Ana SayfaArşivSayı 13Aydınlanma Düşüncesi ve Batı Marksizmi

Aydınlanma Düşüncesi ve Batı Marksizmi

 

Mustafa Serdar

 

Giriş

 

Günümüzde, Marksizme dair insan vurgulu bütün sorular karşısında Marksizmin bilim, felsefe, politika bütünlüğünden başka bir şey olduğunu ifade etmek, Marksizmin pratik olarak doğrulanması ihtiyacından başka bir sonuca yol açmıyor. Ama “Marksizm, ne insan karşısında gerçekleştirdiği tutumunda, ne de yine insan bağlamlı olan refah ve üretim konusundaki pratiklerinde kendini doğrulayabilmiştir”. Marksizmin ne olduğu sorusuna verilen cevaplarda görülen ve insana indirgenmiş üretim ilişkileri anlayışında beliren sorunsal, Marksizme artık ihtiyaç kalmadığına işaret ediyor. Bu, insanı üretim ilişkileri içerisinde tanımlayan Marksizmin artık kurtulunması gereken bir politika stratejisi gibi algılanmasıyla ve ideolojik okunmasıyla sonuçlanıyor.

Bireyin Rolü

Batı Marksizmini bireylerden arındırıp öyle değerlendirmek gerekiyor. Günümüzün politik ve ideolojik eğilimlerinin çeşitli tezlerini bir keyfilik ve nedensizlik barındırıyormuş gibi algılamak ya da teorik önermeleri bireylere bağlamak açıkça yanılgılara yol açıyor. Bunun dışında hiçbir teorik tartışma rastgele seçimlerle ya da bireylerin bazı basit yanılgılarıyla belirlenemiyor. Batı Marksizminin bir dönemde hakim olan yönelimleri benimsemesinde tarihsel geriye dönüşler önemli görevler üstleniyor. Ama ifade edilen tezleri, yalnızca popüler söylemlerden etkilenen bireysel varoluşlarla açıklamak bir yana, ifade edildikleri bireyden de net çizgilerle ayırmak gerekiyor. Bireylerin konumlanışlarına ilişkin değerlendirmeler, konjonktürel ya da ideolojik dahi olsalar, eğilimlerin teorik arka planı hakkında bize yardımcı olamıyor.

Bugün karşı karşıya olunan politik yönelimlerin incelenmesi karşımıza Marksizmin reddederek var olduğu problemli kurallar sistemini çıkarıyor.

Aydınlanmanın Etkisi

Batı Marksizminin teorik temeli, Aydınlanma felsefecilerinin toplum ve insanla kurdukları ilişki bağlamında, kültür, ideoloji ve estetik teorilerine dayanıyor. Dünyanın özgür birey üzerine kurgulanması, Aydınlanma düşüncesinin teorik temeli saymak gereken; bireyin özerkliği, sözleşme, eşitlik, evrensellik, hoşgörü, özgürlük gibi zaten ideolojik kavramlara dayanıyor. Özgürlük ideolojisinin doğal olanla insanal olanın iç içe geçmesi biçimindeki tezahürü, idealizmden kesinlikle ayrılamayacak olan felsefi ve yasal çerçevenin (üretim ilişkilerinin) evrensel gereksinimlerini benimseyen bugünkü siyasal ideolojilerin hümanist eğilimlerine yön vermiştir.

Popüler ideolojik bir semptom Marksizmin günümüzdeki geçerliliği üzerine konuşurken Marksizmin aydınlanma düşüncesinin çocuğu olduğunu söyleyebilir. Bu nedenle Marksizmin sırf genetik aidiyeti gereği aile değerlerine arkasını dönmemelidir. Hazırcevap bir ideolojik tutum, bu semptoma Marksizmin aydınlanma düşüncesiyle ilişkisi olmadığını, çünkü onun hiçbir zaman aydınlanma tasarımının içinde yer almadığını ifade edecektir. Bu cevabın teorik arka planı doğrudur.

Batı Marksizmi, Aydınlanmanın evrensel insan özgürlüğü üzerine kurulu olan felsefesiyle ilişkisini Marx’ın gençlik yıllarında kullandığı özgürlük, yabancılaşma gibi terimlerden türettiği insan ideolojisi aracılığıyla kuruyor. Yanı sıra sosyalizmlerin tarih öncesi denilen “sosyalizm deneyleri” de, Batı Marksistleri tarafından bireysel özgürlüğün vazgeçilmez kanıtı olarak anlaşılıyor. Çünkü, “sosyalizm deneyleri” tezlerin geçersizliğini kanıtlamış oluyor.

Batı Marksizmi Marksizmin krizinden söz ederken yüzünü Aydınlanma düşüncesinin eşitlik, özgürlük, hoşgörü gibi kavramlarına dönüyor ve Marksizmin krizini Marksistlerin Aydınlanma düşüncesinden kopuşuyla açıklıyordu. L. Goldmann’a göre, eğer Marksistler Aydınlanma değerleriyle Marksizmi tekrar birleştirebilirlerse Marksizmin krizi sorunu önemli ölçüde çözümlenebilecektir. Bu krize günümüze kadar geldiği biçimiyle ilk işaret eden K. Korsch’tu ve Marksizmin krizini Lenin’le ya da Bolşevik devrimiyle başlatıyordu.

Aydınlanma düşüncesi ya da tarih felsefesi (çünkü tarih felsefesi terimi de Voltaire’e aittir) ile Marksizmin II. Enternasyonal’dan sonraki ilişkisi 1917 Devrimine bir tepki olarak ortaya çıkıyordu. Hem Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci hem de K. Korsch’un, Marksizm ve Felsefe adlı eseri bu nedenle tesadüf sayılmamalıdır. Marksizmin, Gramsci tarafından tarihi dönüştürecek bir eylem felsefesi olarak kabul edilişi de aynı dönemdedir. Korsch’un Lenin’e saldırısı özgürlük ve felsefe kavramlarını temel alıyor.[1] Korsch, Lenin’i felsefeyi içeriğine hiç aldırmadan arkasını dönmekle eleştirdikten sonra şunları söylüyor: “[Proletarya diktatörlüğü] Rusya’da bugün sözüm ona ‘proletarya diktatörlüğü’ adı altında ayakta tutulan manevi baskı sisteminden hem de üç ayrı yönden farklı anlama geliyor. […] Birincisi proletaryanın üstüne uygulanan değil, proletaryanın diktatoryası söz konusudur […] bu şekilde anlaşılan ‘bir ideolojik diktatoryanın’ en özden görevi, kendi kendisinin maddesel ve ideolojik nedenlerini ortadan kaldırmak ve böylece kendini fuzuli ve olanaksız kılmaktır […] [böylece] her birey için akıl-ruhsal özgürlüğün koşullarını yaratır […] Sosyalizm, kendi hedefleri açısından tüm yörüngesi boyunca özgürlüğü gerçeklik haline getirmenin mücadelesidir.”[2]

Marksizmle doğrudan ilgi kuramamış olan düşünürlerin önemli eserlerinin I. Enternasyonal’in dağılmasının ve II. Enternasyonal’in ardından kaleme alınmış olması önemli bir rastlantıdır. Durkheim’ın eserleri 19. yüzyıl sonuna; Croce, Weber, Lukacs, Korsch ve Gramsci’nin eserleri 20. yüzyılın başlarına rastlıyor. Weber’de (ve başka biçimlerde Durkheim’da) görülen tarihsel sosyolojinin “insandan yola çıkan, tarih ve topluma insan etkinliklerinin, insani ide ve değerlerin yön verdiği bir alan”[3] olarak kavranan yönteminin Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki izlerini bulmak ya da “Feuerbach’ın tarih kavramına dönen”[4] Gramsci’nin, tarihçi ve filozof olarak bugünün tarihini yapan insan özdeşliği kavramlarında Croce dolayımını bulmak zor değildir. Weber’in tinselci tarihsel sosyolojisi, G. Lukacs’ın şeyleşme ve sınıf bilinci bağıntılı eş özne-nesnesi, Gramsci ve Croce’nin ortak-duyulu toplumu, daha önce Saint-Simon, Owen ve Fourier’in tezleri, ilkesel bakımdan ayrılık taşımıyor ve tarihsel bir oydaşmayı gösteriyor.

Bu anlamda sorun, Marksist olan ölümlü Marx’la bu saydığımız düşünürler arasında cereyan eden bir sorun olmaktan ziyade, Marksizmle idealizm arasındaki bir sorun olarak anlaşılmalıdır. Şu nedenle: bilginin ya da bir yöntemin kavranması bireysel olarak açıklanabilir, ama bunun için bilginin ve yöntemin tamamen tarihi bir ürün olduğunu yadsımamız gerekiyor. Anderson’un, eserinde bireylerin özgül durumlarına yaptığı vurgunun bu nedenle düşmesi gerekiyor. Gözünü Aydınlanma düşünürlerinden hiç ayırmayan ve Lukacs’ın izinden giden L. Goldmann, bilimsel bir toplumbilimin gerçekleştirilmesi ve insanbilimlerindeki nesnellik sorununda “Durkheim, Max Weber ve Lukacs’ın tutumları arasında hiçbir ayrılık yoktur” der.[5] Fakat, “onlar [Durkheim ve Weber] insanbilimlerindeki özne ve nesnenin özdeşliğini, insanbilimlerinin doğa için sonuçlarını, ayrıca bu bilimlerin kullandığı yöntemleri iyi bilmediklerinden, bu yetersiz nesnellik kavramını yalnızca düşünürün zekasına, kavrayışına ve dürüstlüğüne bağlıyorlardı. Bu sorunu [özne – nesne özdeşliğini] açık bir biçimde ortaya koyma başarısını G. Lukacs gösterdi”[6] diyen Goldmann aslında, Marksizmin, Lukacs tarafından yapılan Weberyan açıklamasını kabul ediyor.

Siyasal ideolojisiyle Fransız aydınlanmasının ilkelerinden hareket eden, ve Weber ve Croce gibilerinin tezlerini benimseyen Batı Marksizminin kuramı esasında Hegel’in sistematiğinden etkilendi.

Marksizmin, Hegelci kuramı sahiplenen bir versiyonu olan Batı Marksizmi, tarihi kaçınılmaz özgürlüklere doğru hareket eden teleolojik bir süreç biçiminde kavradı. Hegel’in mantığından çıkarsanarak oluşturulan ve Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci‘nde esaslı karşılığını bulan şemaya göre, Marksizmin belirleyici özelliği, bilinçli insan öznesi ve -Hegelci terminolojide sivil toplum kurumları olan- nesnel yapılar arasındaki karşılıklı ilişkinin açık hale getirilmesiydi. Bu da, işaret edilen sosyal yapıları insani bilinçliliğin biçimlerine indirgeme olarak idealist eğilimdeki karşılığını üstyapı ve bütünlük kavramlarında buluyordu. Aslında bu, “laikleştirilmiş Hegel” ile 1844 Elyazmaları‘nın üzerinden, Marksist yönteme bireysellik kuramının dahil edildiği anlamına gelir. Marksizmde hiçbir zaman bireye, özne insana ait bir kuram yer almamıştır.

Böyle bir bireysel kuram Gramsci’de tanımlanıyor, ” ‘Tarih’, Gramsci için insanın kendi etkinliğine yol açtığı ve insan düşüncesinin bilincine vardığı Tin’in tözünün ta kendisidir. Öyleyse, Hegelci dil kullanarak, doğanın tarihinin insanı bize ‘kendinde’ (tohumun özü durumunda) Tin olarak verdiği, ama ‘kendinde ve kendi için’ (somut olarak gerçekleşen ve kendi birliğine doğru yönelen) Tin durumuna, ancak yapıcısı olduğu insan tarihiyle geldiği söylenebilirdi.”[7] Gramsci, bilinçli olarak kendini değiştirirken toplumu da değiştiren, tarih yapan insan özneden bahsediyor: “İnsan praksis ve bilinçti” ve “bireylikte yansıyan insanlık (…) etkin ve bilinçlidir. (…) Eğer bizim öz bireylerimiz [birey, öbür insanlar, doğa] bu ilişkiler bütünlüğüyse, kendimize bir kişilik yaratmak, bu ilişkilerin bilincine ermek anlamına gelir; kendi öz kişiliğimizi değişikliğe uğratmak bu ilişkiler bütünlüğünü değişikliğe uğratmak anlamına gelir.”[8] Bu vurgu, Marksist insan-tarih anlayışının dışında olduğu gibi, Marksist yöntemi de Hegel tarafından kavramsallaştırıyor, insanı bilinçli, somut varlık olarak kabul ediyor. Gramsci’nin (ve tabii Sartre’ın da) karıştırdığı, Marx’ta kolektif emek olarak tanımlanan meseledir. Bireyi mevcut emek sürecinde bile hiçbir zaman dikkate almayan, sürekli olarak üretim sürecinde kitlelerin ortak gücünün yaratılmasından söz eden Marx, bireyin üretim sürecindeki varlığını dahi, kolektifleşen emek süreci yoksa dikkate almıyor ve gençlik eserleri dışında bireyin kendi kendini kavramasından uzak duruyor.[9] Bilinçli tarihsel bireyleri varsaymamız için, Marx’ın tanımladığı kapitalist üretim tarzını yok saymamız ya da bireyleri somut varlıklar olarak algılamamız ve Marksist yöntemin bireysellik kuramına indirgenebileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Fakat insan, Marx’ın yönteminin içinde ne bilinçli bir şey, ne de emek gücünün kişileşmiş sembolüdür.

Marx, bireyin üretim ilişkileri ile olan ilişkisini şöyle tanımlıyor: “Kişiler ekonomik kategorilerin temsilcileri oldukları, belirli sınıf ilişkileri ile sınıf çıkarlarını kişiliklerinde topladıkları ölçüde ele alınıp incelenirler. Toplumun, iktisadi biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci olarak gören benim görüşüm, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne denli çok çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden, herhangi bir başka görüşten daha az sorumlu tutar.”[10] Bu aynı zamanda Marx’ın insan anlayışını da yansıtıyor. Marx’ı tersten okuyup şöyle mi demeliyiz: Günümüzde tüm insanlar ideolojik bombardıman altında, kapitalist ideolojiyle beslenerek sınıfsal çıkar ilişkilerini üzerlerinde gereğinden fazla toplamışlardır ve bu nedenle, yaratmış oldukları üretim süreci içerisinde incelenebilirler.

Lukacs, “bireyin toplumla gerek pratik gerekse düşünce düzeyinde doğrudan cebelleşmesi yaşamın doğrudan üretimi ve yeniden-üretimi”dir[11] derken Marx’ı tersten okuyup tek tek “insanların kendi yarattıkları” gerçekliğe ulaşıyor. Bu bireysel cebelleşmeyi şeyleşmede düğümlenen bir kültür ve uygarlık sorunuyla birleştiren Lukacs, kapitalizm ve şeyleşmeyi insanı insanlıktan çıkaran bir kazana benzetiyor ve Schiller’in, “Toplumun insanlıktan çıkardığı, paramparça ettiği, farklı kısmi sistemler arasında böldüğü insan, düşüncede yeniden birleştirilmelidir”[12] önermesinde kendini gösteren idealizmine sahiplenerek birey-insandan kültür, estetik, sanat gibi kavramlara ve öznenin aydınlanmasına yöneliyor.

Aydınlanma düşüncesi, özgürlüğün felsefesi ve ideolojisi üzerine kurulmuştur. Sorun, Marksizmin, önceli olan Aydınlanma düşüncesinden ne ölçüde yararlandığı değil, felsefi kategorilerle bir bilim olarak mücadeleye girişen Marksizmin, Aydınlanma düşüncesini ne ölçüde içinde barındırdığı biçiminde anlaşılmalıdır.

Marx hiçbir zaman, öncellerinin kendisine gösterdiği bilgiyi reddetmiyor. Felsefesinin ideolojik kavramlarını derinleştirmek yerine, tarih felsefesinde olmayan bilgi nesnesi ile gerçek nesne ayrımını yapıyor. Marx bütün bir tarihi değerlendirirken, eski üretim ilişkilerinin şeceresini değil, asıl olarak bunların “modern burjuva toplumu içindeki eklemlenme şekilleri”nin incelenmesi gerektiğini söylediğinde[13], Aydınlanmanın diline çok doladığı özgürlük gibi ideolojik temaların yanında eşitlik ve eşitsizliğin yeni üretim ilişkilerine eklemlenme biçimine de vurgu yapıyordu. Aydınlanmacıların tarih felsefesi, bugünün özgürlüğü diyerek geçmiş üretim ilişkilerini eleştirirken, Marx burjuva sisteminden hareket ederek ona eklemlenmiş ya da birikmiş olanları eleştiriyordu. Oysa Gramsci, bütün üretim ilişkilerinin eklemlendiği kapitalizmdeki birey-insana ya da Lukacs, aynı şartlar altındaki proletere kurtarıcı gözüyle bakabiliyordu. Eğer, “Tarihi gelişim ve ilerleme denen nesne genel olarak, en son biçimin kendisinden önce gelenleri kendisine doğru tırmanan basamaklar olarak görmesi olgusuna dayan[anacaksa, ve] Bu biçimin ise ancak nadiren ve belli koşullar altında kendi kendini eleştirmesi mümkün olacağından (…) kendinden öncekileri kavrayışı da daima tek yanlı olacak[sa]“[14] ve yine Marx’ın deyimiyle, burjuva ekonominin, önceki ekonomi biçimlerini eleştirisi Protestanlığın Katolikliğe yönelttiği eleştirilerden ayrılmazsa, Gramsci’nin ortak-duyulu insanlarının veya Lukacs’ın özdeş özne-nesnesinin tarihi bütünlüğü/burjuva sistemini kavraması, Katoliklerin Protestanlara yönelttiği eleştiriden farklı olmayacaktır. Yani mezhepler nasıl birbirlerini kökenden kopmakla eleştiriyorsa, başkaldıranların eleştirisi de ancak, ‘kökenine, sistemin buyurduğu eşitlik ve özgürlüğün ilkelerine dön’ şeklinde olacaktır.

Aydınlanma düşüncesinin öne sürdüğü ideolojik kavramlar, en başta özgürlük ideolojisi olmak üzere, tarih felsefesinin kategorileri olarak, felsefe yapan, bilen, algılayan öznenin, tarih yapan bilinci içinde yer alıyor. Bu nedenle, Aydınlanmanın ilkelerini önemli ölçüde benimseyen Batı Marksizminin felsefesi, Hegel ve Genç Marx’tan başlayarak Lukacs ve Frankfurt Okuluna kadar izi sürülebilecek olan insan ideolojisinin en yetkin bileşenidir. Frankfurt Okulu teorisyenlerine Marksizmi eleştirmenin yöntemini gösteren Lukacs’ın Marx’ta karıştırdığı, tarihin bütünlüğü sorunuydu ki, bu sorun, Hegelci biçimde kavranınca, gerçek nesne – bilgi nesnesi ayrımı da ortadan kalkıyordu: “Proletaryanın kendisi tarihsel gelişmenin bilinçli duruma gelen çelişkisinden başka bir şey değildir. […] Bilinç burada, kendi karşısındaki-nesneye yönelik bilinç olmayıp nesnenin kendine-yönelik bilinci olduğundan bilinçleşme edimi bilincin nesnesine özgü nesnelliğin biçimini altüst eder”[15] diyen Lukacs’a göre, işçinin meta olarak kendi kendine yönelik bilinci, tam olarak “burjuva toplumunun yapısal çekirdeğinin bilinci”[16] olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada Lukacs için, sınıf mücadelesinin temel sorunu yatmaktadır. Lukacs’ın kendinden sonrakilere işaret gösterdiği kavşak burada beliriyor: Kendi kendisine yönelik bilinç, yani eş özne-nesne ortaya çıktığında, “kapitalist ekonomiye ‘ebedi yasaların’ boşa çıktığı, diyalektik hale geldiği ve böylece gelişmelerin kaderine ilişkin kararları insanların bilinçli eylemlerine bırakmak zorunda kaldığı an”[17] da ortaya çıkıyor. Bunlar söylendiğinde, bilgi nesnesi – gerçek nesne ayrımı, yerini tamamen ideolojik düzeye, felsefi bilincin belirleyici özelliğine bırakıyor. Marksist çelişki Hegelci çelişkiye dönüşerek içten belirlenmeye başlıyor. Antagonizma da doğal olarak ortadan kalkıyor. Bilgi nesnesi gerçek nesneye dönüşüyor, çünkü kendi kendini doğuran kavramda beliriyor.

Lukacs’taki, proletaryanın pratikleşmiş sınıf bilinci, yine sınıf bilincinin oluşma sürecinin kaçınılmaz ve bütünleyici öğesi olarak bütün bir toplumu koruyucu işlev görüyor. “Bütünlük kategorisi, kendilerini gerek içerik, gerek bilinç açısından, özel nesnelere yöneldiği görülen eylemlerde bütünsel bir değişme özlemini koruyucu işlev görüyor; kısacası, eylem nesnel olarak bütün’ü dönüştürmeye yöneliyor.”[18] Buna göre, proletaryanın tarihsel varoluşunun yapısı ile toplumsal bütünlüğün yapısı arasında dolaysız koruyucu bir ilişki kurulur ve proletarya varlığını anbean toplumsal bütünlüğe verir. Yani, “Toplumsal tümlük ile onun tarihsel varoluşu arasındaki ilişkinin bir dolaysız varoluşla ilişkili olması, bu ilişkinin dolaysızın kendisi olduğunu imler. Başka deyişle: tarihsel varoluşun yapısı öyledir ki, bütünün tüm öğeleri bir ve aynı zamanda, bir ve aynı şimdide, her zaman birlikte var olurlar ve bu yüzden de birbirleriyle, bir ve şimdi içinde çağdaştırlar.”[19] Ve özgürlük, kapitalizmin yasalarına karşı bütün proletarya ile birlikte toplumda da aynı anda gerçekleşir. Çünkü proletarya, toplumsal bütünün tüm yaşam süreçlerinin bağlantısını kuran ve “tarihsel gelişmenin bilinçli duruma gelen çelişkisinden başka bir şey değildir”[20].

Aydınlanmanın ve tarih felsefesinin tarihselci hümanizma ya da insanal ilişkiler kavramlarıyla Marksizmin ilişkisi, iki önemli düşünür Lukacs ve Gramsci tarafından kuruluyor.

Batı Marksizminde sınıflar üretim sürecinde üretimi yaratan bireyler olarak kavranır. Lukacs, “tarihsel bütünlüğü” proletaryanın bilincine indirgeyerek tarihin bir ilerleme, kendi kendini dönüştürme olduğu düşüncesine yönelir. Öğretmeni olan Weber’e kuramsal olarak Marx’tan daha çok şey borçlu olan Lukacs’ta “sınıf, Hegelci tarzda tarih yapmak olayının öznesi olarak, bir toplumsal oluşumun yapılarının kalıtımsal oluşturucu ve dönüştürücü unsuru olarak alınır (…) özne-sınıfın, kendi için politik sınıf biçiminde örgenleşme süreci, kavramın Hegelci tipteki tarihselciliğine tümüyle uymaktadır. Sınıflara ilişkin bu aynı anlayış, Goldmann ve H. Marcuse gibi yazarlarda da bulunmaktadır”.[21]

Lukacs’a göre tarih, proletaryanın toplumun bütününe yönelik kurtuluş eğilimiyle tanımlanmalıdır. Çünkü proletaryanın diğer toplumsal kesimlerden ayrımı, doğrudan doğruya nesnesi ve öznesi olduğu eylemsel sürecin bütün toplumun özlemlerini temsil etmesindedir. Proletarya tarihi ilerletir… O halde, kapitalizmin bir nesne olarak incelenmesine ihtiyaç kalmıyor. Proleter bireyin, kendi kendinin bilincine vararak kapitalizmle nasıl çarpıştığının incelenmesi yeterli olacaktır. İşçi kendi varlığının bilincine varabilir, ama bir bilinçsiz köle sadece rastlantı sonucu bile bilgi edinse, bu hiçbir zaman bilinçli ve bilinçsiz köle ile özgür birey arasındaki nesnel toplumsal durumu değiştirmez. Ama bir işçinin meta olarak kendi kendinin bilincine varması toplumsal bir gerçeklik olarak pratikten yapısala doğru bir dönüşümü başlatır.

Bu konuda Marx ve Marx’a dayanan Althusser bambaşka şeyler söylüyor. Eğer, özgür köle ile köle ve efendi arasında hiçbir fark olmamasına rağmen işçi bireyin “bilgisinin nesnesi” burjuvanın bakışına karşı egemen konuma geçiyorsa işte o zaman bu bütün bilince içselleşiyor. Bütünlük, daha başka bir deyişle bütün bir üretim ilişkileri tarihinden çıkarsanarak, bilince varmanın kendi tarihiyle tanımlanıyor daha doğrusu tarih proleter bireyle başlatılıyor. Ama Lukacs’ın, Marx’ın bulanık formülasyonlarını aynen benimsemesi dışında, uzun bir kariyere sahip olmasına rağmen, orijinal bir proleter tanımının olmadığına da dikkat etmek gerekiyor. Çünkü Lukacs’ın militanca kullandığı proleter teriminin nemenem bir şey olduğu tanımlanmaya muhtaçtır. “Kollektif sermaye, yani kapitalist sınıfı ile kolektif emek, yani işçi sınıfı”[22] ifadesi ise, toplumu net olarak ikiye böldüğünü gösteriyor. Ama yaşadığı dönemler dikkate alınırsa “burjuva” sayılmayan herkesin kollektif emek yani işçi sınıfı kapsamına alındığı da kabul edilmelidir. Dolayısıyla bireyin bilinçlenmesi esas alınırken, mükemmel bir ideolojizmle, bilinçlenmeyi dosdoğru öncesiz olarak kavrıyor. İşçi birey her şeye kendi kendinin bilinci ile başladığına göre Lukacs’ın “Birey her şeyin ölçeği hiçbir zaman olamaz”[23] ifadesinin hiçbir karşılığı kalmıyor. “İnsanın kendisi tarihin diyalektiğinin temelidir ve özne-nesne denen özdeşlik işte bu temelde yer alır. İnsan diyalektik süreci (bu özdeşlik yüzünden) kesin sonuçlu olarak yaşıyor”[24] ifadesi ise devrimciliğe işaret etmekten uzakta duruyor. Çünkü toplumsal gelişme olarak diyalektik bütünlük, eş özne-nesne olan proletaryada temsil edildiğinden, proletarya mevcut bütünsel yapıyı pratiğinden ayrılamayan bilgisiyle dönüşüme uğratır. Yani proletaryanın bilinci “gerekli, kaçınılmaz ve bütünleyici bir öğedir”.[25] “[Düşünce ve varlık’ın] özdeşliği, bunların gerçeklikteki bir ve aynı tarihsel diyalektik sürecin momentleri olması… Proletaryanın bilincinde ‘yansıyan’ şey de kapitalizmin diyalektik çelişkilerinden kaynaklanan bir pozitif, böyle bir yeni’dir; ama bu hiçbir zaman proletaryanın kendi keşfettiği veya ‘yaratılmış’ bir şey olmayıp gelişme sürecinin kendi bütünlüğü içinde ulaştığı kaçınılmaz bir sonuçtur.”[26] Bu durumda proletaryanın kendine özgü ve özerk bir tarihinin olduğu varsayılıyor. Ama bu varsayım daha önce diyalektiği kesin sonuçlu ve somut olarak bir bütünde yaşayan, insan-bireyden yola çıkıyor. Bireylerin toplamı olan toplumdan söz ediyor.

İnsan kendi bakışıyla nesnel temeli olduğu diyalektiği ve toplumu açıklayabiliyor, ama (işte burada Lukacs’tan, Gramsci’ye bir bağlantılandırma yapabiliyoruz) bu insanın daha önce bütün içerisine somut olarak yerleştirilmesi gerekiyor.

Gramsci’ye göre tarih, insan tarihi, insan doğası ve toplumsal ilişkiler bütünüdür. “İnsan nedir? Sorun, öyleyse her zaman ‘insan doğası’ ya da ‘genel olarak insan’ sorunu denilen sorundur, (…) ‘insan doğası’nın ‘toplumsal ilişkiler bütünlüğü’ olduğu yanıtı, en doyurucu yanıttır; çünkü oluş fikrini içerir.”[27] Gramsci burada, selefi Croce’den dinsel etkilenmesini ve hümanizmayla etkilenimlerini gösteriyor. Bu nedenle, onun, Marksizmin felsefesini hümanizma olarak adlandırmasında sakınca yoktur. Bu nedenle, Gramsci, insanın olmadığı bir tarihin, insani ilişkilerin olmadığı bir tarihin dışında, bilgi nesnesinin dışında[28] ya da Marx’ın deyimiyle, “insandan önce de doğanın olduğu gerçeği”nin dışında duruyor. Althusser’deki kitleler ve sınıf mücadelesi kavramı yerine, Gramsci’de insanın insanla savaşımından oluşuyor tarih. O halde her şey insanın oluşturduğu kavranmış tarih olarak bilinç halinde kategorik ayrıma tabi tutulmuş olan eylemdir. “Tüm kılgılar ‘gerçek’ tarihsel kılgıdan doğmuş gibi düşünülebilir: felsefe hatta bilim ve dolayısıyla Marksizm de gerçek tarihin ‘anlatımı’ olarak düşünülebilir.(…) Bu yolda, Marksizmin tüm tarihsici yorumlamalarının kuramsal önkoşul olarak gerektirdiği şu sonuca varılır: Marksist tümlüğün Hegelci tümlüğün bir varyantına dönüştürülmesi.”[29]

Gramsci ve Lukacs’ın temel ortak yanları Hegelci bütünlük fikri oluyor. Bu iki önemli Marksistteki bütünlük fikrinin Marksizmi bilim nesnesinden yoksun bıraktığı görülüyor. Ancak önemli olan, bu düşüncenin günümüzdeki karşılıkları, hümanizma ve bütünlük kavramları aracılığıyla doğrudan iktidar kavramına yansıyor.

Batı Marksizminin Doğuşu

Batı Marksizmi olarak anılan kültür kuramı aslında Marx’ın hümanist ve tarihselci yorumudur. “Marx’ın bu hümanist ve tarihsici yorumlanmasının hangi koşullarda doğduğunu ve hangi koşulların onu yeniden canlandırdığını kesin olarak biliyoruz. O, 1917 Devrimini hemen önceleyen dönemde ve her şeyden çok da onu hemen izleyen yıllarda, II. Enternasyonal’in mekanisizm ve ekonomizmine karşı yaşamsal tepkiden doğdu. Bu bakımdan tarihsel meziyetlere iyedir.”[30]

P. Anderson’a göre; I. Dünya Savaşından Stalin’in ölümüne kadar olan sürede Batı Marksizmi teorik dönüşümünü tamamlamıştır. II. Dünya Savaşında Sovyetler Birliği’nin galip devletler arasında yer almasıyla, çevresindeki ülkelerin Sovyetler’in “yardımıyla” sosyalizme geçişleri, Batı Avrupa ülkelerinde dengeleri sarstı. Batı Avrupa ülkelerindeki militer diktatörlükler yerlerini parlamenter demokrasilere bırakırken, kapitalist ekonomi süreğen bir dinamizm kazandı. Şimdi Anderson’un sözlerine dönelim: “Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da proletaryayı vesayeti altına alan baskıcı bürokratik rejimler Stalin’in ölümünden sonra art arda bunalımlar yaşayıp bazı düzenlemeler yaptılar, ama toplum yapılarına hiçbir temel değişiklik getirmediler. Devletin sistematik bir silahı olan tedhiş bırakılmış, ama popüler başkaldırma hareketini bastırmak üzere silah zorundan vazgeçilmemişti. (…) Devrimci teori işte bu değişik dünya ortamında, geçmişte kazandığı anlamla bugün ‘Batı Marksizmi’ diye adlandırabileceğimiz gelişmeyi doğuran dönüşümü tamamladı.”[31] Anderson’un anlattıkları Batı Marksizminin meşruiyet kazanmasının tarihlendirilmesidir aslında. Yoksa Batı Marksizminin gerçek doğuşunu anlatmıyor. Önemli bir tarihsel durumu, Aydınlanma ile Marksizm arasındaki tarihsel karşılaşmanın, kültürel odaklaşma, bilinçlilik ve bireysel özgürlük gibi ideolojik alandaki bir momentini işaret ediyor. Batı Marksizmini II. Enternasyonal’dan, hatta Genç Marx’tan itibaren Marksizme karşıt bir eğilim olarak başlatmak gerekiyor.

Bir kültür kuramı, estetik ideoloji ve etik kavramsal bir bütünlüğün ifadesi olan Batı Marksizminin apaçık tarihsel tarafgir varlığını Karl Korsch tam cepheden ilan ediyordu.

Korsch, Viyana kapılarına dayanan ve geri püskürtülen barbar Türkler söylemine benzeyen bir ifadeyle, “Kendi kendini tahrif edilmemiş Marksist felsefenin kurucusu diye ilan eden ve (…) Batı’nın kapılarını zorlayan bu Leninist-Marksist felsefe, Komünist Enternasyonal’in bağrında Lukacs’ın, benim ve öteki Batı Avrupa Komünistlerinin yazılarında, tam tersi eğilimle karşılaşınca”[32] diyerek, Marksizmin ne olduğuna ilişkin önemli bir tarihsel katkıda bulunuyordu.

Korsch’un yorumu, Lenin’le temsil olunan “Sovyet Marksizmi”ne bir tepki olarak görünse de, aslında öncelikle politikanın dışlandığı ve Marksizmin bir toplum teorisi olarak tanımlandığı Batı Marksizminin Hegelci tarihselciliğinin çarpışmaya hazır varlığının kanıtıydı.

Aydınlanma felsefesinin ardından puslu bir bakışla ilerleyen Batı Marksizminin, tam olarak II. Enternasyonal’le açıkça başlayan kriz dönemiyle birlikte, hem kendini hem de Marx’ın eserlerini anlamaya dönük çabası, Marx’tan geriye doğru, ama Hegel’e uzanan Aydınlanma değerlerine dönüşle sonuçlandı.

Fakat bu hareket, 1917 Devrimi ve ardından Stalinli Sovyet Devrimiyle birlikte, deyim yerindeyse ideolojik reaksiyoner bir eyleme girişerek Marksizmin insansız yönünü insanileştirmeye, terbiye etmeye yöneldi.

Althusser ve Batı Marksizmi

Batı Marksizmi, Marksist kuramdan ziyade, Marksizmin erken ideolojik yönelimleri üzerine kuruludur; teorik güvencelerini ya genç Marx’ta ya da idealizmde arar. Ama Komünist Manifesto‘nun Marx’ına yönelmek yerine siyasal pratikler aradığı sosyologlara yönelir. Tamamlanmamış olan Marksizmi hemen hemen hiç eleştirmeden çelişkisiz kabul ederek saf insan malzemesiyle harmanlar. Bu insan kuramından oluşmuş olan felsefi ideolojik yönelimi, “laikleştirilmiş Hegel” sistematiği olarak tanımlamakta herhangi bir sakınca görmemek gerekir.

Batı Marksizmi, laikleştirilmiş Hegel’le tanımladığı Marksizmi, burjuva yaratılış kavramı olan özgürlükle aynılaştırıyor. Aydınlanma düşüncesinde egemen olan özgürlük kavramı, Batı Marksizmi tarafından olduğu gibi kabul ediliyor. Koşulların yaratığı olan insanlar, “ne yaptığını bilen” özgür bireylere çevriliyor.

Althusser’in, Gramsci, Lukacs, Korsch ve Sartre’ın çalışmalarına yabancı olan kavramları, Marksizmin belirdiği alanın açıklığa kavuşmasına katkıda bulundu. Bunlardan en önemlisi olan teorik hümanizma kavramı Lenin sonrasındaki Hegelci biçimlerden sıyrılmanın yolunu açtı.

Althusser, dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geliyor; yani Marksizmin ne bir tarihselcilik ne de hümanizma olduğuna işaret ediyor. O, Marksizmi bütün öncellerinden ayıran, bütün özgürlük kuramlarından ayıran bilim kıtasına vurgu yapıyor ve “insan kavramına anlamını verenin aslında felsefe ve ideoloji olduğu”nu belirtiyor. Althusser’in Marksizmin Aydınlanmacılarına verdiği yanıt ise onların Marksizm adına özgürlükten bahsettikleri her anda aslında burjuva pratik ideolojilerin teorik ideolojilere tercümesini yaptıkları yolundadır. Althusser, Lukacs’ın “dilinden düşürmediği proleter” için, “proletere bir kez ‘tarihi yapan insandır’ dedikten sonra er geç yolundan saptırılabilir, silahı elinden alınabilir”[33] derken sonuna kadar haklıdır. Tarihi yapan bütünsel insandan açılan söz, insanın özgür gelişimiyle ve varlığıyla, hukukla ve azad edilen devrimci sınıfla sona ermez mi? Althusser, Batı Marksizminin sakızı olan insan ve özgürlük kavramlarının felsefi, daha doğrusu ideolojik bir laftan ibaret olduğunu söylüyor.

Althusser, “Marksizmin, bir hümanizm olmasından daha fazla bir tarihsicilik olmadığını ileri sürmek istiyorum; birçok bakımlardan hem tarihsiciliğin, hem de hümanizmin aynı ideolojik sorunsala bağımlı olduğunu ve kuramsal bakımdan konuşulursa, Marksizmin tek bir devinim içinde ve onu yerli yerine oturtan eşsiz epistemolojik kopuntu dolayısıyla bir antihümanizm ve bir antitarihsicilik olduğunu ileri sürmek istiyorum”[34] diyor ve insan sorusunu ortadan kaldırıyor.

Batı Marksistleri ile Althusser’in temel ayrım noktalarından biri, Marksizmin asla bir ekonomi politik teorisi ya da kapitalizmin genel yasalarının saptandığı bir analiz kuramı olmadığıdır. Çünkü Marx’ın teorisi “yalnızca klasik iktisatçıları değil, fakat ekonomist (burjuva) yanılsamayı da eleştirmek kararında olduğunu söylemek istiyordu. Bir yandan üretim faaliyetini ve değişimi (ekonomi) öbür yandan toplumsal sınıfları, siyasal mücadeleleri vb. özenle ayıran burjuva yanılsamasını eleştirmek istiyordu. Marx kapitalist üretim, dolaşım ve dağıtım (yani sözde tüm ekonomi) koşullarının tümüne, toplumsal sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesinin sızdığını ve egemen olduğunu göstermek istiyordu”[35] Marksizm ancak böyle kavranırsa sosyolojist ve ekonomist anlamalardan uzak durulabileceğini söylüyor Althusser.

Batı Marksizmi Marx’ı eleştirmemiş, onunla yüzleşememiştir. En azından Marx, doğrudan eleştirilmemiştir. Eleştiriler “Bolşevik Devrimi”, “Sovyet Marksizmi”, Lenin, Stalin ve Stalin’i oldukça ciddi bir üslupla eleştiren Althusser ya da sosyalist ülkelerdeki devlet-insan / toplum ilişkilerinden dolaşarak gerçekleştirilmiştir. Eğer epistemolojisinin içine girebilseydiler, hiç kuşku yok ki Marx’ı eleştireceklerdi. 

Marksizmin Aydınlanmacı yanını temsil eden Batı Marksizmini, bir coğrafyalar bütününde yaşayan düşünürlerin düşüncesi olarak tanımlamak yerine, insan ve kültür kuramı, yani Marksizmi insan özgürlüğünün doğal yasalarının kavranması şeklinde anlayan bir anlayış olarak tanımlamak gerekiyor. Bu nedenle, sadece yaşadığı coğrafya bakımından Batı Marksistleri arasında sayılmak gereken Althusser’i, temel yönelimleri ve kullandığı kavramlar anlamında Batı Marksizmi içerisinde kabul etmek doğru değildir.

Althusser, gerçek “madde”sinin her türlü sınıf karşıtlığını üstbelirleyen (böylece de somut biçimlerini belirleyen) ideolojik dolaylandırmalardan [36] oluşur önermesindeki üstbelirlenim kavramıyla ve politikasızlığıyla[37] Batı Marksizminin sınırlarına adım atmış olsa da, asıl mücadelesini Batı Marksizminin hümanizm ve bütünlük gibi kavramlarına karşı vermiştir. Bu anlamda, Batı Marksizmiyle Althusser’in kavramlarını birbirinden çıkarsamaya girişirken rastgele bir seçim yapmak yerine, bütünlük kategorisinde toplayarak ele almak gerekiyor.

 


[1] K. Korsch, Marksizm ve Felsefe, Çev.: Yılmaz Öner, İstanbul 1991, Belge Yay., s. 117.

[2] A. g. e., s. 130-31.

[3] R. Arond, “Max Weber’in…”, Çev.: Doğan Özlem; Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İstanbul 1994, Anahtar Kitaplar Yay. içinde, s. 191.

[4] A.g.e., s. 165.

[5] L. Goldmann, İnsan Bilimleri ve Felsefe, Çev.: A. Timuçin, F. Aynuksa, 2.Baskı, İstanbul 1998, Toplumsal Dönüşüm Yay., s. 44.

[6] A.g.e., s. 42-43.

[7] J. Texier, Gramsci ve Felsefe, Çev.: Kenan Somer, I. Baskı, Ankara 1985, Birey ve Toplum Yay., s. 76-77.

[8] Gramsci’den aktaran a.g.e., s. 122-23.

[9] K. Marx, Kapital, I. Cilt, Çev.: A. Bilgi, , Ankara 1987, Sol Yay., s. 340.

[10] A.g.e., s. 18.

[11] Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev.: Y. Öner, İstanbul 1998, Belge Yay., s. 169.

[12] A.g.e., s. 231.

[13] K. Marx, Grundrisse, Çev.: Sevan Nişanyan, İstanbul 1979, Birikim Yay., s. 180.

[14] A.g.e., s.177.

[15] Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, s. 283.

[16] A. g. e., s. 284.

[17] A. g. e., s. 284.

[18] A. g. e., s. 280.

[19] L. Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: C. A. Kanat, İstanbul 1998, Belge Yay., s. 133.

[20] A. g. e., s. 283.

[21] N. Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Ş. Süer, L. F. Topaçoğlu, İstanbul 1992, Belge Yay., s. 54.

[22] Lukacs, a.g.e., s.284.

[23] A.g.e., s.303.

[24] A.g.e., s. 298.

[25] A.g.e., s. 319.

[26] A.g.e., s. 319

[27] A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: Kenan Somer, İstanbul 1986, Onur Yay., s. 238-39.

[28] Bu konuda bak.: Ali Osman Alayoğlu, “Bilim – Politika Sorunu Açısından Gramsci”, Teori ve Politika / 10, Bahar 1998

[29] L. Althusser, Kapital’i Okumak, s. 188-89.

[30] A. g. e., s. 166.

[31] P. Anderson, Batı’da Sol Düşünce, Çev.: Bülent Aksoy, İstanbul 1982, Birikim Yay., s. 43.

[32] K. Korsch, Marksizm ve Felsefe, s. 109.

[33] L. Althusser, John Lewis’e Cevap, Çev.: Müntekim Ökmen, Ankara 1987, Verso Yay., s.31.

[34] L. Althusser, Kapital’i Okumak, s. 165.

[35]L. Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Yusuf Alp, Mahmut Özışık, 2. Baskı, İstanbul 1989, İletişim Yay., s. 66.

[36] E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, I. Baskı, İstanbul 1992, İletişim Yay., s. 113.

[37] Althusser’in politikasızlığı ya da politikası konusunda bak.: Metin Kayaoğlu, “Çulhaoğlu’nun Binamaz Marksizmi”, Teori ve Politika, S.11, Yaz 1998, s. 66.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar