızın ticareti devrimcileştiren sanayi… Örneğin İngiltere ile Hollanda’yı karşılaştırın. Hollanda’nın başat ticaret ulusu olmaktan çıkışı ticarî sermayenin sanayi sermayesine tâbi oluşunun tarihidir” eklemesini yapar (451).
Britanya’nın Hindistan’a tam olarak hâkim olmaya ve Çin’e girmenin yollarını bulmaya başlaması daha sonraki bu dönemde olmuştu. Bununla Birlikte Marx özellikle kapitalizm öncesi Asya biçimlerinin kalıntıları olmak üzere pek çok engelin bulunduğunu gösterir: İçsel dayanıklılığın ve kapitalizm öncesi ulusal üretim tarzlarının eklemlenmesinin ticaretin çözücü etkisine karşı koyan engelleri, Hindistan ve Çin ile olan İngiliz alış verişinde çarpıcı bir şekilde aşikârdır. Burada, üretim tarzının geniş temeli küçük ölçekli tarım ile yerli sanayi arasındaki birlik tarafından kurulmuştur, bunun en tepesinde Hindistan örneğinde toprağın ortak mülkiyetine dayanan köy topluluklarını buluyoruz, ki Çin’deki özgün biçim de budur. Dahası, İngilizler efendiler ve toprak sahipleri olarak doğrudan politik ve ekonomik güçlerini bu küçük ekonomik toplulukları tahrip etmek için kullandılar. (Kapital III, 451)
İngilizler en azından Hindistan’ı modernleştirme bakımından, bunu zalimce ve ahmakça olsa da son derece bilinçli bir biçimde yaptılar:
Başka bütün uluslarınkinden fazla, Hindistan’daki İngiliz ekonomik yönetimi yararsız ve fiilen aptalca (pratikte, kötü şöhretli) bir ekonomik deneyler tarihidir. Bengal’de İngiliz büyük ölçekli toprak mülkiyetinin bir karikatürünü yarattılar; güneydoğuda küçük köylü toprak mülkiyetinin bir karikatürünü yarattılar. Kuzeybatıda toprağın ortak mülkiyetine dayalı Hint ekonomik topluluğunu kendi kendisinin bir karikatürüne dönüştürmek için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. (451)
Daha geniş bir düzeyde, kitlesel olarak üretilmiş Britanya tekstil ürünlerinin girişi geleneksel üreticilere ağır bir zarar verdi ama bu bile, İngiliz “çözme çalışmasının” “çok tedricî bir şekilde” ilerlediği köy topluluğunu tamamıyla yıkamadı. Küresel sermayenin sömürgeleştirilmiş Hindistan’daki gibi “doğrudan politik zor”un “yardım”ından yoksun bulunduğu Rusya ile Çin’de değişim daha bile yavaş geldi. Özellikle Rusya’da Marx, “ticaretin Asya üretiminin ekonomik temelini oldukça el değmemiş hâlde bıraktığı” görüşüdnedir (452). Burada Marx’ın hepsini “Asya tipi” olarak nitelediği Çin, Hindistan ve Rusya’daki kapitalizm öncesi biçimler arasında bir bağ kurduğunu görüyoruz.[14] Bu toplumsal biçimler kapitalizme direnmiş olsa da bu direniş kesinlikle ilerici bir direniş biçimi değildi ve aynı şekilde çalışan halkın ızdıraplarını da hiçbir şekilde hafifletmiyordu. Bu yüzden Marx’ın burada sunduğu bakış açısı oldukça karamsardı: Kapitalizm bu kapitalizm öncesi toplumları geliştirmeyi hiçbir zaman başaramayabilirdi, ama bunların geleneksel üretim tarzlarına, onları çok daha kötü bir durumda bırakmak üzere, ağır bir hasar vermişti.[15]
Marx 1861-63 elyazmalarında çok sayıda politik ekonomisti uzun uzadıya eleştirmişti, onlardan biri de Richard Jones idi.[16] Jones’u değişik tarihsel biçimlere karşı daha büyük bir duyarlılık gösterdiği ve böylece “sermayenin dünyanın kuruluşundan beri var olduğu yanılgısı”na düşmekten kaçındığı için takdir eder ( MECW 33, 320). Kâr oranlarının düşme eğilimi hakkındaki kendi kuramını geliştirirken de Jones’dan yararlanmıştır. Jones, çoğu kez Hindistan ve öbür Asya toplumlarına değinerek toprak mülkiyeti ve rant teorisi konularına hatırı sayılır bir dikkat ayırmıştı. Jones, sömürge öncesi Hindistan’ında bütün topraklarının sahibi olarak devleti görmekte – 1853’teki Hindistan yazılarında Marx’ın da kaynaklarından biri olan – François Bernier’yi izlemiş ve Hindistan kentlerinin ani yükseliş ve çöküşlerini bununla ilişkilendirmişti. Bu toplumların sağlam ekonomik temelini vurgulayan Marx’ın yanıtı serttir: “Jones, Asya komünal sisteminin tarımın ve sanayinin birliği olduğunu… gözden kaçırıyor”, (335).
Jones bir noktada Marx’ın Hindistan’ın kapitalizm öncesi biçimleriyle modern kapitalizm arasındaki farklar üzerinde bir kez daha düşünmesine vesile olmuştur, bu “toplumsal emek” ile, emeğin her büyüklükteki her işe uygun evrensel soyut emek şeklinde gözüktüğü, kapitalizm içindeki biçimiyle ilgili bir tartışmadır:
İşçi ile emeğin koşulları arasındaki orijinal birlik // emekçinin kendisinin emeğin nesnel koşullarına ait olduğu kölelikten ayrı olarak // başlıca iki biçime sahiptir: Asya tipi komünal sistem (ilkel komünizm) ve şu ya da bu şekliyle aileye dayanan (ve ev sanayisi ile bağlantılı olan) küçük-ölçekli tarım. Her ikisi de embriyonik biçimlerdir ve her ikisi de eşit bir şekilde emeği toplumsal emek olarak geliştirmeye ve toplumsal emeğin üretken gücüne uygun değildirler. Emek ve mülkiyet (mülkiyetten üretim koşulları içindeki anlaşılacaktır) antitezinin, ayrılığının, kopuşunun zorunluluğu bundandır. Bu kopuşun en uç biçimi, içinde toplumsal emeğin üretken kuvvetlerinin de en güçlü biçimde geliştiği biçimi sermayedir. Orijinal birlik, ancak sermayenin yarattığı temel üzerinde ve işçi sınıfının ile bütün halkın bu yaratım süreci içinde geçireceği devrimler yoluyla yeniden kurulabilir. (MECW 33, 340)
Modern “toplumsal emek” böylece, işçiyi emek gücünün sermayenin emrindeki sıradan bir taşıyıcısı durumuna indirgeyerek, işçiyle şimdi dışsal olarak sahip olunan işin koşulları arasında radikal bir ayrılma yaratmıştır. Toplumsal emeğin modern öncesi karşıtına bakarken Marx, hiçbir şekilde biririnin aynısı olmayan iki kapitalist olmayan emek biçiminin taslağını verir, Asyalı komünal köylününki ve kapitalizm öncesi dönemin Batı Avrupalı küçük çiftçisininki. En önemlisi de, yukarıdaki son cümlenin gösterdiği üzere, Marx’ın “Asya tipi komünal sistem” ve onun köyleriyle ilgili bakış açısı göründüğü kadarıyla “Doğu despotizmi” ve bitkisel uyuşukluk vurgularına göre biraz değişmiştir. Öyle olmasa, Marx hem Asya hem Batılı kapitalizm önceki köylerinin “orijinal birliği”nin, geleceğin sosyalist toplumunda gerçi daha yüksek bir maddî temele ve ve bireysel gelişim için daha geniş bir ufka sahip olmaklığıyla radikal olarak farklı bir biçimde olsa da, bir ölçüde yeniden kazanılacağına ilişkin yukarıdaki sözleri nasıl söyleyebilirdi? Ne yazık ki, 1861-63 elyazmalarındaki bu dil Engels’in editörlüğünde hazırlanan Kapital’in III. Cildinde kendisine yer bulamamıştır.
Bu ekonomi yazılarının yazıldığı 1861-65 yılları, aynı zamanda kapitalizm altında şimdiye dek görülen en büyük kölecilik sistemlerinden birini ortadan kaldıran ABD İç Savaşının cereyan ettiği yıllardı. Marx bu yazılarda zaman zaman kapitalizmin kölecilik ile ilişkisini ele almıştı. 1861-63 elyazmasında modern plantasyon köleciliğinin daha eski tarzların kalıntısı değil, modern kapitalist üretim tarzının bir parçası olduğunu açıkça ortaya koyar. “Zencilerin köleliği, kapitalist üretimin temeli olan özgür ücretli emeği engeller” ise de, “kölelerin kullanıldığı işlerin kapitalistler tarafından yürütülüyor” olduğu da doğrudur. “Getirdikleri bu üretim tarzı kölelikten doğmamış sadece ondan faydalanmıştır. Bu örnekte aynı kişi hem kapitalist hem toprak sahibidir” (MECW 31, 516).
Kapital’in III. Cildinde Marx, üretimde nezaretin rolünü tartışırken köleliği genel bir kategori olarak ele alır: “Bu nezaret işi, doğrudan üretici olarak işçi ile üretim araçlarının sahibi arasında bir karşıtlığın olduğu bütün üretim tarzlarında zorunlu olarak ortaya çıkar. Bu karşıtlık ne kadar büyükse, nezaret işinin oynadığı rol de o kadar büyük olur. En yüksek noktasına kölecilik sisteminde ulaşır” (Kapital III, 507-8). Böylece kölelik emeğin doğrudan nezaretinin sertliği bakımından yelpazenin en uzak ucunda yer alır.
Üstelik Marx tekrar tekrar modern kapitalist köleciliğin, değer yaratmaya yönelik baskıları yüzünden, köleciliğin en baskıcı kadim biçimlerinden bile daha zalim olduğunu savunur:
Örneğin, kölelik ve serfliğin çok küçük bir ticaretle uğraşan insanlar arasında başat olduğu yerlerde, aşırı çalıştırma diye bir mesele olamaz. Bu yüzden kölelik ve serfliğin en nefretlik biçimini aldığı yerler Kartaca gibi ticaret toplumları olmuştur; bu durum, başka halklarla kapitalist üretim içinde bağlantılandıkları bir çağda kölelik ve serfliği üretimlerinin temeli olarak koruyan halklarda daha bile belirgindir yani Amerikan Birliği’nin güney eyaletlerindeki gibi. (MECW 30, 197)
Derin Güney’de kölelerin yerini nasıl da kolayca” Virginia ve Kentucky’nin bol kaynaklarından gelen” yenilerinin aldığını anlatan John Cairnes’in Slave Power (1862) kitabına atıf yaparak, modern kapitalist kölelik sistemi hazır bir yeni emek arzını güvenceye aldığı takdirde insanları öldüresiye çalıştırma eğiliminde olduğuna işaret eder.
Köle ticaretinin yasaklanmasından önceki daha erken bir dönemle ilgili olarak “köle ithal eden ülkelerde köle yönetiminde, en etkili ekonominin insan mallardan ortaya koyabilme yeteneğinde olduğu şeyi en kısa süre içinde en kısa sürede çekip alan ekonomi olduğu genel inanç” hâline gelmişti “yıllık kârın çoğu kez plantasyonların tüm sermayesine eşit olduğu tropikal kültüründe zenci hayatı en umursamaz biçimde feda ediliyordu” alıntısıyla Cairnes’e bir kez daha atıf yapar (MECW 34, 70; vurgular özgün).
Marx, Cairnes’den aldığı bu kavrayışı sermaye ile ilgili genel çerçevesi içine yerleştirir:
Eğer emek belli bir sürenin ötesine uzatılırsa – ya da emek yetisi belli bir ölçüden daha fazla değerlendirilirse – emek yetisi korunacağına geçici biçimde ya da kalıcı olarak tahrip olacaktır. Eğer kapitalist işçiyi diyelim günde 20 saat çalışmaya zorlarsa, o işçi ertesi gün 12 saatlik normal çalışma zamanını tamamlayamayacak belki de hiç çalışamayacaktır. Eğer aşırı çalıştırma uzun bir dönemi aşarsa, işçi belki de kendisini ve böylece emek yetisini 20 ya da 30 yıl yerine ancak 7 yıl koruyabilecektir… Zencilerin tarlalarda 12 saat çalıştıktan sonra şeker ve tütün hazırlamakla ilgili imalat işleri için iki saat daha harcadıkları Küba’da durum şu ânda hâlen böyledir. (MECW 30, 182-83)
ABD’de kaldırılması ufukta görünmüşken kölelik Küba’da 1886 yılına dek sürmüştü.
Ne var ki, gerek burada gerek başka yerlerde Marx resmen özgür olan ücretli işçilerin de öldüresiye çalıştırılmakta olduğuna işaret eder, çünkü onların durumunda imalatçılar “işçilere bir sabit garantili ücret ödemek zorunda bile değildirler” onun yerine onları gerçek iş yerine getirilmeden önce emek güçleri için herhangi ödeme yapmaksızın kiralayabilirlerdi. Bu, bu işçilerin aynı zamanda tükenmezmiş gibi gözüken bir emek gücü arzının parçası da olmalarındandı (MECW 34, 69). Bu emek gücünün kaynağı diye yazar, sadece kırsal İngiltere değil, aynı zamanda tarım devriminin yıkıcı kuvvetinin milyonlarca insanın geçim kaynaklarını silip süpürdüğü İrlanda idi:
İngiltere’de 18. Yüzyılın ilk yarısından on yıl önce başlayan işlenebilir toprakların otlağa dönüştürülmesi küçük çiftlikleri bertaraf ederek sıradan halkı topraktan koparır. Bu şu ânda hâIâ devam etmektedir. Yine İrlanda’da toprakların temizlenmesi 1846’dan beri çok geniş ölçekte gerçekleşmektedir. 1 milyon İrlandalının açlıktan ölmesi ve bir başka milyonunun da deniz ötesine sürülmesi – İrlanda’da toprağın temizlenmesi buydu. Hâlâ devam ediyor. (257-8; vurgular özgün)
Oldukça sonra, “İrlanda halkının sanayi bölgelerine akınının” İngiltere’de emek gücünün fiyatını bastırdığına ve göçün işçiler arasındaki rekabeti artıracağına ilişkin kapitalist umutları çok güçlendirdiğine işaret eder (296).
Kapital’in Anlatısal Yapısı, I. Cilt, Özellikle Fransızca Basımı
Marx’ın başyapıtı Kapital, I. Ciltte, sermayenin soyut ve kişisel olmayan gücü kendi başına bir tarihsel aktör, kendi başına gelişen bir öznedir. Sermayinin değer biçimi, “bu sürecin baskın öznesidir” (Kapital I, 255). Sermayenin değer biçiminin tüm toplumsal hayat üzerinde artan hegemonyası, yaşayan insan öznesini, işçiyi boyun eğmeye mecbur kılar. Dahası, Marx bu insan eliyle yaratılmış ama kişisel olmayan öznenin yani değer biçiminin hâkimiyeti altında, insanlar arasındaki ilişkilerin “şeyler arasındaki bir ilişkinin fantastik biçimi”ni aldığını savunur (165). Marx, özne ile nesnenin bu ters dönüşünün, ardında insanın gerçek özünün gizlendiği bir düzmece görüntü olmaktan çok, insan ilişkilerinin kapitalizm altında “gerçekte olduğu” şeyi oluşturduğunu yazar (166).
Marx, ayrıca ikinci bir öznellik tipi de tasvir eder. Belirleyici önemdeki “İş Günü” bölümünde, Kapital işçi sınıfının insanlıktan çıkarılmaya karşı direnişi içinde modern devrimci özne olarak kendi kendini kurmasının bir kaydını tutar: “Ansızın, işçinin daha önce üretim sürecinin gürültüsü ve telâşı tarafından bastırılmış olan sesi yükselir” (Kapital I, 342) Marx, işçilerin bu direnişinin önünde sonunda toplumsal bir yangınla biteceği sonucuna varır, çünkü “kapitalist üretim doğal bir sürecin kaçınılmazlığıyla kendi yadsınmasını doğurur. Bu yadsımanın yadsınmasıdır” (Kapital I, 929). Burada kitabın temelindeki Hegelgin çerçeve çok aşikârdır. “Yadsınmanın yadsınması {olumsuzlamanın olumsuzlanması} – ki bu Marx’ın açıkça benimsediği bir Hegelgil kavramdır – som yıkıcılığın bir “boş olumsuzluğu” değildi. Tamamlayıcı çifti, “kendi olumsuzluğu içindeki olumluluk” (Hegel [1831] 1969, 836), Marx tarafından bu bağlamda, eski biçimlerin devrimci bir tarzda yadsınmasından çıkmakta olan modernitenin olumlayıcı, yaratıcı yönü olarak somutlanmıştır.
Bu, Marx’ın Kapital’deki akıl yürütmesinin bir üçüncü düzeyine destek sağlar. Sadece yukarıda belirttiğimiz gibi, işçilerin direniş imkânını ele almakla kalmayıp, Kapitalİn ilk bölümünde ilerici bir tarzda kapitalizm sonrası toplumun bazı parametrelerini de kısaca çizer. Kapitalizme bir alternatif tasarlarken, Max, “ortaklaşa elde bulundurulan üretim araçlarıyla çalışan özgür insanların birliğini” anımsatır (Kapital I, 171). Böyle bir “özgürce bir araya gelmiş insanlar” dünyası yaratmak aynı zamanda meta fetişizminin “örtüsü”nün görüntüyü çarpıtan merceklerini de “kaldıracak” ve toplumun üyelerine kendi toplumsal ilişkilerini meta biçiminin hegemonyasının ilk kuruluşundan bu yana ilk defa açık seçik görebilmesine imkân verecektir (173).
Kapital’in ilk cildinin, mantıksalın tarihsel ya da kronolojik olana ağır bastığı diyalektik yapısı böyleydi. Aslına bakılırsa, Marx, kapitalizmin tarihsel kökenleri hakkındaki ayrıntılı tahlilini, okuyucunun modern kapitalizmin kendisinin kavramsal ve görgül bir tahlilinden geçerek geldikten sonra görebileceği şekilde, “Sermayenin ilkel birikimi” kategorisi altında kitabın sonuna koymuştu. Batı kapitalizmi olan benzersiz toplum zorunlu olarak daha önce var olan kapitalist olmayan bir toplumdan, bu örnekte Avrupa feodalizminden doğduğundan, çokdoğrusal gelişim modellerine karşı tekdoğrusal gelişim meselesi de ortaya konmuştu.
Burada, Marx’ın daha önceki yazılarından olduğu gibi, bir sorun ortaya çıkmıştı. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da kapitalizmin ortaya çıkarken geçtiği yol, dünyanın geriye kalanı bu teknolojik olarak daha ileri toplumların öylece gerisinde kalmışken, bütün öbür toplumlarca da izlenecek miydi? Görmüş olduğumuz gibi, böyle bir büyük anlatı yirmi yıl önce Komünist Manifesto’da kesinlikle imâ edilmişti, ancak Marx 1848’den beri Batılı olmayan toplumlarla ilgili perspektiflerini değiştirmiş bulunuyordu.
Ne var ki, bu büyük anlatı sorununu incelemeden önce, Kapital’in I. Cildinin metninin gelişimini kısaca tartışmak zorunludur. Aşağıda öne süreceğim iddia büyük ölçüde, hâlâ büyük ölçüde bilinmeyen bazı dikkate değer metinlerle, Kapital’in I. Cildinin gelişiminin sonraki aşamalarına dayanıyor. Marx’ın başyapıtı bir çeşitlemeler hattâ üzerinde çalışılmaya devam edilen işler senfonisidir. Engels’in sadece arkadaşının ölümünden sonra kimi zaman işlenmemiş notlarına dayanarak Kapital’in II. ve III. ciltlerini yayıma hazırlamakla kalmayıp aynı zamanda I. Cildin standart baskısını da hazırlamış olduğunun farkında olan pek az uzman araştırmacı vardır. 1883’ten 1894 yılına dek devam eden bu sürçte Engels bazı önemli editöryal tercihlerde bulunmuştur. Kapital’in I. Cildinin Marx’ın ya da Engels’in önemli eklemelerde bulunduğu baskılarının kronolojisi aşağıdaki gibidir:
1867 ilk Almanca baskı, Engels’in çok az girdisiyle Marx tarafından yayıma hazırlandı.
1873 ikinci Almanca baskı, yine Engels’in minimal katkısıyla, kendisinin yaptığı hatırı sayılır değişikliklerle Marx tarafından hazırlandı.
1873-75 Fransızca baskı, Almanca ikinci baskıya dayanarak Joseph Roy tarafından çevrilip önce fasiküller hâlinde tefrika olarak yayımlandı. Engels’in minimal eklemeleriyle ve yine Marx tarafından yapılan hatırı sayılır değişikliklerle.
1883 Almanca üçüncü baskı, metnin Marx’ın yayıma hazırlanmasına katıldığı son biçimidir, ölümünden kısa süre sonra Engels tarafından yayıma hazırlanmıştır. Almanca ikinci baskıya dayanır, Fransızca baskının bazı hususları katılmıştır ve hatırı sayılır değişiklikler içerir.
1886 ilk İngilizce baskı. Almanca üçüncü baskıdan Samuel Moore ve Edward Aveling tarafından çevrilmiştir, Engels’in hatırı sayılır girdilerini içerir; Eleanor Marx İngilizce kaynaklardan yapılan sayısız alıntıyı kontrol etmiş ve düzeltmiştir.
1890 Almanca dördüncü baskı, bazı değişikliklerle bugüne dek standart baskı olarak kalmıştır, hem İngilizce baskıyı dikkate alarak hem de Fransızca baskısından daha fazla unsuru katarak Engels tarafından yayıma hazırlanmıştır.
Bu editöryal tercihlerden en önemlisi, Engels’in standart baskı olarak kabul edilen 1890 Almanca baskısında bile, 1872-75 Fransızca baskısında yer alan birçok malzemeyi çıkarma kararıydı. Oysa Fransızca baskı Marx’ın şahsen yayıma hazırladığı son baskıydı ve Joseph Roy’un çevirisini özenle yayıma hazırlayıp eklemeler yapmıştı. Burada, Marx ile her ikisi de Marx’ın ölümünden sonra yayımlanan Almanca 1883 üçüncü ve 1890 dördüncü baskıları yayıma hazırlayan arkadaşı Engels arasında bazı teorik farklılıklar gizlidir. Engels’in hazırladıkları, özellikle de 1890 baskısı bugüne kadar yapılan bütün İngilizce baskıların temelini oluşturmuştur. Marx’ın hazırladığı ilk baskı 1867’de ve önemli gözden geçirmelerle hazırladığı ikincisi 1873’te yayımlanmıştır. Bunları, 1883 Almanca baskıdan çevrilen ama Marx tarafından çok sıkı şekilde yeniden düzenlenen 1872-75 Fransızca baskısı izlemiştir.
Tartışmasız bir olgu 1867’den 1875’e kadarki bu değişikliklerin kapsamını gösterecek ve 1867 baskısının aslında gelişme hâlindeki bu yapıtın oldukça erken bir aşaması olduğunu ortaya koyacaktır: 1867 baskısında meta üzerine en çok tartışılan birinci bölüm,[17] sonraki baskılarından tamamıyla farklı bir biçimdedir. Bu bölümün meta fetişizmiyle ilgili kısmı olacak yer 1867 baskısında ancak kısmen tamamlanmıştır ve fiilen yazılmış olduğu kadarıyla da kitabın ilk sayfalarıyla, sonudaki değer hakkındaki ek arasında bölünmüştür. 1873 Almanca baskıya gelindiğinde, ilk bölümün metni standart baskıdaki bugün bildiğimiz biçimine çok benzer hâle gelmiştir. Ne yazık ki, Engels’in 1890 Almanca baskısına dayanan bugünkü standart baskı da sorunludur. Örneğin, Kapital I’in çeşitli baskılarından karşılaştırılmış bir derleme baskısına en yakın şey olarak bugün elimizde olan MEGA2 II/10, “Fransız Baskısının Metninde Olup Üçüncü ve Dördüncü Almanca Baskılarda Yer Verilmeyen Yerlerin Listesi” başlıklı elli sayfalık bir ek içerir. Engels tarafından standart baskının dışında bırakılan bu pasajların çoğu önemlidir, ve aşağıda tartışılacağı üzere, bunların bazıları bu çalışmanın temalarıyla bağlantılıdır.[18]
En başta, Engels Fransızca baskının değerine ilişkin Marx’ınkinden farklı bir kanaat besliyordu. Marx, Fransızca baskıya yazdığı ve Kapital hakkında yayımlanan son açıklaması olan sonsözde, “edebî kusurları ne olursa olsun, Fransızca baskının orijinalinden bağımsız bir bilimsel değer taşıdığını, Almancaya aşina okurlar tarafından bile başvurulması gerektiği”ni vurgular (Kapital I, 105). Yazışmalarında tekrar tekrar, baş sayfada “yazarı tarafından tamamıyla gözden geçirilmiştir” ibaresine yer verilmesinden duyduğu memnuniyeti bildirir (MEGA” II/7, 3). Daha 28 Mayıs 1872 gibi erken bir tarihte, Rusça basımın çevirmenlerinden biri olan Nikolay Danielson’a yazdığı mektubunda, hakkında bazı çekinceleri bulunmakla birlikte, eserin gelecekteki çevirileri için Fransızca baskıyı temel kılmak istediğini belirtmişti:
“Fransızca baskı… her iki dile de muazzam hâkim olan bir uzman tarafından hazırlandıysa da, çoğu kez fazla kelimesi kelimesine çevrildi. Bu yüzden Fransız kamuoyu tarafından yenilir yutulur kılabilmek için kendimi bütün pasajları Fransızca yeniden yazmak mecburiyetinde buldum. Bundan sonra kitabı Fransızca’dan İngilizce’ye ve Romans dillerine çevireceklerin işi kolay olacaktır.” (MECW 44, 385)
En azından burada, Marx’ın Roy’un taslak çevrisiyle ilgili hoşnutsuzluğu fazla edebîdir. Roy’un taslağının bir kısmını okuyan Engels, Roy’un çalışmasındaki yanlışın ne olduğu konusunda Marx’tan şiddetle farklı düşündü. Engels’e göre, Roy’un çevrisindeki sorun, bir Alman sosyalistinin önem verdiği kadarıyla – burada Almanların kültürel üstünlüğüne duyulan inanca işaret eden bir edâ söz konusudur – bizzat Fransız dilinin anti-diyalektik karakteristiğiydi. “İş Günü” başlıklı bölümün taslak çevrisini okuduktan sonra, 29 Kasım 1873’te Engels Marx’a şunları yazar: Dün Fransızca çevirideki fabrika düzenlemeleri üzerine olan bölümü okudum. Bu bölümün seçkin Fransızcaya aktarılmasında gösterilen hünere duyduğum bütün saygıya rağmen, yine de bu güzel bölümün çeviri sırasında yitirdiklerine esef etmekten kendimi alamıyorum. Enerjisi, canlılığı ve yaşamsallığı uçup gitmiş. Sıradan bir yazarın kendini belli bir seçkinlikle ifade etme şansı dilin iğdiş ediciliğine kurban gitmiş. Modern Fransızca’nın deli ceketi içinde orijinal biçimde düşünmek giderek imkânsız hâle geliyor. Neredeyse her yerde zorunlu hâle gelen kılı kırk yaran biçimsel mantığın ve cümlelerin değişip dolaşmasının dayatmalarına boyun eğme gereğinden bile kaynaklanıyor olsa, çarpıcı ve yaşamsal olan her şey ortadan kaldırılıyor. Fransızca versiyonun İngilizce çeviriye bir model olarak almanın büyük hata olacağını düşünüyorum. İngilizce’de, orijinalinin sahip olduğu ifade gücünün hafifletilmesi gerekmez; hakikaten diyalektik pasajlarda feda edilmek zorunda kalınan her şey, İngiliz dilinin enerjisi ve özlülüğü sayesinde başka pasajlarda telafi edilecektir. (MECW 44, 540-41)
Marx ikna olmamıştır ve ertesi gün şöyle yanıtlar: “Şimdi Kapital’e göz atıyorsun ve buna devam etmeye katlanırsan minnettar kalırım. Sanırım bazı pasajları Almancasından üstün bulacaksın” (MECW 44, 541). Engels, 5 Aralık’ta Fransızca hakkındaki düşüncesini değiştirmeksizin yanıtlar: “Fransızca çeviri üzerine birkaç şey daha. Şu âna kadar, senin gözden geçirdiklerini hakikaten Almancasından daha iyi buldum, ama ne Fransızcanın ne de Almanca’nın bununla ilgisi yok. Hepsinin en iyisi de Mill ile ilgili not,[19] üslûp bakımından” (545).
Marx sonraki yıllarda da, eserinin her yeni baskısıyla ilgili yazışmalarında çok önemli ilk altı bölüm dışında, Fransızca baskının son sözü olduğuna tekrar tekrar işaret eder. 15 Kasım 1878’de Rusça ikinci baskıya ilişkin Danielson’a mektubunda şunu talep etmişti: “çevirmen Almanca ikinci baskıyı daima Fransızca baskıyla dikkatle karşılaştırsın, çünkü bu ikincisi pek çok önemli değişiklikler ve eklemeler içeriyor.” Aynı şekilde yeni baskılarda kısımlara ve bölümlere ayırmanın da Fransızca baskıya dayanarak yapılmasını istemişti; buradaki en önemli konu, ilkel birikim hakkındaki tartışmasını birikim üzerine olan yedinci kısımda tutmak yerine sekizinci kısım olmak üzere ayrı bir kısımda yapıyor oluşuydu (MECW 45, 343).
Ne var ki Marx, Engels’le Fransızca baskıyla ilgili tartışmasını asla kazanamadı. Engels, Marx’ın ölümünün ardından Almanca üçüncü baskıyı yayıma hazırlarken Fransızca baskıdan yararlandığına işaret etmişti. Ne var ki, bunu o önemli kuramsal değerinden dolayı yapmadığını, sadece daha fazla okunabilirlik uğruna “yazarın kendisinin neleri feda etmeye hazır olduğunu” anlamak üzere genel bir fikir edinmek üzere yaptığını yazar (Kapital I, 110 1886 İngilizce baskıya önsöz). Ne yazık ki, Engels, Fransızca baskının bir bütün olarak basitleştirilmiş bir versiyon olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir örnek vermemiştir.
Marx’ın yayıma hazırladığı son versiyon olan 1872-75 Fransızca baskının her nasılsa daha değersiz – avamlaştırılarak daha az bilgili Fransız kamuoyu için yaratılmış bir versiyon olduğuna ve Engels’in yayıma hazırladığı esas olarak 1873 Almanca ikinci baskıya dayanan 1890 İngilizce baskının doğru versiyon olduğuna ilişkin,[20]20 bugün bile yaygın şekilde savunulan temelsiz saldırının başlangıcı buradadır. Marx’ın, örneğin Danielson’a yazdığı yukarıda alıntılanan 1878 tarihli mektubundaki gibi, zaman zaman Fransızca baskıda basitleştirmeler yapmış olduğunu söylediği doğrudur: “aynı şekilde kimi zaman – esas olarak birinci bölümde – Fransızca baskı için konuyu ‘basitleştirmek’ zorunda kaldım” (MECW 45, 343). Danielson’a yazdığı 28 Kasım 1878 tarihli bir başka mektupta, Rusça yeni baskı için ilk altı bölümün[21] “Almanca metinden çevrileceğini” özellikle belirtir (MECW 45, 346). Bunlar, birinci bölümdeki fetişizm tartışmasını içeren çok önemli bölümlerdir, buna rağmen 1873 Almanca baskının sadece yaklaşık üçte birini kaplarlar. Ne var ki, aynı dönemde, 27 Eylül 1877 tarihli bir mektupta, “Fransızca baskıdan çevrilecek bir İtalyanca baskının yapılacağı haberini (sonuçta başarılamamıştır) coşkuyla karşılar (MECW 45, 277). 1880 gibi geç bir tarihte, ABD’li gazeteci John Swinton, Marx’ın kendisine Fransızca baskının bir kopyasını vererek “İngilizce çeviri bundan yapılsa iyi olurdu” dediğini anlatır (Foner 1973, 23).
Herhangi bir dilde Fransızca baskıyı ciddiye alan az sayıdaki çevirilerden bir olan Kapital I’in Farsça yeni baskısında (Marx, 2008) çevirmen Hasan Murtazavi, Danielson’a yazdığı 23 Aralık 1881 tarihli mektubundaki kadar geç bir tarihte bile Marx’ın I. Cildin Almanca baskısında önemli değişiklikler yapmak istediğini yazdığına dikkat çeker.
Engels, basitleştirmelerin sırf ilk altı bölümle sınırlı kalmayıp Fransızca baskının tamamına yayıldığı görüşündeydi. Engels’in Kapital I editörlüğü hakkında söylenebilecek en insaflı şey, bize son şekil olduğunu öne sürdüğü, tamamlanmamış bir metin bıraktığıdır. Buna karşılık, 1890 Almanca dördüncü baskıya yazdığı önsözde, gerek metin gerek dipnotlar olarak mümkün olabildiği ölçüde “nihaî biçiminde [endgültige Feststellung]) ortaya koyduğunu yazar (Kapital I, 114). Bununla da kalmayarak, Marx’nın Fransızca baskı için yazdığı önsöz ve sonsözü de İngilizce baskıya koymamıştır. Bunlar Dona Torr’un yeni baskısına kadar (Marx, 1939) İngilizceye çevrilmemiştir. Dahası, Marx’ın en azından ilk altı bölüm dışında, Fransızca baskının ondan sonraki çeviriler için standart oluşturması isteğini gözardı etmesi bakımından, Engels’e daha sert bir eleştiri yöneltilebilir. Marx, Fransızcaya çevrilirken 1867 Alman baskısının önsözünde çaktırmadan bir değişiklik yapmıştır. Sanayileşmiş toplumların sanayileşmemiş toplumlarla ilişkisi hakkındaki iyi bilinen bir cümle standart Almanca ve İngilizce metinlerde şöyledir: “Sanayice daha gelişmiş bir ülke, daha az gelişmişine ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir (Capital I, 91; vurgular eklendi).[22] Kapital’e belirlenimci bir eser diye saldıranların bazıları bu cümleyi utanmaz bir tekdoğrusalcılık örneği olarak görmüşlerdir. Marx hakkında değerli bir kitabın editörü olan Theodor Shanin, Marx’ın Kapital boyunca yazdıklarının, tekdoğrusalcılıklarında özünde Manifesto’ya benzer olduğunu savunanlar arasındadır. Başlıca örneği olarak yukarıdaki cümleyi göstererek Shanin, “Kapital’in temel zaafı genellikle içine işlemiş olan iyimser ve tekdoğrusal belirlenimciliğidir” der (1983b, 4).
Britanya’lı Marx uzmanları Derek Sayer ve Philip Corrigan zamanında Shanin’e Marx’ın burada genel bir küresel çerçeve çizmeyip İngiltere’yi Almanya ile karşılaştırdığı yanıtını vermişlerdi. Bunu yaparken, söz konusu pasajın şu şekildeki tamamını alıntılamışlardı:
İngiltere yaptığım teorik geliştirmelerin esas örneklemesi olarak kullanıldı. Ne var ki Alman okur İngiliz ve sanayi işçilerinin durumuna ikiyüzlüce omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar da kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutmaya kalkarsa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur![23] Esası itibariyle, bu, kapitalist üretimin doğal yasalarından kaynaklanan toplumsal antagonizmanın daha yüksek bir derecede mi daha alçak bir derecede mi gelişip gelişmediği meselesi değildir. Bu, bu yasaların kendileriyle, demirden bir zorunlulukla yollarını açan ve işleyen eğilimlerle ilgili bir meseledir. Sanayice daha gelişmiş bir ülke, daha az gelişmişine ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir (Capital I, 90-91).
Marx, sonraki iki paragrafta İngiltere’deki durumu kıta Avrupa’sındaki özellikle de Almanya’daki ile karşılaştırır. Sayer ile Corrigan şu sonucu çıkarır:
Marx 1867’de, esas olarak İngiltere verilerine dayanan örneklerle donatılmış bir çalışmayı Almanya’da yayımlamaktaydı. Anlaşılabilir bir şeklinde bu çalışmanın Almanya’nın koşulları için de geçerli olduğunu göstermekle ilgileniyordu. Almanya kapitalizmin zaten kök salmış bulunduğu bir ülke olduğundan, “İngiliz” yolunu izlemesi akla uygun bir şekilde beklenebilirdi. Ama bu, hiçbir şekilde, kapitalist üretimin zaten kurulmuş olmadığı ülkelerin de aynı şeyi yapmak zorunda olduğunu imâ etmez. (1983, 79)
Aslında 1867 önsözündeki bu cümle üzerindeki tartışmanın yaşı yüz yıldan büyüktür ve Kapital hakkındaki Rusya’daki tartışmalara kadar izi sürülebilir. 1930’larda yazan Leon Trotsky, bileşik ve eşitsiz gelişme kuramı bağlamında bundan daha o zamanlar eski bir tartışma olarak söz eder: Marx’ın çıkış noktasını yöntemsel bir şekilde bir bütün olarak dünya ekonomisinden değil ama bir tip olarak tek bir kapitalist ülkeden alan bu ifadesi, kapitalist evrim geçmişteki kaderleri ve endüstriyel gelişme düzeyleri ne olursa olsun bütün ülkeleri kapsadığı ölçüde daha az uygulanabilir hâle gelmiştir. Kendi zamanında İngiltere, Fransa’nın dikkate değer ölçüde, daha az olarak da Almanya’nın geleceğini göstermiştir ancak Rusya’nın ve Hindistan’ınkini asla. Oysa Menşevikler Marx’ın bu koşullu ifadesini koşulsuz olarak kabul etmişlerdi. Geri kalmış Rusya diyorlardı ileri itilmemeli aksine alçak gönüllü bir şekilde gelişmiş modelleri izlemeliydi. Bu türden bir “Marksizm”i liberaller de kabul ediyordu. (Trotsky [1933], 1967, 349)[24]
Bunlar ciddî yanıtlardır ama gene de, her ne kadar küçük de olsa Marx’ın bu “demir zorunluluk” mefhumunu, Manifesto’da yapmış olduğu gibi, daha geniş bir anlamda kullanmak niyetinde olmuş olabileceği ihtimalini açık bırakır.
Ama bir de söz konusu cümlenin Marx’ın çaktırmadan değiştirmesini yaptığı, sonraki Fransızca baskıda nasıl yazıldığına dikkat edelim: “Sanayice daha gelişmiş ülke, onu sanayi yolunda izleyenlere kendi geleceklerinin imgesini gösterir” ([1872–75] 1985a, 36; vurgu eklendi).[25] Marx’ın zamanında “sanayi yoluna” henüz koyulmamış olan Rusya ve Hindistan gibi ülkeler şimdi, kendileri için seçenek olasılıkları açık bırakacak şekilde, açıkça parantez içine alınmıştır. Burada iki ihtimal görüyorum. Birincisi, metindeki bu değiştirmenin Marx’ın adına 1867’ye gelindiğinde zaten varmış bulunduğu konumun daha açık ifade edilmesi olduğu öne sürülebilir. İkinci ve daha muhtemeli ise 1867 ile 1872 arasında olan bu değişmenin düşüncelerindeki Manifesto’da zımnen bulunan tekdoğrusalcılıktan uzaklaşan evrimin bir örneği olduğudur, bu evrim 1850’lerden beri devam eden bir süreçtir.
Fransızca baskıda aynı yönde giden ikinci değişiklik hiç de çaktırmadan yapılmış değildir, Marx Ruslarla yazışmalarında birden fazla vesileyle bu yeni versiyondan gururla söz eder. Standart İngilizce hazırlanmış baskıda ilkel birikimle ilgili sekizinci kısımdaki önemli bir paragrafta, Marx, kapitalist biçimlerin doğuşunu, İngiliz köylülüğünün mülksüzleştirilmesi yoluyla – feodal sömürünün kapitalist sömürüye dönüşümünü – tartışır, bu “Büyük insan kitlelerin birden bire ve zorla kendi geçim araçlarından koparıldığı ve özgür, korunaksız, haklardan yoksun proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı” bir dönemdi (876).
Şu sonuca varır:
Tarımsal üreticinin, köylünün topraktan yoksun kılınması tüm sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi değişik ülkelerde değişik görünümler alır ve çeşitli evrelerinden, değişik bir sıralanış içinde ve değişik tarihsel dönemlerde geçer. Sadece İngiltere’de, ki bu yüzden onu örneğimiz olarak alıyoruz, klasik biçimini almıştır. (876; vurgu eklendi)[26]
“İlkel Birikimin Gizemi” başlıklı 26. Bölüm bu sözlerle kapanır, Marx’ın ilksel birikimin tümü üzerine kuramsal çerçevesini ortaya koyduğu yer burasıdır. Bu kısa bölümde Marx sadece Avrupalı örneklerden özelllikle de feodalizmden kapitalizme geçişten söz eder. Ne var ki, bu bölüm, İngiltere’nin bu sürecin “klasik biçim”ini sergilediği kapitalist gelişmenin küresel ve tekdoğrusal süreci şeklinde okunabilir. Komünist Manifesto’nun içkin bir şekilde tekdoğrusallığı anıştıran dili bir veriyken, pek çok kişinin eğer Kapital’in tümünü değilse en azından bu pasajını niçin bu şekilde okumuş olduğu ve hâlâ bu şekilde okumakta olduğu anlaşılır.
Marx, Fransızca baskıda, tahlilini açıkça Batı Avrupa ile sınırlayarak bu pasajı hatırı sayılır ölçüde genişletmiş ve iptal etmiştir. Daha sonraları Fransızca’daki bu pasajdan birden fazla vesileyle söz etmiş olsa da[27], burada söyledikleri Kapital’in standart baskılarında hâlen yer bulabilmiş değildir:
Fakat bütün bu gelişmenin temeli ekicilerin mülksüzleştirilmeleridir. Şimdiye dek, İngiltere’de radikal bir tarzda yürütülmüştür: Bu yüzden taslağımızda önder rolü zorunlu olarak bu ülke oynayacaktır. Fakat, tikel çevresine göre yerel rengini değiştirse ya da kendisini daha dar bir alanla sınırlasa yahut daha az yüksek sesle dillendirilse veya farklı bir sıralama düzenini izlese de bütün Batı Avrupa ülkeleri aynı gelişmeden geçmektedirler (Marx [1872–75] 1985b, 169; vurgu eklendi.)[28]
Bu değiştirilmiş metin, Marx’in ilgilendiği kadarıyla, ilkel birikim ile ilgili anlatısının kastının Batı Avrupa’daki gelişmenin bir tasvirinden ibaret olduğunu, asla daha fazlasını kast etmediğini ve hele hele bir küresel büyük anlatı olarak görülemeyeceğini açığa kavuşturur. Gelecek bölümde göreceğimiz gibi, bu tartışmalar devrimcilerin Marx ile birlikte kendi ülkelerinin İngiltere ile aynı gelişme aşamalarından geçmek zorunda olup olmadığını yüksek sesle düşündüğü 1870’ler Rusya’sını özellikle ilgilendirmekteydi. Bu bağlamda, MEGA2 II/10’un editörleri – Roland Nietzold, Wolfgang Focke ve Hannes Skambraks – sunuş yazılarında şunu öne sürerler:
“Görünüşe göre, yetmişlerin başından itibaren giriştiği Rusya’daki tarımsal ilişkileri incelemesinin etkisiyle, Marx bu bulguyu Fransızca baskıda değişikliğe uğratmıştır”(MEGA2 II/10, 22*).[29] Öyle bile olsa, Marx burada Rusya’dan özellikle söz etmediği için, Fransız baskısının genel dili okuyucunun bu nitelemeyi sadece Rusya ile değil, zamanının bütün Batılı olmayan, sanayileşmemiş ülkeleriyle ilişkilendirmesine izin verir. Marx’ın şahsen yayıma hazırladığı son baskı olan 1872-75 Fransızca baskıdaki bu iki önemli değiştirme, en azından, eleştiricilerine, özellikle de kendi ülkelerinde kapitalist sanayileşmeye eşlik eden yıkım ve ıstıraplardan kaçınmayı arzulayan Rus popülistlerine karşı Kapital’in savunmasını güçlendirdiğini gösterir. Ama bu değiştirmeler için daha güçlü bir iddia da ileri sürülebilir. Bunların sıradan açıklık getirmeler olmayıp, Marx’ın düşüncesindeki bu kitabın önceki bölümlerinde zaten izlemiş olduğumuz uzun bir sürecin parçası olan değişiklikleri temsil etmesi daha muhtemeldir.
Özellikle, 4. Bölümde tartışıldığı gibi, Marx 1869 ve 1870’de İrlanda hakkındaki görüşlerini değiştirmiş olduğunu yazmıştı, şimdi artık daha önceki İngiltere’de bir işçi devriminin İrlanda’nın bağımsızlığını öncelemesi gerektiği şeklindeki daha modernist konumunun aksine, İrlanda’nın bağımsızlığının İngiltere’de sosyalist dönüşümün bir ön koşulu olduğunu savunmaktaydı. Bu bölüm içinde nasıl olduğunu daha önce görmüş olduğumuz gibi, daha temel bir kuramsal düzeyde, Grundrisse ve Polotik Ekonominin Eleştirisine Katkı’da Marx, tarihleri daha önce Avrupa temelinde ortaya koymuş olduğu gelişim aşamalarına uymadığı için Hindistan gibi Asya toplumlarının ayrıca tahlil edilmesi gerektiğini yazmıştı. Kapital’deki bu değişikliklerin Marx’ın düşüncesindeki bu evrimin bir parçası olduğunu öne süreceğim. Ne var ki bu süreç 1875’de Fransızca baskının son fasikülünün yayımlanmasıyla sona ermedi. Sonraki bölümde göreceğimiz üzere büyük ölçüde yayımlanmamış olarak kalan geç dönem yazı ve notlarında devam edecekti. Ne var ki oraya gelmeden önce, Kapital I. Cilt’in az sayıda başka yönlerine bir bakalım: Batılı olmayan ve kapitalizm öncesi altmetni ve aynı şekilde ırk, etnisite ve milliyetçiliği ele alışı.
Kapital I. Cilt’in altmetinleri
Görmüş olduğumuz gibi, Kapital’in Batılı gelişim üzerinde odaklandığı, Marx’ın sonraki Fransızca baskıda altını çizdiği bir şeydi. Gene de, Batılı olmayan ve kapitalizm öncesi toplumların ara sıra ortaya konduğu bir altmetin de vardı. Bu tür toplumlar, can alıcı dönemeçlerde geri planda süzülür biçimde, zaman zaman okuyucunun bu toplumsal düzenin sapkın benzersizliğini kavramasına yardım ederek, Marx’ın sermayenin büyümesi hakkındaki akıl yürütmesi boyunca hazır bulunur. Bunlara yer verilmesinin ikinci bir yönü, bu kapitalist olmayan toplumların sırf varlığının toplumsal ve ekonomik hayatı örgütlemenin seçenek yollarının mümkün olduğunu imâ etmesiydi. Üçüncü bir yön, bu toplumların örneklerinin gösterdiği yolların Marx’a kapitalizmin modern, ilerici seçeneklerini ayrıntılandırmakta yardımcı olmasıydı.
Marx, meta fetişizmiyle ilgili kesimde kapitalizm altında insan ilişkilerini (1) şeyleşmiş ya da nesne gibi ve (2) “mistik bir örtü ya da bulut” tarafından gizlenen sömürücü bir gerçeklik içeren şeklinde sunar (Kapital I, 173; Almanca: mystische Nebelschleier; Fransızca nuage mystique). Meta fetişin görüntüyü çarpıtan mercekleri budur. Kapitalist olmayan toplumlar, her ne kadar zalim olabilirlerse de toplumsal ilişkilerin böyle perdelenmesinde mükemmelleşmemişlerdi. Bu yüzden meta fetişizmi üzerine olan kesimde şunu ileri sürer: “Metaların bütün gizemi, meta üretimi temelinde emeğin ürününün çevresini saran büyü ve esrar, bu yüzden öbür üretim biçimlerine geldiğimiz ânda dağılır” (169). “Dağılır” çünkü bu daha önceki toplumlar değer üretimi çevresinde örgütlenmemişlerdi. Bunlardarn ilki, on dokuzuncu yüzyıl başlarının siyasal iktisatçıları arasında öylesine popüler olan Robinson Kruzo analojilerinin kurgusal ve ironik sahnelenişidir. Robinson ıssız adasında sadece kullanım değerleri üretir ama üretimini ve tüketimini kayıt altına almak için gelişmiş bir kapitalizme uygun muhasebe yöntemleri kullanır. Gene de Marx, burada modern kapitalizmin aksine toplumsal ilişkilerin “şeffaf” olduğunu yazar (170). İkincisinde {modern kapitalizmde} işçilerin emek güçlerinin karşılığı değişim değeriyle ödenir fakat ardından, çok daha büyük değeri, üretim sürecinde emek-gücü karafından katılan fiilî katma değeri kendine aldığında, büyük ödülü kapitalist devşirir. Aradaki fark, “düzgün bir iş gününün işi için düzgün bir ücret” gibi sloganların altında gizlenir.
Marx, bu sefer modernitenin aydınlanmışlık ve açıklık iddialarına karşı ince bir ironiyle, ikinci kapitalist olmayan örneği olarak Avrupa Orta Çağlarının feodal toplumunu alır:
Haydi şimdi kendimizi Robinson’un ışıklarla yıkanan adasından, karanlıklara bürünmüş ortaçağ Avrupa’sına taşıyalım. Burada, bağımsız insanın yerine, herkesi bağımlı buluyoruz – serfler ve beyler, vassallar ve süzerenler, din adamlarıyla laik sıradan insanlar. Maddî üretimin toplumsal ilişkilerini kişisel bağımlılık karakterize eder… Emeğin ve ürünlerinin kendi gerçekliklerinden farklı fantastik bir biçime bürünmesine gerek yoktur… Emeklerini icra edişlerinde bireyler arasındaki toplumsal ilişkiler… şeyler arasındaki, emek ürünleri arasındaki ilişkiler şeklinde kılık değiştirmemiştir. (Capital I, 170)
“Doğrudan tahakküm ve boyun eğme ilişkileri” (173) dediği durumda toplumsal ilişkiler özgür olmaktan çok vahşice sömürücü olabilir, ama ne örtü, ne fetişizm vardır.
Marx’ın, ikincisinin ya da Batı Avrupa feodalizminden başka öbür kapitalizm öncesi toplumların bir sonucu sayılabilecek olan üçüncü örneği, küçük köylü hanesidir. Bunu, daha yazının icâdından önceki komünal toplumlarda bulunan, çok daha eski toplumsal biçimlerin kalıntısı sayar: “Çünkü ortak emeğin yani doğrudan birleşmiş emeğin bir örneği için bütün uygarlaşmış toplumların eşiğinde bulduğumuz kendiliğinden gelişmiş biçimine dek geriye gitmemiz gerekmiyor. Elimizde, köylü ailesinin ataerkil kırsal çalışmasındaki daha yakını var” (Capital I, 171). Uzun bir dipnotta Marx, Politik Ekonominin Eleştirisi’nden bu bölümde daha önce tartışmış olduğu bir pasajı aktarır. Orada, “komünal mülkiyet”in bazılarının sandığı gibi münhasıran Slavlara özgü bir görüngü olmayıp, çağdaş Asya’da, özellikle Hindistan’da olduğu kadar ilk Romalılarda ve Roma’nın daha sonraki “barbar” rakiplerinde de bulunduğunu savunur (bu bölümde x. Sayfada tamamı aktarılmıştır). Gerek o zamanlar gerek sonrasında, köylü ailesi, “cinsiyet ve yaş farklarına” dayanan daha basit bir “kendiliğinden gelişmiş” işbölümü sergiler. Aile kendi toplumsal ürününü, kendi çok çeşitli toplumsal hiyerarşilerinin belirlediği şekilde ihtiyaç temelinde üleşir. Aynı zamanda berrak ve açık olan bu ilişkileri perdeleyen bir fetişizm yoktur, ne var ki, bu ilişkiler bu toplumlarda “insanın birey olarak olgunlaşmamışlığı” ile kısıtlanmışlardır (Capital I, 173).
Marx’ın okuyucuyu aşırı bireyselleşmiş ve kurgusal Robinson Kruzo’dan çekip aynı zamanda özgür de olan bir birleşmiş emek olarak son örneğine götürmesi, her ikisi de 1867 ilk Almanca baskıdan sonra eklenmiş bu iki kapitalist olmayan örnek üzerinde düşünmesi aracılığıyla oldu. Bu, kapitalist gelişmenin ve onun yadsınması olarak doğan işçi hareketinin telos’u, modern biçimi içindeki komünizmdi: “Değişiklik olsun diye, gelin son olarak ortak olarak tutulan üretim araçları ile çalışan özgür insanların bir birliğini tasavvur edelim” diye seslenir (Capital I, 171). Hepsi “her ne kadar ikincil bir rolde” olsa da bir ölçüde meta üretimine sahip “kadim Asya tipi,[30] Klasik-antik ve bunlar gibi öbür üretim tarzları”na (172) atıfta bulunduktan sonra, bu modern komünistçe sistemle ilgili taslağına geri döner. Böyle bir sistem, bir kez daha şeffaf olacak olan toplumsal ilişkilerce desteklenen özgür bir birleşme olacaktır: “Toplumsal hayat-sürecinin yani maddî üretim sürecinin çehresinin üzerindeki bu gizemleştirici örtü ya da bulut, bu üretim özgürce birleşmiş insanlarca ve onların bilinçli ve planlanmış denetiminde yürütülür hâle gelinceye kadar kalkmayacaktır” (173). Bu özgür ve şeffaf toplumda birey modern kapitalist anlamda yalıtılmış ve atomize olmak yerine özgür bir birleşmenin parçası olacaktır.[31] Marx şeffaflığa bu geri dönüşün modernite temelinde olacağına işaret etmeye özen gösterir. Kapitalizm öncesi toplumlar kimi zaman şeffaftı ama ya “insanların birey olarak bu olgunlaşmamışlıkları” ya da “doğrudan tahakküm ve boyun eğme ilişkileri” ile karakterize oluyorlardı (173) Toplumsal şeffaflığın bu naif ya da baskıcı biçimlerinin ötesine geçmek “uzun ve acılı bir tarihsel gelişmenin ürünü” olan modern kapitalizmin “maddî temelini” gerektirmişti (173).
Marx Kapital’de Çin’den pek az söz etmişse de, fetişizm kesiminde ilginç bir değinmesi görünür. Tek cümlelik alaycı bir dipnotta, 1848 Avrupa devrimlerinin yenilgisinden sonraki döneme anıştırmada bulunur (Bu dipnotu Fransızca baskıdan çıkarmıştır). Durgun 1850’li yıllarda diye yazar, Alman entelektüelleri kendilerini masa kaldırma (ruh çağırma – ç.n.) seanslarına kaptırmıştı. Oysa bu dönemde Çin’deki Taiping İsyanı, devlet güçleriyle çatışma doğrultusunda tamamiyle farklı bir yön tutturmuştu: “İnsan dünyanın geri kalanı durduğu yerde dururken Çin’in ve masaların dans etmeye başladığını hatırlayabilir – pour encourager les autres [başkalarını cesaretlendirmek için]” (Capital I, 164).
Bu Voltaire’in Candide’deki ünlü satıra (23. Bölüm) bir atıftır. Candide, bir İngiliz amiralinin görevini ihmal suçundan halka açık idamına tanık olduğunda, seyircilerden biri sakin sakin bir açıklamada bulunur: “Ara sıra bir amirali idam etmek iyidir, başkalarını cesaretlendirmek için.” Bu ibareyle Marx devrimin sert gücünü akıllara getirmeyi amaçlamış olabilir.[32]
Kapital’in ilk cildinde tartışılan Batılı olmayan toplumlar içinde en büyük dikkat Hindistan’a ayrılmıştı. Kendi başına Hindistan’a ayrılmış bir bölüm ya da kısım olmamasına karşılık, Marx Batı kapitalizminin biricikliği üzerinde yoğunlaşmanın bir yolu olarak, bir toplumun ayırt ediciliği olarak neyi gördüğünün altını çizmiştir. Hindistan, Marx’ın teknik yeniliklerin emeğin hem üretkenliğini hem de sömürülme düzeyini ve yabancılaşmasını radikal biçimde artırışını tahlil ettiği “Göreli Artı Değer Üretimi” başlıklı canalıcı dördüncü kısım boyunca bir altmetin olarak belirir. Marx okuyucuya bu sürecin bir ölçüde kronolojik bir sıra izleyen elbirliği, manüfaktür ve son olarak makinalar ve büyük-ölçekli sanayiden oluşan üç biçiminden geçirir.
“Elbirliği” başlıklı bölümde, Marx, küçük-ölçekli, bir ölçüde yerel işbirliğine değil daha büyük ve daha otoritaryen bir şeye odaklanmıştır. Bu “kapitalist üretim”in ciddî anlamda ancak “her bireysel sermayenin görece olarak çok sayıda işçi çalıştırır” hâle geldiğinde başladığı mefhumudur (Capital I, 439). “Subayları (işletmeciler) ve assubayları (ustabaşılar, denetçiler) ile emek sürecinde sermaye adına kumanda eden” hiyerarşik bir temelde örgütlenmiş “bir sanayi ordusu”ndan söz eder. Bu “som biçimde despotik” örgütsel biçimi tasvirinde, Marx, düşman bir emek gücüne göz kulak olmanın yüksek maliyetinden ötürü köle plantasyonlarını müsrif olarak nitelerken modern üretimin “kapitalist ve bu nedenle antagonistik karakterinin zorunlu kıldığı” nezaret maliyetlerini dikkate almaya gelince ortada benzer bir durumun olduğunu fark etmekten âciz olan politik ekonomistler takımını kibarca alaya alır (450). Marx ardından “kadim Mısırlılar, Etrüskler vb. tarafından dikilen devasa yapılar” da bulunduğu şekliyle “basit işbirliğinin muazzam etkileri”nin tartışmasına girerek modern öncesi biçimlerle bir karşılaştırmaya geçer. Özellikle Hindistan’daki olmak üzere bu süreçler hakkında politik ekonomist Richard Jones’dan uzun bir alıntı yaptıktan sonra, bu güç tipinin “modern toplumda kapitaliste aktarılmış bulunduğu” sonucuna varır (452) Üç tarihsel işbirliği biçimi betimleyerek devam eder: (1) Hindistan ve benzer toplumlardaki, “üretim koşullarının ortak mülkiyeti” ve toplumsal bireyselleşmenin eksikliği ile karakterize olan köyünki;[33] (2) “Kadim zamanlar”dan “modern sömürgeler”e dek “doğrudan tahakküm ve boyun eğmeye, çoğu durumda köleliğe” dayanan öbür biçimler; ve (3) “ta başından emek-gücünü sermayeye satan serbest ücretli işçiyi öngerektiren” modern kapitalist biçim (452). Bunlardan sonuncusu, ortaçağ Avrupa lonca ve köy topluluklarının çözülüşünden doğmuştur. Genel olarak, “kapitalist üretim sürecine özgü ve özellikle ayırt edicisi olan” ilk ikisinden çok farklı bir toplumsal biçimdir (453)
Hindistan, göreli artı değerin “İşbölümü ve Manüfaktür” bölümündeki bir sonraki analitik düzeyindeki tartışmasına da girmişti. Marx, manüfaktür ile modern fabrikayı değil sanayi devrimi öncesindeki daha ilkel biçimleri kast ediyordu. Bu, ortaçağ loncalarının dağıldığı ve değişik hünerlere sahip vasıflı işçilerin bireysel kapitalistlerin denetimi altındaki büyük işliklerde toplandığı dönemdi.[34] Büyük yapısal değişikliklerden birinin bireysel bir işçinin ne kadar hünerli olursa olsun artık bir metanın bütününü üretmeyişi olduğunu savunur: “Uzmanlaşmış işçi ürün üretmez. Ancak uzmanlaşmış işçilerin tamamının ortak ürünüdür ki, meta hâline gelir (Capital I, 475).
Yeni imalat (manüfaktür) işliği bir yandan usta zanaatkârların kendi üretim araçlarını kontrol ettiği böylelikle azımsanmayacak bir özerklikten yararlandığı lonca işliğine kıyasla çok otoritaryen bir kurumdu. Öte yandan, Marx, emeğin işlik dışındaki bölünmesinin güçlü loncaların düzenlemesinden yoksun kaldığı için son derece düzensiz olduğuna işaret eder: “İşlik içinde oransallığın demir yasası belirli işçileri belirli işlevlere tahsis ederken, işliğin dışındaki toplumda, şans ve kaprisin oyunu üreticilerin ve onların üretim araçlarının toplumsal emeğin değişik dalları arasında gelişigüzel bir kalıp içinde dağılımı ile sonuçlanır (476). Bu da, “emeğin toplumsal bölünmesinde anarşi, imalathane içindeki dağılımında despotizm” şeklinde çelişken bir durumda sonlanır (477).
Yine, modern kapitalist gelişmenin benzersizliği üzerine daha keskin bir şekilde odaklanmak için Marx, daha eski Avrupalı biçimlere benzer güncel bir örnek olarak tartışmayı Hindistan’a taşır:
Aksine, içinde mesleklerin kendiliğinden geliştiği, sonra billûrlaştığı, en sonunda yasayla daimî kılındığı bu erken toplum biçimlerinde bir yanda, toplumun emeğinin onaylanmış ve zorlayıcı bir plana örgütlenmesinin bir örneğini, öbür yanda da, işlik içinde işbölümünün tümüyle dışlanışını ya da en fazla çok küçük bir ölçüde, dağınık ve gelişigüzel bir gelişme durumunda bulunduğunu keşfediyoruz (Capital I, 477).
Ardından geleneksel Hint köyünün ayrıntılı bir tasvirini çizer: Örneğin bazıları bugün de varlığını sürdüren bu küçük ve son derece eski Hint komünleri, toprağın ortak mülkiyetine, tarım ve el sanatlarının karışımına ve değiştirilemez bir işbölümüne dayanır… Ürünlerin çoğu topluluğun doğrudan kullanımına ayrılmıştır ve meta değildir[35]… Meta hâline gelen sadece artı üründür ve bu artının bir kısmı da devletin eline geçinceye dek meta hâline gelemez, çünkü anımsanamayacak kadan eski zamanlardan beri, topluluğun üretiminin belli bir miktarı bir çeşit rant şeklinde devlete gitmiştir. En basit topluluklarda toprak ortaklaşa işlenir ve ürün üyeler arasında üleşilir. Aynı zamanda iplikçilik ve dokumacılık yardımcı iş kolları olarak her ailede sürdürülür. Marx ayrıca, muhasebeciden “takvim-Brahmini”ne ve demirciden marangoza bir düzine kadar yetkili ve zanaatkârı da tanımlar, “bunların hepsi bütün topluluğun hesabından geçinirler” (478). Bunun modern kapitalizmde olduğundan tamamiyle farklı işleyen bir işbölümüne yol açtığı sonucuna varır:
Bütün mekanizma sistematik bir işbölümünü gösterir; ama demirci, marangoz vb. her bireysel zanaatkâr kendisini değişmez bir pazar ile karşı karşıya bulduğu ve bu yüzden zanaatının bütün işlemlerini kendi işliğinde geleneksel bir tarzda, ancak bağımsız ve hiçbir otorite tanımaksızın yürüttüğünden, manüfaktürdeki gibi bir bölünme imkânsızdır. (Capital I, 478–79; vurgu eklendi)
Bu yüzden Hint köy sistemi bir düzeyde son derece tutucu ve kısıtlayıcıydı, ama bir başka düzeyde, kapitalizm altında işçilerin yitirmiş olduğu bir özgürlük tipi sunuyordu: İşlerinin fiilî yürütülüşünde özerklik. İşçilerin üretimin nesnel koşullarından bir ayrılığı henüz söz konusu olmadığından bu özerklik vardı. Bu anlamda Hintli zanaat işçileri – ve ortaçağ Avrupa’sındaki benzerleri – önemli bir hakkı, aslında hak mefhumunun kalbinde yer alan ve emeğin yabancılaşmasıyla yitirilen bir hakkı kullanıyordu.
Bir kez daha, Marx’ın odağı 1850’lerdekine göre bir şekilde yer değiştirmiş gibi gözüküyor. Birinci bölümde görmüş olduğumuz gibi, o zamanlar, Hint köyünün toplumsal yapısını tabanını oluşturduğu “Doğu despotizmi”nin gözlüklerinden görmüştü. Burada, Kapital’de ise Hint örneği sadece tarihsel değildi, aynı zamanda kapitalizm altındakinden farklı toplumsal ilişkileri gösteriyordu.[36]
Böylece, kapitalizm öncesi Avrupa loncalarının benzer özerk gücünün kısa bir betimlemesinden sonra Marx, sermaye “emek-gücünü köklerinden yakalar. İşçiyi özgül hünerini … üretici dürtülerin ve eğilimlerin bütün bir dünyasını bastırmak yoluyla daha da artırarak sakatlanmış bir ucubeye çevirir” iç karartıcı tasviriyle okuyucuyu can evinden vurur (Capital I, 481). Bu durum, zanaat işçisinin özerkliği yerine şimdi artık “üretim araçlarının sermaye şeklinde işçi karşısındaki (vis-à-vis) özerkliği”nin varlığıyla daha da ağırlaşır (480).
“Makine ve Büyük-ölçekli Sanayi” başlıklı uzun on beşinci bölüm göreli artı değer tartışmasının üçüncü ve son analitik/tarihsel düzeyini verir. Burada Marx, okuyucuyu büyük-ölçekli fabrikaları ve karmaşık teknolojisiyle modern kapitalizme yerleştirir. Marx bir düzeyde, tam tersine “kasların çok-yanlı oyununu ortadan kaldırıp hem bedensel hem zihinsel etkinlikte özgürlüğün her bir atomuna el koy”makla yabancılaşmayı artırdığını savunarak, makinaların zahmeti azalttığı yönündeki sağduyuya dayanan görüşün aksine akıl yürütür. (Capital I, 548).[37] Onu kullanan insan tarafından kontrol edilen âletin aksine, şimdi makine insana hâkim olmuştur. Bu derecede karmaşık teknoloji henüz Hindistan’a ulaşmamış olsa da, gene de bu ülkeyi uzaktan etkilemiştir. Çünkü küreselleşmiş bir ekonomide İngiltere’de kullanıma sokulan mekanik dokuma tezgâhı Hindistan’daki zanaat işçilerini işinden etmiştir. Marx bu sürecin etkilerini yürek burkucu terimlerle betimler: “Dünya tarihi İngiliz el-tezgâhlı dokumacılarının yavaş yavaş tükenmesinden daha korkunç bir temaşa sunmaz; bu trajedi onyıllarca uzamış, nihayet 1838’de son bulmuştur. İşçilerin çoğu açlıktan öldü, çoğu uzun bir süre günde üç kuruşa aileleriyle ot gibi yaşamaya sürüklendi. Öte yandan Hindistan’a İngiliz pamuklu makinalarının etkisi âni oldu. Genel Valinin 1834-5 raporu şöyleydi: “Uluslararası ticaret tarihinde bu sefaletin eşi benzeri kolay kolay bulunmaz. Pamuklu dokumacılarının kemikleri Hindistan ovalarını ağartıyor.” (557-8) Marx burada, küresel kapitalizm altında çalışan insanların deneyimlerinin, 1850’lerde her ikisi de İngiliz hâkimiyeti altında olan İrlanda köylülerini karşılaştırdığında yaptığı gibi farklılıklarını değil, ortaklıklarını vurgulamaktaydı.
Marx, Kapital’in kapitalizmin Batı feodalizminin bağrından tarihsel çıkışını ele aldığı sekizinci kısmı “İlkel Birikim”de sömürgecilik ve küreselleşmeye daha büyük bir dikkat ayırmıştı.[38] On beşinci yüzyıla gelindiğinde, diye yazar, İngiltere’de serflik “mutlak sahiplikleri feodal tuzaklar tarafından gözden saklanabiliyor olsa da, bir özgür köylü malikler” kitlesi bırakarak adından başka her şeyiyle ortadan kalkmıştı (Capital I, 877). Sonraki birkaç yüzyıl içinde bu resmen özgür olmayan ama fiilen özgür köylüler resmen özgür ama fiilen özgür olmayan ücretli emekçilere dönüştü. Aynı zamanda diye devam eder, sermaye biçimindeki servet hatırı sayılır bir şiddetle damgalanan bir süreçte geniş ölçekte birikmişti: Bu dönüşümlerde “fiilî tarihte, en büyük rolü fethin, köleleştirmenin, soygunculuğun, cinayetin, sözün kısası, kuvvetin oynadığı mahut bir olgudur” (874). İngiliz köylülerinin deneyimine odaklanmış olsa da, sömürgecilik ve kölecilik kilit dönemeçlerde dikkate aldığı önemli bir altmetin (belki daha da fazlasını) oluşturur: “Aslında, Avrupa ücretli-emekçilerinin örtülü [Almanca: verhüllte; Fransızca: dissimulé ] köleliği, kendi temeli olarak Yeni Dünya’nın vasıfsız köleliğini gerektirir” (925). Hep alıntılanan bir paragrafında öfkesini ateşli bir dille kâğıda döker: Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, bu kıtanın yerli halkının madenlere sürülüp köleleştirilmesi ve gömülmesi, Hindistan’ın fethine ve talanına başlanması ve Afrika’nın kara derililerin ticarî avı için bir havuza dönüştürülmesi,[39] bütün bu şeyler kapitalist üretim çağının gül şafağını karakterize eder. Bu tertemiz masalsı işlemler ilksel birikimin baş uğrakları [Hauptmomente] idi. Hemen ardından Avrupa devletleri arasındaki dünyayı savaş alanı kılan dış ticaret savaşı geldi. Bu savaş Hollanda’nın İspanya’ya karşı ayaklanmasıyla başlar, İngiltere’nin anti-Jacobin Savaşı’nda devasa boyutlara ulaşır ve günümüzde Çin’e karşı Afyon Savaşları şeklinde hâlen devam eder. (915; vurgu eklendi)
Marx, 1850’li yılların sonundaki İkinci Afyon Savaşı kadar yakın olaylara atıfta bulunmakla merkantilist ve endüstriyel kapitalizm arasında bir bağlantı kuruyordu. İlginç olan, bütünselliğe işaret eden bir terim olan Hegelgil “uğraklar” terimiyle birlikte ikinci cümleyi Fransızca baskıdan tamamen çıkarmış olmasıdır. Engels’in Fransızca baskıda popülerlik uğruna diyalektik dilin ortadan kaldırılmış olduğu gerekçesiyle yaptığı protestoya bir örnek miydi bu? Belki. Bununla birlikte, Marx’ın bu cümleyi Hindistan ile Amerikaları – va aynı şekilde Çin’i – bütün ülkelerin zorunlu olarak aynı yoldan geçeceği şeklinde görülebilecek tek bir bütünsellikte birleştirmekten kaçınmak gibi daha esaslı nedenlerden dolayı çıkarmış olması da mümkündür. Eğer öyleyse, bu çıkarma, bu bölümde daha önce tartışılmış olan Fransızca baskı için yapılan öbür değiştirmelerin ruhuna uygundur.
Marx, küreselleşme ve sömürgecilik konularını, Fransızca baskıda yer alan ama yine Engels tarafından standart baskılardan çıkarılan kilit bir paragrafta da ele almıştı. Bu, ilkel birikim kısmından önce gelen “Kapitalist Birikimin Genel Yasası” başlıklı uzun bölümdeydi:
Ama ancak mekanik sanayi tüm ulusal üretim üzerinde baskın bir etki uygulayacak kadar derin kök saldıktan sonra, ancak mekanik sanayi sayesinde dış ticaret iç ticarete üstün gelmeye başladıktan sonra; ancak dünya pazarı Yeni Dünya’nın, Asya’nın ve Avustralya’nın geniş arazilerini birbiri ardına kendine kattıktan sonra; ve nihayet, ancak yeterli sayıda sanayileşmiş ülke alana girdikten sonra – ancak bütün bunlar gerçekleştikten sonradır ki kişi, birbirini izleyen evreleri yıllar süren ve daima bir çevrimin bitiş noktası bir başkasının başlama noktası olan bir genel krizle sonuçlanan, tekrarlanarak kendi-kendini idame eden çevrimlerin tarihini belirleyebilir. Şimdiye dek bu çevrimlerin süresi on ya da on bir yıl olmuştur, ancak bu süreyi sabit saymak için bir neden yoktur. Tersine, daha şimdi açıkladığımız şekliyle kapitalist üretimin yasalarına dayanarak, bu sürenin değişken olduğu ve çevrimlerin uzunluğunun yavaş yavaş azalacağı sonucunu çıkarmamız iyi olur. (Capital I, 786)[40]
Buradaki özellikle Marx’ın kriz teorisi ile ilgili bağlam, geçmiş değil gelecekti, ancak ilkel birikim terimi kullanılmamıştı. İlkel birikimi ele alışında Marx dikkatini özellikle Hollanda ve İngiliz sömürgeciliklerine yöneltir, her ikisi de başarılı kapitalist gelişme ile bağlantılıdır ve her ikisi de sömürgeciliğin İspanyol ve Portekiz versiyonlarına karşı manevî üstünlük iddiasındadır. Hollanda üzerine, Raffle”ın Java Tarihi’nden alıntı yaparak:
Felemenk sömürge yönetimi – ve Hollanda on yedinci yüzyılın örnek kapitalist ülkesiydi – “en olağanüstü ihanet, rüşvet, katliam ve alçaklık ilişkilerinden bir tanesiydi.” Java’ya köleler sağlamak için Celebes adalarından insan kaçırma sistemlerinden daha karakteristik olan bir şey yoktur. İnsan-hırsızları bu amaç için eğitildi. Hırsız, tercüman ve satıcı mesleğin baş failleriydi; yerli prensler baş satıcılardı. Bu şekilde çalınan genç insanlar, köle gemilerine gönderilmeye hazır oluncaya dek Celebes’deki gizli zindanlarda saklandı… [Hollandalılar] Nereye ayak bassalar ardından yıkım ve nüfussuzlaşma geldi. Java’nın bir idarî bölgesi olan Banjuwangi’de 1750’da 80.000’den fazla insan yaşıyordu, bu sayı 1811’de sadece 18.000’e düşmüştü. Barışçıl dış ticaret budur! (Capital I, 916)
İngilizlere gelince, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin hem Hindistan’ı “yağmaladığını” hem de kötü ünlü uluslararası afyon ticaretini örgütlediğini yazar. ABD İç Savaşı ile ilgili yazılarında köleciliğe karşı duruşundan ötürü öylesine hayranlık duyduğu Massachusetts’i de esirgemez:
Protestanlığın aklı başındalık timsali olan Yeni Dünya’nın püritenleri 1703’te meclislerinin kararıyla her Kızılderili kafa derisi ya da canlı ele geçirilmiş Kızılderili başına 40 sterlinlik ödül koydular; 1720’de kafa derisi başına ödül 100 sterline çıkarıldı; 1744’de Massachusetts Körfezi yönetiminin belli bir kabileyi âsi ilân etmesinden sonra şu fiyatlar konuldu: 12 yaş ve üzerinde bir erkek kafa derisi için yeni para birimiyle 100 sterlin, erkek bir tutsak için 105 sterlin, kadın ve çocuk tutsak başına 50 sterlin ve kadın ya da çocuk kafa derisi için 50 sterlin. (917-18)
Bu kanıtları verdikten sonra Marx sömürgeciliğin sömürge halkına fayda sağlayıp sağlamadığı konusunu ele alma zahmetine girmemişti. Üstelik, sömürgeciliğin sömürgeci ülkenin çalışan insanlarının çoğunluğunun durumunu iyileştirdiği iddiasını da reddeder: “Sömürgecilik sistemini tam gelişmiş biçimine getiren ilk ülke olan Hollanda, 1648’e gelindiğinde ticari azametinin doruğuna zaten varmış bulunuyordu”, bu dönemde Hollanda halkı “Avrupa’nın geri kalanının toplamından daha fazla çalıştırılıyor, daha yoksul durumda ve daha vahşi baskılar altında” idi (Capital I, 918).
Marx ilksel birikimin esas biçiminin – Avrupa içinde köylülüğün ve lonca-temelli üretimin kökünü kazımak yoluyla – genel bir toplumsal ilerleme getirdiğine inanmış mıydı? Belki. Ama burada, Kapital’de bu teze şaşırtıcı derecede az bir dikkat ayırmıştır. Aslına bakılırsa, ilkel birikim ile ilgili yaklaşık yetmiş sayfasında ilerlemenin kısacık tek bir kabulünü buldum. Uzun vâdede diye yazar, sermaye birikimi ekonomiyi genel sıradanlığı emredecek “dar kısıtları içinde” tutmak yerine, “üretici güçlerin serbest gelişmesine” yol açtı.[41] Kapitalist gelişmenin olumlu etkilerinin bu vurgulanmayışı, Marx’ın bu zamana gelindiğinde Komünist Manifesto’nun ilerlemeciğini ne ölçüde değiştirmiş bulunduğunu göstermek bakımından daha da anlamlıdır.
Marx, “Kapitalist Birikimin Genel Yasası” bölümünün sonuç parçasını oluşturan İrlanda tartışmasında sömürgeciliği değişik bir yoldan ele alır. Bu bölüm bir bütün olarak, Marx’ın sermayenin organik bileşimideki değişimler dediği şeyle, özellikle ileri kapitalizmdeki makinalara ve “sabit sermaye”nin öbür biçimlerine bağlanan kısmının emek gücü ya da “değişken sermaye”ye ağır basma eğilimiyle ilgilidir. Bu durum, teknoloji emeğin yerini aldıkça, göreli refah durumlarında bile yüksek işsizliğe yol açıyordu. Bu eğilim, sermayenin “sınırına ancak bütün toplumsal sermaye tek bir kapitalistin ya da tek bir kapitalist şirketin elinde toplandığında ulaşılabilecek” tekel biçimlerine olan eğilimleriyle yakından bağlantılıydı (Capital I, 779).[42] Bu görüngüyü sadece sanayide değil tarımda da tahlil etti, burada işin içine İrlanda giriyordu. Fransızca baskı için hatırı sayılır şekilde genişletilen ve bu sefer içerdiği yeni malzemeyle Engels tarafından standart baskıya da alınan İrlanda üzerine parça, bir takım katı nüfus rakamlarıyla başlar. Marx, 1846-1866 yılları arasını dikkate alarak “İrlanda yirmi yıldan kısa bir sürede nüfusunun 5/16’sından fazlasını yitirdi” diye belirtir. Ne var ki, tarımdaki Britanya’nın kendisinde yürütüldüğünün çok daha ötesindeki radikal modernleştirme yüzünden, nüfustaki bu azalma ülkenin ezici sefaletini hafifletmemişti:
“1846 İrlanda kıtlığı 1.000.000’dan fazla insan öldürdü, fakat sadece zavallı fakirleri öldürdü. Ülke servetine en küçük bir zarar vermedi. Kıtlığı izleyen ve hâlen artarak devam eden yirmi yıllık göç, örneğin Otuz Yıl Savaşları’nın yaptığı gibi, insanlarla birlikte üretim araçlarını da yok etmedi. İrlanda dehası yoksul insanları sefaletlerinin gerçekleştiği yerden binlerce mil ötede yeniden diriltmenin yepyeni bir yolunu keşfetti. Birleşik Devletlere nakledilen sürgünler her yıl evlerine geride kalanların yolculuk masrafları için çok miktarda para gönderdi. Her yıl ülkeden ayrılan her göç kafilesi, ertesi yıl bir başka kafileyi yanına çekti… Nüfusun mutlak düzeyi her geçen yıl azaldı. (861, 62).
Bu müthiş insanî eziyetin suçunu doğrudan doğruya sermayenin üretimi gitgide az daha da az elde merkezileştirme dürtüsüne yükler: “Bu yüzden bu azalışın nedeni tamamiyle 15 acre’dan küçük çiftliklerin yok edilmesi, bir başka deyişle {büyük çiftliklere katılarak} merkezileştirilmesiydi” (854). Marx, kullanılıp neredeyse imha edilmiş olan bağımlı bir ekonominin son derece kasvetli bir resmini çizer:
“İrlanda şu anda, sadece İngiltere’nin, tahıl, yün, sığır ve sanayisi ile ordusu için insan kaynağı sağladığı ülkeden her nasılsa geniş bir su kütlesiyle ayrılmış bir tarımsal bölgesidir. (860). “Bir İngiliz davar ağılı ve sığır otlağı olmak onun gerçek yazgısı” idi (869).
Dördüncü bölümde tartışılmış olduğu üzere, 1867 yılında Birinci Enternasyonal’de yapacağı bir konuşma için tuttuğu hazırlık notlarında, bu berbat insanî eziyete nasıl bir de ekolojik yıkımın eşlik ettiğine değinir: Kapitalist tarımın bu yeni biçiminin “ekicilerinin tükenmiş toprağın bileşiklerini yeniden yerine koymalarına bile izin vermeksizin” ilerlediğini yazar. Aynı dönemde, “küçük çiftliklerin ortadan kaldırılması ve işlenmiş toprakları otlağa dönüştürmek bir araya gelince toplam üretimde bir azalma oldu” ise bile “toplam üretimin daha büyük bir bölümü artı ürüne dönüştürüldü”ğünden, İrlanda oldukça daha kârlı bir büyük ölçekli canlı hayvan üreticisi hâline gelmiştir (Capital I, 860). Britanya’nın deneyiminin aksine, kullanılan sermaye miktarının “son iki onyıl içinde sanayi ve ticarette ancak yavaşça arttı”ğı olgusunun gösterdiği üzere, burada çok küçük bir sanayileşme yaşanmıştı, diye yazar. (861). Küçük bir ketenli sanayii dışında, bir proleterleşmiş kentli nüfusun oluşması bile dikkate değer hiçbir sanayileşmeye yol açmamıştı.[43] Fransızca baskıya eklenen 1870 tarihli bir Britanya hükümet raporuna dayanan çeşitli sayfalarda, kentli yoksulların yazgısını inceler:
Tarımsal devrimin ilk edimi çalışma alanında kurulmuş olan kulübeleri süpürüp atmaktı. Bu iş, sanki yukarıdan gelen bir emre boyun eğiliyormuşçasına en büyük ölçekte gerçekleştirildi. Böylece birçok ırgat köylerde ve kasabalarda sığınak aramak zorunda kaldı. En berbat çöküntü mahallelerinde, atıklar gibi tavan aralarına, deliklere, kıyılara köşelere tıkıldılar… Erkekler şimdi komşu çiftçilerden iş aramak mecburiyetindeydi ve ancak günü birliğine ve bu yüzden de en güvensiz ücretlerle iş bulabiliyordu. (866)
Marx, Fransızca baskıya eklenen bu yeni malzemede bir devrim olasılığına da işaret ediyordu: “Bunun ışığında, müfettişlerin adları belirtilmeksizin yaptıkları tanıklıklarına göre bu sınıfın saflarında karamsar bir hoşnutsuzluğun, geçmişe özlemin, mevcut durumdan nefretin, gelecekten umutsuzluğun kol gezmesi, kendilerini “kışkırtıcıların şer etkisine” kaptırmaları ve tek bir sabit fikre, Amerika’ya göç etmeye sahip olmaları şaşırtıcı değildir (Capital I, 865). İrlanda tartışmasını, 4. Bölümde görmüş olduğumuz gibi, Birinci Enternasyonal’de (eleştirerek de olsa) desteklediği Fenian hareketinin* büyümesine işaret ederek bitirir. Amerika’ya göçün, kapitalistler arası rakibi olarak yeni yeni yükselmekte olan ABD’yi güçlendirdiği için Britanya bakımından ek bir sonucu daha olmuştu. Britanya’nın gerileyişini trajik dramanın diyalektik tınılarıyla önceden haber verir:
Dünyadaki bütün iyi şeyler gibi, bu kârlı gidişin de kendi dezavantajları var. İrlandalıların Amerika’da birikmesi İrlanda’da rantların birikmesiyle el ele gidiyor. Davarından ve öküzünden yoksun edilip sürülen İrlandalı, okyanusun öte yakasında bir Fenian olarak yeniden beliriyor. Ve orada, dalgaların yaşlı kraliçesiyle gitgide daha tehditkâr bir şekilde yüzleşen genç ama devasa bir cumhuriyet yükseliyor. (870)
Böylece, ABD İç Savaşından sadece birkaç yıl sonra yazarken, İrlanda göçmen emeğine hiç de az dayanmayan yeni bir ekonomik gücün yükselişini fark etmişti. Marx, Kapital’in kilit dönemeçlerinde ABD iç savaşını ve daha geniş ırk, emek ve kölelik sorunlarını da ele almıştır. Bunların ilki İç Savaş’ın Enternasyonalin doğuşu üzerindeki etkisine üstü kapalı biçimde işaret ettiği 1867 baskısının önsözündeydi: “Tıpkı onsekizinci yüzyılda Amerika[n] Bağımsızlık Savaşı’nın Avrupalı orta sınıf için bir uyarı çanı olması gibi, ondokuzuncu yüzyılda Amerikan İç Savaşı da Evrupa işçi sınıfı için aynısını yaptı” (Capital I, 91). Aynı önsözde “yönetici sınıfların kendi içlerinde” bazılarının nasıl “sermaye ile emek arasında var olan ilişkilerde radikal bir değişiklik” gerektiğini fark etmeye başladıkları tartışmasının bir parçası olarak bunu ikinci bir defa yapar. Bu bağlamda, Ohio Temsilcisi Benjamin Wade gibi radikal cumhuriyetçilerin serbest kılınan her köleye 40 acre ve bir katır bağışlamak üzere büyük köle plantasyonlarının lağvedilmesi için verdiği mücadeleye değinir: “Aynı sırada, Atlas Okyanusunun öbür kıyısında ABD Başkan Yardımcısı Bay Wade bir halk toplantısında yaptığı açıklamada, köleliğin kaldırılmasından sonra, sermaye ile toprak mülkiyeti arasında var olan ilişkilerde radikal bir dönüşümün gündemde olduğunu ilân etti” (93).[44]
Marx, kapitalizmin doğuşu ve aynı zamanda örgütlenmiş emeğin daha kısa işgünü asıl talebiyle karşı saldırısına eşlik eden iş gününün uzatılmasını incelediği neredeyse seksen sayfa tutan “İş Günü” bölümünde, ırk ve sınıf konularına daha büyük dikkat ayırır:
Sermayenin birkaç yüzyılı alan iş gününü normal üst sınırına, ardından doğal sınırı olan günde 12 saatin üzerine uzatmasından sonra, bunu, on dokuzuncu yüzyılın son üç çeyreğinde büyük-ölçekli sanayinin doğuşuyla, şiddetli ve ölçüsüz bir sınır tanımazlık çığı izledi. Ahlâk ve doğanın, yaş ve cinsiyetin, gece ve gündüzün kurduğu bütün sınırlar yıkıldı… Sermaye kendi çılgınca cümbüşünün keyfini sürüyordu. (Capital I, 389–90)
Bu bağlamda, kapitalizmin doğuşu çalışan insanlar için bir ilerleme değil tersine katı bir gerileme anlamına geliyordu. Ek olarak, insan haklarının resmî ve soyut olduğu yerde, daha kısa işgününün çalışan insanlar için somut bir kazanım oluşturduğunu yazar: “Tumturaklı ‘insanın elinden alınamaz hakları’nın yerine en sonunda ‘işçinin sattığı zamanın ne vakit bitip kendine ait zamanın ne vakit başladığını’ açıklığa kavuşturan iş gününü yasal olarak sınırlamanın alçak gönüllü Magna Charta’sı gelir” (416). Çünkü günde on sekiz saat, haftada altı ya da yedi gün çalışınca işçiler yurttaşlık haklarından anlamlı bir şekilde nasıl yararlanabilirler ki?[45] Marx, bu bölüme “1861-63 Ekonomi Elyazması”ndan, Birleşik Devletler ve Küba’da kölelerin ölümüne çalıştırılmasına ilişkin bazı malzemeler eklemiştir. Bununla birlikte, bu bölümü Marx Kapital’in ilk uzun taslağını – muhtemelen 1866’dan önce değil – tamamladıktan sonra yazmış olduğundan “İş Günü” metninin büyük çoğunluğu 1861-63 taslağı içinde bulunamaz.[46] Dunayevskaya, taslak ile kitabın tamamlanmış hâlini karşılaştırırken ABD İç Savaşı ile onun Britanya’da emeğin durumu üzerine etkilerinin sadece bu bölümün yaratılmasında değil, Kapital’in I. Cildinin metninin bir bütün olarak yeniden düzenlenmesinde belirleyici olduğunu öne sürer. Marx, Kapital’de politik ekonomi eleştirisinin daha önceki taslaklarında yaptığına karşıt olarak, çalışan insanların sesini ve mücadelelerini teoride yeni bir tarzda mevcut kılmış, bunu yaparken, 1861-63 elyazmasının ancak ölümünden sonra Artı Değer Teorileri olarak yayımlanacak bölümünde başka kuramcılarla giriştiği uzun tartışmaları da bir yana bırakmıştı.
Dunayevskaya, Marx’ın kendileri açısından büyük ekonomik fedakârlık anlamına gelmesine rağmen Britanya’da Birlik (Kuzeyliler ç.n.) davasını savunan işçi aktivistleriyle Enternasyonal’de yan yana yürüttüğü faaliyetin iş günü üzerine bir bölüm ekleme kararında can alıcı öneme sahip olduğunu savunur:
Teorinin entelektüel bir şey, kuramcılar arasındaki bir tartışma olduğu kavrayışından bütünüyle kopuyordu. Kuramcılarla tartışma yürütmek yerine doğrudan emek sürecinin kendisine oradan da İş Gününe gidiyordu. Teorinin tarihini tüm çalışmanın sonuna yerleştirdikten ve üretim ilişkilerinin tarihine bakmaya başladıktan hemen sonra, zorunluluktan dolayı, var olan bir diyalektiği uygulamak yerine bir yenisini yarattı… Bu yeni diyalektik onu, işçilerin fabrika içindeki ve dışındaki direnişiyle teorik olarak buluşmaya yöneltti. Sonuç, Kapital’de yeni bir bölüm, “İş Günü” oldu. Teorisyen Marx, işçilerin uyarıcı etkilerinden yeni kategoriler yarattı. Bununla birlikte, ABD’deki İç Savaş’ın emeğin kutsal bir savaşı olduğuna karar veren o değildi. Bu kararı verenler, en çok ıstırap çekenler ta kendileri olan, İngiltere’nin işçi sınıfıydı. ([ 1958] 2000, 91; ayrıca bkz. Welsh 2002) Ve “İş Günü” bölümünde öne çıkan bu tür seslerdi.
Bölümün başlangıç sayfalarında “işçinin sesi”nden ilk kez açıkça söz eder (Kapital I, 342). Bölümün savaşan iki başkahramanı vardır: Sermayenin kişisel olmayan, kibirli gücü ve işçi sınıfı, özellikle de 1860’larda Amerikan köleciliğine karşı çıkmak için pek çok şey feda eden Britanyalı işçiler. Britanya emek hareketinin on-saatlik iş günü için verdiği uzun ve sonunda başarılı olan mücadelesini aktardıktan sonra, şu sonuca varır:
Normal bir iş gününün ortaya konması bu yüzden kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında uzun ve az çok gizlenmiş bir iç savaşın ürünüdür. Bu boy ölçüşme modern sanayinin arenasında gerçekleştiğinden, dövüş de her şeyden önce bu sanayinin anayurdunda – İngiltere’de yapıldı. İngiliz fabrika işçileri sadece İngiliz işçi sınıfının değil, genel olarak modern işçi sınıfının şampiyonlarıydı, tıpkı teorisyenlerinin kapitalist teoriyi ilk düelloya davet edenler olması gibi. (412-13)
(ABD İç Savaşı’na ve Enternasyonal’in kuruluşuna tanıklık eden ) 1860’larla bir devamlılık içinde 1840’lara atıfta bulunurken “genel olarak modern işçi sınıfının… şampiyonları” olarak Britanya işçi sınıfı mefhumunu ima ediyor da olabilir.
1866’ya gelindiğinde sekiz-saatlik iş günü gündemdeydi. İç Savaş’ın ABD içindeki emeğin durumuna olan etkileri bakımından Marx dramatik bir iddiada bulunur:
Kölelik ülkenin bir bölümünün şeklini bozduğu sürece, Amerika Birleşik Devletleri’nde her türlü bağımsız işçi hareketi felce uğramış durumdaydı. Ak derili emek, kara bir deriyle damgalanmış olduğu sürece kendini kurtaramaz. Buna karşılık, köleciliğin ölümünden hemen yeni bir hayat filizlendi. Amerikan İç Savaşı’nın ilk meyvası, bir lokomotifin bir adımda yedi fersah aşan ayakkabılarıyla, Atlas Okyanusundan Büyük Okyanusa, New England’dan California’ya ülkeyi kat eden bir sekiz saat ajitasyonuydu. Genel Emek Kongresi, 1866 Ağustosunda Baltimor’da yaptığı toplantıda “Bu ülkedeki emeği kapitalistçe kölelikten azat etmek için hâlihazırdaki ilk ve en büyük zorunluluk, sekiz saatin Amerikan Birliği’nin bütün eyaletlerinde normal iş günü kılacak yasanın çıkmasıdır. Bu şanlı amaç elde edilene dek tüm kudretimizi ortaya koymakta kararlıyız” diye ilân etti. (Capital I, vurgu eklendi)
Irkçılığın emek hareketi üzerinde kolay kolay üstesinden gelinemeyen olumsuz etkisiyle ilgili bu tok sözlü açıklama, Marx’ın ilk defa ABD İç Savaşı ile ilgili yazılarında geliştirdiği bir temaydı. Aynı zamanda, ırkçılığın üstesinden gelmek için verilen mücadelenin Amerika’da güçlü bir emek hareketi yaratmada belirleyici bir etmen olarak görüyordu.
Rubel ([1973] 1981), Marx’ın daha uzun 1859 planına bağlı kaldığını, bu yüzden planının ancak küçük bir bölümünü, Kapital’in birinci cildi ile II. ve III. ciltlerinin taslak malzemesini tamamladığını öne sürmüştür. Ne var ki, 1867’de, Kapital’in birinci cildinin önsözünde başka bir liste verdiğinden, Marx’ın planını değiştirmiş olması mümkündür. Bu 1867 planına göre, Kapital’in birinci cildini, dolaşım üzerine II. kitap ve “kendi bütünlüğü içinde sermaye süreci” üzerine III. kitaptan oluşacak II. Cilt ve ardından teorinin tarihi üzerine olacak III. Cilt izleyecekti. Bu 1867 listesi, Engels’in dolaşım hakkındaki II. cilt ve sürecin bütünü hakkındaki III. cilt şeklinde -Marx’ın sermaye üzerine elyazmalarını yayımlamakta izlediği model oldu, ki Engels’in ölümünden sonra yayımlanan Artı Değer Teorileri de IV. kitap sayılabilir. Bu malzemenin, III. Ciltte yer alacak toprak mülkiyeti üzerine uzun tartışma gibi, bir kısmı Marx’ın 1859 ana çizgilerini verdiği konuları kapsamaya Rubel’in savunduğundan daha fazla yaklaşmış olduğunu düşündürtüyor. Ne olursa olsun, üzerinde çok dar biçimde odaklanmak Marx’ın projesinin 1859’dan 1867’ye ve sonrasına dek geçirmiş olduğu değişiklikleri görmeyi engelleyeceğinden, 1859 listesi şeyleştirilmemelidir.
Marx’ın Asya tipi üretim tarzı üzerine en iyi bilinen anlatım, bunu tarih dışı bir şekilde daha sonraki Stalinist sistemlere bağlamaya kalkışan Wittfogel’in oldukça taraflı anlatısıdır (1957; aynı şekilde bkz. Gluckstein 1957, Bahro 1978). Lichtheim 1963, Krader 1975, ve Musto 2008’de yer alan bazı denemelerde daha dengeli tartışmalar bulunabilir. Krader’in Marx’ın Batılı olmayan toplumlar hakkındaki bütün yazdıklarını Asya tipi üretim tarzı başlığı altında toplama girişimi, Marx’ın bizzat kendisinin bu kavramla neyi kast ettiğini özel olarak belirtmeyi başaramadığı hatırda tutulduğunda, sorunludur. Heinz Lubasz gibi eleştirmenler, “ ‘Asya tipi üretim tarzı’ kavramının kavramlaştırdığı şey, Marx’ın hakkında pek az şey bildiği ve asla teorize atmeye kalkışmadığı Asya toplumu değil, ama modern burjuva toplumunun varsayımsal kökenleridir” (1984, 457) savunusuyla bu hususa dikkkat çekmiştirr. Ne var ki, 1879-82 defterlerindeki Asya toplumları hakkındaki son yazıları bir yana, Marx’ın 1850’lerde Hindistan ve Çin hakkında yazdıklarının kapsamı ve kalitesi ortadayken, Lubasz bu iddiasında fazla ileri gitmiştir. Aslına bakılırsa, Marx Asya toplumları hakkında kadim Roma ve Yunanistan ya da Avrupa feodalizmi hakkında yazdıklarından çok daha fazla yazmıştı, buna rağmen, Asya tipi üretim tarzının “mezara terk edilmesini” arzulayan Avrupa-merkezci Lubasz, feodal ya da antik (köleci) üretim tarzlarını bu şekilde gömmeyi savunmaz. Asya tipi üretim tarzını, kendisi aracılığıyla Marx’ın Batılı olmayan toplumlar hakkındaki çok katmanlı yazılarını düzenleyen kapsamlı bir kavram olmaktan çok, sadece tarihsel ve toplumsal gelişim üzerine 1850’lerin sonundan itibaren ortaya koymaya başladığı çokdoğrusal bakış açısının birçok göstergesinden biri olarak görüyorum.
Rosdolsky’nin bu hussusta özenli bir çürütülmesi için bkz. Krader 1975, 174–75.
Grundrisse’in İngilizce çevrisinin sayfa numaraları için burada ve aşağıda şimdiye dek yapılmış en iyisi olan Martin Nicolaus’un çevirisine atıfta bulunuyorum (Marx [1857–58] 1973). Bununla birlikte Almanca orijinaline başvurarak (MEW 42) çeviriyi ara sıra değiştirdim. Ayrıca MECW 2929’un İngilizce çevirisinden ve aynı şekilde kapitalizm öncesi oluşumlarla ilgili olarak da bu bölümün Hobsbawm’ın yayıma hazırladığı etkili basımından (Marx 1965) yararlandım.
Bir kez daha, Marx ırkçılık karşıtı bir vurgu yapmak için ırkçı bir terim kullanıyor. Var olan İngilizce çevirilerin her ikisi de parantez içindeki bu “Jamaica’nın azat edilmiş siyahları” ibaresini kullanarak bu durumu örtbas ediyor. (Grundrisse, 325; MECW 28, 251). Almanca orijinali için bkz. MEW 42, 245 ya da MEGA2 II/1.1, 242.
“İlkel” ya da “doğal olarak evrilmiş” şekillerinde de çevrilebilirdi.
Marx, bu nihaî düşüncelerin Grundrisse’in herhangi bir daha fazla geliştirilmesinde önem taşıyacağını düşündürecek şekilde, malzemenin “devredildiği”ne işaret eder.
Kendisinden söz etmese de Marx’ın muhtemel hedefi August Haxhausen’in Rus köyü üzerine yazdıklarıydı.
“Geriye doğru izlenmiş” ya da “çıkarsanmış” diye de çevrilebilirdi.
Fransız yapısalcı Marksist Louis Althusser 1969’da Engels’ten daha da ileri giderek, Fransızca baskıda, “Fransız okurlarından teorik kapasitesinden emin olamayan Marx’ın, orijinal kavramsal ifadelerinin kesinliğinden kimi zaman tehlikeli bir şekilde ödün verdiğini” yazmıştı (Althusser 1971, 90). Althusser bunu, Kapital’in bugüne dek Fransa’da en geniş bir biçimde dolaşımda bulunan versiyonlarından biri olan Marx’ın yayıma hazırladığı Roy çevirisinin Éditions Flammarion arasında çıkan baskısına yazdığı önsözde yapmıştı (Marx [1872–75] 1985a, [1872–75] 1985b). Zamanla, Kapital ile ilgili olarak Fransa’daki durum neredeyse gülünç bir hâl aldı. Bir yandan itibarlı yayımcı Éditions Gallimard’ın büyük kitaplardan oluşan La Pléiade dizisinde yayıma hazırlayanın Marx’ın metininin bazı kısımlarını değiştirme kararıyla sakatlanan Maximilien Rubel’in yayıma hazırladığı baskı nihaî metin olarak yayımlanmaya devam ediyorken Éditions Flammarion’un aslına daha sadık versiyonu önsözünde Althusser’in metne saldırısıyla beraber hâlâ satıştaydı. Öbür yandan, Komünist Parti’nin yayınevi Messidor/Éditions Sociales de Engels’e dayanan 1890 baskısının özenli bir Fransızca çevirisini yayımlamıştı. Yayımcılar kitabın kapağında, Jean-Pierre Lefebvre başkanlığındaki bir komisyonun nihayet “kesin” bir Fransızca baskı hazırlamış olduğunu iddia etmekteydi (Marx 1983). (Meramım çeviri sorunlarıyla değil değişik metinlerle ilgili olduğundan, Pierre Fougeyrollas gibi eleştirmenlerin tartıştığı gibi [“Aventures et mésaventures de Marx ‘en français,’ ” Le Monde, 28 Ekim 1983], Marx’ın nezaret ettiği çeviride plus-valeur olarak çevirilen “artı değer [Mehrwert]”i survaleur şeklinde değiştirme gibi konulara girmeyeceğim. Bu yeni çeviri daha sonra prestijli Presses Universitaires de France tarafından yeniden yayımlandı. Bilgiye dayanan ama nihayetinde taraflı önsözünde Lefebvre, Roy’un çevirmen olarak kısıtlılığını vurgular ama bu kırk dört sayfa boyunca Marx’ın 1875’te yazdığı sonsözde Fransızca baskısının “orijinalinden bağımsız bir değere sahip” olduğu ifadesinden hiç söz etmemeyi başarır. Lefebvre, onun yerine, Marx Fransızca baskının “olası edebî kusurlarına” da işaret ettiği için söz konusu sonsözü fiilen aktarmaksızın, “Roy’un eserinin dolaylı bir eleştirisi” olarak niteler (Lefebvre, Marx 1983 içinde, xxx). Lefebvre burada hiçbir kanıt göstermeden ve Marx ile Engels’in kimi zaman farklılaşan görüşlerini eleştiriden geçirmeksizin tek bir görüş şeklinde birleştirerek daha da ileri gidip, başlangıçta Fransızca baskıya büyük değer vermişlerse de “Marx ve Engels yavaş yavaş fikir değiştirerek, önemli teorik konular içeren bütün bu sayfalarda çıkış noktası olarak Almanca baskının alınmasının zorunlu olduğu düşüncesine vardılar” diye yazar (Lefebvre, Marx 1983 içinde, xli).
Fransızca orijinal şu şekilde: “Mais la base de toute cette évolution, c’est l’expropriation des cultivateurs. Elle ne s’est encore accomplie d’une manière radical qu’en Angleterre: ce pays jouera donc nécessairement le premier rôle dans notre esquisse.