Ana SayfaArşivSayı 7Amilcar Cabral’ın Sınıf İntiharı Teorisi ve Devrimci Sosyalizm

Amilcar Cabral’ın Sınıf İntiharı Teorisi ve Devrimci Sosyalizm

Tom Meisenhelder

Çeviri: Ercüment Özkaya

Devrimci sosyalizm için zor zamanlar… Sovyetler Birliği’nin hızlı çöküşü ve dağılışı, Sandinistaların seçim yenilgisi, Küba’da karşılaşılan pek çok sorun ve Afrika’da devrimci Marksizm-Leninizmin ölümü -bütün bunlar, temel fikir ve stratejilerin ciddi bir sorgulamasını zorluyor. Küresel sermayenin neredeyse hiçbir ciddi meydan okumayla karşılaşmaksızın dünya çapında egemenliğini sağlamış gibi göründüğü bir zamandayız. Devrimci sosyalizm yeniden canlandırılacaksa, devrim ve sosyalizm hakkında kabul edilmiş gerçeklerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Ciddi sorular sorulmalıdır. Niçin başarısızlığa uğrayan pek çok devrim seçkinci (elitist) türde yönetimlerle sonuçlanmıştır? Şimdiye dek bu soruya verilen karşılıkların çoğu, akıllıca, yeniden atağa geçen kapitalizmin küresel bağlamına vurguda bulunmuştur, bunun yanı sıra, sosyalist devrimlerin içeriden bir sorgulamasını yapmak da önemlidir.

Sosyalist devrimler, dünya kapitalizminin merkezinden ziyade periferisinde ortaya çıkmıştır. İlk sosyalist devrim, 1917’de, Marx’ın beklediğinin tersine, İngiltere’de ya da Almanya’da değil, Rusya’da oldu. 1949’da yer Çin, 1959’da Küba’ydı, daha yakın yıllarda sosyalizm adına devrimler Güneydoğu Asya, Afrika ve Orta Amerika’da zafer kazandılar. Lenin, Buharin ve daha yakınlarda Samir Amin, gelişmiş tekelci kapitalizmin temel çelişkisinin gelişmiş çekirdek ülkelerle sömürülen çevre ülkelerin arasında olduğunu önermekte belki de haklıydılar. Klasik Marksizm, elbette, sosyalist devrimin çoğunluktaki sınai işçi sınıfının eylemliğiyle gelişmiş ülkelerde olacağını öngörmüştü. Çevre ülkelerdeki devrim ise, tam tersine, işçi sınıfından farklı bir toplumsal eylemlik aracılığıyla meydana gelir ve bu yüzden ikamecilik mantığının tehlikelerini içerir. Sosyalist devrimler tam olarak sanayileşmemiş, üretici güçlerin en iyi durumda (gelişmiş değil) gelişmekte olduğu, sanayi proletaryasının çok küçük, halkın çoğunluğunun köylü ya da tarım işçisi olduğu yerlerde olmuştur. Küresel kapitalizmin mevcut karakterinden, yapısal uyum programları ve yeniden sömürgeleştirmeden kaynaklanan artan sefalet en başta ve öncelikle Üçüncü Dünya’da devrimci durumlar yaratmaya devam etmektedir. Bir kez daha, sosyalizmin geleceği, dünyanın Marx ve Engels tarafından en az incelenmiş bölgelerinde yatmaktadır. Sosyalistlerin küresel kapitalizmin periferisinde bir devrim teorisine ihtiyacı var ve şansımıza, görüşleri doğrudan buna yönelen bir devrimci sosyalist teorisyen de var: Amilcar Cabral.

Amilcar Cabral

Amilcar Cabral Gine Bissau’yu Portekiz sömürgeciliğinden kurtaran ulusal kurtuluş hareketinin devrimci sosyalist lideriydi. Kendisi önemli bir tarihsel aktör olsa da, bu yazıda daha çok, onun periferide sosyalist devrimin genel teorisini geliştirmesiyle ilgiliyim. 1924 yılında Portekiz Ginesinde doğan Cabral, yine Portekiz egemenliğindeki Yeşil Burun Adasında okula gitti, Lizbon’da tarım öğrenimi yaptı.

            Sömürge yönetiminde bir tarım uzmanı olarak 1951’de Gine’ye dönen Cabral, burada ülke çapında bir tarımsal araştırma programını yönetti. Bu iş ona, Gine Bissau’daki sömürgeciliğin sosyo-ekonomik yapısının eşsiz bilgisini kazandırdı. 1954 yılı civarında Cabral, sonuçta PAİGC’e (Gine Bissau ve Yeşil Burun’un Kurtuluşu İçin Afrika Partisi) dönüşecek bir kurtuluş hareketinin kurulmasına yardımcı oldu. PAİGC, küçük, ve çekirdek üyeleri küçük-burjuva memur ve diğer ücretli çalışanlardan oluşan bir örgüttü. Cabral’ın devrimci stratejisi, kitlelerin, büyük teorik ideallerdense pratik maddi sorunlar çevresinde politikleştirilmesini vurgular. Kendisi, trajik biçimde, PAİGC içindeki hoşnutsuzların Portekiz sömürgeciliğinin teşvikiyle önderliğe karşı gerçekleştirdikleri bir darbe girişiminde öldürüldü. Gine Bissau, 8 ay sonra, 1962’de bağımsızlığa kavuştuğunda Cabral bunu göremeyecekti.

Cabral’ın Teorisi

Amilcar Cabral’ın sosyalist devrim teorisi, Marksizmin yöntembilimsel materyalizmine uygun olarak, Üçüncü Dünya’nın gerçek sosyo-ekonomik durumunun kapsamlı bir anlayışına dayanır. Cabral, tarihin temel hareket ettirici gücünün üretici güçlerin gelişmesi olduğunu kabul eder. Belli üretim teknolojilerine dayanan her üretim tarzı, belli bir toplumsal sınıf yapısıyla sonuçlanır. Sömürgeci ekonomiler ve tarım politikacıları ise, üretimin makinalaştırılması ve toprak mülkiyetinin temerküzü yoluyla, yani, üretim tarzını toprağın komünal ya da küçük toprak sahiplerinin el emeğiyle işlendiği bir tarzdan, büyük özel mülklerde yapılan mekanize tarıma dayanan bir tarza dönüştürerek, sömürgelerin iç yapısını dramatik biçimde değiştirirler. Sosyal sınıflar özel mülkiyet ve teknik bilgi üzerinde yükselir. Yüksek maliyetli donanım ve ihraç malları üretimi, yabancı kapitalistleri, onların teknisyenlerini ve ülkenin ekonomik yönelimi üzerinde denetim kazanan yerli müttefiklerini güçlendirir. Sömürgecilik, ayrıca, Avrupai bir yaşam tarzının özümsenmesiyle, yerli kültürlerin ve kimliklerin yadsınmasıyla da sonuçlanır. Emperyalizm, der Cabral, emperyalist bir gücün başka bir toplumun üretici güçlerinin gelişimini denetlediği, böylece, o toplumun tarihsel sorumluluğunu yüklendiği bir sömürü yapısıdır.

            Cabral, emperyalizmin ülkesinin faal üretici güçlerini fiilen değiştirdiğini fark ettiği gibi, ulusal proletaryanın çok zayıf olduğunu da biliyordu. Bugün Gine-Bissau olan sömürgenin halkının çoğunluğunun köylülerden oluştuğunu görmüştü. Kentler gerçek bir lumpen-proletarya ve kırdan yeni gelmiş genç göçmenlerden bileşen “sınıf dışı” bir unsurun varlığıyla karakterize oluyordu. Ülkede, yüksek memurlar ve meslek sahipleri ile küçük memurlar ve çiftçilerin oluşturduğu ikinci bir fraksiyon şeklinde bölümlenebilecek bir küçük burjuvazi mevcuttu. Küçük burjuvazinin “üst” kesimi emperyalist/sömürgeci politikaları benimsemeye eğilimliyken; eğitimi ve sömürgeci ayrımcılık ve emperyalist sömürüye doğrudan maruz kalmasından ötürü, “alt” kesimin ulusal kurtuluş mücadelesine katılması beklenebilirdi. Bu toplumsal sınıfların yanı sıra sömürgede küçük bir komprador elit de bulunabilirdi. Bu elbette, küresel kapitalizmin periferisinde genel olarak yaygın bir sınıf yapısıdır. Kimilerinin teorik dogmatizmine bakmaksızın, periferi toplumları büyük çoğunlukla, köylüler, marjinal sözde kentliler, küçük burjuvazi ve küçük bir ulusal elitten oluşmuştur. Cabral, periferi toplumlarının çoğunlukla köylülerden oluştuğunu, bu yüzden, başarılı bir toplumsal sınıfın en büyük fizik gücünü zorunlu olarak bu sınıfın oluşturacağını anlamıştı.

            Cabral, tekelci kapitalizm çağında tarihin merkezi olayının Üçüncü Dünya ülkelerinde emperyalizme karşı gelişen hareketler olduğunu önerdi. Sadece siyasal bağımsızlık, emperyalizm ve yeni sömürgeciliğin devamıyla sonuçlanma riskini taşırken, gerçek toplumsal değişme üretici güçler üzerinde yerli denetimi kazanmayı gerektirir. Siyasal bağımsızlık kurtuluş savaşının sonu değil, yalnızca, bu mücadele içindeki evrelerden biridir. Her şeyden önce, tarihin kendisi, üretici güçlerin gelişmesi ile belirlenir, öyleyse, halk, ancak kendi üretim teknolojilerinin denetimini kazanarak tarihine yeniden sahip çıkabilir. Bundan azı, basitçe, yeni sömürgecilik demektir. Gine’deki sınıfsal yapı üzerine belirlemeleri Cabral’ı Üçüncü Dünya’ya ilişkin bazı Marksist önermelerin tersine, bu ülkelerde başarılı bir toplumsal devrimi gerçekleştirme yeteneğine sahip tek bir sınıf gücünün olmadığına ikna etti. Cabral, periferi toplumlarında ana toplumsal sınıf çelişkisinin emperyalizmin iç ve dış destekçileri ile bir “ulus-sınıf” olarak kitleler arasında olduğunu ileri sürdü. Bu yüzden, devrim potansiyeli, küçük burjuvazi ve köylülüğü içeren çeşitli toplumsal sınıflar arasında anti-emperyalist bir ittifak kurmakta yatar. Bütünlüğü içinde bu “ulus-sınıf” belki yalnızca siyasal bağımsızlığı hedefleyecektir, ancak, içindeki daha radikal unsurlar öncülüğünde bir toplumsal devrime dönüştürülme şansını içeren siyasal bağımsızlık sürecini başlatma yeteneğine de ancak bu ittifak sahiptir. Sömürge toplumunda bir ulusal burjuvazi ve diğer elitler ile alt küçük burjuvazi ve -Cabral’ın kendisi gibi- devrimin teorik liderliğini sağlamış bir bağlı aydınlar grubunun yer aldığı “alt toplumsal sınıflar” ancak devrimden sonra şekillenecektir. Bu bağlı aydınlar grubu, devrimci sosyalist hedeflere sahip bir işçi sınıfının yokluğunda, özellikle önemli olacaktır.

            Gine’ye özgü bazı özellikleri bir yana bırakırsak, Cabral’ın Üçüncü Dünyanın büyük bölümünde ortak bir sınıf yapısını tanımladığı açıktır. Sosyalist devrimler işçi sınıfının çoğunluğunun yokluğunda yapılmalıdır. Rusya’dan Nikaragua’ya tarihsel sosyalist devrimler böyle gerçekleşmiştir. Üçüncü Dünya devrimcileri “işçi sınıfının bulunmadığı bir topluma işçi sınıfı bilincini yerleştirmelidir”. Nüfusun çoğunluğu, devrimin fizik gücünü oluşturan köylülerdir. Köylüler ise anti-emperyalist olabilirler, ancak ideoloji ve önderlik olmaksızın sosyalist devrimci olabilmeleri pek olası değildir. (Köylüleri sosyalistleştirecek) önderlik hem emperyalizm, hem de devrimci sosyalist teori ile doğrudan ve yoğun ilişki olanağına sahip küçük burjuvazi içindeki bir devrimci fraksiyon tarafından sağlanabilir.

Sınıf İntiharı      

Cabral, periferide başarılı bir devrimci sosyalizmin olanaklılığının anahtarının, ulusal küçük burjuva önderliğin bağımsızlıktan sonraki rolünde yattığını düşünüyordu. Bu önderlik, yeni sömürgeciliğin vaatlerine kanarak sıradan bir siyasal bağımsızlıkla yetinecek midir? Bu önderlik, siyasal denetimini yalnızca devleti egemen sınıf formasyonunun bir aracına dönüştürmek için kullanmakla mı kalacaktır? Böyle olduğu taktirde, siyasal bağımsızlık, üretici güçlerin halk tarafından denetimi olarak tanımlanan gerçek kurtuluşu getirmeyecektir. Eğer ulusçu önderlik, küresel kapitalizm bağlamında basitçe kendi dar çıkarları doğrultusunda çalışırsa, bu küçük burjuva sınıfı belki bir sahte burjuvazi halini alarak, kendisini ayrıcalıklı bir sınıf olarak koruyup yeniden üretecektir. Küçük burjuvazinin bu yöne, yani ulusçu siyasal zaferin ardından önderliğin iktidarını ve ayrıcalıklarını korumaya güçlü bir eğilimi vardır. Oysa, toplumsal devrim, bağımsızlık hareketlerinin küçük burjuva önderliklerinin bir tür “sınıf intiharı” gerçekleştirmelerini gerektirir.

            Devrimci küçük burjuvazinin sınıf intiharı, bu sınıfın toplumsal bir sınıf olarak kendi dolaysız maddi çıkarları için çalışmak yerine, mücadele sırasında pekiştirdiği devrimci bilincin ve devrim kültürünün sesini dinlemek yoluyla gerçekleşir. Önderlik, emekçi kitlelerle birleşme yoluyla, kendi sınıfsal konumunu, ayrıcalıklarını ve iktidarını feda etmelidir. Bu, düşünülmesi bile güç olayın gerçekleşmesi küçük burjuvazi içindeki bazı bölümlerin devrimci bilincinin maddi temellerine ve gücüne bağlıdır. Devrimci önderliğin sınıf intiharı fikri, belki de Cabral’ın günümüzün sosyalist devrimcilerine bıraktığı en önemli mesajdır. Sınıf intiharının olmayışı, başlangıçta sosyalizm adına gerçekleştirilen pek çok sosyalist devrimin ilerici potansiyelini köreltmiştir. Devrimci mücadelelerin liderlerinin sosyalizme geçiş sırasında “eriyip gitmeleri” ve iktidarı bırakmaları romantik bir düşünce olabilir. Böyle bir şey hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir. Ancak, bunun gerçekleşmemesi durumunda, sosyalist devrimlerin gerçek bir sosyalist demokrasiden çok, -ister sözde-sosyalist, ister devlet kapitalizmi olsun- az ya da çok bir otoriter devletçiliğe yöneleceği açıktır. Bir küresel sistem olarak kapitalizmin nihai gücü, kendi sınıf çıkarlarını güçlendirmek için ulus-aşırı kapitalizme uyarlanmayı seçen ulusçu küçük burjuvazinin tutucu kanadının politikalarında yatar.

            Küçük burjuva önderliğin sınıf intiharı nosyonu ilk bakışta gerçekçi görünmeyebilir, ama, Üçüncü Dünyadaki sosyalist devrimler hakkındaki daha yaygın anlayışlardan daha az gerçekçi değildir. Kimileri “gerçek” sosyalist devrimlerin kitlelerin kendiliğinden patlamalarıyla gerçekleşmesi gerektiğini savunur. Bu anlayış, çoğunlukla, devrimlerin biçimsel bir siyasal örgüt ya da kitleler ve siyasal önderliğin siyasal rollerinde bir farklılaşma olmaksızın gerçekleşeceğini ima eder. Buradaki argüman, sosyalizmin hükümet etmeyen bir devrimci hareket olduğunda bile, hatta silahlı mücadelenin yarattığı köklü tutkulara dayandığında bile radikal biçimde demokratik olması gerektiğidir. Bu kendiliğinden bir kitle demokrasisi olarak sosyalizm imgesi, sınıf intiharı fikrinden daha romantiktir. Örgütlenme ve önderlik olmadan hiçbir devrim başarılı olamaz. Sosyalizmin, önderler ve izleyiciler olmaksızın , örgütlenme olmaksızın, yalnızca kitlelerin kendiliğinden hareketiyle gerçekleşeceğini söylemek, sosyalizmin hiç gerçekleşmeyeceğini söylemektir.

            Üçüncü Dünyada sosyalizmin ikinci imgesi, devrimin, önderliği de sadece bu sınıflardan çıkan işçilerin ve köylülerin bir ittifakı tarafından örgütlenen ve yönetilen bir hareket sonucu gerçekleşeceğidir. Bu imge, çok hoşuma gitse de, tarihsel gerçeklikle uyuşmayacak ölçüde romantiktir. Tarihten çıkarılan ders, periferilerdeki sosyalist devrimlerin Çin’de Mao, Vietnam’da Ho, Küba’da Castro ve Che, Nikaragua’da Ortega, Mozambik’te MonDlane ve Machel, Zimbabve’de Mugabe tarafından yönetildiğidir. Köylülerin bilincinin, en iyi durumda büyük toprak sahiplerinin elindeki topraklara el koymayı istemeleri anlamında radikal olabileceğini, Üçüncü Dünyadaki işçi sınıfının çok yeni, zayıf ve -kendinde bir sınıf olarak- henüz toplumsal dönüşümden çıkarı olacak bir toplumsal sınıf olduğunun bilincinde olamayacağını ortaya koyan Marksist sınıf analizi, tabii ki bunun böyle olmasını bekler.

            Üçüncü Dünyanın işçi ve köylüleri, ancak sosyalist teoriyi bilen ve onlara sunabilen bir siyasal önderlikle buluştukları takdirde sosyalist bir güç olabilirler. Pek çok periferi toplumunda, hem Marksizm hakkında bir parça bilgiyi de içeren belli bir eğitime, hem de emperyalizm ve sömürgeciliğin baskılarıyla ilgili bir kişisel deneyime sahip olan tek sınıf küçük burjuvazidir. Her şeyden önce, sosyalizm, eğitim, tefekkür hatta tartışma olmaksızın pek kolay öğrenilemeyecek “bilimsel” bir teori ve tutumdur. Üçüncü Dünyadaki sosyalist devrimlerin küçük burjuvazi içinden geleceği, bir olgudur. Sosyalizmin Üçüncü Dünyaya, sonunda bir sınıf intiharı gerçekleştirecek liderlerin önderliğindeki siyasal örgütlerle geleceğini düşünmekten çok, bunun başka türlü gerçekleşeceğini düşünmek romantiktir. Gerçekçi bir olanak olması için sınıf intiharı, radikal biçimde yeni toplumsal kurumlar şeklinde, küçük burjuva önderliği   iktidarın ayartmalarından koruyacak ve ayrıcalıklı konumlarını terk etmeye yöneltecek aynı derecede maddi bir temele oturtulmalıdır. Bu, inanıyorum ki, kamu görevlilerinin görevden derhal azledilebilmeleri, siyasal liderlere ortalama işçi ücreti ödenmesi, görevlerin dönüşümlülüğü, halk mahkemeleri ve halk milisi gibi, Marx ve Engels’in savunduğu doğrudan demokrasisinin siyasal mekanizmalarının nihai önemini gösterir. Liderlerin görevde bir tür süreklilik kazandıkları, lüks ücretler aldıkları ve bu işler için özel bir yetenek taşıdıkları iddiasına kalkıştıkları an görevden alınacakları kesin olmalıdır. “Sınıf intiharı”, yalnızca iradenin ve bilincin gücüyle gerçekleşmeyecektir. O, ancak, liderlerin maddi deneyimleri radikal sosyalist demokrasinin kurumsal yapıları tarafından biçimlendirildiği takdirde mümkün olabilir. Askeri örgütlenme ve “demokratik merkeziyetçilik”, silahlı mücadele ve iktidarı ele geçirme öncesinin başka aşamaları için zorunlu olabilir, ancak, “devrim sonrası”nın siyasal kurumlarının temelini oluşturmaları kabul edilmemelidir.

            Kurtuluş da, sosyalizm de, devrimci harekete içsel olsun dışsal olsun tüm ayrıcalık hiyerarşilerine son vermeyi gerektirir. Bağımsızlıktan sonra “sınıf intiharı”nı içeren bir sınıf mücadelesinin gerekliliğini öngören ve buna hazırlıklı olan liderlere ve yapılara sahip olmak, kendiliğinden sosyalist bir işçi sınıfı çoğunluğu düşüyle bu mücadelenin ve intiharın gerekliliğini yadsımaktan yeğdir.

 

Monthly Review, November 1993, Vol:45/6    

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar