Yayına hazırlayan: Kowalski, W. (1967): Vom kleinbürgerlichen Demokratismus zum Kommunismus – Zeitschriften aus der Frühzeit der deutschen Arbeiterbewegung (1834-1847), Berlin, ss. 146-151, 257-265, 314-316
Paris’in Bastil Zindanı[1]
Wilhelm Weitling
Çeviri: Gülsen Güner
Zaman, toplumsal düzenin cahil döküntülerinin ona karşı beyhude yere ayak diremesi gibi, kendi durdurulamaz gelişimine karşı koşuyor. Paris’in Bastil zindanının yeniden inşasının yakında tamamlanacak olması, egemenleri sevinçten kör ve sağır ediyor. Lâkin sadece içinde yaşadıkları anı seçebilenler, yakın geleceğin üzerindeki peçeyi de kaldıramazlar. Bu yüzden biz de kendi açımızdan Bastil’in yeniden inşa edilmesine seviniyoruz; evet biz de, yağ tulumu peruklular sınıfının Fransız politikacılarının [Fransız burjuvazisinin] şüpheci önyargılarını ve korkularını kullanma başarılarına seviniyoruz. Çünkü bu durumda onlar bir süre sonra, bu halleriyle halkın gözüne kum serpemeyecekler artık.
Bastil zindanını mükemmel hale getirme inşaatı, Fransa’da politik ve toplumsal devrimler[2] arasındaki sınır çizgisini oluşturuyor. Bu inşaat tamamlandığında, politikacılara da [burjuvaziye de] öldürücü darbe indirilmiş olacak.
Paris caddelerinde ordu ve halk arasında geçmişte yaşanan barikat savaşları bundan sonra artık daha seyrek yaşanacak; zira bizzat hükümetin kendisi, bize göre hava hoş olan çabalar içine girerek, bu savaşları imkansız kılmak için elinden geleni ardına koymuyor. Birkaç yıldır bu amaca hizmet etmesi kabilinde, geçmiş yıllarda her ayaklanmanın temel direniş kaleleri olmuş dar sokaklar, gece gündüz çalışılarak genişletiliyor. Bilindiği gibi geçmişte halk kendisini bu dar sokaklarda, kendinden kat kat üstün (on ya da yirmi kat) ordu güçlerine karşı, çok kolay bir şekilde savunabilmişti. Bu mücadele yöntemi, gelecek bir devrimde giderek eski önemini yitirecektir. Ayrıca sokakların kaldırım taşları sökülüp, onun yerine tahta kalaslar döşeniyor. Yani yakın gelecekte, onlara fırlatılmak üzere pencere önlerine istiflenmiş taşlar da olmayacak, ki bunlar her sokak savaşında halkın hemen elinin altında bulunan savaş malzemeleriydi. Tüm bunların yanında yine de, bir ayaklanmayı bastırmak için devreye sokulan en kuvvetli araç, yakında inşaatı tamamlanacak olan Bastil zindanıdır. Çünkü hükümet, bir ayaklanma durumunda şehre akın edecek halkı inşa ettiği zindanlarla engelleyerek, silahlı ayaklanmanın yaşandığı karargâhları destekten yoksun bırakmış olacak; yani hükümet, yakında inşaatı bitecek Bastil zindanıyla, bu ayaklanma merkezlerini ateşe verecek çok önemli bir araca sahip olacak.
Ayrıca bu yolla halkın ordunun tabanıyla etkileşime girmesinin ve ordu saflarında halkın davasına karşı bir sempatinin gelişmesinin de önü alınmak isteniyor.
Çünkü ordu, 12 yıldır hükümet için hiç bu kadar tehlikeli hale gelmemişti; gerçi hükümeti bu tehlikeye karşı halihazırda bir yasa zaten koruyor. Bu yasaya göre Fransa’da yedek askerlik satın alınabilecek; bu satın alınan cahil ve yoksul halkla birlikte, ordunun sayısında da bir artış sağlanmış olacak. Yeni gelenler de bilindiği gibi para karşılığında, terbiye edilmenin her türlü mekanizmasına açık olabilecekler. Tam da bu nedenle burjuva kralın askeri, Liyon ayaklanması sırasında halkın saflarına katılan bazı düşük rütbeli subaylar hariç, emir geldiği her durumda birkaç kuruş uğruna gayet cesur bir şekilde halkı kesti. Bastil zindanlarının inşaatı biter bitmez asker burada da, bu işi çok daha büyük bir titizlikle yapacaktır; çünkü satın alınan asker, yaptığı işi görmesinin çok zor olacağı bir uzaklıktan halka karşı savaşacaktır artık. Egemenler, daha sonraki gögüs göğüse savaş için ise, maaşları oldukça dolgun uşak polislerini ve cephane muhafızlarını şimdiden terbiye ederek hazırlıyorlar.
Bastil’inizi inşa etmeye devam edin; onu bitirdiğinizde sevincinizden hoplayıp zıplayın! İnşa ettiğiniz zindanların sosyalistleri ve komünistleri kaygılandırması şöyle dursun, bu onların işine yarayacaktır; zira ördüğünüz duvarlar sadece, politik devrimleri [burjuva devrimlerini] engellemeye hizmet edecektir. Bu devrimler de, herhangi bir subay kendine bağlı olan birlikleriyle beraber tarafını seçmediği sürece, her defasında yenilgiyle sonuçlanacaktır; demek ki gelecekte Paris’te devrim yoluyla iktidarı ele geçiren her hükümet, zorunlu olarak despotik bir hükümet olmak durumunda kalacaktır. Halkı baskı altında tutmaya hizmet eden Bastil zindanları inşa edildiği sürece de, bu durum değişmeyecektir. Bu anlamda, yoksul ve derin bir şekilde ezilen halk açısından kılıçlılar, kalem erbapları yahut onların para torbalarının adamları tarafından mı ezildiklerinin hiçbir önemi bulunmamaktadır. Bu giderek dozajını arttıran despotizmden rahatsız olan birileri varsa, bunlar da halkın şimdiki egemenleri, onları şimdi dolaysız olarak ezenlerdir. Bunlar [burjuvalar] gerçekten de, Bastil’in inşaatı biterse, kendilerinin daha fazla baskı altına alınacağından korkuyorlar. Bu kesimler sadece kendileri için varlar; onlar bu ülkede özgürlüğü sadece kendileri için istiyorlar ve onlar sahip oldukları para torbalarıyla, başkalarının tek efendisi olmak istiyorlar. Onlar, kendilerini onlardan daha ileri görenlerden [sosyalistler ve komünistlerden], nefret ediyorlar; tam da bundan ötürü, bunlardan bazıları örülen duvarların gelecekteki etkilerinden korkuyorlar.
Bastil’in inşaatının tamamlanmasıyla birlikte şimdiye kadar yaşanan müthiş kanlı sokak savaşlarının başka bir seyir izlemesi iyi olacaktır; çünkü bu zamana kadar yaşanan savaşlarda halkın konumu, saf, kurbanlık koyun olmanın ötesine geçemedi; bunlara bir tür intihar da denilebilirdi ve bunların faydasızlığını her zaman öngörmek mümkündü. Ama savaşlar, bu böyle olduğu için kesinlikle sona ermeyecek; çünkü ezilen daima direnmeye eğilimlidir; ama o her zaman kendisine, direnişin daha ziyade, kendisi için en elverişli olan tarzını seçer.
Ayrıca şu andan itibaren, gelecekteki tüm halk ayaklanmalarının önderleri de, Bastil zindanlarının inşaatının tamamlanmasıyla birlikte, şimdiye kadar uygulanan devrimci taktiğin artık hiçbir başarı şansı kalmadığını kesin olarak anlayacaklardır. Böylece onlar da başka savaş yöntemleri üzerine düşünmeye mecbur kalacaklar ve bu başka savaş tarzları zorunlu olarak bir toplumsal devrimi beraberinde getirecektir; çünkü toplumsal bir devrimin esas karakteri, onun için mücadele edenlerin ve verilen mücadele biçimlerinin damgasını taşır.
Şimdiye kadar barikat savaşı biçiminde cereyan eden bu mücadeleler bundan böyle bir gerilla savaşına dönüşecektir. Gerilla, düşmanın karşısına onların en az ihtimal verdiği bütün köşe bucaklarda çıkacak, her yerde yıldırım hızıyla saldırıp onlara kayıp verdirdikten sonra yine aynı hızla geri çekilecek. Özel mülkiyete karşı bu tarz bir savaş yürütmek, savaşçılar ve halk nezdinde çekicilik kazanacak, onları teşvik edecek ve onlara şevk verecektir. Böylece kısa sürede özel mülkiyetin ilgasıyla sonuçlanacak görülmemiş derecede korkunç bir kaos ortamı meydana gelecektir.
Duvarlarınız olsa da olmasa da! Bastil zindanınız olsa da olmasa da! Eğer vakti geldiğinde davayı en iyi şekilde sevk ve idare etmesini bilen kudretli bir el çıkmazsa, yani eğer olağanüstü tesadüfler yoluyla bizim prensiplerimizi hayata geçirme noktasında kararlı bir hükümetimiz olmazsa, böyle bir gelecek sizler için kaçınılmaz olacaktır.
Bunu düşünmediniz tabii, siz sayın Bastil severler! Yoksa böyle bir şeye inanmıyor musunuz? Öyleyse bu makalenin devamında yazılanlar üzerine biraz düşünün; biz onu Proudhon’un Avertissement aux propriétaires[3] adlı eserinden Almancaya çevirdik. O, eserinin 113. sayfasında şunları yazıyor:
“Gelecekte yaşanacak korkutucu felâketler, sizlerin egoizminiz ve cahilliğiniz yüzünden meydana gelecektir. İnatçı muhafazakârlar! Halk bugün düzenin, ancak sistemli ve asla sekteye uğramayan bir gidişat sonucu meydana gelen korku olduğunu biliyor. Toplumun ve bireyin yaşamında kopuşlar yoktur: Kopuş, bu ölümdür! Ama bu yaşam bir hareketsizliğe, bir durağanlığa da sahip değildir; çünkü hareketsizlik fazlasıyla bir bitiş, sonlanma demektir. Bu nedenle yaptığınız pazarlıklardan da, fanatizm ve ham hayal olarak gördüğünüz davamızın haklı hassasiyetlerinden bizi vazgeçirme ve akla davet etme hesaplarınızdan da medet ummayın. Bizi heyecanlandıran coşku, sizlere yabancıdır. Bu coşku, şarabın yarattığı sarhoş olma durumundan daha güçlü ve aşktan daha fazla ete kemiğe işleyen şiddetli bir coşkudur; bir Leonida veya kutsal Bernard yahut Michel-Ange’in vereceği haz, bu tanrısal tutku ve öfkeye denk gelemez; onun yanında sönük kalır. Sizi sakinleştirmeye çalışan sofistlerinizi dinlemeyin; mahkemelerinizden bir şey beklemeyin; silahsızlandırılmış sefaletimizi küçümsemeyin; altınlarınıza, askeri taburlarınıza, müttefiklerinizin destek ve yardımlarına da fazla bel bağlamayın. Çünkü şiddetle köpüren bir nehir gibi, gökyüzünü yutan bir alev gibi, öldürücü yağan dolu gibi, işte öyle yaklaşıyor halkın dizgine gelmeyen şiddetli öfkesi. Özellikle de bizim çaresizliğimizin patlamasına sebep olmayın; zira sizin askeriniz ve jandarmanız bizi bastırmayı başarsa bile, onlar yine de bizim son anda devreye sokacağımız mücadele tarzımız karşısında çaresiz kalacaklardır. Bu, ne kralın öldürülmesi, ne suikast, ne zehirleme, ne kundaklama, ne çalışmanın reddedilmesi, ne ülkeyi terketme, ne ayaklanma, ne de intihar olacaktır. Bu, tüm bunların hepsinden daha dehşet verici ve kudretlidir. Bu, daha önce de görülmüş ve yaşanmıştır; fakat bu, burada dile getirilemez bir şeydir.”
***
Komünyon ve Komünistler[4]
Fransa’da bir parti kuran komünistler son zamanlarda birçok kez eleştiri yağmuruna tutuldular. Bu eleştiri haberlerini Volkshalle gibi bazı Alman gazeteleri de, zahmete değer gördüklerinden olsa gerek, sayfalarına taşıdılar. Fakat bunlar, meselenin esasını ortaya koymak şöyle dursun, genellikle alay, küfür ve hakaretin de eşlik ettiği tutarsız haberlerden ibaretti. Bu haberler sonucunda adı geçen gazetelerin okuyucularının kafasında komünistlere yönelik önemli yanlış anlamalar ve önyargılar meydana gelebilir. Bizim gazetemizin varlık nedeni tam da, komünistlere yönelik önyargılara karşı bütün gücüyle mücadele etmek olduğundan, kendimizi bu çarpıtmalara bir cevap vermek için sorumlu görüyoruz. Biz burada, Alman gazete yazıcılarının bizlere siyah şeytan olarak yutturmaya çalıştıkları komünistin, esasta ne olduğunu anlatmaya çalışacağız ki, Alman işçileri de bu hayaletin gerçek değerinin ne olduğunu görsün.
Sevgili gazete yazıcısı kardeşlerimiz, sizler komüniste bir sürü boynuz resmi yaparak onu bir şeytana çevirdiniz. Oysaki fırçalarınıza ve boyalarınıza baktığımızda, birincilerin haddinden fazla kıl bıraktığını, ikincilerin ise gün ışığına dayanamadıklarını görüyoruz.
Sizler, komünyon ve komünistin ne olduğunu aslında çok iyi biliyorsunuz sevgili gazete yazıcıları; bu nedenle bizim burada yapacağımız açıklama sizler için değil, tam tersine halk içindir.
Ey halk, dinle!
Siz Hıristiyansınız, değil mi? Yani en azından komünyon ve komünist kelimeleri isim olarak size yabancı değil; çünkü her biriniz komünyon ayinine iştirak ettiniz ve her biriniz orada birbirinize bağlandınız, birbirinizle irtibatlandınız (kommuniziert); yani içinizden her biri en azından bir kere de olsa komünistti.
Şimdi, her biriniz komünyon sırasında neden komünist olduğunuz ve bu kelimenin sizler için ne anlam ifade ettiği üzerine düşünsün bakalım.
Ya da gelin bu meseleyi birlikte inceleyelim; bu incelemede Mukaddes Kitap bize yardımcı olacaktır.
Evet, belki içinizden bazıları İncil’in, Fransız komünistleriyle ne alakası olduğunu, komünyon sırasında onlarla ne türden bir ortaklığı paylaştıklarını kendilerine sorup bunun üzerine kafa patlatacaktır. Sabırlı olun sevgili kardeşlerim, biz bu ortaklığı hemen bulup göstereceğiz.
İsa, ölümünden bir gün önce havarilerini toplar ve onlarla akşam yemeği yer. Hep birlikte yenilip içilen yemekten sonra İsa onlara şöyle der: “Hazmederek, herkes birlikte yesin ve içsin, ve bunu hep böyle benim hatıram için yapın.”
İşte bu hep birlikte, ortaklaşa yenilen yemeğe komünyon (Kommunion) ya da camia, kollektif, topluluk (Gemeinschaft) denir. Bu topluluğun, camianın, kollektifin her bir üyesine de komünist ya da iştirakçi, ortaklaşmacı denir.
Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar ortaklaşmacı bir topluluk içinde yaşarlardı; burada mülk, topluluğa aitti ve işler ortak bir şekilde yapılırdı. Bu kollektif yaşam ilk Hıristiyanlığın esas şartıydı. Yeni öğretiye dahil olmak isteyen hiç kimse, bu temel şartı çiğneyemezdi. İsa’nın bizzat kendisi, bu bağlayıcı şartı koymuştu. Bu koşul Hıristiyanlık inancının temel ilkesidir ve biz İncil’in bütününde bu temel prensibi doğrulayacak kanıtları buluyoruz. Bilindiği gibi bunların en açıklayıcı olanlarından biri İsa’ya, Allah’ın sevgili kulu olması için ne yapması gerektiğini soran zengin adam örneğidir. İsa onun sorusunu şöyle yanıtlar: “Sen emirleri biliyorsun: Zina yapmamalısın, öldürmemelisin, yalan söylememelisin, kimseyi kandırmamalısın, anneni ve babanı saymalısın.”
Bunun üzerine zengin adam şöyle der: “Ya Hazreti İsa, ben çocukluğumdan bu yana tüm bu emirleri yerine getiriyorum.”
Zengin adamın söylediklerini dinleyen İsa ona bakar ve şöyle der: “Sende eksik olan bir şey var: Git, üzerindeki ve sahip olduğun ne varsa her şeyi sat ve bunu yoksullara dağıt, böylelikle cennette bir hazineye sahip olacaksın. Sonra tekrar buraya gel, hacını al ve benim takipçim ol.”
Zengin adam bu konuşma üzerine umutsuzluğa kapılır ve üzgün bir halde İsa’nın yanından ayrılır; çünkü onun, vazgeçemeyeceği kadar çok malı mülkü vardır.
Bu olay üzerine İsa havarilerine şöyle der: “Eğer bir deve iğnenin deliğinden geçerse, bir zengin de ancak o zaman cennete gidebilir.”
Bu sözü çok edilen cennetin yeri, bizim üzerimizdeki mavi ve soğuk havadan müteşekkil gökyüzünde değildir; o tam tersine, kardeşçe bir sevgi ve mülk ortaklığı temelinde, dinsel ve ulusal farklılıkların bir engel teşkil etmediği ve tüm halkların ortak katılımıyla yeryüzünde kurulacaktır; işte böyle bir cennetin yeryüzünde kurulmasının düşünsel öncüsü İsa’dır. O, tam da bu nedenle kendisinin krallığının bu dünyada olmadığını söylerken şunu demek ister: Bu cennet, kendisinin yaşadığı yüzyılda değil, daha sonra kurulacaktır.
Aynı zamanda o, geniş anlamda şunu da söylemektedir: Dünyevi hükümdarlar uluslar üzerinde egemenlik kuruyorlar ve kendilerini lütufkâr tanrılar olarak ilan ediyorlar. Böyle bir durum sizler arasında yaşanmamalıdır: Sizler arasında kim ilk olmak istiyorsa, o sizlere hizmet etmelidir ve yine aranızda kim en iyi ve en büyük olmak istiyorsa, o, bütün herkesin hizmetinde olmalıdır.
Görüldüğü gibi İsa tarafından kurulan öğreti dinsel olmaktan ziyade politikti, yani en azından bunların ikisini de eşzamanlı olarak içeriyordu. Onun kendi önüne koyduğu hedef, bütün ulusların özgürlüğüne ve Allah’ın birliğini tanıyan herkesin mal ve emek ortaklığına dayalı bir yeryüzü devleti kurmaktı. İşte bugünün komünistleri de, kendi önlerine İsa’nın bu hedefini yeniden koyuyorlar; bu hedef, ilk Hıristiyanların uyguladıkları ve takipçisi oldukları İsa’nın öğretisinin ilkelerinden temelde farklı ve yeni olan prensipleri içermiyor.
Daha önce de belirtildiği gibi ilk Hıristiyanlar mal ve emek ortaklığına dayanan topluluklar içinde yaşıyorlardı. Bunlar, içinde zenginin ve fakirin olmadığı eşitlikçi topluluklardı. Burada havariliği, buna ehil olduğuna inanan herkes yapıyordu. Bu topluluklarda imtiyazlı sınıflar, insanlığın mutluluğunu sağlamanın kendilerinin işi olduğunu zanneden bilginler aristokrasisi yoktu. Burada ayrıca özel, imtiyazlı bir rahipler sınıfı da yoktu; en yaşlı olanlar rahiptiler, bunlar da aynı zamanda başka bir işte çalışıyorlardı ve birçoğu da evli ve çoluk çocuk sahibiydi. Kudas[5], o zamanlar öğretinin büyük kurucusunu anmak için hep birlikte yenilip içilen yemek şöleninden başka bir şey değildi.
Burada ortaya konulan hakikatleri kim ilk defa duyuyorsa, onlar İncil’i okusunlar; orada bu anlatılanları ispatlayan birçok kanıt olduğunu göreceklerdir. Biz burada sözünü ettiğimiz bir yerden alıntı yapmak istiyoruz: Havariler Tarihi, C. 4, V. 32. “İnananlar topluluğu tek bir yürek ve tek bir ruhtu. Bu topluluk içinde hiç kimse ‘bu benim mülküm’ demiyordu, çünkü mülk topluluğa aitti.” V. 34. “Ayrıca onların içinde yokluk çekenler de bulunmuyordu; çünkü malı mülkü olanlar bunları satıp parasını havarilere veriyordu; onlar da bu parayı zaruret içinde olanların ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanıyorlardı.”
“Orada yazılıysa eğer, sil onu gitsin” demişti Luther, İncil’deki başka bir yere işaret ederek. Biz de, komünistlere kara çalıp çamur atanlara aynı şekilde sesleniyoruz.
Haydi, eğer cesaretiniz varsa yazılanları silin gitsin, veya becerebiliyorsanız söylediklerimizi çürütün. Bize gelince, biz tarikat değiliz; kendimizi bir tarikat olarak tanımlamıyoruz ve tarikatlardan da nefret ediyoruz, çünkü biz halkın içinde yaşıyoruz. Biz kendimizi, yalnızlaştıran ve tekleştiren nefrete değil, birleştiren ve çoğaltan sevgiye adadık. Farz edelim ki komünistler, tuhaf faaliyetleriyle toplumun kendileri dışında kalan bölümünü rahatsız eden tarikatler kurmuş olsunlar; böyle bir durum olsa bile bu, onların savundukları ilkeden bağımsız olarak değerlendirilmelidir. Eğer böyle yapılmıyorsa, bu ya komünistleri tenkit edenlerin eleştirdikleri konuya vakıf olmadıklarını, ya da kendilerinin, insanlığın mutluluğunu sağlayacak reçetenin sahibi olduklarına duydukları içi boş inancın etkisiyle, sözünü ettikleri komünistlerin düşüncelerinin temellerinin derinliğine inemeyişlerini gösterir.
Birçok kereler üzerinde mutabakata varılmış, kanıtlanmış ve yine her gün ve her saat yeniden kanıtlanabilecek sözünü ettiğimiz komünist ilke, İsa’nın kadim ve som ilkesidir; geniş anlamda ise bu, insanlığın mutluluğunu hedefleyen ilkelerin en yetkini ve en sağlamıdır.
Hıristiyanlığın sarsılmaz, sıkı bir temele sahip olması, tam da bu ilkeye ve onun gelecekte yaşam bulmasına bağlıdır.
Okuyucularda, kavramlarla ilgili bir kafa karışıklığına meydan vermemek için, bu ilkenin hayata geçiriliş tarzı ve yöntemleriyle, ilkenin kendisinin karıştırılmaması gerektiğini belirtmek istiyoruz. Çünkü bu konular üzerine yürütülen tartışmalarda şu türden itirazlar yapılmıştır ve yapılmaktadır: “Kendilerine komünist diyenlerin kendileri bile söyledikleri üzerinde bir mutabakata varabilmiş değiller, çünkü her şey sadece teori ve söylenenler henüz pratiğe geçirilememiş. Ayrıca söylenenler eğer çok geniş bir alanda hayata geçirilmezse birçok engelle karşılaşacağından, bunun küçük ölçekteki günümüz toplumlarında yaşam bulması hayli zordur.”
Bize göre ise bu esas engellerden bir tanesini, liberal denilen bazı kesimlerin kibri ve kıskançlığı oluşturuyor. Onlar hayatlarında bir kere bir iş yaptılar diye, bu işi yine kendilerinin devam ettireceği vehmine kapılıyorlar ve ne pahasına olursa olsun oynadıkları rolü devam ettirmek istiyorlar. Bu liberaller, “kendilerine akıl danışılmadan ve onların katılımını dışlayarak gerçekleştirilmesi gereken” yeni bir fikirle kazaen karşılaştıklarında hemen kâhinliğe soyunarak “bu acaip, tuhaf, eksantrik bir fikir; bunun hayata geçirilmesinin olanaksızlığı kendini ortaya koyacaktır” yollu laflar ediyorlar. Ve böylece bu işin gerçekleşmesi için verilen çabayı da, yarı yarıya sekteye uğratmış oluyorlar; çünkü onları ilahlaştıran bizim taraftaki bazıları üzerinde, kendilerini açığa vurmadan bu meselenin başarısızlığa uğraması için sahip oldukları bütün etkiyi gizli bir şekilde kullanıyorlar. Daha sonra ise zafer edasıyla ortaya çıkarak “gördünüz değil mi, bu planla sizi kandırdıklarını biz zaten söylemiştik” diyorlar. Ama bu kibir tüccarları perdenin arkasına geçip de kendilerini görünmez kıldıklarında için için gülüp, bizimle alay ediyorlar.
Bunların kibir düşkünlüğü, bu yöntemleri uygulayacak kadar hilekâr ve sinsi olmalarına yetmiyorsa eğer, bu kez de fikrimizin gayesine yönelik kuşku yaratmaya çalışıyorlar. Böylece, kendilerinin kolayına gelen bu münafıkça ve iftiracı yöntemlerle, dürüst bir insanın hakikati meydana çıkarma ve onların iftira ve kara çalmalarını kanıtlama olanağını da, büyük ölçüde onun elinden almış oluyorlar.
Şimdi, eğer serinkanlılıkla düşünülen bir ilkenin gerçekleşmesi için kullanılan araçlar kimilerine göre eksik, uygunsuz veya bütünüyle kötüyse, bu hiçbir biçimde o ilkenin ve onun hedeflediği amacın kendisinin de eksik, uygunsuz ve kötü olduğu anlamına gelmez. Burada bir değerlendirme yaparken bu ikisini birbirinden ayırmak zorundayız; aksi takdirde meseleyi aklı-selim bir tarzda tartışmış olmayız. Evet, sözü edilen komünistler arasında, kimilerinin iğrenç gördüğü tarz ve araçları savunanlar olabilir; ama bunun yanında onlar arasında (ki bunlar çoğunluğu oluşturuyorlar) şiddet yolunun ve kesin ilkelerin asla propagandasını yapmayan, zenginlerin mülklerine zorla el koymak yerine, bunların kendilerinin ikna olarak mallarını kendi rızalarıyla yoksullara dağıtacağı beklentisi içinde olan kesimler de var. Bu kesimler için soygun, savaş, kan dökülmesi dehşet vericidir ve bunların ne fethetme planları vardır ne de düşkün oldukları bir ulusal gururları. Peki, neden komünistler mevzu bahis olduğunda bunlardan bahsedilmiyor da, birkaç hafta önce kendisine sanki devlet yapısı ve politik görüşler üzerine geniş bir birikime sahipmiş gibi bir hava vermeye çalışan Oberdeutsche gazetesinin yaptığı gibi, akla hemen çılgın komünistler geliyor.
Bunu yapanlar, izolasyonun ve nefretin labirenti içinde kendilerini o denli yitirmişler ki, en iyi niyetle bile buradan kendilerini kurtarabilmeleri mümkün değil. Onlar, kendilerine yaklaşmayanları daha rahat düşman ilan etmek için, her partiyi kendi renkli etekleri altına çekmeye alışmışlar. Hele ki, biri kendini komünist olarak tanımlasın! Belki de onların hiçbiri komünist değil.
Fakat tüm bunların yanında, kendileri öyle olduklarını bilmeseler bile komünist olanlar vardır.
Bir parça siyah ekmeğini zanaatkâr işçi ile paylaşan çalışkan köylü komünisttir.
Birlikte çalıştığı işçilere eziyet etmeyen ve toplam kazancı, adil bir şekilde bölüştüren çalışkan usta komünisttir.
Kazancının kendine yeten kısmından fazlasını zaruret içinde olanların ihtiyaçları için kullanan zengin adam komünisttir.
Sıkıntılı, zor günler geçiren baskı altındaki arkadaşlarını terketmeyen işçi komünisttir.
Koyduğu yasalarla çoğunluğu oluşturan en yoksul sınıfların refahını kendine amaç edinen kayzer, kral ya da prens komünisttir.
Kim dul ve yetimlerin gözyaşlarını silip, kırılan kalplerini onarıyorsa, o komünisttir.
Kim sefalet karşısında sessiz kalmıyorsa ve acı çekenlere hizmet sunamadığında utancından kızarıyorsa, bu komünisttir.
Kim bakıma muhtaç yaşlı ana babasını terketmeyip de onlara yardım ediyorsa, bu komünisttir.
Eğer kimin komünist olduğunu, kimin de komünist olmadığını daha fazla bilmek istiyorsanız Fransızcadan tercüme edilen Richard Lahautière’in “Toplumsal Yasa Üzerine” adlı kitabını okumanız önerilir.
Kitabın yazarının Fransız olması belki, bizim kendilerine alîm süsü veren Fransız düşmanı liberallerimiz için, bir kızgınlık vesilesi olabilir. Ama yine de kitabı okumanız önerilir; çünkü sizin bir zanaatkâr işçiden çok daha fazla bu türden kitaplar okumaya ihtiyacınız var. Kabul edersiniz ki, Alman olmanızda sizin bir suçunuzun olmadığı gibi, yüce Tanrının bir Fransız olarak yaratmasında da, onun bir suçu yok.
Burada verilen açıklama her bir Alman zanaatkâr işçisi için yeterli olacaktır ama milliyetçiliğin havarileri ve komünizmin yeminli düşmanları, bizi asla anlayamayacaklardır; çünkü kibirlerinin çamuru ve diğer basit tutkuları onların yüreklerini çepeçevre sarmış ve en ufak bir sevgi kıvılcımının yolunu bütünüyle kapatmıştır.
Ulu Tanrım onları affet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!
***
Dinsel ve Politik Yasalarımızın Çelişkileri[6]
“Biz hepimiz Adem baba ve Havva ananın çocuklarıyız; yaşadığımız sürece bu dünyada, öldükten sonra da ahirette sonsuza kadar mutlu olma gayesi taşıyoruz.” Bütün dinlerin temel kaideleri, ifade edilen bu esas üzerinde yoğunlaşır; demek ki burada muhtemelen doğa yasasına benzer bir gerçekle karşı karşıya olma durumu vardır. Devam edelim:
“Yüce Tanrı hepimizi bu güzel yeryüzünün mirasçısı yaptı.”
Şüphesiz, şüphesiz! Keşke böyle olsa da, bu yolla bizim için tam anlamıyla şipşirin bir dünya tesis edilmiş olsa. Aynı ana babanın çocukları, bu güzel dünyanın mirasçıları, iki dünyada da mutluluk. Oysaki bütün toplumsal savaşlar, istemlerimiz olan bu nokta etrafında dönüp duruyor. Fakat bu nokta açıklanmadığı, tartışılmadığı ve pratik yaşam içinde uygulanmadığı sürece, papazlar ve aristokratların bizi aldattıkları ve alaya aldıkları bir mesele olarak kalacaktır.
Bizim acılarımızın asıl sebebi, dünyevî mutluluğu yalnızca kendilerine hak gören bir avuç sözde Hıristiyandır. Bu gerçek karşısında bazı papazların, bu dünyada çektiğimiz acılar ve yaşadığımız zorluklara karşı gösterdiğimiz sabıra karşılık, bize verdikleri riyakâr öğütler ve vaad ettikleri öbür dünya kadar aptalca bir şey yoktur.
Ne! Biz gökyüzündeki cenneti yere indirme küstahlığına soyunuyor ve aşağıda kardeşlerimiz arasında, kardeşçe bir düzeni ayakta tutmayı anlamıyor muyuz?
Beyler; sizler yukarıdaki cennette yaşayacağınız sonsuz mutluluğun rüyasını görürken, dünyanın temeli dibine, en iç dayanaklarına kadar çürümüş durumda!
Hayır! Papaz efendi, eğer sen yeryüzünde dünyevî mutluluğu yaşaması için halkına yardımcı olmayı bilmiyorsan, ona cenneti de vaad etme; çünkü eğer mutluluğun, durduk yere herkese nasip olan bir şey olmadığı ve öncelikle bunun yeryüzünde hak edilmesi gerektiği doğruysa, o zaman yalnızca bu dünyada yaşayan bütün insanlara ve bütün çocuklara bunu sağlamak gerekir. İnsanların dünyevî mutluluğu için yapılması gerekenleri anlamayanın, onların ebedî mutluluğu için yapabileceği bir şey yoktur; eğer dünyevî mutluluk mümkün değilse, ebedî mutluluk hiç ama hiç mümkün değildir; çünkü ebedî mutluluğun kendisinin, hak edilmeye ihtiyacı olmadığı kesindir.
Yalnızca, daha önceki davranışlar ve eylemler sonucu bir şeyler elde edilebilir; ama bunun için de öncelikle bunun araçlarına ve özgürlüğe sahip olmak gerekir.
Kim bunlara sahip değilse (ki yoksullar bunlara sahip değildir), kendisi için ebedî mutluluğu da kazanamaz. Bu dünyada zaten mutlu olanlar, yani yalnızca zenginler ve egemenler, öbür dünyadaki mutluluğu elde etmek için de gerekli araçlara sahip olanlardır.
Fakat bu durum, doğal bir durum olmadığından, tanrının bir düzeni de değildir; aksine bu, toplumsal düzenin bozulmasıyla ortaya çıktı; bu toplumsal kötülüğün ortadan kalkmasıyla biz, bu dünyada yaşayacağımız mutluluğu herkes için mümkün hale getirebiliriz.
Eğer, zengin ve egemen [burjuvazi] bu ortadan kaldırma eyleminden [devrimden] özel çıkarlar sağladığı için zarar görmezse, eğer yoksulun bu kötülüğe karşı ortaya koyduğu direniş zayıf ve korkakça olursa ve eğer papaz, yoksulun bu zayıflığını ve korkaklığını, ona vereceği teslimiyetçi nasihatlarla destekleyip güçlendirirse, ebedî mutluluk söyleminin, halkın dünyevi mutluluğunu engellemek için kullanılan bir kandırmacadan başka bir şey olmadığı, çok açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkar.
Bütün kardeşlerimize dünyevî mutluluğu sağladığımız takdirde, bizler için ebedî mutluluk da güvenceye alınmış demektir; çünkü ancak ve yalnızca dünyevî mutluluğu herkese sağlama hedefiyle harekete geçtiğimiz oranda, ebedî mutluluğu da teminat altına alabiliriz.
Zenginlere, aristokratlara ve onların eşitsiz düzenleri tarafından satın alınan papazlara göre acılarımıza sabırla tahammül etmemiz, bizi cennete götürecek erdemli, soylu bir yol ise eğer, unutmamak gerekir ki dinimizin temel kaidelerine göre de, biz hepimiz kardeşiz. Kardeşler arasında münasip olan ve onlara yakışan tutum ise, acıların ve zorlukların ortak paylaşılması ve bunlara hep birlikte göğüs gerilmesidir; böylece de kimse kaldıramayacağı acıları ve sıkıntıları tek başına taşımak zorunda kalmaz ve herkes için ebedî mutluluk gayretleri kolaylaştırılmış olur.
Fakat azınlığın hayat şartları güzelleşsin diye bütün acı ve sıkıntılar çoğunluğun sırtına yüklendiği sürece, ebedî mutluluk gayretlerinden, sadece ve sadece dünyevî mutluluk ayrıcalığına zaten sahip olanlar için bir ayrıcalık çıkacaktır. Eğer biz kardeşsek, bizler arasında böyle şeyler olmamalıdır. Eğer biz, çoğunluğun ebedî mutluluk gayretlerini korkunç derecede zorlaştırır ve aynı zamanda onları şiddet yoluyla suçun ve sefaletin kıyısına itersek, bizzat biz kendimiz, Allah’ın istisnasız olarak hepimize verdiği dünyevî ve ebedî esenliklerin önünde bir engel haline geliriz.
Biz hepimiz kardeşsek eğer, bizim bilhassa bu dünyada herkesin esenliği için çalışmamız gerekir. Eğer papaz bunu yapamaz ya da yapmak istemezse, bunlar bizlere yarardan çok zarar getirir; çünkü bunların söylevleri kendi kişisel çıkar ve menfaatlerine hizmet eden, sahtekâr ve ikiyüzlü bir kandırmacadan başka bir şey değildir artık.
Bizim siyasi ve dinî olmak üzere iki yasamız var: Egemenler bütün güçleriyle bizi bu yasaları tanımaya ve onlara uymaya zorluyorlar; acaba bu yasaların ikisi birbirleriyle bir uyum içinde midir? İşin hakikatinde, bunların birbirleriyle hiç alâkası yok; fakat İncil’in papazlar tarafından, onun özüne ters yorumlanmasıyla birlikte, bu ikisi görünüşte birbirleriyle uyumlu hale getirilmiştir.
Papazların bu tefsirlerine göre var olan yasaların en basit bir ihlâli bile günahtır; eğer yasaların ihlâli tekrar edilirse, artık suç işlenmiştir bu yorumlara göre. Kim burada yazılanlara inanmıyorsa kilisesinin papazına, herkesin kötülüğünü bildiği bir hükümetin, en basit bir cezai yaptırımına karşı gelip gelemeyeceğini sorsun. Bu soruya papazların çok küçük bir azınlığı “evet”, cevabını verirken, geri kalan büyük çoğunluğu “hayır” diyecektir. İşte burada, esaslı bir çelişki vardır.
Tarih bize bu türden çelişkilere ait yığınla kanıt sunar. Halkların çıkarları bütün zamanlarda, egemen siyasetin ve egemen dinin çıkarlarıyla kavga içinde olmuştur; çünkü siyaset ve din, eşitsizlik sistemini ayakta tutmak ve onu kalıcılaştırıp sağlamlaştırmak için bu sistemden zümresel çıkarı olan kesimler tarafından hep kullanılmıştır ve hâlâ da kullanılmaya devam ediyor.
Doğaldır ki böyle bir çelişkiler sisteminde dinin ve politikanın, çoğunluğun dünyevî esenliği ve refahı için etkin olarak çalışması imkânsızdır. Bu sistemde siyasetçiler ve papazlar, toplumsal eşitsizliğin gerçek nedenleri üzerine halkların düşünmelerini engellemek için, onların dikkatini ve ilgisini karanlık, belirsiz ve temellendirilemeyen bir öbür dünya nosyonuna çevirme konusunda mutabakata varırlar. Papazlar bir yandan bize, tanrının huzurunda kişinin itibarının önemli olmadığını söylerler, diğer yandan ise yine kendileri bizim ulvî hükümdarlarımız için kiliselerde özel ayinler ve debdebeli merasimler düzenlerler. Tanrının huzurunda kişinin itibar, şan ve şöhretinin bir ehemmiyeti olmadığına göre, kimse de bizden bu kişilere özel bir şeref bahşetmemizi beklemesin.
Papazlar, hepimizin tanrının huzurunda eşit olduğunu söylüyorlar. İyi, bu aynı zamanda bizim yeryüzünde de onun huzurunda olduğumuzdan, burada da eşit olmamız gerektiğini ve eşitliği sağlamak için yaptığımız faaliyetlerin, verdiğimiz mücadelelerin onu hoşnut ettiğini ve edeceğini de ispatlar.
Siyasetçiler, hepimizin yasalar karşısında eşit olduğumuzu söylüyorlar.
Bu iddia, burjuva politikacıların en utanmaz riyakârlıklarından biridir. Soralım peki; hırsızlık ve dilencilik yasaları kimler için yapıldı? Şüphesiz zenginlerin menfaati için yapıldı; çünkü onlar, her türlü vahşi tutkularını yasaların gözünde hırsız ya da serseri konumuna düşmek zorunda kalmadan zaten arsızca giderebiliyorlar.
Eğer bütün suçlar hırs ve ihtirasları gidermeye duyulan ihtiyaçtan ileri geliyorsa, eşitsiz bir sistemde genellikle yasaları ihlâl edenlerin de, ihtiyaçlarını gidermeleri engellenen kesimler olması doğaldır. Suçun sebebinin yoksulluk ve mahrumiyet olduğu bugünkü koşullarda, yasalar karşısında eşit sayılma tam bir adaletsizliktir; bu, insanlığın ırzına geçen bir alaydır. Kanıt:
Herhangi bir yasanın ihlâli karşısında verilen para cezasının orantılı değil de herkes için aynı olduğu koşullarda zengin mi, yoksa yoksul mu yasa tarafından ağır bir şekilde cezalandırılmış olur?
Bu koşullarda verilen hapis cezalarının sonuçları kimin için daha korkunçtur; yaşamını idame etmek için mutlak olarak çalışmak zorunda olmayan zengin için mi, yoksa ceza aldığı için çoluğu çocuğu ve geleceği harap olan işçi için mi?
Şüphesiz, Şüphesiz! Sizler, yasalar önünde eşitlik prensibinizle ne kadar da utanmazca açıkgöz ve akıllı, ve bizler sizin bize zorla dayattığınız bu ilkeniz karşısında nasıl da aptalız!
Musa, “hırsız olmamalısın, çalmamalısın” der; bizim politik yasalarımız da aynı şeyi söyler. İsa ise, “servet biriktirme, hiçbir malın sahibi olma ve onu mülkiyetinde tutma” der. Şimdi, bizler arasında en fazla kim servet ve mal mülk sahibi? Bunların, içeriye attığımız ve hapishaneleri ağzına kadar doldurduğumuz hırsızlar olmadığı aşikâr; çünkü onların hepsi de açlıktan nefesi kokan yoksullardan ibaret. Ayrıca eğer İsa’nın emirlerine göre kimse servet biriktirmese, mal mülk sahibi olmasa, yani özel mülkiyet olmasa ve zenginlikler toplumun ortak mülkiyetinde olsa, böylece özel mülkiyete yönelen hırsız da olmazdı. Çünkü sonuçta bir kötülük, başka bir kötülüğü doğurur.
Görüldüğü gibi bizim bütün yasalarımız, azınlığın lehine ve çoğunluğun aleyhine yapılmıştır.
Bu durumda yasalara uymak kimin için daha kolaydır? Yasalarca çıkarları korunup, güvence altına alınan güçlülerin mi, yoksa yasalar yoluyla birincilere bağımlı kılınan ve bundan zarar gören güçsüzlerin mi?
Bunların birinciler, yani yasalarca çıkarları korunan zenginler ve egemenler olacağı tartışmasız bir gerçektir. Diğerleri, yani yoksulluk, yoksunluk ve birincilere bağımlı olmaları dolayısıyla her zaman sefaletin kıyısında yaşayanlar ve böylece çaresizlik ve hor görülmenin kucağına itilenler için, içinde yaşadıkları bu çekilmez durumu güvence altına alan, kendilerine ait olmayan yasalara uymak zordur.
Aynı şekilde, çıkarları yasalarca korunan ya da bu yasaları kendi yararlarına kullanmasını bilen kesimler açısından, erdemli olma imkânını yakalamak da çok kolaydır. Çünkü bu yasalar zenginlere emeğin değerini belirleme imkânını, büyük toprakları ve ağzına kadar dolu mağazaları (ki bunlar genellikle binlerce insana yetecek temel tüketim mallarıyla doludur) kendi mülkleri olarak tanımlama ve bu mallar üzerinden oy sahibi olma hakkını veriyor. Bu durumda eğer zenginler gerçekten erdemli olmak istiyorlarsa, onların dışında kimsenin, mallarını dağıtarak erdemli olma şansının olmadığı çok açık bir gerçektir. Çünkü onlar bunu yaptıklarında ne yeme içmelerini kısıtlamak, boğazlarından kesmek zorunda kalacaklar, ne de canları yanacaktır.
Keza hastaları ve mahpusları ziyaret için de gerekli boş zamana zenginler dışında hiç kimse sahip değildir. Bu ziyaretler ayrıca, yoksullara yardımcı olmayan bir babanın kötü şöhretinin kendisine bulaşmasını istemeyen zengin çocuklarının, kendilerini erdemli göstermeleri için de iyi bir fırsattır.
Fakat yürürlükteki bütün yasaların aleyhlerine işlediği yoksullar ve mülksüzlerin dışında, daha başka kimin için çok zor olabilir ki, yukarıda sözü edilen erdemli davranışları göstermek?
Yoksul, para, mal ve mülke sahip midir ki, zekât versin ve sadaka dağıtsın? O, hastaları ve mahpusları ziyaret edecek boş zamana sahip midir ki, bu hayırlı işi yerine getirsin? Ayrıca ona mahpusları ziyaret izni verilecek midir acaba? Tüm bunların yanında acaba yoksul, toplum ona düşmanca davranırken, onu şüpheci, asık suratlı, huzursuz ve hiddetli hale sokarken o, bütün insanlara, zenginlere ve yoksullara, iyilere ve kötülere aynı şekilde sevgi dolu ve kardeşçe davranacak mıdır?
Gerçekte yoksulun boynuna vurulan boyunduruğa uysalca teslimiyeti olan ama birilerinin adına erdem dediği bu boyun eğiş, acaba ona açlık yoluyla ve zorla mı öğretildi? Acaba yoksul kendisine belletilen bağımlılık duygusunu, henüz hassas ve şefkatli delikanlılık çağlarındayken, adaletsizliğe karşı direnmesi engellenerek ve böylece umursamaz, lâkayt ve hissiz hale getirilerek mi edindi? Bu koyun misali boyun eğiş, bu haksızlık ve adaletsizliğe sessizce katlanış kesinlikle bir erdem değildir; çünkü bu, özgürlük ve bağımsızlık duygusundan ileri gelmiyor; aksine bu, zorunluluğun demir yasası yoluyla inşa ediliyor.
Bizim papazlarımız her şeyi zenginlerin ve egemenlerin parasına göre düzenlediklerinden, geride bize kuşkusuz sadece riskli bir opsiyon kalıyor. Bu arada onlar bize şunu da söylemeyi hiç ihmal etmiyorlar:
“Sizlerin dünyevî ve ebedî iyiliğiniz için çarelerimiz var ama dünyevî mutluluğu yaşatacak çareler size sunulmayacak; çünkü bunlar gökyüzünde elde edeceğiniz ebedî mutluluğa hizmet eden şeyler olmadığından, zaten size lâzım değil. Ama eğer bunları elde etmek için sorun çıkartarak bize ve asaletli, kibar insanlara sıkıntı yaşatırsanız sizler için ebedî mutluluk yolları da anında kapanır ve bu durumda hiçbir şey kazanamazsınız.”
“Madem öyle, hayır duanızı da kendinize saklayın” diye bağırıyor dilenci çocuk, kendisine para vermeyen piskoposa ve devam ediyor: “Çünkü hayır duanız gerçekten değerli bir şey olsaydı, onu zaten bana vermezdiniz.”
İsa, “cennete giden yol şiddetten geçer; cennet şiddetle kazanılacaktır” dedi. Cennet rica minnetle, koyun gibi sesizce boyun eğmekle değil, aksine, mücadeleyle kazanılmak zorundadır.
Zenginlerin, egemenlerin ve bunların attıkları kırıntılarla beslenen papazların bütün siyasi ve dinî yalanları işte bu en keskin çelişkileri kendi içinde taşır.
Bunlar, bir yandan durmadan çene çalarak biz yoksulları yalnızca öteki dünyanın daha iyi olduğuna inandırmaya çalışıp, gevezelikleriyle kulaklarımızı patlatırken, öbür yandan da onun kapısında “Bir devenin cennete gitmesi ne kadar mümkünse … v.s., v.s.“ yazdığını çok iyi biliyorlar.
Sefaletimiz içinde debelenirken kaygılı bakışlarımızı sıklıkla yukarıya doğru kaldırdığımızda, bizim için öbür dünyadan daha değerli olan şey, epey yükseklere asılan ekmek sepetidir. Bizim açlık, ter ve gözyaşıyla kazandıklarımızı diğerleri, cenaze törenlerinde attıkları, karşılığı çok iyi ödenmiş nutuklar için bedavadan alıyorlar. Bu yüzden özellikle aşağıda, yeryüzünde iyi, adaletli bir düzen kurulmalıdır ki, yüce Allah da yeniden bir defa daha varlığımızdan hoşnut olsun; çünkü onun evini şimdiye kadar, gülünç derecede kötü bir karmaşa ve düzensizlik idare etti.
***
Mücadele Edersen, Allah da Sana Yardım Eder! [7]
En güzel zaferin kazanılacağı
Bir kavga daha verilmek zorunda
Son kutsal savaş
Yeryüzündeki en sonuncu kavga.
Evet, bu olacak; bu bizim kavgamız olacak; yeryüzündeki bu en güzel zafer, en sonuncu kavga!
Büyük olaylara gebe olan tarihin kasırga bulutları, 19. yüzyılın ilk yarısının sonuna doğru üst üste yığılmaya başladılar. Özgürlük meltemi, paranın dünyasının bu boğucu, bunaltıcı havası ve bu dünyanın çürümüşlüğünün havayı kirleten pis kokuları içinde, kendisini diriltip canlandıracak bir taze hava akımını ivedilikle arıyor ve şimdilik sessizce çağıldayan hakikatin gizli kaynağını heyecanlı bir ümitle dinliyor.
Komünistler! Bizler çok önemli bir davaya baş koyduk. Biz bugün henüz komünizmden uzak olsak da, kendimizi buna rağmen gururla komünist ilan ediyoruz; çünkü biz böyle olmak istiyoruz.
Yüreğimiz yakın gelecek için sevinçli bir ümitle çarpıyor. Bu gelecek, bizim kavga yoldaşlarımızın eseri olacaktır; bizler, başkasının yardımı olmaksızın emek ve meşakkatle, sabır ve fedakârlıkla ona uzanan bu yolu aydınlattık. Gelecek bize ait; burada imtiyazlıların ve papazların hiçbir yeri yok.
Uzun çalışma saatleri bizi bitkin düşürmedi, işten arta kalan bütün zamanımızı seve seve davamızın propagandasına ayırdık.
Çalışan halk yığınları, özgür dünyaya girişin önündeki her çetin ve engebeli yolu önceden düzeltmek zorundadır; bu hem maddi ve hem de manevi ilişkiler açısından zorunludur.
Halkın bu konuda gerekli cesareti var; yoksa biz onun dışında başka kimden bu iş için faydalanabiliriz ki?
Ondan istenen iş çok fazladır; ama ancak ve ancak o, aynı zamanda kendisi için liyâkat, takdir, övgü ya da mükâfat talep etmeden bu işi yerine getirebilir.
Yüz tane zengin arasından bir tanesi bile, halkın yerine getirebileceği fedâkarlığı kendisinin yapmasını tahayyül bile edemez; milyonlarca insan içinde zenginlere heveslenen, onların izinden giden bir tanesi bile, halkın yerine getireceği işleri yapmaya muktedir değildir. Bu nedenle diyoruz ki: Mücadele edersen, Allah da sana yardım eder!
Son günlerde gazeteler boğazlarını yırtarcasına, Bern’de ve halkın yoğun olarak yaşadığı kantonlarda [İsviçre], birbirleriyle irtibatlanma talimatı alan işçiler tarafından kurulan komünist derneklerin haberlerini veriyorlar. Bu topluluklarla irtibatlanmanın bizi de çok mutlu edeceğinden kuşkumuz olmamasına rağmen, bu gelişmelerden ne yazık ki haberli değiliz. Buna rağmen biz burada, derhal komünist dernekler kurulmasını talep etmek için, bu gazete haberlerini bir işaret, bir vesile olarak kullanmak istiyoruz.
Şu andan itibaren, aynı düşünceyi savunduğumuz her kişiye aşağıdaki önerilerimizi bildiriyoruz:
Kendini, Hıristiyanlar arasında çok eskilere dayanan ama henüz pratik olarak az uygulanmış bu yeni öğretinin bir havarisi olarak gör.
İnsanları ortaklaşmacı toplum ilkesine kazanma hedefiyle, etrafında ulaşabileceğin ne kadar ilişki varsa, imkânlarını sonuna kadar kullanarak onlara ulaş.
Duyduğun her inilti, yakınma, şikâyet, feryat ve çığlığa dikkatle kulak ver; yürekleri parçalayan her muhalif olayı gör; kendine bir çıkış, bir infilâk yolu arayan hiddet, nefret, kıskançlık, fesatlık, intikam, gurur, hırs, ihtiras vs. türünden bütün tutkulardan, bizim fikirlerimizi açıklamak, kuvvetlendirmek ve tartışmayı komünizmin ilkeleri üzerine çekmek için faydalan. Biz her türden dilenciliği, yalvarışı, dalkavukluğu, yağcılığı, teslimiyeti ve sefalete sesizce boyun eğişi en büyük utanç olarak mahkûm ediyoruz. Bu en büyük utançla birlikte yaşamayı kendine yedirenleri, güneşin altındaki en sefil, korkak, aşağılık ve haysiyetsiz yaratıklar olarak görüyoruz. Buna karşılık sefalet ve baskıya karşı direnenleri cesur ve yürekli özgürlük tutkunları olarak selamlıyoruz; direnişlerinden ötürü bedel ödeyenler davamızın toplumsal şehitleridir.
Sizinle aynı dünya görüşünü paylaşan insanları bulduğunuzda, bunları eşlerinin ve çocuklarının bulunduğu evlerinde düzenli olarak ziyaret edin; bunlarla komünizmin ilkeleri üzerine tartışmalar yürütün. Kendi aranızda yapacağınız toplantılarda da, davamızın propagandasının daha nasıl en iyi şekilde yapılacağına dair sorular ortaya atın. Birbirinizi etkin olma, sabır ve sebat gösterme ve ortak davaya şevkle bağlanma konularında teşvik edin. Derneklerin ve dernek üyelerinin sayısını devamlı arttırmayı hedefleyin; bunu yaparken, çümbüşlü hayatın ve sazın sözün cazibesine kapılan bireyleri değil, davamızın ilkelerini içselleştiren kabiliyetli ve dirayetli kişileri seçin.
Her dernek kendi içinden seçtiği dernek başkanını, diğer derneklerde seçilen başkanlarla irtibat kurmak üzere görevlendirsin.
Faaliyetlerinin iktidarlarca keyfî olarak engellendiği ülkelerde her bir dernek, sanki bu dünyada yalnızca kendisi varmış ve bütün dünyayı süreç içinde kendi politik görüşlerine kazanma zorunluluğuyla görevlendirilmiş gibi hareket ederse, onun faaliyetleri uzun soluklu bir etkide bulunabilir.
Eğer hükümetler büyük dernekleri parçalama ve dağıtmaya yönelir yahut onların kuruluşunu engellerse, parçalanan ve dağıtılan derneklerin her bir üyesi, kendi derneğini kursun, her bir üye bir dernek gibi hareket etsin. Atölyelerde, yemek esnasında ya da yatakhanelerde yapacağımız propagandayı yasaklamaya onların güçleri yetmez.
Bu yöntemle birçok küçük, illegal birliklere bölündüğünüzde, cesaretinizi asla yitirmeyin. Sizler doğaldır ki, birbirinizi tanımamanıza rağmen, birbirinizle irtibat içinde olacaksınız.
Nasıl ki ilk Hıristiyanlar kendilerine düşman toplumlar içinde yaşarken birbirlerini elleriyle gizlice yaptıkları haç işaretinden tanıdılarsa, sizin de birbirinizi tanıyacağınız işaretleriniz olacak.
Sizler birbirinizi gözlerinizden tanıyacaksınız; siz birbirinizin gözlerinde daha önce size kimsenin öğretmediği bir yazıyı, sizin dışınızda hiç kimsenin çözemeyeceği bir yazıyı okuyacaksınız.
Eğer sizler haklı bir dava için, sıkı bir birlik içinde birbirinizle kenetlenirseniz, hiçbir aristokrat şeytanın sizi engellemeye gücü yetmez. Gerçi bizler şimdilik yasaların güvencesi altında faaliyet yürütüyoruz; bu bize, ortaklaşmacı toplum ilkelerini, diğer hakikatleri ve bunun karşısında duran bütün yanlış ve yanılgıları yaymamıza yetecek özgürlüğü veriyor. Fakat biz, egemenlerin bedenlerine fikirlerimizin aydınlatıcı silahlarıyla yaklaştıkça, düşüncelerimiz giderek daha geniş kesimler tarafından kabul gördükçe, onlar da bize karşı daha fazla karşı-tedbirler ve misillemeler geliştirmeye çalışacaklar ve tohumu rüşeym halindeyken kırmaya çalışacaklar. Bizi boğmak onlar için artık pek mümkün olmasa bile, yine de zaman içinde bize karşı soruşturma ve takibatlar başlatacaklar.
Bunu bilmek, örgütlenme çalışmalarına hız verme ve şevkle ilkelerimizin propagandasını yayma noktasında, bizi belirliyor.
Allahtan ki davamızın gelişimi, tek tek kişilerin ortadan kaldırılması veya ölümüyle durdurulamayacak bir dereceye kadar gelmiş durumda; hakkımızda yapılan her soruşturma veya takibat bizim için yalnızca yeni bir zafer olabilir artık.
O halde yeni dernekler kurmaya ve mümkün olduğu kadar çok derneği bir araya getirmeye başlıyoruz; ortak davaya sonuç itibarıyla faydalı olan ve faydalı olma kudreti olan bütün güçleri destekliyoruz; ama şahsî eğilimleri olan hiç kimseyi ve genel olarak komünizmi hedeflemeyen hiçbir girişimi desteklemiyoruz.
İnsanlar karşısında düşüncelerimizi açıklamaktan ve bu düşüncelerin arkasında durmaktan çekinmiyoruz. Düşmanlarımız bir gübre yığınının arkasına bile gizlenseler, ellerimizi pisliğin içine sokarak onları oradan çekip çıkaracağız. Biz artık kendimizi, kendimiz hariç hiç kimsenin önünde küçük düşürmek istemiyoruz ve korkaklık, ödleklik, ihanet ve dalkavukluktan nefret ettiğimiz kadar hiçbir şeyden nefret etmiyoruz. Eğer biz bu minvalde güçlü hareket edersek, hedefi süratle zorlayacağız.
[1] Die junge Generation (1842), Fasikül 8, ss. 137-140
[2] Weitling eserlerinde “politik devrim” kavramını burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi anlamında, yani burjuva devrimi anlamında kullanır; o, “toplumsal devrim” kavramını ise ezilenlerin çıkarlarının esas alındığı, onların politik öznelerinin iktidar hedefiyle devrimin önderliğini üstlendiği ve iktidarı ele geçirdiği durum için kullanır (Çeviren).
[3] Proudhon, Pierre Joseph, Avertissement aux propriétaires ou lettre á M. Considerant sur une défense de la propiété, Paris 1841.
[4] Der Hülferuf der deutschen Jugend (1841), Fasikül 3, ss. 33-39
[5] İsa’nın havarileriyle birlikte yediği son yemeği anmak için Hıristiyanların kilisede bir kap içinde ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören. (Çeviren)
[6] Die junge Generation (1842), Fasikül 9, ss. 145-151
[7] Die junge Generation (1843), Fasikül 5, ss. 67-71