Fredrick Jameson
Çeviri: Ercüment Özkaya
(William Pomerance’ın anısına adanmıştır)
Birinci Tez
“Post-Marksizmler” düzenli olarak, kapitalizmin kendisinin yapısal bir başkalaşımdan geçtiği anlarda doğarlar.
Marksizm, kapitalizmin —ya da daha iyisi, aynı anda iki terime de derinlik kazandırmak için—, kapitalizmin yapısında var olan çelişkilerin bilimidir. Bu tanım, bir yandan, kapitalizm ve piyasanın nihai zaferini alkışlarken, aynı solukta “Marksizmin ölümü”nü ilan etmenin tutarsızlığını gösterir; çünkü zaferinin nasıl “nihai” olabileceği sorusu bir yana, kapitalizm, Marksizme güvenli bir gelecek garantisi vermektedir.[1] Öte yandan, kapitalizmin “çelişkileri” şekilsiz bir iç çözülüş değil, en azından olup bittikten sonra teorileştirmeye uygun, görece yasalı ve düzenlidir. Örneğin, kapitalizmin verili herhangi bir anı için denetimi altındaki alan, teknik olarak üretme yeteneğinde olduğu mallara er geç aşırı doymuş olacaktır. Öyleyse, kapitalizmin krizi sistemiktir.
Bununla birlikte kapitalizm, yalnızca sıradan bir üretim tarzı ya da sistemi değil, insanlık tarihinde şimdiye dek görülmüş en esnek, en uyarlanabilir üretim tarzıdır ve şimdiye dek bu tür devresel krizlerin üstesinden gelmeyi bilmiştir. Bunu iki temel strateji sayesinde başarmıştır: Sistemin genişlemesi ve radikal olarak yeni tip metaların üretimi.
Sistemin genişlemesi: Kapitalizmin her zaman bir merkezi olmuştur —son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri, daha önce İngiltere’nin hegemonyası.[2] Her yeni merkez öncekilerden uzamsal olarak daha geniş ve daha kapsamlıdır, böylece, genel olarak metalaşma için olduğu gibi, yeni ürünler ve yeni pazarlar için de daha geniş alanlar açar. Tarihsel anlatının biraz farklı bir versiyonuna göre, kapitalizmin, 18. yüzyılın sanayi devriminden doğan ulusal bir konağından (moment) söz edebiliriz. Marx’ın bizzat yaşadığı ve kahince de olsa teorileştirdiği konak, bu ilk konaktır. Bu ilk konağı, 19. yüzyılın sonunda ulusal pazarların yıkıldığı ve bir tür dünya ölçekli sömürge sisteminin kurulduğu emperyalizm konağı izledi. Sonunda II. Dünya Savaşı sonrasında ve zamanımızda bu eski emperyal sistem dağıtıldı ve yerine şu sözde çokuluslu şirketlerin baskın olduğu yeni bir “dünya sistemi” kuruldu. Şu anki “çokuluslu” kapitalizm konağı (Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra), her biri uydu devletlerden oluşan geniş bir hinterlanda sahip Avrupa, ABD ve Japonya merkezleri arasında huzursuzca dengelenmiştir. Çarpıntılı doğuş aşamaları Soğuk Savaşın sonuna dek gerçekten tamamlanamayan (eğer o zaman tamamlandıysa) bu üçüncü konak, önceki emperyalizm çağından açıkça daha “küresel”dir. Hindistan, Brezilya ve Doğu Avrupa’nın geniş alanlarının “düzensiz-leştirilmesiyle” sermaye ve piyasanın nüfuzu için kapitalizmin önceki aşamalarından nitel olarak daha geniş bir eylem alanı açılmıştır. O zaman, bu, Marx’ın dünya pazarı kehanetinin, böylece, başka şeyler arasında “işgücünün evrensel metalaşmasını” da içeren kapitalizmin nihai aşamasının kesin olarak gerçekleşmesi sayılabilir mi? Kuşkuludur. Özellikle emek örgütlenmesinin ve siyasal mücadelenin, “küreselleşme”nin iş dünyasını dönüştürdüğü ölçeğe uygun düşen yeni biçimlerinin doğuşu anlamında, bu yeni konağın iç sınıf dinamikleri kendilerini ortaya koymak için henüz yeterli zaman bulamamışlardır.
Radikal biçimde yeni tip metaların üretimi: Sistemik krizlerin üstesinden gelmenin ikinci bir gereği vardır: Teknolojide yeni buluşların hatta, “devrimlerin” devreye girmesi. Ernest Mandel teknolojideki değişimlerle kapitalizmin biraz önce betimlediğimiz aşamaları arasında denklikler kurar: Ulusal kapitalizm için buhar enerjisi, emperyalizm konağı için elektrik ve yakımlı motorlar; ve kimilerinin post-modernite diye adlandırdığı kendi küreselleşme ve çokuluslu kapitalizm konağımız için, atom enerjisi ve sibernetik. Bu teknolojiler hem yeni tip metaların üretiminde, hem de bu yolla dünyayı “kü-çültüp”, kapitalizmi yeni bir ölçeğe göre yeniden örgütleyen yeni dünya alanlarının açılmasında etkilidirler. Bu anlamda, geç kapitalizmin bilişim ve sibernetik terimleriyle karakterizasyonları uygundur (ve kültürel olarak çok açıklayıcıdır) ancak, retorik, entellektüel ve ideolojik bakımdan kolayca kopmaya teşne oldukları ekonomik dinamiklerle dengelenmeleri gerekir.
Sermayenin bu dönemselleştirmesinin ana çizgileri kabul edilirse, başta geçen yüzyılın sonundan Bernstein’in ya da 1980’lerde post yapısalcılığın temsil ettikleri olmak üzere, çeşitli “post-Marksizm”lerin, Marksizmin var saydıkları “kriz” ya da “ölüm”leri ile birlikte, tam da kapitalizmin yeniden yapılandığı ve devasa biçimde genişlediği bu konaklarla zamandaş olduğu hemen anlaşılır. Bu post-Marksizmler de, kendi hesaplarına, geleneksel inceleme konusunun, yani kapitalizmin, aldığı bu yeni ve beklenmedik boyutları teorileştirmeye çalışan Marksizmin daha modern (ya da zamanımız için daha doğru bir deyişle post-modern) teorik projelerince izlenir.
İkinci Tez
Bir özgürlük vizyonu olarak sosyalizm (istenmeyen ve kaçınılabilir maddi, ekonomik kısıtlamalardan özgürlük, kollektif praksis için özgürlük) günümüzde, aynı anda, bir yandan dünya çapında bir Thatcherizmle piyasa sistemi üzerine tartışmasında giriştiği “söylemsel mücadele”[3], öte yandan daha derin anti-ütopyan endişeler ve değişim korkusunda kendisini gösteren iki ideolojik düzeyde tehdit altındadır. Bu iki düzey açıkça birbirini gerektirir, şöyle ki, piyasa argümanının insanın doğası hakkında ön varsaydığı bir dizi görüş, anti-ütopyan vizyonda daha kıyametçi ve libidinal tarzda yinelenir.
(Doğrudan ideolojik çatışmaya karşıt olarak) söylemsel mücadele, alternatiflerini gözden düşürmek ve ifade edilemez bir dizi tematik konu ile oynamak yoluyla yürütülür. Millileştirme, düzenleme, genişleyici kamu harcamaları, Keynesçilik, planlama, ulusal sanayilerin korunması, sosyal güvenlik sistemi ve nihayet, refah devletinin ta kendisi gibi, geçmişin ciddi olanaklarını hükümsüz kılmada, “temel” olarak, önemsizleştirme, naiflik, maddi çıkar, “deneyim”, siyasi korku ve tarihsel dersler gibi ifade edilemez tematik konulara baş vurur. Refah devletini sosyalizmle özdeşleştirmek, piyasa söyleminin sola olduğu kadar liberallere karşı da (ABD’deki söyleyişle New Deal liberalleri) çifte bir zafer kazanmasına olanak verir. Böylece, sol, bu gün, büyük hükümeti ve refah devletini savunma konumuna yerleştirilmiştir. Sosyal demokrasiye karşı ince ve ayrıntılı bir eleştiri geleneğinin varlığı, sol’un büyük bölümünde olduğundan daha diyalektik bir tarih anlayışına sahip olmaksızın böyle bir savunmayı yapmayı, son derece rahatsız edici kılmıştır. Tarihsel durumların ve onlarla birlikte onlara uygun düşen politik ekonomik karşılıkların değişme tarzı üzerine yeniden biraz kavrayış kazanmak özel olarak istenir bir şeydir. Ama, bu, genel olarak, şu sözde tarihin sonu denen şey ile, yani, post-modernin fundamental tarihsellik dışılığı ile hesaplaşmayı da ister.
Bu arada, bugünkü kimliğimizi, bugünkü alışkanlıklarımızı ve libidinal doyum biçimlerimizi oluşturan her şeyin, yeni bir toplumsal dağılmayla, toplumsal düzende radikal bir değişmeyle yitip gideceği korkusundan kaynaklanan ütopya ile ilgili endişeler, bugün, yakın geçmişin öbür konaklarında olduğundan çok daha kolay harekete geçebilir durumdadır. En azından dünyanın zengin kesiminde, üstelik yalnızca hakim tabakanın içinde de değil, modern dönemin yoksullar yararına değişim umudu, yerini bugün açıkça elde olanları yitirme dehşetine bırakmıştır. Bu anti-ütopyan endişelere bir tür kültürel teşhis ve tedavi biçiminde doğrudan karşılık verilmesi gerekir, genel piyasa argümanı ve söyleminin şu ya da bu unsurlarından birine rıza göstermek yoluyla yüzleşmekten kaçınmak değil. İnsan doğası hakkındaki tüm argümanlar —ister bu doğanın özünde iyi ve yardımlaşmacı, ister piyasa ya da devlet gibi bir üst güç tarafından terbiye edilmesi gereken kötü ve saldırgan nitelikte olduğunu savunsunlar— Althusser’in bize öğrettiği gibi “hümanist” ve ideolojiktir; bu yüzden yerlerini radikal değişim ve kollektif tasarım perspektifine bırakmalıdırlar. Bu zaman zarfında ise sol, büyük hükümeti ve refah devletini didişken biçimde savunmalı, serbest piyasanın (Polyani’nin teorileştirdiği, Doğu Avrupa’nın gözler önüne serdiği) yıkıcılığının tarihsel kanıtı temelinde, piyasa söylemine karşı sürekli bir saldırı yürütmelidir.
Üçüncü Tez
Ancak, bu argümanlar da kendi hesaplarına, her türlü Marksist “teori ve pratiğin birliği” anlayışının merkezi kavramının, yani, Devrimin kendisi üzerine bir tavır alışı ön varsayar. Konu budur, çünkü, bu kavramın savunulamazlığı, post ya da anti-Marksist cephaneliğin baş kozudur. Ama bu kavramın savunusu bir dizi ön hazırlık gerektirir. Öncelikle, devrimin ayrıntılı ve karmaşık bir süreçten çok, anlık bir konak olduğunu ima eden her şeyi kutsamaktan vazgeçmeliyiz. Örneğin, Kışlık Saray’ın zaptı gibi, tarihsel devrimlerden kalma en coşkulu tasvirlerimizin bir çoğunu artık bir yana bırakmalıyız.
Toplumsal devrim zamanın içinde bir an değildir, ama içindeki her şeyin başka her şeyle birlikte ve karşılıklı ilişkiler içinde bulunduğu eş zamanlı (synchronic) bir sistemdeki değişme zorunluluğu olarak anlaşılabilir. Böyle bir sistem, küçültücü anlamda, ütopyan, yani, gerçekleştirebilir değil yanıltıcı olacak parça başı “reform”lar değil, bir tür mutlak sistemik değişim ister. Bu sistemin var olan düzene alternatif radikal bir toplumsal vizyon istediği anlamına gelir. Böyle bir vizyona ise artık elimizin altında olduğu gibi, ya da geçmişten devralındığı gibi sahip olamayız, onu yeniden icat etmemiz gerekir. Tüketimcilik ve “Amerikan yaşam tarzı”na radikal bir alternatif olma iddiasıyla çıkan dinsel fundamentalizm (İslami, Hıristiyan ya da Hindu olsun), ancak, geleneksel sol alternatiflerin, özellikle de Marksizm ve komünizmin büyük devrimci geleneklerinin ansızın artık mümkün olmaz göründükleri anda ciddî bir önem kazanmıştır.
Devrimi (hem bir süreç, hem de eş zamanlı bir sistemin ilgası olarak), Sol’un seçim mücadelesinde kazandığı bir zafer ya da sömürge iktidarının tasfiyesi gibi anlık ya da politik bir olayın ateşlediği, ancak bu andan itibaren giderek daha geniş popüler yaygınlık kazanan ve radikalleşen bir talepler dizisi olarak hayal etmeliyiz. Toplumun o ana dek susturulmuş ve yoksun bırakılmış daha derin katmanlarından yükselen bu yeni toplumsal talepler dalgası, giderek görünüşte sol bir hükümeti bile radikalleştirir, ve devlette giderek daha kesin dönüşümleri zorlar. O zaman ulus (bugün, aynı zamanda dünya) herkesi istemese bile bir taraf olmaya zorlayan, klasik ikili tarzda kutuplaşır. Burada şiddet sorunu kaçınılmaz olarak kendini dayatır. Eğer süreç gerçek bir toplumsal devrim değilse, şiddetin zorunlu olarak eşlik etmesi gerekmeyecektir. Ama olan gerçek bir devrimse ikiliğin o ana dek egemen olan tarafı, zorunlu olarak şiddetli bir karşı koymaya girişecektir. O zaman, yalnız bu anlamda, ne kadar arzu edilmez olursa olsun, şiddet gerçek bir toplumsal devrimci sürecin başladığının sinyali ya da gözle görünür belirtisidir.
Öyleyse, burada ortaya çıkan daha temel sorun, devrimden çok, ulusal otonominin hala geçerli olup olmadığıdır. Kendimize, bugünkü dünya sisteminde içiçe geçmiş bölümlerin herhangi bir parçasının (Samir Amin’in deyimiyle) çözülüp ayrılmasının ve ardından farklı bir tip toplumsal gelişme ve radikal biçimde değişik bir kollektif proje izlemesinin mümkün olup olmadığını sormalıyız.
Dördüncü Tez
Komünizm, Batı’da çoğu kez yapıldığı gibi, sıradan bir modernleşme stratejisi olarak anlaşılırsa, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, onun başarısızlığından çok başarısından kaynaklanmıştır. Çünkü, daha onbeş yıl öncesine dek, Sovyetler Birliği’nin hızlı modernleşme tarzıyla Batı’ya yetiştiği düşünülüyordu. (Bugün, hatırlamakta güçlük çektiğimiz endişe körükleyici resmi perspektif.)
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ilgili üç ek önerme daha kabul edilmelidir. Birincisi, Sovyetler Birliği’nin yaşadığı iç toplumsal siyasal çözülmenin, içinde hem Batı’da (Reaganizm, Thatcherizm, Fransa ile İtalya’daki diğer paralel biçimler) hem de Arap ülkelerinde (Hişam Şarabi’nin yeni paternalizm dediği) yaşanan yapısal çürümenin saklandığı, dünya çapında daha geniş bir kalıbın parçası olduğudur. Bu yapısal çürümeyi basitçe ahlaki terimlerle açıklamak, bu olgu, servetin bu toplumların en üst katmanlarında verimsiz biçimde toplanmasından ibaret, tümüyle maddi bir süreçten kaynaklandığı için, yanıltıcı olacaktır. Bu durgunluğun, finans kapital denen şeyin kendinden uzaklaşması ve üretimdeki kökeninden kopmasıyla yakından ilgili olduğu açıklığa kavuşmuştur. Giovanni Arrighi, sermayenin her konağının, üretimin spekülasyonun gölgesinde kaldığı, değerlerin üretimdeki kökenlerinden koparak, giderek daha soyut biçimde mübadele edildiği bir nihai aşamadan geçtiğini göstermiştir.
Etkinlik, verimlilik, mali yeterlik gibi kategorilerin göreli oldukları, yani bunların sonuçlarının ancak çok sayıda eşitsiz fenomenin birbiriyle yarıştığı bir alanda ortaya çıktığı da vurgulanmalıdır. Daha etkin ve verimli teknikler, eski makina ve tesisleri ancak bu sonuncular kendi etki alanlarına girip, bir rekabet kaynağı oldukları anda kenara iter.
Bu saptama, bizi üçüncü noktaya götürür. Şöyle ki, Sovyetler Birliği, ancak modernleşme aşamasından post moderne geçmekte olan, böylece, yeni işleyiş kuralları Sovyet etki alanındaki hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak yükseklikte bir “verimlilik” oranıyla çalışan bir dünya sistemine entegre olmaya teşebbüs ettiği anda yetersiz kalmış ve çökmüştür. Kültürel motiflerle (tüketimcilik, daha yeni bilişim teknolojileri vb.) itilen, özenle hesaplanmış bir askeri teknolojik rekabet, borç tuzağı ve ticari birlikte varoluşun yoğunlaşan biçimleriyle çekilen Sovyetler Birliği, sonunda, içinde artık yaşayamayacağı bir ortama girdi. Denebilir ki, o zamana dek, bir tür ideolojik ve sosyo-ekonomik fanusa benzeyen kendi basınç alanlarında dış dünyadan yalıtılmış olarak yaşayan Sovyetler Birliği ve uyduları birden bire, uzay giysilerini hazır etmeksizin bu kubbenin kapaklarını açıp, kendilerini ve kurumlarını dış dünyanın ezici basıncına maruz bıraktılar. Sonuç, nükleer patlamanın korkunç basıncının yakınındaki narin yapılar üzerinde, ya da, deniz diplerindeki dayanılmaz basıncın karada gelişmiş korumasız organizmalar üzerinde yapacağı etkiyle karşılaştırılabilir. Gerçekten, sonuç, Wallerstein’in Sovyet Blokunun tüm önemine karşın kapitalizme alternatif bir sistem oluşturmadığı, sadece kapitalizm içinde anti-sistemik bir alan ya da kuşak olduğu yönündeki öngörülü uyarısını doğrulamış, ve bu blok geride çeşitli sosyalist deneylerin hala devam edebildiği birkaç kurtulmuş bölge bırakarak, bugün ortadan kalkmıştır.
Beşinci Tez
Bugünkü geç kapitalizm sisteminden, post- modernizm’den, Mandel’in enformasyonal ya da çokuluslu kapitalizmin üçüncü aşamasından doğan Marksizmler (siyasal hareketler olduğu kadar, entellektüel ve teorik direniş biçimleri olarak da), modern dönem, ikinci aşama ya da emperyalizm çağında gelişen Marksizmlerden zorunlu olarak farklı olacaktır. Bu dönemin Marksizmleri, küreselleşme ile radikal biçimde farklı bir ilişki içerisinde olacaklar ve önceki dönemin Marksizmlerine karşıt olarak, şimdiye dek meta şeyleşmesi ve tüketimcilik denen görüngülere temelli biçimde yönelen, daha kültürel bir karakterde ortaya çıkacaklardır.
Siyasal ve ekonomik alanlar üzerinde kültürün artan önemi, bu iki alanın yanlı biçimde birbirinden ayrılması ve farklılaştırılmasından çok, metalaşma sürecinin daha evrensel doyum ve nüfuzunun sonucudur. Metalaşma , kültür alanının şimdiye dek kendisinden korunmuş ve dahası, büyük bölümüyle metalaşma mantığıyla düşman ve uyuşmaz kalmış geniş bölgelerini sonunda ele geçirmiştir. Kültürün bugün büyük ölçüde sanayi haline gelmiş olması, daha önce özel olarak ekonomik ve ticari sayılan şeylerin bugün aynı zamanda kültürel de olmasıyla sonuçlanmıştır. İmaj toplumu ya da tüketimcilik denen şeyin çeşitli teşhislerinin bu karakterizasyon altında sınıflanması gerekir.
Ve daha genel bir tarzda, Marksizm, böyle çözümlemelerde teorik bir avantaja sahiptir, şöyle ki, Marksizmin metalaşma kavramı, yapısal ve ahlakçı olmayan bir kavramdır. Ahlaki öfke, siyasal eylem üretir; ancak, çabucak soğurulan ve kontrol altına alınan, kendi özel hedeflerini ve konularını başka hareketlerle paylaşmaya pek az eğilimli, çok kısa ömürlü bir tarzda. Oysa siyasal hareketlerin büyüyüp gelişmesinin tek yolu bu tür paylaşmalar ve kaynaşmalardır. Aslında ben, vurguyu başka bir yöne yapmaya teşneyim . Ahlakçı politika, toplumun yapısal olarak bilinip tanımlanmasının engellendiği yerlerde gelişmeye eğilimlidir. Dinsel ve etnik bağların bugünkü etkililiği, sosyalizmin başarısızlığının anlaşılmasının doğurduğu gazap ve bu başarısızlıkla açılan boşluğu, yeni motivasyonlarla doldurma yönünde kör ve umutsuz bir çaba olarak anlaşılmalıdır.
Tüketimciliğe gelince, onun, eğer yerine daha bilinçlice seçtiği bir şey koyacaksa, insanlığın, geçmesinin zorunlu olduğu, tarihsel bakımdan önemli bir yaşam tarzı olduğunun ortaya çıkacağı umulabilir. Ama dünyanın büyük bölümü için tüketimciliğin bağımlılıklarının nesnel olarak karşılanması mümkün olmayacağından, 1960’ların radikal teorisinin yaptığı öngörülü teşhisin, şimdi yeni dünyanın küresel ölçeğinde gerçekleşmesini bulması olasıdır: Kapitalizmin kendisi, doyurmaya sistemin gücünün yetmeyeceği yeni ihtiyaçlar ve özlemler yaratması anlamında, devrimcidir.
Teorik düzeyde ise, daimi yapısal işsizlik, mali spekülasyon ve denetlenemeyen sermaye hareketleri, imaj toplumu gibi bugünün acil sorunlarının (bir başka çağda “yabancılaşmalarıyla” tanımlanabilecekleri bir düzeyin aksine) içerik yoksunlukları ve soyutluklarıyla adlandırılabilecekleri bir teorik düzeyle derinden bağlantılı oldukları söylenebilir. Diyalektiğin daha paradoksal bir düzeyiyle ise küreselleşme ve bilişimselleştirme sorunlarına yeniden döndüğümüzde karşılaşılır. Yeni dünya düzeninin (sağ ya da iş dünyası için olduğu kadar sol için de) politik ve ideolojik olanakları bugünkü dünya sistemindeki otonomi yitimi ve bölgesel ya da ulusal alanların kendi otonomi ve öz yeterliklerini kazanması ya da kendilerini dünya pazarından koparmasının olanaksızlığıyla birleştiğinde, görünüşte uzlaşmaz bir ikilem vardır. Entellektüeller sadece oturup düşünerek bu sorunu aşamazlar. Yeni olanakların taze beklentilerini doğuran, yapısal çelişkilerin gerçeklikte olgunlaşmasıdır: gene de biz en azından, Hegel’in söylemiş olabileceği gibi, “olumsuza tutunarak”, yeninin beklenmedik biçimde ortaya çıkmasının beklenebileceği yer olan tam da bu ikilemi canlı tutabiliriz.
Monthly Review, April 1996, Volume 47, Number 11.
[1] “Ekonomi politiğin eleştirisi”, hiçbir zaman ekonomi politiğin kendisinin anlaşıldığı anlamda bir bilim olmaya niyetlenmemiştir. Yani o, “eleştiri” olarak, teori ve pratik, olgular ve değerler arasında radikal süreksizliği reddederek, eleştiri nesnesinin yanlış temelini ortaya koyar.
[2] Giovanni Arrighi’yi izleyerek (The Long Twentieth Century, London, Newyork, Verso 1994); sırasıyla İspanya-Cenova konağı, Hollanda üstünlüğü, İngiliz İmparatorluğu, ABD hegemonyası ve bundan sonra Japon üstünlüğü olasılığı.
[3] “Söylemsel mücadele”, bu kullanımında, söylemin terimleri ve kurallarının kontrolünü ele geçirmek için mücadele anlamındadır.