Çiler Dursun
Bu çalışmada ideoloji kuramları çerçevesinde özcü bir ideoloji kavrayışından kaçınarak ideolojinin materyal çerçevesinin oluşturulmasında dil, göstergebilim ve söylemin getirdiği olanaklar ve sorunlu yanları konu edilmektedir. Bu konu edilmenin amacı ise:
1- Dil ve ideoloji bağıntısını kurmak,
2-Dil/ anlam çerçeveli ideoloji kavramlaştırması ile siyaset arasındaki ilişkiyi kavramaktır.
Maddi bir olgu olarak ideoloji
İdeolojinin özcü bir kavrayışla ele alınmaktan kaçınılarak maddi bir olgu olarak değerlendirilmesi, ideoloji kuramlarının dil, anlam ve söylemle ilişkili kavrayışlar geliştirmelerini gerektirmiştir. İdeoloji ve dil arasındaki bağıntı, dilin toplumsal mübadeleyi sağlayan bir anlama edimi ve düşüncelerin bir yansıması olarak görüldüğü modern kavrayışlarda, gerçeğin “yansıtılması” problemi çevresinden kuruluyordu. İdeolojinin de bu dil ve tek bir hakikat anlayışı çevresinde örgütlenen dünya kavrayışından ele alınışı, gerçeklikle ilişkisi bağlamında olmaktaydı. Marks’ın bu ideoloji kavrayışında ideoloji, gerçekliğin ters yüz edilmesi ve çelişkilerin yanlış temsil edildiği bir çarpıtma halidir. Marks’ın çalışmalarında yer alan bir başka ideoloji kavrayışı ise, egemen sınıfların maddi çıkarlarını dile getiren ve onun yönetimini desteklemeye yarayan fikirlerdir.
Dil çalışmaları, özellikle göstergebilimin gelişmesiyle etkileşimi içinde, ideolojinin “öznelerin bilinci/bilinçsizliği” sorunlarıyla da yüklü bu kuşatılmışlığına çıkış yolları sağlamıştır. Yapısalcı dilbilim çalışmalarının da katmerleştirdiği bu kuşatılmışlık, öznenin etkin bir fail olarak ortadan kaldırılmasıyla ve dikkatin yapının yani dilin ögeleri arasındaki ilişkilere ve özellikle de bu ilişkilerin eşsüremli kısmına yöneltilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yaklaşımın özellikle Althusser’in çalışmalarıyla ideoloji kuramına getirdiği sorunlar ve açılımlar post-yapısalcı dil ve ideoloji çalışmalarını etkilemiştir.
Nesnelerle ilişkisini kesmiş, dil dışını ele almayan soyut bir yapı yerine toplumsal pratiklerle ilişkili kurucu bir ögeye dönüşmesi ya da böyle anlaşılması sürecinde ideoloji kuramlarında, göstergebilimin katkılarından verimli bir şekilde yararlanmıştır. Dil ve ideoloji arasındaki bağlantının bu yeniden kuruluş sürecinde göstergebilimin ve göstergeye dayalı kuramsal çerçevelerin önemli payı vardır. Yapısalcılıkta dil, karşılıklı ilişkili terimlerin kendi kendisini kuşatan bir sistemi olarak anlaşılmaktaydı. Gösteren ve gösterilen arasındaki nedensiz ilişkide (Saussure’ün ortaya koyduğu şekliyle) temel ilgi alanı gösterenler oldu. Pierce’da ise işaret tipleri daha çok rastlantısal olandan daha az rastlantısala yani güdülenmiş olana doğru süreklilik göstermektedir. Dilin toplumsal bağlamını, diyakronik dilbilimle uğraşmadığı için, gözardı eden Saussure’ün ihmal ettiği söz söyleme, özellikle Volosinov tarafından özenli bir şekilde ele alınmıştır. Göstergelerin maddiliğinin ve ideolojiyle ilişkisinin vurgulanmasında Volosinov’un önermeleri son derece yararlı olmuştur:
1- İdeoloji, işaretin maddi gerçekliğinden ayrılmaz
2-İşaretler toplumsal etkileşimin somut biçimlerinden ayrılmaz (işaret örgütlenmiş toplumsal ilişkilerin bir parçasıdır)
3- İletişim ve iletişim biçimleri maddi bir altyapıdan ayrılamaz.
Farklı sınıfların aynı dili kullanması, Volosinov’a göre dili bir sınıf mücadelesi alanı haline getirirken, gösterge de bir sınıf mücadelesi alanına dönüşmektedir.
Belirli toplumsal göstergelerin çatışan toplumsal çıkarlar tarafından çekiştirilmesiyle dinamizm kazanan anlamın üretimi, Volosinov’a göre farklı grupların gösterge/işareti denetleme mücadeleleriyle ve bu mücadelenin varoluşu hem yansıtması hem de çarpıtması ile yakından bağlantılıdır (Mumby, 1989: 294- 295). İşaretin çarpıtılması, ideolojik bir bağlamda, bir işaret ile onun göndergesi arasındaki ilişkilerin çeşitli yollarla değiştirilmesi süreciyle mümkün olmaktadır. Çarpıtma süreci üç farklı düzeyde görülmektedir: İlk olarak, tanım gereği, her bir sembolik söylem kendisinden başka bir şeye gönderme yapar; böylece dikkat, sembolik öğeden uzaklaştırılarak sembolik signifiers’a doğru çarpıtılır. İkincisi, tek bir işaret potansiyel olarak çok sayıda göndergeye sahiptir. Üçüncüsü, “temsiliyet sistemleri” olan ideolojiler, bizim dünyayla veya ötekiyle kurabildiğimiz ilişkiler içerisinden anlam sistemlerini eklemler. Thompson da ideolojinin, göndergesel alanın kayganlığı ile işlediğini ve bu kayganlığın, egemenlik ilişkilerini gizleyebildiğini vurgulamaktadır (Thompson, 1984: 36).
Volosinov’un yaklaşımı, ideoloji ile dilin bir ve aynı şeyler olmadığı sonucuna yol açarken; ideolojik öğelerin zorunlu bir sınıfsal aidiyetleri olmadığını da belirtmekteydi (Hall, 1994). Bu saptamanın getirdiği açılım, “ideolojik göstergenin/ işaretin toplumsal çok vurgululuğu” olmuştur. Bu çok vurgululuk içinde, alternatif ve direngen söylemsel yorumlar söz konusu olabilir. Ancak yönetici sınıf da göstergeyi tek vurgulu yapmak için mücadele vermektedir (Volosinov, 1973: 23). İdeolojik göstergeye sınıflar üstü bir karakter vererek göstergeyi tek vurgulu hale getirmek, sonuç olarak ideolojik bir kapanma pratiği gerçekleştirmekti (Hall, 1994: 87). Hangi türden toplumsal vurgunun üstün geleceği ve güvenilirlik kazanacağı konusunda girişilen bir toplumsal mücadele, söylem içinde egemen olma mücadelesidir. Anlamı oluşturan işte bu mücadeleli süreçtir. Bu mücadelenin söylemsel eklemlenme ve ayırma süreçlerinden oluştuğunu belirten Hall’a göre dilde sınıf mücadelesi iki şekilde ortaya çıkmaktadır: Bazen dilde sınıf mücadelesi, farklı terimlerin yerleştirilmesi için verilir. Örneğin zenci terimi yerine “siyah” terimini koymak için verilen mücadelede olduğu gibi. Ancak mücadelenin ikinci ve en sık görülen türü, aynı terimi farklı bir biçimde vurgulamak için, yani yananlamı üzerinde gerçekleşmektedir (Hall 1994: 90).
Volosinov’u izleyen Althusserci Fransız dilbilimci Pécheux ise, izleyenleri ile birlikte, ideolojik mücadelenin bir aracı olarak söylemsel pratiklerin kuramını geliştirmiştir. Pécheux’un amacı, Saussure’ün dil çalışmalarında ihmal ettiği konuyu, yani anlamın üretimi üzerindeki toplumsal- tarihsel koşulların belirleyici etkilerini gözler önüne sermekti (Thompson, 1984: 234). O’na göre, anlam, verili bir söylemsel formasyonun dilsel öğeleri arasındaki ilişkilerce oluşturulur. Dolayısıyla anlam, Pécheux’un kuramında belirleyici söylemsel formasyon içindeki bir üretim olarak ele alınmaktadır. Yani kelimeler, sıfatlar, deyimlerin tek başlarına bir anlamları yoktur, üretildikleri söylem oluşumuyla anlam kazanırlar.
Kuramında üzerinde durduğu nokta, söylem süreçlerinin işleyişinin, dilin sınıf ilişkilerine indirgenmesine yol açmadığı ve dilin “görece özerk bir sistem” olduğudur (aktaran Thompson, 1984: 235). Pécheux’a göre:
“…dil sistemi, hem materyalist hem idealist için, hem devrimci hem karşı devrimci için…aynıdır. Ancak bu, karşıt karakterlerin aynı söyleme sahip oldukları anlamına gelmez: dil, farklılaşmış söylem süreçlerinin ortak tabanıdır” (aktaran, Larrain, 1995:103). Dolayısıyla tüm söylem süreçleri, ideolojik sınıf ilişkilerinden kaynaklanırlar. Pécheux ve izleyenleri, ideoloji=söylem gibi bir eşitlik öne sürmemekle birlikte, ideolojik formasyonların, toplumsal formasyon içindeki belirli bir durumda neyin söylenebileceğini ve söylenmesi gerektiğini belirleyen bir veya çok sayıda söylemsel formasyonlar içerdiklerini öne sürmektedirler (Thompson, 1984: 235). Yani, ideolojiyi, bireyleri özne haline getiren bir söylem olarak algılamaktadırlar (Larrain, 1995: 105). Dolayısıyla onların birincil ilgisi, söylemin özne biçimlerinin şekillendirilmesinin kuramını oluşturmaktı.
Pécheux, dile ve söyleme ilişkin bu görüşlerinde sınıf indirgemeciliğine karşı durmakla birlikte sınıf mücadelesinin belirleyici rolünü kabul etmektedir. Onun, ideolojik ifade araçlarını sınıf mücadelesi alanında tanımlayarak Althusser’in ötesine geçtiği belirtilmektedir (Larrain, 1995:104).
Althusser’den yola çıkarak ideolojinin maddiliğini sergilemeye çalışırken psikanalizden yararlanan ve öncülüğünü Coward ve Ellis’in yaptığı yaklaşımlarda ise dilin kendisinin gerçekliğe sahip bir süreç olduğu vurgulanmaktadır. Bu yaklaşımlarda, dil süreci, Marksist kuramdaki ekonomik, siyasal ve ideolojik pratikler dışında bir dördüncü pratik, bir “anlamlandırma pratiği” olarak kavranmaya başlanmıştır (Coward ve Ellis, 1985: 143). Çelişkili bir süreç olan anlamlandırma boyutu, temel ile üst yapı arasındaki bağlantıyı kurarak, Marksist ideolojik pratik kavramını tamamlayıcı olarak değerlendirilmektedir (Coward ve Ellis, 1985: 144). Böylece Marksizmde dilin, ideolojik pratik tarafından işlenen, ideoloji ile eklemlenen ancak onun içinde erimeyen bir statüye kavuşturulduğu öne sürülmektedir (Coward ve Ellis, 1985: 140- 141).
Dilin toplumsal karakterinin ve dil kullanımının aktif/ eylemsel karakterinin öne çıkmaya başlamasıyla ideoloji ve dil arasındaki ilişki de, özneye ilişkin yaklaşımlar da burada belirtildiği gibi, farklı kavranmaya başlandı. Dil ve ideoloji arasındaki ilişkiyi anlamakta söylem kavramına geniş bir alan açılmaktadır; ideolojinin söylem içinde açıklanması, eklemlenmiş bir yapı sergileyen ve genişleyen dilsel yapıntılar içinde ideolojinin anlaşılması olarak değerlendirilmektedir ki bu, ideolojinin maddiliğinin tasarlanmasında önemlidir. Söylemin ideoloji olarak yorumlanması ne anlama gelmektedir? Thompson, egemenlik ilişkilerinin sürdürülmesinde anlamların hareketlendirilmesi için, göndergesel (referential) yani nesne alanında sürekli bir kaymanın gerçekleştiği görüşündedir (Thompson, 1984:138, 200). İşte, söylemi ideoloji olarak yorumlamak; “bu çoklu göndergeleri (referentleri) açıklayan ve onların karmaşıklığının egemenlik ilişkilerini nasıl sürdürdüğünü gösteren bir anlamı inşa etmektir” (Thompson, 1984:200).
Dilin dış dünyayı anlamlandıran üretken ve dolayımlayıcı bir pratik olarak kavrandığı bu süreç içinde özne de önceden verili ya da aşkın olarak değil, dil ve söylem pratikleri içinde inşa edilen yani üretkenlik hareketinde üretilen bir şey olarak tasarlanmaktadır (Ellis ve Coward, 1985: 46). Böylece ideolojinin gerektirdiği üretken insani öznenin, anlamlandırma pratikleriyle ilişkisi kurulmaktadır[1]. Özellikle psikanaliz ve Lacan’ın çalışmaları, öznenin ideolojideki temsil pratiklerinin gerektirdiği tutarlı bir öznellikten çok dilde inşa edilen çelişkili öznelliğe sahip bir yanı olduğunu öne sürerek bu yaklaşımları desteklemektedirler.
Kendi üretim, yeniden üretim ve kullanımının toplumsal koşullarından yalıtık bir dil kavrayışından (yapısalcılık) toplumsal dünya içindeki dil kavrayışına geçişle birlikte[2], dil, iktidarın kurulduğu bir alan olarak görülmeye başlandı. Güç/iktidar ilişkileri bütün iletişim durumları içine yerleşmiştir ancak nihai olarak sabitlenmesi söz konusu değildir; farklı anlamlar için mutlaka açık bir alan bırakılır. Bu noktada söylem, bir anlamın dil pratiği içinde sabitlenmeye çalışılmasıdır. Bu süreçte, başka anlamlar dışlanır, üretimleri sınırlanır. Özellikle Laclau ve Mouffe, nihai bir anlam (bir açıdan da güç ilişkileri) sabitliğini olanaksız görür ancak geçici ve kısmi sabitleştirimlerin varlığını alıkoyarlar (1992:140). Laclau, toplumun ve toplumal failin özcü bir kavrayışına dayandığını belirttiği alt yapı-üst yapıya dayalı ideoloji kavrayışını ve yanlış bilinçlilik kavrayışını reddederken, toplumsalın bütüncül ve akıllı bir nesne olarak varolmadığına ve toplumsal failin de çelişkisisz bir kimlikte sabitlenemeyeceğine dayanmaktadır. İleri kapitalist toplumlarda soyal failin homojenliği bir yanılsamadır, kimlik merkezsizdir; kimlik sürekli değişen konumlanışların durmaksızın eklemlenmesinden başka bir şey değildir. Yine de ideoloji kavramını tamamen eleyebilmek “yanlış tanıma/misrecognation” kavramı olmaksızın yapamadığımız için, mümkün değildir. Toplumsal failin homojenliği ve kimliği, yanlış tanıma kavramı olmaksızın formüle edilemez. İdeoloji ve yanlış tanıma kategorisi geleneksel içerikleri dışında kullanıldıklarında alıkonabilirler. İdeolojik olan pozitif bir özün/essence yanlış tanımasından ibaret değildir; tam tersine herhangi bir pozitivitenin kararsızlığının farkına varamamadan, nihai dikişin olanaksızlığının farkına varamamadan ibarettir.
Eagleton’a göre ise “ideoloji, bir dil meselesinden öte bir “söylem” meselesidir; anlamlandırma meselesinden çok, belirli somut söylemsel etkiler yaratma meselesidir” (1996: 307). Bazı yaklaşımlar, ideoloji ve dil arasındaki bağlantıya daha fazla yoğunlaşmaktadırlar. Örneğin Gouldner’e göre ideolojiler, simge sistemleri, dil çeşitlemeleri, geliştirilmiş şifrelerden oluşan bir tür ‘meta- dil’dir (aktaran Thompson, 1984: 89). Oysa ideoloji dilinin, gündelik yaşamdaki hegemonik ilişkilerde de sürdürüldüğü ve ideolojinin, örgütlü politik pratikler kadar etkili zeminlerinden birini de, gündelik yaşamın bütün alanları (ev, işyeri, okul, medya) oluşturduğu genel kabul görmektedir (Thompson, 1984: 83-88).
İktidarın toplumsal örgütlemesini yeniden üreten dilsel biçimlere duyarlı ‘eleştirel dilbilimciler’ grubundan Roger Fowler, dile, sadece analitik bir araç olarak değil, genel bir temsiliyet kuramını açıklama yolu olarak da köktenci bir rol verilmesini önermektedir (Fowler, 1991:8). Vurguladığı şey, bütün anlamların toplumsal olarak üretildiği ve bütün söylemin de toplumsal bir ürün ve pratik olduğudur (Fowler, 1991:8). Söylem, günümüzdeki kullanılışıyla, dil içinde şifrelenmiş ideolojiyi toplumsal ve kurumsal olarak ortaya çıkarmaktadır (originating) (Fowler, 1991:42). Bir başka eleştirel dilbilimci Gunther Kress’de, ideolojiyle bağlantılı şekilde, söylemi sistematik olarak örgütlenmiş konuşma tarzı şeklinde tanımlamaktadır. Söylem, söylenmesi olanaklı olan ve söylenmesi olanaklı olmayanı betimleyerek ve sınırlandırarak tanımlamaktadır. Böylece söylemin, verili bir alana ilişkin olası açıklamalar seti sağladığını vurgulamaktadır (aktaran Fowler, 1991:42).
Böyle bir ilişkiselliğe değinmesine karşın, ideoloji konusundaki klasik yaklaşımların temel/ üstyapı modeline bağlılıkları nedeniyle, gerçekten ideolojiyle ilgilenmeyerek onu en basit terimlerine indirgediği eleştirisi (bkz. Sholle,1994) gözardı edilmemelidir.
Bize göre ideoloji, ne cisimsiz fikirler olarak ne de belirli davranış kalıplarıyla ilgili bir sorun olarak değil, söylemsel (yani bir açıdan göstergesel) bir fenomen olarak ele alınmalıdır. Eagleton’un belirttiği gibi, böyle bir kavrayış, ideolojinin maddiliğini vurgularken bir yandan da ideolojinin anlamlarla ilişkili olduğunu içermektedir (1996: 269). Anlamın yapısal bir kapanımına ve öznenin sabitleştirimine doğru eğilim gösteren ideolojinin işleyişi, yine Eagleton’a göre “belirli tür çıkarların siyasi iktidarın belirli biçimleri adına maskelendiği, rasyonalize edildiği, doğallaştırıldığı, evreselleştirildiği ve meşrulaştırıldığı süreçler” boyunca gerçekleşmektedir (Eagleton, 1996:280).
John B. Thompson’un ideoloji kavramlaştırması da ideolojinin işleyiş süreçlerini buna yakın bir şekilde ayrımlaştırmaktadır. O’na göre ideoloji, belirli anlamların başat bireyler ve grupların hizmetine harekete geçirilmesi; yapılanmış toplumsal ilişkileri belirli durumlarda kurmaya ve korumaya hizmet eden sembolik biçimler tarafından, belirli anlamların inşa edilmesi ve taşınmasıdır (1990:72-73). En geniş anlamıyla ideolojiyi iktidara hizmet eden anlam olarak tanımlayan Thompson, ideolojinin işleyiş sürecinde anlamları harekete geçiren sembolik biçimlere özel önem vermektedir. Sembolik biçimlerden kastettiği ise, özneler tarafından üretilen ve gerek üretenler gerekse başkalarınca anlamlı inşalar olarak farkedilen eylemler, ifadeler, görüntüler ve metinlerdir. Dilsel ifadeler ve açıklamalar yanında görsel imajlar veya görsel imaj-sözcük kombinasyonları da yarı dilsel sembolik biçimler olarak belirtilmektedir (Thompson, 1990:59). Sembolik biçimlerin karakterlerini beş tipe ayırmaktadır: amaçlı, uzlaşımsal, yapısal, göndergesel ve kendisinin eklediği “bağlamsal” özellikler… Bu nitelikleriyle sembolik biçimler toplumsal ilişkilerin kurulmasında sürekli ve yaratıcı bir şekilde rol oynamaktadırlar (1990:58). Vurguladığı nokta, çağdaş toplumlarda kitle medyasının, bu sembolik biçimlerin inşasında ve iktidar ilişkileriyle içiçe geçmesinde merkezi konumda olduğudur (1990:3,95).
Thompson, Eagleton’a benzer bir şekilde, ideolojinin işleyişinde beş genel yöntem ve bu yöntemlerin karşılık geldiği bazı tipik sembolik inşa stratejileri ayırt etmektedir (1990:60):
- Meşrulaştırma: Rasyonalizasyon, evrenselleştirme ve anlatısallaştırma startejileri, meşrulaştırmanın belirli tipik stratejileridir.
- Gizleme/ gizemleştirme: Yer değiştirme, mistikleştirme (euphemization) ve mecaz (düzdeğişmece, eğretileme ve bütünden parçaya parçadan da bütüne yöneltme, ideolojinin bu tipik işleyişinin stratejileridir.
- Birleştirme: Standartlaştırma ve birliğin sembolleştirilmesiyle ideolojinin işlemesidir.
- Parçalama (fragmentation): Farklılaştırma ve ötekinin tasfiyesi ile işlemektedir.
- Şeyleştirme (reification): Doğallaştırma, sonsuzlaştırma ve yalınlaştırma/ edilginleştirme ile ideolojinin işlemesidir.
İktidar, egemenlik ve egemenliğin eleştirisi sorunlarını ortaya çıkarmak için, ideolojinin sadece politikalarla ilgili bir temsiliyetler sistemi olarak anlaşılmaktan çıkıp, toplumsal ilişkileri haklılaştıran bir anlamlandırma biçimi olarak da kavraması gerekmektedir (Thompson, 1984:173). Böyle bir kavrayış içinde ideoloji daha geniş bir kavram olarak belirir. Ancak, bir toplumdaki bütün anlamlandırma pratiklerini içeren ve kullanışsız ölçüde şişkin bir kavram olmaması için, siyasi iktidar süreçleri ile bu göstergeler arasındaki ilişkileri kapsayacak bir daraltmaya gidilmesi gereklidir (Eagleton, 1996:55). İdeolojinin genel olarak egemenlikle değil de sınıf egemenliği ile bağlantılandırılması, böylesine bir daraltmayı ifade eder. Bu çerçevede Ricoeur’a göre “ideoloji…fikirlerin ve gerçekliğin düzenini tersyüz eden ve toplumsal dünyanın belirli niteliklerini gizleyen bir bozulma (distortion ) aracılığıyla sınıf egemenliğini haklılaştırır” (aktaran Thompson, 1984:187). İdeoloji, toplumsal açıdan önemli belirli bir grubun veya sınıfın içinde bulunduğu durumu ve hayat deneyimlerini simgeleyen (doğru veya yanlış) fikirlere karşılık geldiği bu geniş anlamıyla, “dünya görüşü” kavramına yakınlaşır. Ancak ikinci anlamında eksik olan, ideolojinin çatışmaya dayanan yönüdür. Bunu içerecek şekilde ideoloji, çıkar çatışması durumlarında toplumsal grupların çıkarlarının meşrulaştırılması ve desteklenmesi sürecindeki söylemsel bir mücadele alanı olarak görülebilir (Eagleton, 1996:56).
Kavramlaştırmayı daha da netleştirmek için, toplumsal grup çıkarlarının, üretim ilişkilerindeki yerleme dayanan sınıf öznesinden hareketle olduğu kadar, cinsiyete ve ırka dayanan özne konumlarından yola çıkılarak da çerçevelendirilebileceğini belirtmek gereklidir. Eagleton’un vurguladığı gibi, “ideolojik söylemler ile toplumsal çıkarlar arasındaki ilişkiler, karmaşık ve değişken türden ilişkilerdir” (1996: 307). Toplumsal yapılanma içerisinde, sınıf temeli dışında, örneğin cinsiyet, yaş, etnik kökende temellenen, sistematik olarak asimetrik iktidar ilişkileri de süregitmektedir.
İdeolojinin nasıl kavranması gerektiğine ilişkin açıklamasında A.Giddens yararlı dört tez öne sürmektedir (1991:21). Öncelikle ideolojinin bilimle karşılaştırılıdığı içeriğinden ayrılması gerekmekte; ikinci olarak ideoloji kavramı iktidar ve egemenlik kuramıyla ilişkili formüle edilmelidir Burada ideoloji, kısmi çıkarların evrensel çıkarlar olarak temsil edilmesi şeklinde kavranmalıdır. Üçüncüsü, ideoji analizi dil ve eylem felsefesindeki son gelişmelerle ilişkili ele alınmalıdır. Bu gelişmeler, dilin dünyayı tanımlayan bir araç/dolayımlayıcı olduğu nosyonundan dili bir praxis veya eylemin “öteki yüzü” olarak vurugulayan bir dil yorumlamasına (intepretation of language) doğru olmaktadır. Ancak bu şekilde, ideolojinin en somut ve ilginç biçimleri gündelik pratiklerle ilişkilendirilebilir. Anlamlandırma tarzları, çalışma durumu ve ekonomik yaşamın politik yaşamdan yani yurttaşlar olarak yaşamlarından zorunlu ayrılmışlığı üzerine kurulu bir gündelik yaşam üretmektedir. ekonomik olanın politik olandan bu ayrılmışlığı, sınıf dominasyonunun temel mekanizmalarındandır. Burada Giddens’in belirttiği gibi, ideolojiye basitçe inanç sistemleri olarak davranmak ideolojik olarak ilgili geniş bir insani eylem alanının dışarıda bırakılması tehlikesine yol açabilir. Toplumsal bilimlerde egemen ideoloji tezine yönelik Abercrombie ve Turner’ın saldırılarının önemine inanmaktadır. İdeolojik Devlet Aygıtları’na dayalı ideoloji kavramlaştırmasında meşruiyet, uzlaşımsal ideoloji kuramları olarak gizlenen egemen sınıf toplumlarının tutarlılığında kökten bire tarzdır. Meşruiyet krizi, bu kuramlarda Batı kapitalist toplumlarını tehdit eden temel gerilim kaynağıdır. Ancak böyle bir görüş, toplumsal düzenin biraz zorbalık ve polis gücüyle karışık normatif uzlaşımlara dayalı olduğunu varsayar. Önemli olan böyle bir normatif toplum görüşünün sorgulanmasıdır zaten ve Giddens de buna dikkat çeker.
Dilin üretkenliği ve kuruculuğuna ilişkin vurgularla desteklenen anlamlandırma pratiğinin öneminin artmasıyla, ideoloji kavramlaştırması da dille ve sembollerle bağlantısı çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Kimi yaklaşımlar bir pratik olarak ideolojinin sınıf egemenliği ile nedensellik bağının ortadan kaldırılması yönünde iken, başka bazı yaklaşımlar da bir anlamlandırma pratiği ve mücadele alanı da olsa ideolojinin egemen sınıflarla belirli bir ilişkiselliği olduğunun gözardı edilmemesi gerektiğini belirtmektedirler. Bu ayırım temelde, göndergesel alana yani nesneler alanına yaklaşımla ilgilidir. Post yapısalcı yaklaşım nesneler ve bilginin söylem içinde inşa edildiğini ve hangi söylemin gerçekliği yansıtabildiği hakkında haklılaştırılabilecek bir varsayım olamayacağını öne sürmektedirler (Barrett, 1991:41). Nesnel olduğu öne sürülen bir gerçeklikte ısrarın tahakkümün basit bir aracından başka bir şey olmadığını vurgulayan ve nesneden yola çıkarak anlama yerine özneden yola çıkarak anlama üzerinde vurgusunu koyan bu akımlara göre, dilin dolayımı olmaksızın nesnel kurulamaz (aktaran Gellner,1994: 46-47). Dil kuramındaki sözü edilen gelişmeler, önceden varolan bir gerçekliğin basitçe yansıtılması yerine anlamlandırma süreci içinden bilişsel dünyaların etkin inşası görüşünü güçlendirecek şekilde ele alınmaktadır (Bennet, 1989: 287). Nesnelin ya da toplumsal gerçekliğin kurulması ise mücadeleli ve dinamik bir süreçtir.
Dilin dinamik ve dolayımlayıcı boyutu olan söylemin önemi tam da bu noktada, gerçekliği yeniden tanımlayabilmesinde yatmaktadır (Ricoeur’dan aktaran Thompson, 1984: 177). Buna göre gerçeklik, şeylerin anlamlandırılma tarzlarının sonucu olarak kavranmaktadır (Hall 1994:82). Eagleton’un eleştirdiği bu görüşe göre; “gerçekliğin kendisi, biz onu söylemlerimiz yoluyla oluşturmadan önce, tam anlamıyla ifade edilemez bir X’dir” (1996:243).
Bu konu söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler ayırımının reddi ya da kabulü ile de ilişkilidir. Laclau ve Mouffe’in başlıca temsilcileri olduğu saf söylem kuramları çerçevesinde, bir toplumsal pratiğin dilsel ve davranışsal yanları arasında kurulan ayırım, yanlış bir ayırımdır (Laclau ve Mouffe, 1992: 132). Pratiklerin bu şekilde ayrılması yerine önerdikleri ise, eklemlenme mantığıdır. Eklemlenme, eklemleyici bir pratiğin sonucu olarak kimlikleri değiştirilen öğeler arasındaki bir ilişki kurma pratiğidir. Ve bu eklemleyici pratikten doğan yapılaşmış bütünselliğe söylem (discourse) demektedirler (1992: 130). Eklemlenmiş bir söylemsel bütünde, her bir öğe, bir farklılık konumu işgal etmektedir. Dolayısıyla söylem, bir eklemlenmiş farklılıklar alanıdır (Laclau ve Mouffe, 1992: 139). Yani söylem, tutarlı ve türdeş öğeler içeren bir bütünsellik değil, heterojen ve seçmeci bir bütünselliktir.
İdeoloji kavramını, öznelerin etkin olarak yaratıldığı söylem bütünleştirmesi ile değiştiren yaklaşımlarında, örneğin Laclau ve Mouffe’nun çalışmalarında, hakikat iddialarının reddedilmesi, “temsil etmenin çöküşünün” ilanıyla paralel gitmektedir. Temsil etme veya anlamlandırma, sunan ile sunulan arasındaki bir farka dayanmaktadır. İdeoloji pratiğinin temeli olan temsil düşüncesi, gösterilenin (kavramın) gösterenden (işitim veya görme imgesi) önce varolmasına ve onun tarafından itaatkar bir şekilde yansıtılmasına dayanır (Eagleton, 1996:290). Temsiliyetin çöküşünü ilan eden, post yapısalcı ve post- Marksist kuramlarda ise, gösterge (kavram ve işitim imgesi) ile gönderge (nesne) arasındaki ilişkiler rastlantısaldır. Dahası, Laclau ve Mouffe’de ideolojik söylemlerin ve hegemonik pratiklerin geldikleri yerin belirsizleşmesi, gösterilen ile göndergenin özdeşleştirilmesiyle sonuçlanır. Dolayısıyla temsil edilen şey, hiç bir zaman katı bir gerçeklik değil, temsil etme eyleminin kendisi tarafından biçimlendirilen bir şeydir. Ve bu nedenle, Hindess ve Hirst’e göre siyasi ve ideolojik söylemler, durumu kendilerine özgü yollarla kavramlaştırarak kendi gösterilenlerini kendileri yaratırlar; söylem, gerçek nesneler üretir (Eagleton, 1996: 288-289). Ortaya çıkan sonuç, toplumsal çıkarların da öznelerin dil içerisinden inşa ettiği şeyler olduğunun vurgulanması ve siyasetin ekonomik durum ve koşullar üzerine üstünlüğünün olumlanmasıdır (Eagleton, 1996: 285). Kimi yakşalımlara göreyse siyaset, bir temsil nosyonuna dayanmadan söz konusu olamaz. Çünkü Erdoğan’ın belirttiği gibi, “ siyasal, kendisini toplumsaldan ayırarak ve onu yansıttığını ve onunla örtüştüğünü öne sürerek vardır” (Erdoğan, 1994: 50).
Bu noktada belirli ideolojilerin farklı toplumsal sınıflara ait olup olmadığı ya da politik ideolojinin bu sınıf aidiyetli yüklemesinin bir hata olup olmadığı konusu önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Söylem kategorisi içerisinde hem dilsel hem de dilsel olmayan öğeleri kapsayarak söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler ayırımını reddeden Laclau ve Mouffe’in (1992: 135) Gramsci’nin hegemonyasına ilişkin yorumları, hegemonik bir sınıf tarafından eklemlenen ideolojik öğelerin zorunlu bir sınıf aidiyeti olmadığı görüşünü[3] geliştirmelerine yol açmıştır (Barrett, 1991:63,76). Onların sonuçlarına göre, toplumsal taşıyıcıların zorunlu olarak sınıfsal bir özü olmadığı gibi, sınıf konumu da zorunlu olarak çıkarlarla bağlantılı değildir (1992: 75-83). Eklemlenme, Laclau ve Mouffe’de ‘çıkar’ın yerine geçirilmektedir. Hidness ve Hirst’e göre de, siyasi çıkarlar, önceden verili toplumsal ve ekonomik çıkarları temsil etmezler (aktaran Eagleton, 1996: 294). Post- Marksizm içindeki bu görüşler, bir kimsenin toplumsal- ekonomik açıdan işgal ettiği yer ile siyasi- ideolojik çıkarları arasında herhangi bir zorunlu ilişki olduğunun reddi anlamına gelmektedir. Ekonomizmden uzaklaşmak için siyasal olan üzerine yapılan bütün vurgular, Eagleton’un yetkin bir biçimde eleştirdiği gibi, “siyaset ve ideolojinin çıktığı yerin belirlenemediği ve gökten düşen aşkın gösterenlere benzediği” aşırı bir siyasileştirme ile sonuçlanmaktadır (Eagleton, 1996:295)[4].
Bu yaklaşımların önemli bir kuramsal halkası, iktidar biçimlerinin ve ilişkilerinin de klasik Marksist tarzda yorumlanmasının[5] terk edilmesidir. Foucault’a göre Marksizm, iktidar ilişkilerinin bir aracı olarak ideolojiye abartılı bir önem vermektedir (Sholle, 1994: 231). Söylem ve iktidar arasındaki yakın ilişkilerden yola çıkarak, söylemin “iktidarın dolaysız bir görünümü” olduğunu belirten Foucault (1994: 276), iktidar kavramının en iyi ifadesini savaşta bulan bir güç ilişkisi olduğunu savunmaktadır (aktaran Larrain, 1995: 134). İktidarı mikro işletim terimleriyle ele alan Foucault’a göre iktidar, devlet, bireyler, ekonomik güçler vb… taşıyıcılar içinde yerleştirilmemekte ve çağdaş işleyişi yasa ve ceza yoluyla değil de teknik, normalleştirme ve denetim ile sağlanmaktadır (Barrett, 1991: 134). O’na göre iktidar, sahip olunan bir şey değil, uygulanılan bir şeydir ve herkes, iktidarın şebekesi içinde çoktan düzenlenmiş katılımcılardır (Barrett, 1991:136). Buradan ulaştığı sonuç, ne yönetici sınıf/grup ne de devlet aygıtlarını denetleyen grupların, toplum içinde işlev gören iktidarın, bütün şebekesini yönetemedikleridir (aktaran Barrett, 1991:153). Laclau ve Mouffe de iktidarın çeşitli biçimlerini, iktidara karşı koyuş ile birlikte değerlendirmektedir. Ancak bunu yaparken, Larrain’in eleştirdiği gibi, kuramlarında gözardı ettikleri sınıfsal koşulları değerlendirmelerine katmaktadırlar (Larrain, 1995: 143). Toplum, bu bağlamda, iktidarın değişik biçimleriyle iktidara karşı oluşan tepkiler arasında gelişigüzel düzenlenmiş uzlaşmazlıklardan ibarettir:
“…iktidar sorunu bir hegemonik formasyonun merkezini hangi sınıfın ya da hangi egemen kesimin oluşturduğunun araştırılması olarak ortaya konamaz” (Laclau ve Mouffe, 1992:178).
Kısacası post-yapısalcı ve post- Marksist yaklaşımlarda iktidar sorunsalı, siyasetin ekonomik/sınıfsal temelinin reddedilmesiyle bağlantılı olarak, sınıf tahakkümü ve devlet egemenliği alanının dışına taşınmaktadır. Bu tam da en çok eleştirildikleri noktalardan birini oluşturmaktadır. Eleştiriler, değişik kurumsal düzenlemeleri ve onların iktidar tekniklerini araştırmayı yararlı bulmakla birlikte, onları devlet ve sınıf sisteminden tamamen bağlantısız biçimde araştırılmasına yönelmektedir (Larrain, 1995:146). Therborn da, “iktidarın mikro politikaları” nın moda olduğu bu dönemde, bütün toplumsal iktidar ilişkilerinde devletin can alıcı öneminin altının çizilmesi gerektiğini belirtmektedir (Therborn,1989: 16).
Sonuç
İdeoloji, gerçekliği şifreleyen bir sistem olarak da değerlendirilmektedir (Veron’dan aktaran Heck, 1980:123).Gerçekliğin toplumsal inşasındaki kurucu rolü ile de tasarlandığında ideoloji, anlamın ve simgelerin karşılıklı etkileşimi (interplay) içinde konumlanmaktadır (Geertz’den aktaran Mumby, 1989). Veron’un belirttiğince “bir ideoloji, iletileri ortaya çıkaran anlamsal kurallar sistemi olarak tanımlanabilir” (aktaran Heck, 1980:124). İdeolojiyi bu şekilde ele almak, onun, belirli başat grupların hegemonya koşullarını üretebilme ve yeniden üretebilmeyi nasıl gerçekleştirdiğini açıklayan pejoratif kullanımından uzaklaşmak olarak değerlendirmektedir (Mumby,1989:294). Oysa hegemonyanın başat gruplarca üretimi yanında boyunsunan grupların direnen anlamlarının inşası ve biçimlenmesi de ideoloji kavramlaştırmasıyla ilgilidir. Her ikisini kapsayan bir ideoloji kavramlaştırması, nesnel toplumsal gerçekliğe ilişkin anlamsal/ söylemsel inşaların, başat sınıf veya grupların egemenlik koşullarının üretimi ve yeniden üretimine hizmet edebildiğini vurgulamalıdır.
KAYNAKÇA
Barrett, M. (1991), The Politics of Truth:Ideology from Marx to Foucault. Oxford: Polity Press.
Bennet, T. (1989) Media, Reality, Signification , Culture, Society and the Media. GB: Methuen.
Coward R. ve Ellis, J. (1985) Dil ve Maddecilik, Semiyolojideki Gelişmeler ve Özne Teorisi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Eagleton, T. (1996). İdeoloji. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Erdoğan, N. (1994). Metinlerarasılık, Hegemonya ve Siyasal Alan, Toplum ve Bilim. İstanbul: Birikim, 63, 40-57.
Fowler, R. (1991). Language in the News: Discourse and Ideology in the Press. London& New York: Routledge
Gellner, E. (1994). Postmodernizm, İslam ve Us. Ankara: Ümit Yayıncılık.
Giddens, A (1991), Four Theses on Ideology, in İdeology and Power in the Age of Lenin in Ruins, (ed) Arthur and Marilouise Kroker, New World Perspective: Montreal.
Hall, S. (1994)., Ideolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü. Mehmet Küçük (Der.), Medya, İktidar, İdeoloji. Ankara: Ark Yayınevi.
Heck, M.C., (1980). The Ideological Dimension of Media Messages, (ed.) A. Lowe, P.Willis. Culture, Media, Language. GB:Hutchinson Co.
Jackson, L. (1991), Linguistic Idealism and the Critics of the 1970’s, içinde The Poverty of Structuralism, New York-London: Longman.
Kristeva, J. Semiotik, içinde Language The Unknown, çev. Ayşa İnal, s.295-323.
Laclau E. (1991), The Impossibility of Society, içinde Ideology and Power in the Age of Lenin in Ruins, (ed) Arthur and Marilouise Kroker, New World Perspective: Montreal.
Laclau E. ve Mouffe, C., (1992). Hegemonya ve Sosyalist Strateji. İstanbul: Birikim Yayınları.
Larrain, J., (1983). Marksizm and Ideology. London : The Macmillan Press Ltd.
Larrain, J., (1995). İdeoloji ve Kültürel Kimlik. İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Mumby, D. K., (1989). Ideology and the Social Construction of Meaning: A Communication Perspective . Communication. Quarterly, Vol.37, No: 4, s.291-304.
Pécheux, M. (1994), The Mechanism of Ideological (Mis) recognition, in Mapping Ideology, (ed) Slavoj Zizek, London: Verso, s.141-150.
Pécheux, Michel ve Gadet, Françoise (1991), La Langue Introuvable, in Ideology and Power in the Age of Lenin in Ruins, (ed) Arthur and Marilouise Kroker, Canada: Culture Texts Series
Sholle, D. (1994). Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden İktidar/ Bilgiye, (derl.) M.Küçük, Medya, İktidar, İdeoloji. Ankara:Ark
Therborn , G., (1989). Iktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Thompson, J.B., (1984). Studies in the Theory of Ideology. Cambridge: Polity Press.
Thompson, J.B., (1992). Ideology and Modern Culture. Cambridge: Polity Press.
Volosinov, V.N. (1973). Marxism and the Philosophy of Language. L.Matejka ve I.R. Titunik (İngilizce çev.), UK: Seminar Press.
[1] Laclau ve Mouffe’de de özne konumları, söylemsel konumlar olduklarından kalıcı olarak sabit olamadıkları gibi, kalıcı olarak sabit ilişkilere de giremezler (Laclau ve Mouffe, 1992: 144-145). Dolayısıyla toplumsal ilişkinin de kaynağı olamazlar. Öte yandan öznenin bu şekilde değerlendirilmesi, Eagleton’un belirttiğince “siyasal açıdan göstergebilimsel kapanım ediminin kötülüklerin temel nedeni sayıldığı ve dilsel üretim güçlerinin coşkuyla salıverilişinin eleştirellikten uzak bir biçimde övüldüğü bu kuram, özgürlükçü (liberter) bir özne kuramı” olarak değerlendirilebilinir (Eagleton, 1996,173-174).
[3] Sınıf ideolojileri ile sınıf çıkarları arasında temsiliyet ilişkisi kurulmasına kimi Marksistler de karşı çıkmaktadır. Örneğin Therborn, Marksizmin faydacı bir mirası olarak nitelediği temsil kavramının terkedilmesi gerektiği görüşündedir (1989:66).
[4] Marksistler arasında da ideolojik evrenin yalnızca sınıf ideolojilerine indirgenemeyeceğini vurgulayanlardan Therborn’a göre: “Bir kişinin yaşamı ve dünyasının anlamı, üretim ilişkilerine başvurarak bütünüyle yanıtlanamayacak…varoluşsal bir sorundur” (1989:31). Ancak sınıfsal olmayan ideolojilerin her zaman sınıflarla bağlantılı olduğu saptamasını da yapar: “Bütün ideolojiler, (sınıflı toplumlarda) farklı sınıflar ve sınıf ideolojileriyle tarihsel eklemlenme biçimleri içinde varolurlar” (1989:41).