Ana SayfaArşivSayı 13Tarihsel Materyalist Epistemolojinin Meydan Okuyuşu*

Tarihsel Materyalist Epistemolojinin Meydan Okuyuşu*

Edward S. Reed

Çeviri: Aysel Kara

Marksist epistemolojinin merkezi problemi, insan bilmesine ait yeterli bir teoriyi materyalist bir dünya konseptsiyonu ile uzlaştırmaktır. Marx’ın büyük içgörüsü, böyle bir uzlaştırmanın tarihsel bir materyalizmi (ve dolayısıyla tarihsel bir epistemolojiyi) başarmayı gerekli kılmasıydı. Bu, insan emeğine evrildiğinde insan aktivitesinin tarihin güdüleyici gücü haline gelmesinden dolayı böyledir. Bir bireyin emeği, sosyal araçların ve üretim ilişkilerinin bir parçası olarak varolur, ve bu ilişkiler durağan değildir, tersine sürekli değişirler (Ingold, 1983, 1992; Reed, 1991; Woolfson, 1982). Özgül olarak, her üretim tarzı, tarihsel değişmenin yolunu hazırlayan üretici güçleri yeniden ürettiği kadar da dönüştüren rekabet (competition) tarzlarını somutlaştırır (‘sınıf mücadelesi’, bu tür tarzlardan sadece biridir). Marx’ın dönüm noktası olan tarih görüşü ve nedenleri, şimdiye kadar geliştirilmemiş olan epistemolojik projenin gerekliliğine delalet eder. Emeğin tarihinin içinde ve onunla birlikte evrilen insan bilmesinin tarihsel olarak değişen tarzlarını karakterize etmeye uğraşmak gerekli miydi? Bu soruya Engels ve Lenin’in cevabı kesin bir ‘evet’ idi ve onlar tarihsel materyalist epistemolojileri çözüme kavuşturma girişimlerinde bulundular. Bununla beraber, girişimleri, haklı olarak, fazla mekanik tarzda materyalist olmakla ve insan bilmesine ait görüşlerinin yeterliliğini, materyalizme olan bağlılıklarının sunağında kurban etmekle eleştirildiler.

Son zamanlarda, Timpanaro (1975), Engels’i bu suçlamaya karşı savunmuş, ve sonradan Ruben (1979) tarafından genel bir materyalizm savunusuna dönüştürülen bir Lenin savunusu başlatmıştır. Görüşlerine katılınsın (çok kere benim yaptığım gibi) ya da katılınmasın, materyalizmin bu savunucularının Marksist epistemolojinin temel problemini önemli ve ifşa edici bir tarzda ortaya koydukları kabul edilmelidir. Marksizm ya da materyalizmde hangi pozisyon alınırsa alınsın, Timpanaro ve Ruben’in çalışmaları birlikte bir meydan okumayı oluşturur: doğa ve tarihin her ikisi için de yeterli olan epistemolojik ilkeleri ortaya koymak. Tarihsel materyalist bir epistemoloji, ne bilmede biyolojik faktörleri küçümsemeli ne de kültür ve tarihin önemli ve değişken güçleri olan insan oluşun özelleşmelerini örtbas etmelidir.

Bu bölüm epistemolojik konularla ilgili olmasına karşın, bu tartışmanın amacı pür olarak epistemolojik değildir; tam tersine, amaç, başarılı bir bilişsel psikolojinin gelişiminin yolunda durduğuna inandığım epistemolojik bir bulmacayı aydınlatmaktır. Modern bilişselciliğin, tam tamına, Ruben ve Timpanaro’nun çelişkili ve problematik olduğunu gösterdiği epistemolojik iddialara sahip olmaktan zaafiyet taşıdığını iddia ediyorum. Her ne kadar ‘bilimsel’ olduğu varsayılıyorsa da, modern bilişsel psikolojinin hiç de azımsanmayacak bir bölümü ve ‘bilişsel bilim’ başlığı altında ifade edilen hemen her şey (bak.: Gardner, 1985, ve Reed, 1986), Lenin’in probleminin tersinden mustariptir: bilişselcilerin insan bilmesine ait görüşlerinin yeterliliği idealist bir epistemolojinin sunağında kurban edilmiştir. Bilhassa, bilmenin, zihinsel temsillere sahip olmayı ve bunların manipülasyonunu içerdiği şeklindeki epistemolojik sayıltı (daha fazla açıklama için bak.: Cummins, 1989; Fodor, 1968; Sterenly, 1990), uygun tarzda materyalist ve tarihsel bir bilme teorisinin özgür gelişimini engelleyerek (Still ve Costall, 1991), bir tür deli gömleği işlevini görmüştür. Ruben ve Timpanaro’nun eleştirisini, hem epistemolojik hem de politik olarak genişleterek gözden geçirdikten sonra, tasarımcılığın (representationalism) bilişsel bilimde yarattığı problemlere geri döneceğim.

Meydan Okuyuş I

Kantiyen Tutarsızlıklar

Ruben, materyalist epistemologların temel problemini çeşitli önermelerin öz bir analiziyle ortaya koymuştur. Timpanaro daha diyalektik bir prosedür izler, ve bu yolla daha geniş bir konular alanına temas eder. Ruben’in analizi ile başlayacağım ve sonra Timpanaro’nun çalışmasını, burada sözkonusu edilen problemlerin ne büyük öneme sahip olduğunu göstermek için kullanacağım. Böylece, tartışılan epistemolojik konuların, onları dar akademik tartışmanın ötesine taşımaya uygun hale getiren önemli politik sonuçlara sahip olduğu görülecektir.

Ruben (1979), post-Kantiyen epistemolojinin karmaşıklığını, aşağıda ifade edildiği üzere, birçok iddia arasındaki çelişkiye dönüştürerek, azaltmayı başarmıştır. Birincisi, Ruben’in yorum iddiası (Yİ) adını verdiği şeydir. Bu, bir yargıda bulunmak ya da bilgi iddia etmek için yorumlayıcı düşünce aktivitesini zorunlu olarak önvarsaymayı ifade eder. Bu iddia, modern bilim ve felsefenin her ikisinde de yaygındır (Reed, 1982a, 1989). Örneğin, algı çalışan öğrencilerin çoğu, bir nesnenin algısının, bu nesneden kaynaklanan duyusal girdilerin yorumlandığı zihinsel bir sürecin sonucu olduğunu ileri sürecektir. İlerlemeci dilbilimci ve filozof Chomsky (1980), bütün bir bilgi teorisini, bilmenin, duyusal verilerin kuralla-yönetilen bir yorumuna eşit olduğu fikri üzerine kurmuştur.

Ruben’in de ortaya koyduğu gibi, Yİ, ‘yorumlanmamış bilinebilir veri olamaz’ iddiasıdır. Yİ’nin, herhangi bir bilenden bağımsız şeylerin varlığı ile uyuşmazlık göstermediği (felsefede geleneksel antimateryalist pozisyon) belirtilmelidir; bununla beraber, eğer Yİ doğruysa, hatta eğer bu tür bağımsız şeyler mevcutsa, bunlar bilinemez. Bu, Kant’ın, (yorumlanmış) görünüşleri hariç, ‘kendinde şeyler’in bilinemeyeceği argümanıdır. Gerçekte, Ruben’in de açıkladığı gibi, Kant, şeylerin bilenlerden bağımsızlığını çok dikkatli bir biçimde ifade etmiştir; bu da bize Ruben’in ikinci iddiasını, bağımsızlık iddiası (Bİ) verir: ‘Özde düşünceden ya da bütün yorumlayıcı zihinsel aktiviteden bağımsız nesneler vardır.’

Ruben, hangi Bİ yorumunun izlendiğine bakılmaksızın, Bİ’nin Yİ ile uyuşmaz olduğunu göstermiştir. Eğer Yİ doğru ise, o zaman Bİ’nin doğru olduğu bilinemez; ve eğer Bİ’nin doğru olduğu bilinirse, o zaman Yİ doğru olamaz. Ruben’in terminolojisinde, Bİ’de ifade edilen realist epistemolojinin, Yİ’de ifade edilen idealizm tarafından altı oyulmaktadır. Feuerbach’ın da açıkladığı gibi, Kant’ın tutarsızlığı tam tamına (mekanik materyalist) bir duyumsalcılıkla bir idealizm biçimini (bak.: Lenin, 1908/1970, s. 235) eşzamanlı olarak kabul etmeye çalışmaktır. Lange (1880, C. 2, s. 158), Materyalizmin Tarihi adlı yapıtında, materyalizmin bilimin bütününü kucaklayamayacağını, bundan dolayı algısal psikoloji biliminin (yani, yukarıda betimlenen ikinci yorum) materyalizmi reddedeceğini ileri sürerek, bunu daha açık biçimde ortaya koymuştur. Bir tarihsel materyalist için, ne duyumsalcılık ne de idealizm kabul edilebilir niteliktedir, dolayısıyla Kant’ın çelişkisi, şu ya da bu yolla çözülmekten çok aşılmalıdır. Bu çelişkiyi aşmanın yolunun hazırlanabilmesi, Timpanaro’nun Kantiyen ikilemi politikleştirerek, kaderciler (mekanik materyalistler) ile iradeciler (idealistler) arasındaki mücadeleye dönüştürmesinden geçer.

Meydan Okuyuş II

Eylem, Kadercilik – İradecilik İkiliğini Aşmalıdır

Lenin’in bir epistemolog olarak meziyetlerinden biri, epistemolojiyi politikadan ayırmaktan kaçınmasıydı. Bazı yönlerden kaba olmasına karşın, nesnel gerçekliğin bir ‘yansıma’sı olarak Lenin’in bilgi teorisi, amaçlarını, anlayışlarını ve eylemlerini bir arada vererek devrimcileri eğitmeye kısmen hizmet etti. Bugün, Lenin’in politikası ve epistemolojisinden ileriye gitmemiz gereklidir; ama faaliyet ve yorumlarımız olmaksızın da varolabilecek tarihsel koşulları gözden kaçırmadan. Timpanaro (1975, ss. 63-4) bunu çok iyi açıklar:

benim düşünceme göre, materyalizmin değeri … bilişsel, bir kerede felsefi-bilimsel ve kültürel-politik olmasıdır. Materyalizmi güçlendirmez ve derinleştirmezse … Marksizm, bilimle uğraşanlar ya da pür filozoflarla sınırlı bir felsefe haline gelecektir. Bu sıfatla, refah devleti mitlerini ifşa etmede bir polemik aracı olarak etkili kalmayı sürdürecek, ama devrim öznesi ve devrimin kendisine yol açan güçler (pür olarak iradeci olamayacak güçler) problemine ışık tutmaya muktedir olamayacaktır.

Yukarıda Bİ’deki iddia, realistin, bir şeyin, yorumdan bağımsız varolacağı iddiasından başka bir şey değildir. Bununla beraber Marksizm, bir realizm biçimi olmaktan fazladır, o bir materyalizmdir ve devrimci olanıdır. Timpanaro gibi Marksistler için, yorumlarından bağımsız varolan şeylerden biri sosyal koşulların maddi güçleri, özellikle değişimin güçleridir. Bu bakış açısından, hem Yİ hem de Bİ, kesin bir biçimde politik renk alır. Bİ, düşüncenin soyut ve negatif özgürlüğünü kutlar; gerçeklik tarafından sınırlandırılmamış düşünce ve bu yüzden de, eyleme geçmesine ve kendini gerçekleştirmesine izin verilmeyen düşünce. Bu, modern Batı toplumunun özgürlüğüdür, sadece düşünüldüğü sürece varolan sınırlamalardan özgürlük. Anlamlı eylemin yapıldığı an, modern toplum (ve devlet) kendini ‘öznesiz nesne’ olarak kurar ve kendi normlarında herhangi bir gerçek maddi değişmeyi engeller. Timpanaro’nun (1975, s. 67) haklı olarak ısrar ettiği gibi, ‘iç özgürlük denilen şey, insanın baskıcı sosyal ilişkilerden gerçekten özgürleşmesinden ayrı varolamayacak gerçek özgürlüğün kötü bir ikamesidir’.

Böylece Timpanaro, Feuerbach’ın, duyumsalcılık (mekanik materyalizmin bir biçimi) ile iradecilik (idealizmin bir biçimi) arasındaki Kantiyen çelişki görüşünü yeniden diriltti ve derinleştirdi. Timpanaro’ya göre, bir materyalist, ‘… deneyimdeki edilginlik unsurunu inkar edemez ya da bundan kaçınamaz: bizim yaratmadığımız ama bize kendini dayatan dışsal durum …'(s. 34). ‘Diğer bir deyişle, kesinlikle “veri” olan dışsal dünyadan gelen bir uyaran vardır, buna rağmen bilme süreci verinin sadece pasif bir şekilde alınışı değildir’ (s. 55) Bununla beraber, bu pasif olmayan bilme sürecinin yorumlayıcı faaliyetine vurgu yapanlar yalnızca ‘yanılsamalı ve mistikleştirilmiş bir özgürlüğü’ ararlar, gerçek özgürleşmeyi değil. Maalesef, Timpanaro’nun kendisi de pasif maddi duyum ile aktif düşünsel yorum arasındaki savaşı çözememiştir; bununla beraber, algısal psikolojideki son gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, onun söz konusu problem hakkındaki görüşü olası bir çözüm önermektedir. Timpanaro’nun çalışmasında gözden kaçırılan önemli konsept, dışsal durumdan kaynaklanan farkındalık konsepti korunurken, algının temeli olarak, dayatılan uyaranlar konseptinin reddedilmesidir. James J. Gibson (1966, 1979), tam da, elde edilen uyarımı dayatılmış olanından ayıran, ve uyarımı aktif bir şekilde elde etmenin, çevresi içinde yerleşik olan benliğin nasıl bütün algılamalarının temeli olduğunu gösteren böyle bir algı teorisi icat etmiştir (bak.: Reed, 1988). Gelecek bölümde, Gibson’ın dayatılmış-olmayan farkındalılık teorisi, Timpanaro’nun kaderci-olmayan bir materyalizm projesini tamamlamak için kullanılacaktır.

Mekanik materyalizmden kaçınmaya uğraşan pek çok 20. yüzyıl Marksisti, bir ‘veri’ olduğunu inkar etmeye çalışmış ve bunu yaparken birçok Marksist-olmayan felsefeciyle ve bütün çağdaş idealist takımıyla birleşmiştir (bak.: Ross, 1971). Bütün bu düşünürlerin vurgusu, aktivite ya da ‘praksis’ yoluyla ‘insan kendisini oluşturur’ fikri üzerineydi. Fakat Timpanaro (1975, ss. 56-7), haklı olarak, ‘bilmenin eylemekle dolayımlanmamış bir özdeşleşmesinin Marksiyen olmadığını’, çünkü bu özdeşlik kabul edilirse, ‘gerçekliği bilmenin onu zaten dönüştürmek olduğunu ve bu yüzden, Marksizmden idealizme yani, eylemi lüzumsuz hale getiren praksis olarak bir düşünce felsefesine gerilemeye’ yol açacağını ortaya koymuştur. Bu tür epistemoloji, geçen jenerasyonda, devrimci düşüncelere sahip küçük bir savaşçı kadrosunun salt varlığının tam-ölçekli devrimler üretebileceği şeklindeki fokocu teoriyi kabul eden pek çok Üçüncü Dünya devrimcisinin ölümüne yol açmıştır (Guevara, 1968 ile Chaliand, 1978’i karşılaştırın).

Veriyi, bir durumun önbelirlenmiş sonucu olarak kabul etmek ve vurgulamak kaderciliktir, fakat her durumun gerçekten veri belirleyenleri olduğunu, bazı durumların değişiklik yapmaya ve diğerlerinin yapmamaya müsait olduğunu anlamak yalnızca realizmdir. Doğanın yasaları vardır ve bunlar insan eylemlerini belirler, fakat bu, insanların bu tür yasaların insafına kaldığını ya da tarihin bunlar tarafından önbelirlenmiş olduğunu söylemek değildir. Gine-Bissau devriminin başarılı lideri Amilcar Cabral (1973, s. 86) bunu çok iyi açıklamıştır: ‘Özgürlük için verilen her türden mücadelenin bir grup yasaya itaat ettiğini düşünüyorum. Bu yasaların belirli bir duruma uygulanması, durumun doğasına bağlıdır. Belki bütün yasalar uygulanabilir niteliktedir, fakat belki sadece bazıları ya da sadece biri… Duruma bağlı.’ Diğer yandan, değişen durumlarda sadece düşüncenin rolüne vurgu yapmak ve onu ileri sürmek iradeciliktir, insan düşüncesinin bizzat kendisinin bütün mücadelelerde güçlü bir silah olduğunu düşünmek gene sadece realizmdir.

Mekanik Marksizm, kadercilik yanlışına, bir eylem için uygun hale gelecek, dolayısıyla asla gerçekleşemeyecek nesnel koşullar için bitmeyen ve pasif bir bekleme yanlışına çok kolay düşer. Ancak, praksise vurgu yapan Marksistler kendinde ve kendisi için düşünmenin gerçekliği değiştirebileceğini içeren idealist ideolojiyi teşvik ederler. Bu, entelektüel emekle, o anda karşı karşıya bulunulan pek çok özgürleşme görevi arasında zayıflatıcı bir ayrıma yol açabilir (pek çok modern Batı toplumundaki durumda olduğu üzere) (Sohn-Rethel, 1978). Dünyayı yorumlamanın zaten onu değiştirmenin bir biçimi olduğuna inanan filozoflar, kendilerini kaçınılmaz olarak, halihazırda özgürlük için mücadele edenlerin küçümsemesiyle karşı karşıya bulurlar. Bir Güney Afrikalı devrimci, ‘Dialego’ (1978, s. 15) şöyle der:

Bu, materyalistlerin halkın fikirleriyle ilgilenmedikleri anlamına gelmez. Tam tersine, dünyada onları tam olarak açıklayabilecek insanlar sadece materyalistlerdir. Materyalizmin reddettiği, fikirler ya da onların olayların gidişini etkileyen vazgeçilmez önemleri değildir. Tersine, materyalislerin karşı çıktığı fikirlerin idealist teorisidir, çünkü bu, fikirleri, maddi gerçeklikten bir şekilde bağımsız varolan mistik güçler olarak görür (karşılaştırın: Marx ve Engels, 1845/1976, s. 42).

Yukarıdaki görüşten ortaya çıkan soru yalın ama zordur. Bir tarihsel materyalizm nasıl mümkün olabilir? Yani, sonuçları önbelirlemeksizin, durumları belirleyen yasaları ortaya koyan bir tarihsel materyalizm; ve, aynı zamanda, arzulanan sonuçları teşvik etmede zeki insan aktivitesinin gerçek rolünden sorumlu olan yasaları ortaya koyan bir tarihsel materyalizm; doğa yasalarının değiştirilemez ve karşı gelinemez sonucu olarak ya da mistik irade süreçlerinin sonucu olarak ideolojinin bu ikiz nosyonunu reddeden bir bilim. ‘Doğru bir ideolojiye sahip olmak, kendi koşullarında ne istediğini bilmektir’ der Cabral (1973, s. 88). Realistik bir eylem akışıyla kombine olmuş yeterli bir ideoloji için, Cabral’ın yürüttüğü türden mücadeleyle tutarlı bir epistemoloji geliştirebilir miyiz? Paine ve 1775 Amerika’sından 1989-1991 devrimlerine kadar devrimlerin tarihi, devrimlerin çoğunlukla kendi durumlarında ne istediklerini bilen insan yığınlarının eylemiyle patlak verdiğini, devrimlerin, rehberlik için sürekli başka yere bakan liderler tarafından yönlendirildiğini göstermektedir!

Meydan Okuyuş III

Doğa ile Tarihi Birleştirmek

Doğa bizi Bİ’yi vurgulamaya, içinde yaşadığımız durumun veriliğinin altını çizmeye zorlar. Ancak, insanların aynı durumu değişik şekillerde yorumlaması ve bu tür yorumları davranışlarını yönlendirmek için kullanmasıyla, tarih Yİ’nin gücünü gösterir. Çağdaş psikoloji, bu çatışmanın farkındadır, ama çoğu, Bİ ve Yİ’yi sentezleme girişimlerini, kaba güçten başka hiçbir şeyin üzerinde temellendirmezler. Verinin, uyaranın, sadece verinin dönüşümünün küçük ölçekli bir planını yapma sürecinden sonra bilince girdiği farzedilir. Uyarıcıların bu yorumu ya da işlenme süreci, bireyin biyolojik, sosyal ve kişisel doğasına bağlıdır (bu teorinin, artık klasik olan bir versiyonu için bak.: Neiser, 1967). Ancak Bİ ile Yİ uyuşmaz niteliktedir, dolayısıyla birleşik olduklarını söylemek, onları sentezleme ile aynı şey değildir. Daha açık söylemek gerekirse, modern psikologlar iki uyuşmaz hipotezi eşzamanlı olarak kabul etmekte ısrar ederler: birincisi, bir kişi kendi bedeninin dışındaki dünyanın bilgisine sahip olabilir (Kant’ın Bİ’den miras alınan bir hipotez); ve ikincisi, böyle bir bilgi dünyanın bedene etkilerini yorumlamaya dayanır (Yİ’nin bir mirası). Fiziksel dünya bedensel duyumlara neden olur ve sadece bu beden duyumlarına ulaşma olanağı olan zihin, bu duyumlara neden olan dünyanın neye benzediğini yorumlayacak ya da çıkarsayacak doğuştan getirilmiş ya da kazanılmış bir dizi kuralı kullanır (Rock, 1985).

Ancak, yorumlayıcı zihinsel faaliyeti, duyumlar ile dış dünyanın farkında olma arasına yerleştirmekle, modern psikologlar, insan (zihin) faaliyetini doğanın tamamen dışında tutarak insanlığı doğadan gene ayırırlar. Zihinsel faaliyetin mantıksal/yorumlayıcı yanlarının analizi ile biyolojik yanları arasındaki bağlantısızlık dikkat çekicidir; fakat bu, modern psikoloji teorilerinin yapısından kaynaklanır. Eğer çoğu yazarın son zamanlarda kabul ettiği gibi duyumlar her zaman farkedilemiyorsa, o zaman bunlar çıkarsanmış olmalıdır. Ancak, bu, psikologların, iki önemli değişken olan duyusal girdilerin ve kurala-dayalı yorumlamaların çıkarsanması gereken bir teoriyle çalışıyor oldukları anlamına gelir. Yukarıda bahsedildiği gibi, Köhler, hem zihinsel durumların temelini hem de girdinin dönüşümü ve yorumlanması süreçlerini çıkarsamanın, bilimsel bir felaket olduğunu ortaya koymuştur: hipotezler ile olaylara dayanan sonuçlar uyuşmadığında, kişi kendisini çok fazla değişkene uydurabilir. Bu oyunda sınırlamanın tek kaynağı nörofizyolojidir. Bunun yararlı olamayacağı görülmüştür, çünkü nöral girdi ya da yorum hakkında hipotez geliştirmek isteyen herhangi biri için yeterli yer bırakarak, işlevsel davranışsal süreçler, kaçınılmaz olarak, kendilerine çoklu nöral yapı tarafından hizmet verilen süreçler haline gelir (bak.: Luria, 1973; Reed, 1982b).

Bu idealistik karışıklığın bir sonucu, modern insan deneysel psikolojisinin, pek çok durumda bir tek davranış parametresi ölçmeye indirgenmesidir. Girdiden tepkiye (tepki; tanıma, geri çağırma, görüntüye uyum, seçim ya da bir yargı olabilir) kadar olan zaman ölçülebilir, bunun tersine duyumlar ve yorum ölçülemez (Posner, 1978; Luce, 1989). Dolayısıyla, zihinsel faaliyetin pek çok parametresi hakkındaki mebzul miktarda bütün hipotezlerin arasından kabul edilmiş çerçeve içinde seçim yapmak neredeyse olanaksızdır, çünkü çok az uygun parametre ampirik olarak çalışılabilir.

Bilimsel psikoloji bu tür tutarsızlıkları, sadece zihinsel faaliyeti doğanın alanı içine düşecek şekilde konseptleştirerek aşabilir. Böyle bir teoride, zihinsel süreçler doğal yasalar tarafından belirlenmiş (ama önbelirlenmiş değil) olmalıdır. (Bu, onların tarihsel yasalar tarafından da belirlenmiş olmasıyla bağdaşmaz değildir). Bu tür bir psikolojik teori son zamanlarda, James J. Gibson’ın psikolojiye yönelik ‘ekolojik yaklaşım’ının etkisi nedeniyle geliştirilmeye başlanmıştır. Bu çalışmadan ortaya çıkan eylemin yasaları, ne pür biçimde fiziksel doğanın yasalarıdır (eski davranışçı psikolojilerde olduğu gibi), ne de pür düşünce denilenin yasalarıdır (son zamanlardaki bilişsel psikolojilerde olduğu gibi); onlar, yaşadıkları çevre içine gömülmüş ve yerleşmiş niyetli faillerin yasalarıdır. Yaşadıkları çevrenin içine gömülmüş halleri, faillerin eylemlerini sınırlarken, aynı zamanda bu sınırlılıklar eylem olasılıkları ortaya çıkarır. İnsan bedeninin yerçekiminin etkisine açık olduğu gerçeği benim bu cümleyi yazma eylemimde çok gerçek bir sınırlamadır, ama yerçekimi, bir güçler alanı içinde, kalemi kağıt üzerinde hareket ettirmeyi, dirseğe, önkola ve bileğe yaslanmayı, başparmak ve diğer parmakların hafif salınımlarını kullanmayı geliştirebilmemi de sağlar.

Psikolojide bu teorinin altında yatan ikiz konsept, Gibson’ın eylem için çevrenin ‘olanaklılıklar’ı (affordances) nosyonu ve bu olanaklılıkları özgülleştirmek için mevcut algısal bilgi konseptidir. ‘Çevrenin olanaklılıkları, hayvana ne sunduğu, ne sağladığı ya da ne verdiğidir, (hayvanın) iyiliği ya da kötülüğü için’ (Gibson, 1979, s.127). Görece düz ve katı zemin, kara hayvanlarının hareketine destek vermeye müsaittir, bunun tersine yüzme becerisi ve yapışkanlık suda harekete müsaittir. Bir olanaklılık, ‘her iki yolu gösterir’, hem çevreye hem de hayvana giden yolu. Burada önemli olan, çevrenin olanaklılıklarının hem öznel hem de nesnel olması ve ikisinin de olmamasıdır: eğer bir şey uygun özelliklere sahip değilse (örneğin, baş yüksekliğinde bir sandalye), modifikasyon yapmadan sözkonusu hareket (oturmak) için kullanılamaz. Fakat bir nesnenin bazı olanaklılıklara sahip olduğunu söylemek, ne işe yaradığı ve kimin için olduğu hakkında bir şeyler de ifade eder. Bir olanaklılık ‘eşit derecede hem çevrenin hem de davranışın bir gerçeğidir. Hem fiziksel, hem psişiktir, ancak ikisi de değildir’ (Gibson, 1979. s. 129).

Olanaklılık konsepti, evrimsel biyoloğun kaynakların ontolojisi ile politik ekonomistin kullanım değerleri ontolojisi arasında bir köprü kurar. Olanaklılıklar, herhangi bir hayvanın davranışı için kullanım değerleridir, ve onların değeri herhangi belirli bir hayvanın varlığından bağımsızdır. Oturduğum sandalye, oturmaya olanak verir ve eğer ben burada olmasam ya da ölmüş olsam bile oturmaya olanak vermeye devam edecektir. Genel olarak, ‘organizma hayatı için çevreye bağımlıdır, ama çevre, varlığı için organizmaya bağımlı değildir’ (Gibson, 1979, s. 129). Bir nesnenin bir kullanım değeri vardır, ya da nesne bir üretim aracı olarak vardır, çünkü uygun özellikleri vardır ve bu özellikler verili bir anda kullanılmak zorunda değildir. Marx (1875/1974, s. 341) ‘Doğa tam da … emek gibi, kullanım değerlerinin kaynağıdır’ dediğinde bunu anlamıştı. Kapital‘de (1867/1977, s. 278, n. 7) şöyle yazar: ‘Örneğin yakalanmamış balıkların balık endüstrisinde bir üretim aracı olduğunu iddia etmek paradoksal gibi görünür. Fakat şimdiye kadar, hiç balık olmayan suda balık yakalama sanatını keşfeden hiç kimse yoktur.’ Ne de suda yalınayakla yürüme sanatını keşfeden biri vardır. Olanaklılık konseptinin en önemli özelliklerinden biri, doğanın yasalarının bir hareketin olmasına izin vermediği durumları önererek apaçık olana dikkat çekmesidir. Bir teorinin, bir durumun sınırlarını ayırt etmede bize yardımcı olacak politik implikasyonları açık olmalıdır. Marx’ın kendi politik çalışması, tipik olarak bu tür sınırların kavranma çabasını ve sonra verili bu sınırlar içinde mümkün olduğu kadar radikal amaçları zorlayacak şekilde hareket etmeyi içerir. Örneğin, Marx’ın Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’da demokratik reform ve oy kullanımı üzerine sürekli vurgu yapmasının altında bu strateji yatar.

Bununla beraber, olanaklılığın kendi başına varlığı, onun, farkına varacağımız ya da kullanacağımız bir şey olduğunu garantilemez. (Bütün çabalara rağmen, yeraltında dokunulmadan duran ne kadar petrol olduğu bilinmemektedir.) Olanaklılıkların farkına varmak, çevrenin uygun özelliklerini gözlemciye özgülleştiren ekolojik olarak mevcut bilginin devşirilmesidir. Gibson’ın uyarımda aktif bilgi toplama (devşirme) teorisi, uyarıcıların duyumsal farkındalığa yol açtığı geleneksel teori ile keskin bir zıtlık içindedir. Eğer dünya, kendini bize uyarıcılar yoluyla dayatıyorsa, o zaman zihinsel yaşamımız verili uyarıcıları kendi ifadeleri ile yorumlamada sadece dayatmaya direndiği ölçüde özgür olabilir. Fakat eğer algısal farkındalığın kendisi bir faaliyet ise (zihnin ya da bedenin değil, ama bütün olarak fonksiyon gösteren bireyin faaliyeti ise), o zaman algısal özgürlüğümüz araştırabileceğimiz ve kullanabileceğimiz nitelikteki bilgiye dayanmamızdan kaynaklanır. Bunun salt dünyayı bilmenin onu değiştirmek olduğu görüşündeki pragmatistlerin teorisi olmadığı, bilgi yakalama eyleminin dünyada hiçbir şeyi değiştirmesi gerekmediği belirtilmelidir: bir manzarayı görsel olarak taramak manzarayı değiştirmeyi gerektirmez, ama onu görmek için optik bilgiyi yakalamayı sağlar. Algısal faaliyet anlamlıdır, fakat edimsel eylemi önceler; algı yoluyla kişi, kendini çevreleyen kaynakların farkına varır, ve edim yoluyla kişi bu kaynakları yararlı hale getirebilir ya da değiştirebilir.Gibson’ın (1966, s. 321), teorisini özetlerken çok iyi ifade ettiği gibi:

Algıda alışkanlığın baskıcı gücünü tanıdığımızı varsayalım. İnsanların -kuşkusuz diğer insanların- dünyayı sıklıkla aptal bir koyun gibi algıladığını varsayalım. Fakat bu oldukça kibirli gözlemin bir felsefesini yapmak yanlıştır. Ortodoks algı teorileri bu yanlışı destekler ve bu kitabın bir amacı bunların altını oymaktır. Bu kitap, kendine bakmak isteyen bütün insanlara adanmıştır.

Gibson, aktif algılama sürecine ait yeni teorisine ek olarak, insanların algıladığının ne olduğuna ilişkin konseptsiyonumuzu radikal bir biçimde değiştirmiştir. Algıyı, yorumlama gerektiren -renkler ve sesler gibi- nötr olguların bir farkına varma süreci olarak gören ortodoks algı görüşlerinin tersine, Gibson’ın teorisi, algı yoluyla bizi saran anlamlı bir maddi dünya ile ilişki kurduğumuz bir teoridir. Işık, uzay ya da hareket gibi duyumları ya da fiziksel özellikleri algıladığımızı iddia eden geleneksel algı teorilerinin tersine, Gibson bizi çevreleyen anlamlı nesneleri, olayları, yerleri ve kişileri ve bize ne olanaklar verdiklerini algıladığımızı ileri sürer. Üstelik, Gibson, karasal çevrenin, insan ve hayvanların kendilerini bu olanaklılıklar arasında görsel olarak yönlendirmeleri için yeterli bilgi sağlayacak şekilde ışığı nasıl yapılandırdığını gösterecek kadar ileri gitmiştir. Gibson’ın çalışması, davranışı yöneten ekolojik kurallar ya da yasalar hakkında test edilebilir hipotezler ortaya çıkarmıştır. Bu yasalar, faillerin eylemlerine ve farkındalıklarına olanak tanıyan çevresel olanaklılıkları özgülleştiren bilgi ile ilişkilidir. Gibson ve öğrencilerinin çalışmaları birincil olarak az ya da çok temel eylemler (örneğin; hareket) düzeyinde yapılmıştır, ancak Gibson’ın da çok farkında olduğu üzere, bu fikirler, çeşitli sosyal eylem biçimlerine uygulanmaya da çok duyarlıdır.

Ekolojik psikolojinin bütün bir konsepte ilişkin şemasını burada serimlemek için yeterince yer yok, ve kuşkusuz pek çok detay ekolojik olan geliştikçe değişecektir. Bu yazıdaki amaç bakımından önemli olan, bir bireyin eylemlerinin belirlenmesinde, doğanın rolünü ya da düşüncenin rolünü reddetmeden, doğa ve düşünce ayrımının açık bir reddidir. Bu, farkındalık ve davranışta öznelliğin rolünü kaçırmadan, eylemi sınırlandıran nesnel (ve anlamlı) koşulların varlığını kabul etmemize izin verir. İradecilik ile kadercilik arasındaki dikotomiyi bu başarılı aşmadaki anahtar, Gibson’ın çevresel olanaklılıklar için bilgi teorisidir, zira bu teori, faillerin yerleşikliğinin bilimsel bir tarzda nasıl anlaşılacağını bir an için görmemizi sağlar.

Problemler ve Beklentiler

Burada önerilen pozisyona, yasalara yapılan vurgunun mekanik ya da vülger bir tarihsel materyalizm doğurduğu gerekçesiyle itiraz edilebilir. Her şeyden önce, gerçekte tartıştığım yasalar birincil olarak doğanın fiziksel ya da biyolojik yasalarıdır. Eğer bu tür yasalar tarihin birincil belirleyicileriyse, o zaman bunu bir çeşit teknolojik belirlenimcilik biçimi izler görünmektedir. Hem hümanist Marksizmlerin ve hem de belirli yapısalcı Marksizm biçimlerinin en güçlü saiklerinden biri, toplum yasaları ve tarihsel değişmenin kararlı araştırmasının insan iradesi, çabası ve kültürünü tarihsel materyalizmin dışında bırakacağına olan inançtır (Gouldner, 1980). Ancak, Marx’ın kendisinin de asla vurgulamaktan geri kalmadığı gibi, insan tarihi, daima belirlenmiş koşullar altında amaçlarına ulaşmaya çalışan gerçek bireysel insanların tarihidir.

Dolayısıyla, tarih yasaları araştırması, mücadelelerden ve insan kitlelerinin yaşamlarından ortaya çıkan yasalı ilişkilere ait bir araştırma olmalıdır. İnsan iradesi, çabası ve kültürü, tarihi oluşturan süreçlerin integral bileşenleridir ve bunlar, tarihsel materyalizmden dışlanamaz. Fakat insanlığı, somut kültürel yanları ile [tarihsel materyalizme / ç. n.] dahil etmek, onu eylem yasalarından (evrimleşen hayvanların soyut kapasiteleri), ya da emek gücünün yasalarından (tarihsel insanların soyut kapasiteleri) hariç tutmak değildir. Gerçekte, kültür ile ilgili yasaların araştırılmasının her bir parçası, üretim araçları ile ilgili yasaların araştırılması kadar önemlidir. Cabral (1973), kültürü, bir toplumun üretim araçlarından ortaya çıkan çelişkilerin sentezi olarak tanımlar. Dolayısıyla, -açık bir biçimde üretim araçlarının devrimcileşmesini içeren- herhangi bir özgürleşme mücadelesi, zorunlu bir şekilde, önemli bir bileşen olarak kültürel mücadeleyi de içerir. Örneğin, Gine-Bissau’daki devrimci mücadele sırasında, toplumda daha önceden varolan kadın ve erkek ilişkileri ev ve köy üretim tarzları olarak kırılarak, özgürleşme hareketine entegre olmuştur. Cabral’ın da ilk defa farkedenlerden biri olarak gördüğü gibi, normal kültürel örüntülerin bu geçici yıkımı, geleneksel kültürün baskı örüntülerini, bu örnekte bu örüntü kadına yönelik baskıdır, değiştirme için önemli bir fırsat olabilir.

Psikologlar, Bİ’yi, bilişsel teorinin pek çok varyantının arkasındaki üretici fikir olarak kolayca tanıyacaklardır. Ana akım Amerikan psikolojisi, örneğin, iki insan etkileşimde bulunduğunda, hiçbirinin partneriyle direkt bir ilişkide bulunmadığını öğretir; bunun yerine, farazi olarak her biri diğerinin davranışları, özellikleri ve inançlarına ait bir teori kurgular ve bu teoriyle tutarlık içinde davranır. Psikolojiye yönelik bu yaklaşımın solipsist ve idealist açılımları çok ender olarak geniş bir şekilde geliştirilmiştir, fakat psikologların düşüncelerinin mantıksal açılımlarının reddi, bu açılımları değiştirmez. Bu idealist ve solipsist eğilimlerle el ele giden şey, günlük yaşamdan aşırı bir uzaklaşmadır. Gerçekten, ayrıntılı ayırdetme, tepki hızı ve yapay uyarıcıların algılanması ve onlara tepkiyle ilgilenen binlerce çalışma mevcuttur. Bunun tersine, ev, okul ya da işyerindeki günlük faaliyetlerle ilgili sadece bir elin parmakları kadar çalışma vardır. Büyük ölçüde, en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde deneysel psikologlar, okul, ev ve işyerlerindeki fonksiyonların çalışmasını sosyal çalışmacılara, ergonomi araştırmacılarına, gelişimcilere ve diğerlerine ‘bırakma hakkı’na sahiptir.

Böylece, ‘insan faaliyeti’, ‘psikoloji laboratuvarlarında ölçülen zihinsel durumlar’ anlamına gelmektedir -ve bu da, tepki hızı varyasyonlarından biraz daha fazlası anlamına gelmektedir. Psikolojinin, Cabral’ın insanları kendi durumlarında analiz etmeye yaptığı vurgunun daha çoğuna ihtiyacı varken, bilişselci ve praksisçi teorisyenlerin ‘insan eyleminin dönüştürücü gücü’ne yaptıkları boş vurguya ihtiyacı çok daha azdır. Psikolojide bilişselcilik, epistemolojide tasarımcılık, antropolojide ve Marksizmde insan eylemine yönelik idealist yaklaşımlar, bütün bunlar, her günkü yaşama ait yeterli bir psikolojinin geliştirilmesinde büyük engellerdir, çünkü bunların yol gösterici sayıltısı, psikolojinin, zihindeki şeylerin bir çalışması olduğudur. Tarihsel epistemoloji ve ekolojik psikoloji, zihinlerin her günkü dünya içinde nasıl biçimlendiğinin bir çalışması olan bir psikoloji olasılığını vurgulamak üzere bir araya gelebilirler. Marx ve Engels’in açıkladığı gibi, biz kendimizi oluştururuz, ama kendi seçtiğimiz koşullar altında değil. Kendini oluşturmaya giden günlük süreçlerin çalışıldığı psikolojinin zamanı geldi.

Sonuçlar

Düşünce ve doğayı uzlaştırarak, değişikliğin ortaya çıkmasında yasa ve insan amacının nasıl birlikte çalıştığını göstererek, hem Bİ hem de Yi’yi aşan bir tarihsel epistemoloji geliştirilebilirse, o zaman biri kaderci, diğeri iradeci olarak evrilen ‘iki Marksizm’ de aşılabilir. Kaderci Marksizm, doğayı tarihin güdüleyici gücü olarak ele alır (ya direkt olarak ya da teknik ya da ekonomik belirlenimcilik yoluyla), bunun tersine iradeci Marksizm insan düşüncesi ve iradesini bütün maddi değişikliğin arkasındaki itici güç olarak ele alır. Ama nasıl düşünce doğanın bir parçası ise, doğa da iradeyi içine alır. Tarih maddi ve zihinsel nedenlerin bir karışımı değildir, fakat insan eyleminin kombinasyon ve ayrışmalarının sonucudur. Tarih ne kaderci bir biçimde önbelirlenmiştir, ne de iradi olarak değişmeye açıktır; tersine, tarih, ön-kurulmuşluğu olmaksızın belirlenmiştir ve hiçbir kişi ya da grubun akışı üzerinde tam bir kontrolü asla kuramamasına karşın, insan fail tarafından modifiye edilir. Tarih, kaynaklar için yapılan yoğun sosyal rekabetlerin sonucudur, sonuçta ortaya çıkan şey, bu rekabetin tek tek faillerinin herhangi birinin amaçlarından farklı olabilir. Herhangi bir birey ya da grubun, ne kadar ‘devrimci’ olursa olsun, toplumu değiştirmeye katkısı, bütün insanlar için nihai hedefi önceden-kurmak olamaz. (Tersi de doğrudur: en güçlü reaksiyoner güçler bile, kendi isteklerine tamamen uyması için durumun sonuçlarını önbelirleyemez.)

Marksizm, bütün entelektüel hareketler (burjuva demokratik olanları dahil) gibi, yukarıda betimlenen rekabetin dışında olan belirli bir dizi amaca ayrıcalık verme eğilimindedir. Buradaki analizden hareketle, teorik bir duruştan bu, kabul edilemez niteliktedir -ve kabul edilemez olduğu pratik olarak açıkça kanıtlanmıştır. Lenin ve Troçki, 1917-1919’da Rusya’ya belirli bir hedefler dizisini dayatmak için Kızıl Orduyu organize ettiklerinde, çevrelerindeki korkunç ortamdan dolayı mazeretleri vardı: Müttefik istilaların şiddetli bir iç savaşa yol açması. Onyıllar boyunca demokratik bir tartışmanın konusu yapılmadan dogmatik bir tarzda ulaşılan hedefler, giderek dayatıldıkları insanlar nezdinde somut anlamını yitirmiştir. Rusya’nın bugünkü liderlerinin, önceki dönemdeki fikirler kadar olumsuz ancak bu kez ‘piyasa’ üzerine olan fikirleri, onları benimsemeyen ve onlardan yararlanmayacak bir topluma hedef olarak dayatmaya bel bağlamış görünmeleri sorunlu olmak yanında derin bir ironi içeriyor. (Kaç Rus, ‘özelleştirilmiş’ devlet girişimlerinden alışveriş yapacaktır?) Şu andaki liderlerin bu dayatmacı felsefe için, büyük iç savaşla karşılaştırılabilecek bir mazeretleri yoktur ve hedeflerinin öncekiler gibi boş olduğu büyük olasılıkla görülecektir.

Bir toplumu demokratik yoldan değiştirmek için, mümkün olduğunca çok insan, kendi bireysel hareketlerinin, onaylayabilecekleri ya da onaylayamayacakları sonuçlara yol açan sosyal güçler ile nasıl kombinasyona girdiğini görmek zorundadır. Psikologlar ve diğer sosyal bilimcilerin rolü, kişisel edim ile sonuçta ortaya çıkan arasındaki bağlantıyı, sadece bireyin kendisi için değil ama diğerleri için de görünür hale getirmeye yardım etmektir. Bir dizi sonuç ya da hedefi, insanların çoğunun sürece girmesinden önce ayrıcalıklı olarak koyma girişimleri, tam da başarılmak istenen hedeflerin altını oyacak bir prosedürdür.

Çalışmalarını Yİ üzerine temellendirmiş olan modern bilişselciler ve diğerleri, hiçbir potansiyel sonucun gerçek olmadığına ve bütün bunların gerçekte bireysel zihinlerdeki inşalarda varolduğuna inanmaktadırlar. O zaman her bir ideal ya da hedefin eşit (ya da o hedefi kim gözetirse gözetsin eşit derecede geçerli) olduğu, fakat dünyada etkinliği olan hedef olmadığı söylenebilir. Bu belki de, modern toplumun, pek çok insanın önemli hedefleri hem tasavvur edemediği hem de başaramadığı koşulları yaratma yeteneksizliğine doğal bir tepki olabilir. İdeallerimizi başarmamızı engelleyenlerin bizden güçlü olduğu gerçeği, ideallerimizin asla gerçekleşmeyeceği anlamında yorumlanmamalıdır.

Marx, insan eylemini doğal ve ideal olanın biricik kombinasyonu olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu anladı. Eylemlerimizin önbelirlenmiş bir doğanın hareketinin örüntülerine mekanik olarak indirgenmesi kaderci ümitsizliğe yol açar; ve iradecinin insan düşüncesinin özerk yaratıcılığına olan inancı bir mittir, fakat statüko için uygun bir yoldur, çünkü sosyal değişmeye yol açan gerçek güçlere karşı bizi körleştirir -insan eylemini koşullara karşı mücadelede kullanma girişimi bizim kendi seçimimiz değildir. ‘Gotha Programının Eleştirisi’nde (1875/1974, s. 341) Marx, doğanın insan emeği kadar zenginlik kaynağı olduğunu açıklar: ‘Burjuvazi, yanlış olarak, emeğe, doğaüstü yaratıcı güç yüklemek için pek iyi temellere sahiptir; çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.’ Kapital‘de (1867/1977, s. 748) daha etkili bir biçimde ifade etmişti: ‘Eğer işçiler havayla yaşayabilselerdi, onları hiçbir fiyata satın almak mümkün olmazdı.’ İşin nesnel koşullarını kontrol edenler daima, ister Kapital adına isterse Marx adına, geri kalan hepimizi, kendi hedeflerinin nesnel olarak önemli hedefler olduğunu kabul etmeye, ve kendi fikir ve hedeflerimizin sadece öznel inşalar olduğunu görmeye zorlamışlardır. Yİ’nin ideolojisi, malsahiplerinin gücünün sadece bir yanılsama maskesi olduğu düşüncesiyle ve kendi fildişi kulelerimiz içindeki kendi yanılsamalı hedeflerimizin yaşam ve iş koşullarını kontrol edenlerinki kadar gerçek olduğuyla teselli etmeye çalışmaktadır. Gerçek bir özgürleştirici psikoloji, insanların kendi fikirlerinin gerçekliğini anlamalarına, ve yaşamımızın öznel koşullarında bile kendi seçimimiz olmayan koşulların başat olduğu süreci anlamalarına yardım etmek için, bu maskeyi delip geçmeye çalışmak zorundadır.

 

 

Kaynaklar

Berlin, I. (1969) Four Essays on Liberty, New York: Oxford University Press.

Cabral, A. (1973) Return to the Source, New York: Monthly Review Press.

Chaliand, G. (1978) Revolution in the Third World, Harmondsworth: Penguin.

Chomsky, N. (1980) Rules and Representations, New York: Columbia University Press.

Cummins, R. (1989) Meaning and Mental Representation, Cambridge, MA: M.I.T. Press.

Dialego (1978) Philosophy and Class Struggle, New York: Imported Publications.

Fodor, J. (1968) Psychological Explanation, New York: Harper-Row

Gardner, H. (1985) The Mind’s New Science, New York: Basic Books.

Gibson J. J. (1966) The Senses Considered as Perceptual Systems, Boston: Houghton-Mifflin.

Gibson J. J. (1979) The Ecological Approach to Visual Perception, Boston: Houghton-Mifflin.

Gibson J. J. (1982) “The Concept of the Stimulus in Psychology”, E. S. Reed R. K. Jones (eds) Reasons for Realism: Selected Essays of James J. Gibson, Hillsdale, NJ: Erlbaum’de yeniden basıldı (Birinci basım: 1960)

Gouldner, A. (1980) The two Marxisms, New York: Oxford University Press.

Guevara, E. (1968) Guerilla Warfare, New York: Vintage Books.

Ingold, T. (1983) “The architect and tha bee: Reflections on the work of men and animals”, Man 18: 1-20.

Ingold, T. (1992) “Epilogue”, K. Gibson T. Ingold (eds) Tools, Language, and Cognition in Human Evolution, New York: Cambridge University Press içinde.

Köhler, W. (1913/1971) “On unnoticed sensations and errors of judgement”, M. Henle (ed.) The Selected Papers of Wolfgang Köhler, New York: Liveright içinde.

Lange, F. A. (1880) The History of Materialism, 3 vols. London: Routledge Kegan Paul.

Lee, D. N. (1980) “The Optical Flow Field: the Foundation of Vision”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London, B, 290: 169-78.

Lenin, V. I. (1908/1970) Materialism and Empirio-critisism, Foreign Languages: Peking.

Luce, R. D. (1989) Reaction Times, New York: Oxford University Press.

Luria, A. R. (1973) The Working Brain, Harmondsworth: Penguin.

Marx, K. (1867/1977) Capital, vol 1, New York: Vintage.

Marx, K. (1875/1974) “Critique of the Gotha Program”, K. Marx, The First International and After, New York: Viking içinde.

Marx, K. Engels, F. (1845/1976) The German Ideology, Moscow: Progress.

Merleau-Ponty, M. (1944/1962) The Phenomenology of Perception, London: Routledge Kegan Paul.

Neisser, U. (1967) Cognitive Psychology, New York: Appleton-Century-Crofts.

Posner, M. I. (1978) Chronometric Explorations of the Mind, Hillsdale, NJ: Erlbaum.

Reed, E. S. (1982a) “Descartes’s corporeal ideas hypothesis and the origin of scientific psychology”, Review of Metaphysics 35: 731-52.

Reed, E. S. (1982b) “An Outline of the Theory of Action Systems”, Journal of Motor Behavior 14: 98/134.

Reed, E. S. (1986) “Review of Gardner (1985)”, Isis 77: 530-2.

Reed, E. S. (1988) James J. Gibson and the Psychology of Perception, New Haven: Yale University Press.

Reed, E. S. (1989) “Theory, Concept, and Experiment in the History of Psychology: an Old Tradition behind a ‘Young’ Science”, History of the Human Sciences 2: 333-57.

Reed, E. S. (1991) “Cognition as the Cooperative Appropration of Affordances”, Ecological Psychology 3: 135-58.

Rock, I. (1985) The Logic of Perception, Cambridge: M. I. T. Press.

Ross, J. J. (1971) The Appeal to the Given, London: Allen Unwin.

Ruben, D. H. (1979) Marxism and Materialism, Brighton: Harvester.

Sohn-Rethel, A. (1978) Intellectual and Manual Labor: a Critique of Epistemology, London: Macmillan.

Sterelny, K. (1990) The Representational Theory of Mind, Oxford: Blackwell.

Still, A. Costall, A. (eds) (1991) Against Cognitivism, Brighton: Harvester.

Timpanaro, S. (1975) On Materialism, London: NLB.

Vaihinger, H. (1924) The Philosopy of ‘As If’, London: Routledge Kegan Paul.

Williams, R. (1973) “Base and Superstructure in Marxist Theory”, New Left Review 82:3-16.

Wolf, E. (1982) Europe and the People without a History, Berkeley: University of California.

Woolfson, C. (1982) The Labour Theory of Culture, London: Routledge Kegan Paul.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar