Ana SayfaArşivSayı 40Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin...

Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin…

Metin Kayaoğlu

1. Giriş

Kıvılcımlı’nın kişisel komünist nitelikleri önünde teslim olmaktan, ayrışan politik nitelikleri karşısında meydan okumaktan, teorik niteliklerini edinmekten kaçınmamak…
 
Hikmet Kıvılcımlı (doğumu 1902, ölümü 11 Ekim 1971) hala eşsiz niteliklere sahip biri. Türkiye’nin en uzun süre hapis yatan sosyalisti unvanını yakın zamanlara kadar  korudu. Mücadeleci, kavgadan yılmayan ve davaya katı bir şekilde adanmış kişiliği, disiplinli yaşamı, çalışkanlığı ve üretkenliği, işkencehanelerde devrimci tutum alma konusunda bütün mücadele dönemi boyunca en önde olan konumu, kesin inançlı oluşu, ve bu niteliklerini 50 mücadele yılı boyunca korumasıyla her militan hareketin yaşamını eğitim konusu yapabileceği biri
 
Ancak bu çalışmada, Kıvılcımlı’nın öznesini teslim alıcı bu yönü üzerinde durulmayacaktır. Onun teorik-pratik eseri, kişisel varlığı ve niteliğinden mümkün olduğunca ayrılarak ele alınmaya gayret edilecektir. Doğru yöntem budur. Kişisel özelliklerinin ve karakter niteliklerinin teorisinde ve politikasında mutlaka etkileri olmuştur. Örneğin, ilk gençliğinde “teravihten sonra namaz kıla kıla sahura dek camide uyuya kalması”, Tıbbiye’de imamın tek sadık cemaati olmasıyla sonradan İslamiyeti değerlendiren yazıları arasında ya da sofu denebilecek yaşantısı arasında bağlar kurulabilir. Ama bu sadece bir hikaye konusudur; teorik bir bağ kurmaktan kesin bir tutumla kaçınmak gerekir. Hatta teorik bakımdan bu enformasyondan yoksun olunması daha iyidir
 
Kıvılcımlı’yı tam ve nihai bir karşılama iddiası taşıyamayacak bu çalışma, onun eserine ilişkin genel ve bazı temel konularda ayrıştırılmış bir konum alış ortaya koymayı amaçlıyor. Bu bağlamda, onun Tarih Tezi adıyla anılan çalışmalarının önde gelenleri, Yol adını verdiği çalışmaları ve son yıllarındaki bazı eserleri üzerinde yoğunlaşıldı. Burada bir üçlü olduğu belirgin olsa gerektir. Kıvılcımlı’yı üçlü bir gerilim tablosu ortamında sentezlemek hedeflendi.
 
Bu çerçevede vargılar şu üç boyutta ifade edilebilir:
Kıvılcımlı’nın politik olarak yaşamının ‘en geri’ momentini ömrünün son yılları oluşturmaktadır. Çünkü, paradoksal olarak, Türkiye’de devrimcilik pratik olarak ‘en ileri’ ve aslında ilk momentindedir bu yıllarda. Türkiye’de 1970’te bir devrimci kopuş olmuştur ve Kıvılcımlı, kopanların değil kopulanların safında kalmıştır.
 
Kıvılcımlı’nın politik olarak ‘en ileri’ olduğu dönemi Yol çalışmalarında (1933) cisimleşen dönem oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda, politik olarak uygun bir örtüşmeyle, Türkiye Komünist Partisi’nin tarihine de yazılan bir ileriliktir. Bu dönemin ‘doğal’ bir uzantısı olarak, Kıvılcımlı’nın ideolojik olarak ‘en ileri’ olduğu dönemi de, hapislik sonrası Marksizm Bibliyoteği ve Emekçi Kütüphanesi çalışmaları oluşturur. Ünlü “Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?” (1936) ve “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” (1935) bu dönemin en öndeki ürünleridir.
 
Kıvılcımlı’nın, ‘ileri’ ya da ‘geri’den öte, teorik varlığı Tarih Tezi diye bilinen çalışmalarındadır. Tarih Tezinin hangi eserlerinde vücut bulduğu, tayin edici bir bakış tarzı konusudur. Ancak, ‘temel eser’ Tarih Devrim Sosyalizm adıyla yayımlanmış (1965), ancak yazımının çok daha eski tarihlerde olduğu bilinen çalışmadır. (Fetih ve Medeniyet adıyla 1953’te yayımlanan broşürün alt başlığı “Bir Tarih Tezinin Işığı Altında: İstanbul’un Fethi”dir.) Kıvılcımlı’nın bir Tarih Tezi üzerinde çalıştığı 1930’ların ortalarından beri bilinir. Ancak Tarih Tezinin ‘tarih’i yoktur. Tarih Tezinin herhangi bir tarihe gereksinimi yoktur.
 
Şu halde, üçlü vargıyı, Marksizm bakımından ifade etmek gerekirse, sondan başa şöyle gidilebilir:
 
Özel kişisel nitelikleri dışında bir Kıvılcımlı’dan söz edilecekse, bu, kuşkusuz Tarih Tezinin Kıvılcımlı’sıdır. Bu görüşün gerekçesi ileride ortaya konulmaya çalışılacaktır. Kıvılcımlı, Tarih Teziyle Marksizm alanındadır ve Tarih Tezi Marksizme ilişkin bir “katkı” iddiası taşımaktadır. O halde, Kıvılcımlı’nın en iddialı eseri, onun Marksizm bakımından en ileri mevzisidir. Bu vargı, Kıvılcımlı’yı Marksizm bakımından kategorik olarak epeyce ileri bir yere yerleştirmek anlamına gelecektir. Teorik Marksist Kıvılcımlı. (Bu, kendi başına kategorik nitelikteki önerme, Kıvılcımlı’nın bu niteliği tek başına taşımasıyla kritik hale geliyor. Gerçekten, yaşadığı dönemde, Marksizm anlamında teorik nitelikte çalışmaların tek belli başlı adresi Kıvılcımlı’nınkilerdir.)
 
Yol’daki Kıvılcımlı, politik olarak ‘en ileri’ Kıvılcımlı, gerçekte, TKP’nin bir militanıdır. Ama partisinin onu aşan tutarlılıkta bir militan önderi. Yol, yazıldığı zaman varolmayan bir varlıktır. Dolayısıyla, nasıl TKP, o dönemde Kemalist diktatörlüğe karşı savaş naraları attığı halde bunu eylemli hale, politik niteliğe, dönüştürmediyse, Yol da, savaş naralarıyla yazıldığı halde, sadece kişisel tarihin konusu bir çalışma olmuştur. Yani, Kıvılcımlı’nın politik olarak ‘en ileri’ olduğu dönem, aslında onun kişisel politik görüş olarak en ileri olduğu dönemdir, politik eylem olarak, politik pratik olarak değil… Bu dönemin ‘doğal’ uzantısı olan yayıncılık faaliyeti de, Türkiye’de TKP çevrelerinin öteden beri yaptığı, bir tür “legal Marksizm” denebilecek ama düzey olarak ideoloji-altı bir legal propaganda türünün, hakiki ideolojik muhtevasına kavuşmuş ve cevval bir form kazanmış tarzıdır.
 
Politik yaşamının son yılları, aslında Kıvılcımlı’nın öteden beri edindiği ve ‘uygulamaya koyduğu’ bir ‘politika anlayışı’nın, çarpıcı bir şekilde değişen yeni koşullarda düştüğü ibret verici durumu göstermesi bakımından anlamlıdır. 1970-71’de devrimcilik artık pratik bir varoluş kazanmıştır ve bu küçük girdi, koca denklemi allak bullak etmeye yetmiştir. Bu ortamda Kıvılcımlı’nın Marksizmle herhangi bir politik (özel olarak ‘pratik-politik’) ilişkisi yoktur. Politik Marksizm ancak ve sadece devrimcilerin yörüngesinde bulunabilecek bir nitelik kazanmıştır.
 
Bu çalışma, Kıvılcımlı’nın eserini Türkiye’de Marksizm için bir sentezin bileşenlerinden yapma hedefinin ifade edilişidir.Hedef, daha önce, Teori ve Politika’da şöyle ifade edilmişti:
 
“Hikmet Kıvılcımlı’nın eseri, Türkiye’de Marksizmin teorik özgülleşmesinin ön-tarihini oluşturmasının; İbrahim Kaypakkaya’nın eseri, Marksizmin politik varlık kazanmasının, başlangıç momentleridir. Tarihin, bir anlamda, bir Marksistin alabildiğine ‘öznel’ / kendi perspektifiyle ‘tarih’ hüviyetine kavuşması, bu iki Marksistin eserinin ‘özgülleştirilmiş edinimi’yle yerli yerine oturacaktır.”[1]
Bu edinime, adı geçen iki Marksist de muhtemelen şiddetle karşı çıkacaktı. Kıvılcımlı için bir “CİA sosyalisti”yle adının anılması küfürle eşdeğer olacaktı herhalde. Öbür tarafın tutumu da herhalde farklı olmazdı. Şu sözler Kaypakkaya’nın Haziran 1972’de kaleme aldığı ve örgütsel ayrılık yaşadığı Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ne (TİİKP), Aydınlıkçılara eleştirisinden oluşuyor: “Öte yandan, Mao Zedung Düşüncesi’yle Kıvılcımlı düşüncesini birbiriyle bağdaştırmaya, bu ikisinin birbiriyle çelişmediğini, aksine, Kıvılcımlı Düşüncesi’nin Mao Zedung Düşüncesi’nin Türkiye koşullarına uygulanması olduğunu kanıtlamaya giriştiler. Kıvılcımlı’nın Mao Zedung Düşüncesi’ni 1967’den beri kavramış olduğunu ileri sürdüler ve buna kanıt olarak onun, Stalin’e küfreden, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni asla anlamadığını gösteren ‘Kızıl Bekçiler’ yazısını PDA’da reklam ettiler. Revizyonist Vatan Partisi deneyini, Marksizm-Leninizm cilasıyla kurtarmak için canfeda bir çaba gösterdiler. Kıvılcımlı’nın kulaklarına fısıldadığı, ‘Sosyalist Kurultay’ masalını cümle aleme Mao Zedung damgasıyla okumaya başladılar. Onunla beraber haykırdılar: ‘Anarşi Yok, Büyük Derleniş!’ Dergide, Kıvılcımlı’yı okuma ve kavrama kampanyası açtılar. Onun, ‘dünyanın en büyük Marksist-Leninistlerinden biri’ olduğunu ilan edecek kadar gülünçleştiler.”[2]
Kaypakkaya’nın karşı çıktığı Kıvılcımlı, dolaysızca, tarihinin ‘en geri’ dönemini yaşayan Kıvılcımlı’ydı, veya en iyi ihtimalle, TİİKP önderleri gibi döneminin önde gelen sosyalistleri nezdinde, Tarih Tezi ile son dönem ‘politik’ pratiğinin sentezlendiği Kıvılcımlı’ydı. Kaypakkaya, bu Kıvılcımlı’ya karşı durmakta haklıydı. Ama bugün karşımızdaki, sadece 1970-71’deki Kıvılcımlı değil; Kıvılcımlı, bizim için, 1920’lerin başlarında “partilenmiş”, Yol’un yazarı, …, Tarih Tezinin sahibi, ve elbette 1970-71’in Kıvılcımlı’sıdır.
 
Bu iki Marksistin, teorik Marksist Kıvılcımlı ile politik Marksist Kaypakkaya’nın eserinin “özgülleştirilmiş edinimi” çalışması teorik-politik meşruiyet kazanmıştır.

Yöntem sorunları

Kıvılcımlı ömrü boyunca bir komünist örgütlülüğün içinde olmamıştır. TKP, simgesel ve birkaç aylık Mustafa Suphi dönemi hariç hiçbir zaman Marksist devrimci bir örgüt olmamıştır. Kıvılcımlı, TKP’nin, Merkez Komitesinde görev aldığı 1929’a kadar komünist bir örgüt olamadığını yazar. Bu, Kıvılcımlı’nın politik niteliğini elbette üst-belirleyecektir.
 
Kıvılcımlı’nın politik niteliğiyle ilgili tanımlama çabaları, öncelikle, uzun bir mücadele geçmişi olan ve ardında bir külliye bırakan bir Marksistin bu özelliklerine dönük bir saldırı olarak algılanma eğiliminde oluyor. Oysa, Kıvılcımlı’nın mücadele tarihini, artık politik hassasiyetlerin gündemde olmaması beklenen bugünden ele almak, birtakım yaklaşım tarz ve yöntemlerini devreye sokmayı olanaklı hale getirebiliyor. Örneğin Kıvılcımlı, Rusya ve Türkiye’de ilk Marksist öbekleri değerlendirirken, tek tek kişilerin niteliğiyle hareketin bütününü ayırıyor ve “Ortodoks düşünceli kişilere karşın hareketin topu birden ve devrimci topluluğun genel eğilimi birdenbire öz komünist olabildi mi?” diye soruyor ve yanıtını “hayır” olarak belirliyor.[3] Marksist olmayan örgüt, hareket ve partilerde Marksist kişiler olabileceği gibi, Marksist örgütlerde de Marksist olmayan ileri gelenler olabilir.
 
* * *
 
Kıvılcımlı’nın Marksist politik niteliğine ilişkin ortaya getirilen ilk (ve) en büyük kanıt, onun 1933’te bitirdiği kabul edilen Yol adlı kapsamlı çalışmasıdır. Genel olarak kabul edildiği üzere, Yol’da Kıvılcımlı, öteki hususlar yanında, 1970’ten itibaren Türkiye sol hareketinde Marksist olmanın başlıca koşulu olmuş iki temel konuda, Kemalizm ve Kürt sorununda, ‘tatmin edici’ bir yaklaşım sergiliyor.
 
Ancak burada can alıcı bir sorunun varlığı vurgulanmalıdır. Yol çalışması –bazı genel bölümleri dışında-, ilk kez 1979’da yayınlanmıştır. Yani, Kıvılcımlı’nın Yol’daki görüşleri, bu tarihe kadar ilke olarak kendisi ve yakın kişisel çevresi dışında yoktur.
 
Yol yazıları, politik ve tarihsel olarak 1930’larda yoktur. O yazıların “yazılma tarihi” ile yayılma tarihi aynıdır: 1979. Bundan önce, Kıvılcımlı’nın Yol başlığı altında yazıları “yok”tur. Kıvılcımlı’nın kişisel birtakım davranışları ya da gizli niyetlerini, kendinden başka kimsenin okumadığı yazılarını, tarihe kaydolmayan illegal faaliyetlerini bir gerçek olarak kabul etmek kategorik olarak imkansızdır. Bu anlamda, Kıvılcımlı’nın örneğin Kürt meselesi üzerine görüşleri, Kaypakkaya’nın görüşlerinden “sonra”dır. Bunun elbette politik bir anlamı vardır. Kıvılcımlı’nın Yol’daki görüşlerini unutmadığı yaşamının son yılında gayet açık olarak bellidir. Ama bu açıklık sadece onun için bir gerçekliktir. 1970-71’in devrimcisi için Kıvılcımlı, “ordu gençliği”ni ürkütmemek adına Kürt meselesinden aman aman uzak duran biridir. Bir başka hususun varlığı da eklenmelidir. Kıvılcımlı’nın, 1934’ten sonra illegal faaliyeti “yok”tur.
 
O halde, ne “var”dır?
Yasal yayın faaliyetleri “var”dır. 1937’de yayınladığı “Demokrasi….”[4] kitabı vardır. Vatan Partisi (1954’te kuruldu) vardır. Onun tüzüğü ve gerekçesi vardır. Hapis yılları vardır. Tarih Devrim Sosyalizm kitabı (1965) vardır. 1960’larda ve 1970-71’de yayımlanan yazıları ve kamuya açık konuşmaları vardır. Politik ve tarihsel “yok”luk, kronolojik ve kişisel “var”lığa alternatif değildir.
 
Ancak bu “yokluk”, metafizik bir manevrayla varlığa dönüştürülüyor, ve son yıllarının Kıvılcımlı’sı, Yol var sayılarak değerlendiriliyor. Yol, Kıvılcımlı’nın son yıllarının mazereti olarak istismar ediliyor.
 
Yol, dolaysızca varlığı yanında başka bir türlü de “var” olabilirdi; etkisiyle. Ancak bunun da söz konusu olmadığı açıktır. Kıvılcımlı’nın Yol’daki görüşlerinin tek yaşayan, varolan etkisi “legaliteyi istismar” taktiğidir, ve onu da kimse görmezden gelememektedir. Tersinden söylemek gerekirse, Yol olmasa da, bu “taktik”, Kıvılcımlı’nın dile getirdiği bir fikirler, eylemler ve etkiler olarak “var”dır.
 
Öte yandan, Kıvılcımlı’nın, çevresine sezdirdiği ya da güvendiği kimselere fısıldadığı söylenen, aslında varsayılan gizli görüş ve niyetlerine kategorik kimlik kazandırılmaya çalışılır.. Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal’in ta baştan beri kendine sakladığı bir sır olduğu esprisi tarihi açıklamakta ne kadar anlamlıysa, Kıvılcımlı’ya ilişkin bu anlayış da o kadar anlamlıdır.
 
Kıvılcımlı’nın salt kendi kişisel tarihi bile, onun Yol’daki şu sözünün bizzat kendine karşı gerçekleşmesi olmuştur: “Geçmişin savaşları, geleceğin kavgasından kopmuş, gelecekte devam etmeyen ve gelişmeyen tozlu arşivler halinde, şunun bunun kafasından unutulmaya mahkum kalıyor.”[5] Yol’daki Kıvılcımlı, özellikle 1969-71 ortamında, bir söylentiden ibaret kalmıştır. Kıvılcımlı, kendi eserini, başta ulusal sorun konusundaki olmak üzere, “tozlu arşivler”e gömerek bir söylenti halinde yaşatmıştır.
 
Kıvılcımlı’nın Yol döneminin niteliği üzerinde kompleks bir tartışma yürütmeye gerek bulunmuyor. İlk sorun, bu dönemin bitişini saptamakta ortaya çıkıyor. Marksizm Biblioteği dönemi, Kıvılcımlı’nın ilk orijinal dönemidir. Marksizm nihayet, Nazım Hikmet’in daha önceki radikal fırtınasından sonra, kamuoyunun dikkatine getirilmiş oluyor. Kıvılcımlı bu dönemdeki polemikleriyle bir çığırın da başlatıcısı oluyor; ama sürdüreni olmayan bir çığır. Yol’un geniş anlamda bitişini 1937’ye, “Demokrasi” broşürüne tarihlemek uygun görünüyor. Bu çalışmayla Kıvılcımlı, devrimci pratik politika gereğini bir yana itmiştir ve politika diye bellediği şeyin başlıca hedefi olarak devlet katlarındaki çatışmadan dolaysızca yararlanmayı saptamıştır. Bu nitelik Kıvılcımlı’yı ölünceye kadar bırakmayacak bir anlayışın göstergesidir. Kıvılcımlı’nın sonraki bütün ‘politik’ faaliyeti muhakkak bu niteliğin sağlamasından geçmelidir.
 
* * *
 
Tarih Tezini geliştirdikten sonra, Kıvılcımlı’nın bütün faaliyeti bu teorinin uygulanması olarak anlaşılabilir mi?Tezin ‘yaratıcısı’na sorarsanız; elbette..!
1960’lardaki politik tutum ve yaklaşımlarının Tarih Tezinin “o andaki stratejik ve taktik aşamaya karşılık düşen uygulaması”[6] olduğu bizzat Kıvılcımlı tarafından iddia edilir. Ancak bunu esas ve veri kabul etmek söz konusu edilemez. Bu çalışmanın pozisyonu bakımından Kıvılcımlı nesnedir; bir özne değil. Dolayısıyla onun kendine ilişkin bilinci, ancak bir yaklaşım bütünlüğünde önem kazanacaktır.
 
Ta Yol’da görülen birtakım belirtiler ve 1930’ların ortasında bir hapishane konferansına rağmen, Tarih Tezinin, 1950’deki tahliyeye kadarki en uzun hapislikte olgunlaştırılarak ortaya konduğu kabul edilir. Artık bu tarihten sonra, bütün özgül teorik ve politik görüşleri veya ‘politik’ faaliyetleri, Kıvılcımlı’nın bizzat kendisince, Tarih Tezinin uygulamaları olarak nitelenecektir. Tarih Tezinin bugünü özel olarak ilgilendirmeyen teorik boyutu bir an bir kenara konursa, Kıvılcımlı’nın 1950’ler ve ‘60’lardaki politik görüşleri ve ‘politik’ faaliyetlerinin gerçek bir sorunsal niteliğinde olduğu kabul edilmelidir. Daha belirgin ifade etmek gerekirse, Kıvılcımlı’nın bu yıllar boyunca izlediği yordamın dolaysızca edinimi ‘arkaik’ bir “Doktorculuk” dışında mümkün değildir, ve olmamıştır. Yani örneğin, Yol yazılarıyla kıyaslandığında, Kıvılcımlı’nın 1960’lar boyunca yürüttüğü pratiğin bu ölçüde yalın ve sade bir anlaşılması ve açıklanmasının mümkün olmadığı veri olsa gerektir.
 
Şu halde, Yol dönemi bir yana bırakılacak olursa, ortada Kıvılcımlı adına analiz edilecek iki koca alan kalıyor. Bunlardan birini Tarih Tezi; ötekini Kıvılcımlı’nın ömrünün son yirmi yılına sığdırdığı faaliyet ve pratikler oluşturuyor. Bu iki alanın birbirine bağlı ve bağlayanın da Kıvılcımlı adındaki özne olduğu, bir başka ifadeyle, söz konusu yirmi yılda ifade edilen politik görüşlerin ve ‘politik’ faaliyetin bir teorinin politik uygulaması olduğu anlayışının en başta yöntemsel sorunu vardır. Bu anlayış, Kıvılcımlı’yı konu / nesne edinen bir yaklaşım geliştiremeyeceğini itiraf etmiştir peşinen; dolayısıyla bu yaklaşımla (yaklaşım sahipleriyle değil yaklaşımla) herhangi bir etkileşimin anlamı yoktur.
 
Tarih Tezi, bir kategori olarak Kıvılcımlı’nın varlığının temelidir. Eğer bu teori, çeşitli çevrelerce ifade edildiği üzere, önemsizse, saçma sapan bir sayıklamaysa, Marksizm dışında ise, Kıvılcımlı’dan geriye, pek önemli bir şey kalmaz. Çünkü, Yol çalışmasının oluşu ile varoluşu arasındaki kronolojik süre, Kıvılcımlı’ya önsel olarak atfedilecek niteliği gerçek anlamda tüketiyor.
 
Tarih Tezi, Kıvılcımlı’nın varlığının temelidir ve bu tez, ulaşılabildiği kadarıyla, Marksizm açısından edinilmesi gereken bir bütünsel anlam, kapsam ve derinliğe sahiptir.
 
***
 
Kıvılcımlı’nın 1950’den -ya da 1937’den- sonraki politik görüşleri ve ‘politik’ faaliyetleri, Tarih Tezi bağlamında üç seçenek bağlamında değerlendirilebilir.
1. Söz konusu pratik, Tarih Tezinin sağın uygulamasının gerçekleştiği bir nitelik arzetmektedir.
2. Söz konusu pratik, Tarih Teziyle ilişkisiz bir niteliğe sahiptir.
3. Söz konusu pratik, Tarih Teziyle ilişkisi bakımından sorunsal teşkil etmektedir. Önsel olarak, ilişkili, ya da ilişkisiz olduğu öne sürülemez. Bu, sonsal bir işlemin konusu olmak zorundadır.
 
Kıvılcımlı’nın kendine sorulsa, tereddüt etmeden birinci seçeneği işaret ederdi. Fakat bu sorunun hiç sorulmayacağı biri varsa o da Kıvılcımlı’nın kendisidir.

Bu çalışmada, üçüncü seçenek izlenmekte, ancak nihai denebilecek bütünsel bir senteze ulaşılamamaktadır. Kıvılcımlı’nın söz konusu pratiği sadece –dışsal- etkileri esas alınarak zaman zaman değerlendirilecek ve genel itibarıyla Marksizm adına reddedilecektir. Daha doğrusu, Kıvılcımlı’nın söz konusu yıllardaki görüşleri ve ‘pratiği’, politik devrimcilik bakımından açıkça ve kesin olarak reddedilecek, ancak bu faktörlerin, Tarih Tezine dönük etkilerine ilişkin tam bir sonuca ulaşılamayacaktır. Dolayısıyla, Tarih Tezi de, yer yer bazı damarlardan derinlere inilmeye gayret edilmesine rağmen, esas olarak genel anlamda bir anlamanın konusu yapılacaktır.

Kıvılcımlı’nın ‘politik’ olarak yapıp ettiklerini, mahiyeti ve etkileri şeklinde iki boyutta ele almak, birçok sorunu çözmeye değilse de, en iyi bir tarzda ortaya koymaya yetecektir. Örneğin, ünlü “Eyüp Sultan konuşması” (15 Ekim 1957), kendini Marksist gören birinin dudağını uçuklatacak cinstendir. Marksizmi ateist bir ideoloji olarak görenlerin kabul edeceği türden değildir. Kıvılcımlı, “Müslüman Eyüp semti”nde konuşma yaptığından söz eder. Ezan okunurken konuşmasına ara verir. Cami cemaatinin karşısındaki bir imam gibi, İslami kültürün içinden konuşur.[7] Bu bir etkidir. Ama etki halkta vücut bulmamıştır; etki, varlığını solcular arasındaki politik kültürde icra etmiştir.

Diğer ünlü Kıvılcımlı eseri, 12 Mart 1970 darbesi üzerine İzmir’deyken kaleme alıp Sosyalist Gazetesine gönderdiği “Ordu Kılıcını Attı!” (16 Mart 1971) başlıklı yazıdır.[8] Bu yazının mahiyeti üzerine tartışmalar hala sürüyor. Fakat, bu yazının etkisinin 12 Mart’ı desteklemek şeklinde tecelli ettiği apaçıktır ve Kıvılcımlı bu etkiyi öngörmemiş olamaz. Böyle bir etkiyi, o günlerin tartışmalı ortamında düşünemeyecek biri, üzerine tartışmalar yürütülen Kıvılcımlı olamaz. Beri taraftan, yazının mahiyeti de gayet açık bir şekilde askeri darbeyi destekler niteliktedir. İfade edilen şey, politik bir gelişme üzerine bir politik tutumdur; açık, net ve ‘üçüncü şahıslar’ca anlaşılır olmak zorundadır; böyle olmaması da bir politik tutum anlamına gelecektir. O halde, Kıvılcımlı’yı ordunun rolü konusunda henüz bu yazıdan bir-iki ay önce eleştirenler politik olarak devrimci bir görüş ortaya koydukları gibi, tarihsel olarak da haklıydı.

Bir başka örnek, Vatan Partisi Program Gerekçesi ve Önsözüne (Kuvayimilliyeciliğimiz: Gerekçe, 1957[9]) ilişkindir. Önsözde yazılanlar yıllar sonra Kıvılcımlı’nın karşısına tekrar çıkarılır. Kıvılcımlı, bu önsözde Menderes hükümetinin İkinci Kuvayimilliyeyi, yani “toprak reformu ve ağır sanayi”yi gerçekleştirme dinamiğini över. Etki icrasını gösterecek ve Kıvılcımlı, devrimci gençlik ortamında bu tutumunu reddetmek zorunda kalacaktır. Yıllar sonra dediğine bakılırsa, güya Menderes’le alay etmiş! Kıvılcımlı, gerçekte mahiyeti de sorunlu olan metinlerin dar-etkilerinden de sorumludur.

2. Yol’da iken…

Kürt sorunu

Kürt sorunu söz konusu olduğunda Kıvılcımlı’nın orijinal ve biricik olduğu sanılır. Oysa bu gerçeğe tam uymamaktadır. TKP, 1927’den itibaren, belki asıl 1926’daki Çalışma Programından itibaren, mücadelesini net olarak Kemalist devlete yöneltmeyi öngörmüştür. Bunun, dönemin Komintern’inin “üçüncü dönem” çizgisinin eseri olduğu yaygın olarak ileri sürülür. Burada, TKP’nin Kemalist Cumhuriyet Türkiyesi rejimiyle arasındaki sorunun neye bağlı olduğu analiz edilmeyecektir. Durum saptanacak ve Kıvılcımlı’nın Yol çalışmalarındaki özgüllüğü değerlendirilecektir.

Komintern’in Temmuz-Ağustos 1928’deki VI. Kongresinde konuşan TKP delegesi Fahri’ye (Ali Cevdet) göre, “Mustafa Kemal’i orduyla, yükselen ticaret ve sanayi burjuvazisi destekliyordu: ‘Kemalist burjuvazi’ işçi sınıfına zulmediyordu ve ‘tamamıyla karşı-devrim saflarına geçmiş’ti. Fahri konuşmasını, TKP’nin daha iyi örgütlenmesini ve ‘Türk emekçi kitleleri önünde, Kemalistlerin ülkenin bağımsızlığına ve devrime ihanet etmiş, karşı-devrimci bir sınıf diye teşhir edilmesi’ni isteyerek bitirdi.”[10] Bu dönemde TKP, “Kemalist burjuvazi ve diktatörlük”le savaşmayı öne almış gözükmektedir. Devleti karşısına almak, TKP’nin günün olay ve öznelerine yaklaşımını da hemen ve acil olarak tayin edecektir. Yani devrimcilik, bugünkü anlamıyla pratik devrimcilik, o zaman imkansız değildi.

Devlet aygıtını baş düşman belleyen bir hareketin, o aygıta karşı çıkan hareket ve dinamikleri değerlendirişi de çarpıcı bir şekilde değişecektir. Nitekim, kaynaklarda görüldüğü kadarıyla, 1925’teki Şeyh Sait İsyanının Kemalist rejim tarafından bastırılmasını savunan TKP, 1930’da patlak veren Ağrı İsyanını farklı değerlendirmiştir. TKP İstanbul İl Komitesinin haftalık yayın organı Kızıl İstanbul’da yer verilen, Kıvılcımlı’nın 1933 tarihli Yol’undan önce, 10 Temmuz 1930 tarihli “Ahmet” imzalı bir yazıda şu değerlendirme yapılır: “Kemalist burjuvazi Kürdistan’ı bir müstemleke [sömürge] halinde kullanmakta ve onun kanını emmektedir.”[11] Kıvılcımlı da Yol’da, Şeyh Sait İsyanıyla Ağrı İsyanınını TKP’nin temel öncelikleri doğrultusunda değerlendirir. Ancak onun sistematizasyonu sağlam ve politik bakışı daha net ve kesindir. Öte yandan, “Ahmet”in değerlendirmesiyle Kıvılcımlı’nın Yol’daki değerlendirmeleri arasında yine de önemli farklar vardır. Temel iki hususun aynılığı ise gayet açıktır: Kemalist devletin baş düşman olduğu ve Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi gerçeği karşısında isyanın tarihsel meşruiyeti. Ancak sorun da burada başlamaktadır.

Ne TKP’nin ne de Kıvılcımlı’nın sonraki tarihi, Kürt sorununa bu yaklaşımın varlığının etkilerinin anlaşılabildiği bir mahiyet taşır. Ağrı İsyanı dönemi görüşler, tarihe gömülmüştür. O kadar! Bu görüşler üzerinden bir politika geliştirilmeye çalışıldığına dair emare yoktur ortada. Kıvılcımlı, net ve kesindir: “Biz Batıda bildiri dağıtırken, Doğuda ayaklanıyorlar.” Bu kadar açık bir politik bildirge olur mu? Bu politik bildirgenin politik karşılığı tam anlamıyla ve tek kelimeyle yoktur! Ancak, Kıvılcımlı’nın ölümünden sekiz yıl sonra, 1979’da tarihe kaydolmuş bir varlık.

Kıvılcımlı’nın Elazığ’da mahpusken TKP’deki bu yönelimleri genel olarak bildiğinden kuşku duyulmamalı. Kıvılcımlı, partisiyle aynı doğrultuda hareket etmektedir, ancak Kıvılcımlı’nın politik-teorik kişiliğinin özgünlüğü işte burada ortaya çıkmakta ve Kürt sorunu konusundaki görüşleri sistemli bir halde ortaya koyma sorumluluğuyla hareket etmektedir. Bu konuda örgütünün yönelimini en ileri ve mantıksal / politik sonuçlarına götürmekten kaçınmamıştır.

Kıvılcımlı, Yol çalışmasının “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” başlıklı kısmında şöyle der: “Şurası muhakkak ki, ulusallık sorunu, partimizin en zayıf cephesidir.”[12] “Oysa”, diye devam eder Kıvılcımlı, bu konu “Üçüncü Enternasyonali İkinciden ayıran en önemli karakteristik noktalardan biridir”.

Kıvılcımlı, Kürdistan’ın “özel ve gizli bir sömürge” olduğunu savunur. Ek olarak, Kıvılcımlı, konuyla ilgisi bakımından Sovyetler Birliği’ne örtük bir eleştiri yöneltmekten de geri kalmaz: “Kemalizmin bu sömürgeci, yok etme siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi ya da ilgisizlikle görüldü. Hatta belki emperyalizm Türkiye’nin bu ‘Doğu sorunu’na daha büyük bir ilgi göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu.”[13]

Ancak meselenin asıl can alıcı ve bugünü ilgilendiren yönü de bu noktadan sonra başlamaktadır. Kıvılcımlı saptamaktadır: 1. Kürt sorununa sosyalist Sovyetler Birliği değil emperyalist ülkeler ilgi gösteriyor. Kısaca, Sovyetler Kemalizmin yanındayken emperyalistler ‘öteki taraf’ın yanında. Burada sorunun ikincisi belirecektir. ‘Öteki taraf’ nedir? 2. Kürt ayaklanmalarına Kürt feodalleri önderlik etmektedir. Ve “Kürt halkı zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi, emperyalizm ya da feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu”.[14] Kıvılcımlı için, “Kürt halkı” karşısında “Kürt derebeyleri” ile “emperyalistler”in dışsallık bakımından bir farkları olduğu anlaşılmıyor. Kıvılcımlı’nın bu ayrımda, “ulus” terimi karşılığını, ancak ve sadece feodalizm sonrası toplumsal sınıfların bir kompozisyonu anlamında ele aldığı görülüyor. Çünkü onun feodallere karşı duruşu, tipik bir ilerlemeci önsel tutum olarak belirmekteydi. “Çünkü ağalık, zaten ekonomik ve sosyal bakımdan daha yüksek bir aşamayı temsil eden ulus kavramının taban tabana zıttıdır. Zaten Kürdistan’da Kemalizmin ağalıkla ittifakının bir anlamı da bu değil midir?”[15] Kürt feodallerinin ulusun önderliğini alabileceği ve dolayısıyla tarihsel olarak meşru bir konumda bulunabileceği Kıvılcımlı’nın anlayışının dışındadır. Bu nedenle, Kıvılcımlı, Kürdistan’daki feodal unsurlarla Kemalistlerin ilişkilerini nasıl formüle edeceği konusunda çelişkilidir. O, bir yandan, “Kürdistan ağalığıyla Kemalizmi birbirinden ayırmak ne kadar zor![16]”, “Ağalıkla Kemalizm arasındaki uzlaşma –ister dostça ister düşmanca olsun- vardır”[17] derken, öte yandan “Türk burjuvazisi Kürt ağalığına güvenemez. Hatta güven değil, tahammül bile edemez”[18], “Kemalist burjuvazi Doğu illerinde yalnız subaylarına güvenir”[19] demektedir. “Fakat Kemalizm yediği ekmek gibi biliyor ki, Kürt ağalığıyla el ele vermek, asla Türk mütegallibesi ve tefeciliğiyle uzlaşmak kadar istikrarlı ve emin bir şey değildir. Gittikçe ‘ulusal’ ve tek olan Kürdistan hareketleri bazen, hele küçük ağaları çoğu kez peşinden sürükler.”[20]

Kıvılcımlı’nın Kürt sorununu modernleşmeci ya da çoğu yerde aynı anlama gelmek üzere sınıfçı bir paradigmadan ele alışının anlamı ne olabilir? Kıvılcımlı’nın Türkiye’nin kuruluş yıllarında ve hatta daha önceki onyıllar boyunca kapitalizmin gelişme düzeyini abarttığı görülüyor. Kendi deyişiyle, “derebeyleri”ni bile egemen sınıf ve kesimleri sıralarken genel olarak burjuvazi içinde kabul ettiğini söylüyor çoğu yerde. Onun açısından işçi sınıfının anlamlı bir varlık haline gelmiş olması komünizmin tarihsel meşruiyetinin kanıtı olarak telakki ediliyor.

Kıvılcımlı çelişkisini teorik olarak çözemeyecektir:

1.“Doğu illerinde siyaset derecesinde yükselmiş herhangi bir oluşum ve hareket ancak üst sınıflara ve Kemalizme karşı kalabilmiş olan eski egemen sınıflara özgü olacağı gibi mantıksal bir sonuca varmamak olanaklı değildir. Onun için son zamanlara kadar Kürdistan’da gelmiş geçmiş bütün siyasal örgüt ve faaliyetlerin ruhu Kemalizmle henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur.”[21]

2. “Acaba bugün devrim cephesinde bulunan Türk burjuvazisine karşı, yine bugüne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan Kürdistan ulusal hareketini tutmak karşı-devrim olmaz mı? Gerçekten, eğer göz göre göre emperyalizme alet olan bir Kürtlük hareketini, her ne pahasına olursa olsun, anti-emperyalist Kemalizme karşı tutmak bu söylenen sonuca varabilir.”[22] Kıvılcımlı’nın bu açmazı çözmek için yaptığı akıl yürütmelerin dikkate değer bir niteliği bulunmuyor. Şeyh Sait isyanını her yönüyle karşı-devrimci bulmasını ve Ağrı Dağı isyanını ülkesel olarak devrimci bulmasını, birincinin ağalık yönünü, ikincinin burjuvalık yönünü abartarak gerekçelendirmeye uğraşır Kıvılcımlı.[23] Fakat bu açıklamalar tutarlı olduğu ölçüde devrimci-olmayan niteliktedir.

Kıvılcımlı’nın devrimci çözümü pratik-politikaya ilişkindir. O, “bugün için teorik olmaktan çok pratik” görevler öneriyor partisine. TKP “ezilen Kürdistan halkıyla” bağ kurmalı ve “Kürdistan Komünist Partisi”nin kuruluşuna önayak olmalı.[24] Çünkü “Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir”.[25] Kıvılcımlı, Kürdistan’ın sürekli bir savaş ortamında olduğunu vurgular. Sorunun genel bir bakış açısı oluşturma değil somut bir politik faaliyet sorunu olduğunu ve “acil” olduğunu ısrarla belirtir. “Sorun aceledir, sanıldığından çok daha aceledir. (…) Batıda bildiri dağıtıyoruz, Doğuda ayaklanıyorlar.”[26] “Geri Kürdistan’ın geriliğiyle uygun savaş slogan ve biçimleri bulmalıyız.”[27] Kıvılcımlı, en kayda değer önerisini dile getirir: Gerilla hareketi başlatılmalıdır.[28]

Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” yazısını, gününe ve geleceğine bağlamanın en iyi yolu yine ona başvurmaktır: “Bu sorun karşısında partinin şimdiye kadar takındığı tavır, ciddi ve acımasız bir eleştiriye değer.”[29]Lenin’in, ulusal sorunda devrimci tutum almayan sosyalistleri “leş” olarak nitelemesini anan Kıvılcımlı, sorar: “Türkiye Komünist Partisi ‘leş’ midir? Hayır, bunu zaman daha iyi gösterecek.”[30] Zamanın gösterdiği ne oldu?

***

Kıvılcımlı’dan başka hiçbir TKP’linin görüşlerini yaklaşık otuzbeş yıl sonra (6 Mart 1971’de) hala kişisel olarak koruduğuna ilişkin bir bilgi de yoktur. Şu uzun aktarma, onun bir seminerinde bir soruya verdiği yanıttan: “Gene, ikinci soru: Kürt sorunu karşısındaki tavır ne olmalıdır? (…) / Şimdi, kardeşlerim. Türkiye’nin bir Doğu Trajedisi var. Ve bunu ben, daha açılmadan önce, ‘Doğu Üniversitesi’nde dört buçuk sene geceli gündüzlü etüt etmiş bir arkadaşınızım. O trajediyi. O trajedi ölçüsünde bana açılacak suallerin hepsini çok küçük görüyorum. Yani bu sorular, o trajedinin soruları değil, evvela. / Ondan sonra, o konuda, her defa karşılaşıyoruz. Yerden göğe kadar hak veriyorum soran arkadaşlarıma. İçlerindeki acıyı çok iyi biliyorum. Ben de, aynen o acıları dört buçuk sene yaşamış bir arkadaşınızım. Ancak, demin o silahlı savaş, falan filan meselelerinde olduğu gibi, bu konunun da böyle geniş salonlarda, tamamen demokratik bir hava içinde tartışılıp, konuşulup, çözüme bağlanacak konulardan olmadığına kaniim. / Bana, başka bir arkadaş, İstanbul’da bir seminer sırasında, kalktı: Lenin’den milliyet davası hakkında şöyle beş on tane pasaj okudu. Bunlar doğru mu, dedi. Tamam, doğru, dedim. E, ne susuyorsunuz, dedi. Affedersiniz: ‘Sıkmıyor, ondan’, dedim. Yani, kaba bir söz ama… / Şimdi, yani, bu konuda konuşmak, kuru kabadayılık biçimiyle olmaz, arkadaşlar. Zaten bu konuda konuşulacak tek söz de yersiz, boşa söz olur. Bu, ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır. Ben bu kadar söylüyorum. Bu konudaki derdimi, arkadaşların açtırmamalarını özür dileyerek rica ediyorum.”[31] Aynı konuşmada, Kıvılcımlı, “bir nevi sömürge metoduyla oraya, işte belirli bir ırkın elemanları göç ettirilmiş, iskan ettirilmiş”[32] der. “Bütün o sömürge politikacısı kafasıyla yapılan teşebbüsler boşa gitmiştir.[33]

Fakat heyhat! Kıvılcımlı’nın, görüşlerini ifade etmekte binbir tereddüt yaşadığı günlerde, kendilerini görevli atayan birileri “Doğu”da özel bölge komitelerine sahip örgütler kuruyor, gerillacılığın pratik imkanlarını araştırıyordu. Gerçek bir varlık olarak Kıvılcımlı, 1971 Martında konferans verirken, Kürt sorununa ilişkin, Türkiye solunun –başta devrimciler-  önemli kesimlerinin çok gerisindeydi.

Kemalizm

Yol’da Kıvılcımlı Kemalist rejimi değerlendirirken çok serttir: “Kemalizm mali oligarşinin Bismarkizmidir.”[34] “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki faşist nitelikli halk düşmanı diktatörlük…”[35] “Kemalizm gibi katmerli ‘militaristiko-faşist’ bir sistem…”[36] “İnsaf edelim de, artık Kemalizmin faşizmden ayrılan noktalarını aramakla zaman yitirmeyelim.”[37] “Halk Partisi, tam büyük kapitalistlerle büyük toprak sahipleri partisidir.”[38] “Kemalist asker-banker-yunker diktatörlüğü…”[39]

Kıvılcımlı’nın Yol’da Kemalizmi mücadelenin baş düşmanı bellemeye iten yaklaşımının açıklamasının gerekçesi eleştirdiği şu yaklaşımda saklıdır: “Madem ki devrim var, herkes devrimcidir. Burjuva devrimcileriyle proletarya devrimcileri arasında hiçbir fark aranmamalıdır!”[40] Kıvılcımlı ısrarla, farkın çok önemli olduğunu, hatta farkın iki düşman arasındaki fark olduğunu söylüyor Yol boyunca. Kıvılcımlı artık bu aşamada, ekonomik denilen, proletaryanın burjuvaziye karşı güya devletin karışmadığı mücadele esprisinin geçerliği olmadığını, zira “Türkiye proletaryasının en basit metelik mücadelesinde bile, karşısına tekmil burjuva devletinin bütün silahlarıyla seferber edildiğini”[41]söylüyordu. Yani mücadele bir soyut sınıfa ve soyut üretim tarzına değil doğrudan devlete karşı olmalıydı.

Fakat bu Kıvılcımlı’daki ‘yeni’ yön; bir de ‘eski’ ve kendini sıklıkla duyuran yön var: “Emperyalizm, dış siyasetinde Bolşevizme dayanan Türkiye’yi dış siyasetle sarsamadığından, iç çelişkiler ile avlamak için her zaman pusudadır.”[42] Bu yüzden Türkiye’nin iç istikrarının korunması gerektiği yolunda bir politika bile önerdiği sezilir Kıvılcımlı’nın: “Şeyh Said isyanından Menemen olayına kadar, birbirini kovalayan irili ufaklı sarsıntılar, emperyalizmin, Türkiye’yi yarı-sömürgelikten sömürgeliğe doğru sürüklemek için, doğrudan ya da dolayısıyla tuttuğu, alkışladığı, kışkırttığı ve çok kere hazırladığı, bazen bizzat silahlandırdığı girişimlerden başka nedir? Türkiye’de göreceli bir istikrar yok değil. Bu konuda Çin’den çok Afganistan’a benziyor. Fakat bu göreceli istikrar, emperyalizmin yarı-sömürgeler hakkındaki niyetlerinin değiştiğini kanıtlayabilir mi?”[43]

Bu, Kıvılcımlı’nın Kemalizme karşı pratik mücadele ve Kürt hareketini pratik ele alma konusuna ilişkin ‘teorik’ anlayışının henüz yeterince belirmediği anlamına geliyor. Kıvılcımlı, iki devrim cephesinden söz eder. Bunlardan biri uluslararası devrim cephesidir ve Türkiye devleti bu cephenin bir mensubudur. Öteki, ülkesel devrim cephesidir ve Kemalist rejim bu cephenin tam karşısındadır. Kıvılcımlı, uluslararası cephenin öncelikli olduğunu söylemeden edemiyor.[44] Yol boyunca ve özellikle Kürt sorunu söz konusu olduğunda, bütün eseri boyunca Kıvılcımlı’da bu türden çelişkili ikilikler bulunacaktır.

TKP’lilik

Ağustos 1971 başlarında kaleme aldığı Kim Suçlamış başlıklı yazıdaki[45] bilgiler esas alınırsa, 1929’daki tutuklanmasından sonra Kıvılcımlı TKP’nin herhangi bir organında yetkili bir konumda bulunmamıştır. 1929’a kadar olan gelişmelere ilişkin TKP’deki mevkisi hakkında ayrıntılı bilgiler veren Kıvılcımlı, bu tarihten sonra partideki konum ve çalışmalarına ilişkin, Nazım Hikmet nezdinde başkalarının sanıları dışında herhangi bir bilgi vermekten kaçınır. Buna aykırı görünen tek husus, “legaliteyi istismar” taktiğini partiye mal ettiği yolundaki ifadesidir. Ancak bu ifadeden, söz konusu taktiğin parti yetkili kurullarında açıkça görüşülerek bir görevlendirme yapıldığına ilişkin açıklık yoktur. Bu muğlaklık, Kıvılcımlı’nın 1929’dan önceki partililiği hakkındaki açıklığına açıkça aykırı niteliktedir.[46]

Öte yandan, Kıvılcımlı’nın ömrünün son haftalarında her türlü sansürden uzak olmasına neden olan en az üç faktörün varlığında (ülke dışında olması ve kovuşturma riski olmadan yazması, ömrünün son günlerinde olduğunu bilmesi ve bir tür vasiyet niteliğinde yazdığının son derece bilincinde olması ve nihayet, “Doğu Bloku”na kabul edilmemesinden dolayı yaşadığı ağır hayal kırıklığı ve TKP’ye öfke), partiden ne zaman atılmış olabileceğine ilişkin şüphelerini ta 1930’ların ortasına, yani Elazığ Hapishanesinden tahliye olduğu tarihe kadar götürmesi, onun bu tarihten itibaren, partinin hiçbir resmi organında açıkça yer almamış olduğunun kanıtı niteliğindedir. Bu tarihe ilişkin şüphelerini yürütüş tarzından o dönemin TKP’sinin çalışma ve örgütlenme tarzın, konspiratif / vesveseci zihniyetini ve aynı zamanda Kıvılcımlı’nınkini de anlamak bakımından önemli belirtiler vermesi dışında bir bilgi edinilemez.

Şu halde, vargı açıkça ifade edilmelidir: Fiilen 1929’dan itibaren Kıvılcımlı’nın TKP’yle organ düzeyinde ilişkili olduğuna dair belirti yoktur. O kendini ömrü boyunca partili bilmiştir; ömrü boyunca, aldığını farzettiği birtakım direktifler doğrultusunda faaliyet yürütmüştür. Ancak bunların hiçbiri, ortada, 1929 öncesi türü –yani gerçek anlamda- bir partililik olduğu anlamına gelemez.

Fakat öte yandan Kıvılcımlı sıkı bir TKP’lidir. Onun politik faaliyetinin izlenmesi TKP’yle sıkı bir paralelliği verecektir. 1927-33 yıllarının, yani Yol çalışmasının Kıvılcımlı’sı, aynen partisi gibi devrimci bir dile sahiptir. (Elbet bu dil, bir kişide onun kişisel niteliğini devrimci kılabilen etkiler yaratabilirken, bir partide sadece bir sözde devrimcilik olarak kalabilecektir.) 1930’ların ilerleyen yıllarında ve özellikle bir zirve olarak 1937 çalışmasıyla Kıvılcımlı, Kemalizme yamanan TKP’nin sol ucunu temsil etmektedir belki. 1950’de legaliteyi istismar etmeye çabalayan Şefik Hüsnü şahsında TKP’yi kendi yordamınca izleyen Kıvılcımlı, 1954’te Vatan Partisini kurar ve inatçı bir çabayla 1957’nin sonunda partisi kapatılana ve kendisi tekrar hapse atılana kadar uğraşır. Demokrat Parti’nin iktidar olma sürecini, “partisi” TKP gibi destekleyen ama “mizacı” gereği aşırıya kaçan yine Kıvılcımlı’dır. Tek yanlı aşk nağmeleri bu yıllara aittir. 27 Mayısçıları yine “partisi” gibi destekleyen ama teorisini bu kez başka türlü kuran yine Kıvılcımlı’dır.

***

Kıvılcımlı, Yol’da Türkiye ile Rusya’yı hem ülke olarak hem de işçi hareketi ve sosyalist hareketin gelişimi bakımından gayet yavan ve şematik bir şekilde benzeştiriyor. Aşamalara ilişkin paralellik kurmasındaki pratik kaygıyı da şu ifadelerle dile getiriyor: “Konağımızı bulursak ileriye doğru gidişimizde artık çevreyi yoklayarak, körün değneği gibi değil, ufukları görenler gibi sıçraya sıçraya ilerleyebiliriz.”[47]

Ancak bu şemanın, Kıvılcımlı’nın sonraki politik yaşamında tamamen çöktüğünü, hem de bizzat kendi elinden görmek gayet kolay oluyor.

Kıvılcımlı Suphi dönemi TKP’sini Marksist görmez. “Mustafa Suphi hareketi de özü itibarıyla bir Bakuninizmden ibaretti.”[48] “Onbeşler”i eleştirirken kullandığı argümanların ileride kendisi için de geçerli olabileceğini aklına getirmeden yazar: “En küçük bir siyasal örgüt, kitleyle en basit teması olmaksızın, Onbeşler hangi sosyal gücü temsil ederek ve o güce dayanarak burjuva gibi kancık ve zalim bir sınıfla el ele verebilirdi? Burjuvazi Onbeşler’in elini, onları Karadeniz’in dibine indirmek için tutmaz mıydı?”[49] “Onbeşler”, büyük güçler ortamında, bu ortamın güçler dengesini gözeterek ve halk kitlelerinin kendilerini beklediğini sanarak büyük politika yapmak üzere resmi kanallardan Kurtuluş Savaşına eklemlenmek istediler. Kemalizm de kendi bildiği yoldan gayet haklı olarak çözümünü dayattı. Kıvılcımlı, politik ömründe birkaç kez “Onbeşler”in yolunu tuttu ve büyük güçlerin sofrasına oturmak istedi. Ama “Onbeşler”in politik akıbetinden başkasıyla karşılaşmamalıydı.

Kıvılcımlı “Onbeşler”i eleştiriyor: “Bu bir kahramanlık olabilir. Fakat Marksist kahramanlık, yalnızca ölmeyi değil, kitleden kopuşmayarak ölmeyi bilmektir.”[50] Kıvılcımlı ölmedi; ama kitleden kopuşmamayı bilmek konusunda “Onbeşler”den bir adım önde de olamadı hiçbir zaman… Kıvılcımlı elbette “kahraman” da olamadı bu yüzden. “Onbeşler” kahramanlıklarıyla sonraki kuşaklara en azından birer devrimci simge işlevi gördüler, ama aynı tarihlerde Kıvılcımlı, devrimci gençlik mücadelesinin sorunlarından kopan “gerçekçi”lerin sığınağı oldu: Bu, tarihsel bir nesnelliktir ve görmezden gelinemez.

“Onbeşler sınıf ilişkilerinin kendiliğindenci ve bazen kör doğa gücüne benzeyen eğilimlerini gerçekçice, oldukları gibi göremediler. O eğilimlere dayanarak, halk kitlelerinin derin çıkarlarını, devrimci yöntemlerle bilince çıkartarak dövüşemediler. Ve dövüşemeden öldüler.”[51] Kıvılcımlı’nın politik tarihi için de aynen geçerlidir bu değerlendirmeler. “Onbeşler (…) örgüt değildi.”[52] Kıvılcımlı da 1930’lardan itibaren hiçbir zaman “proletarya örgütü anlamında” bir örgütte yer almamıştır. Hatta, daha ileri gitmek için nedenler ve bilgiler mevcut; Kıvılcımlı, az-çok oluşmuş hiçbir örgütte yer almamıştır bu tarihten itibaren. Kıvılcımlı’nın “örgüt”leri birer şekilsiz ve devrimci mücadeleden uzak “çevre” ilişkilerinden ibaretti.

Kıvılcımlı, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da örgütlenme çabasında olan Halk İştirakiyun Fırkası’nı da Marksizm-öncesine yerleştirir. Halk İştirakiyun’un hümanist ideolojik yaklaşımlarını eleştirmesi dikkate değer niteliktedir.[53]Halk İştirakiyun, “Bolşevizmin insani esaslarını ülkemizde görmek istiyoruz” diyordu. Halk İştirakiyun’un komünizmin amacını açıkladığı “dünyayı dünya, insanları insan etmek” anlayışını şöyle eleştirir Kıvılcımlı: “Kapitalist toplumda kapitalist de, emperyalist de bir insandır, proleter de bir insan. Halkı ayaklanmaya çağırırken, ona hedef olarak ‘insanı insan yapmak’ işi gösterilirse, kitleler bu Sokratvari vaazdan ne yapacaklarını anlayabilirler mi?”[54]

Ancak Kıvılcımlı, Halk İştirakiyun’un bütün sorunlarına rağmen, gerçek hareketle bağ kurma çabasını işçici bir yaklaşımla eleştirmekten geri durmaz. Örneğin, Halk İştirakiyun’un işgal ve Kurtuluş Savaşıyla ilgilenmekten çok, ücret artışı, çalışma koşulları gibi konularla uğraşan ve işgalcileri lanetlemekten dikkatle kaçınan 1 Mayıs gösterileri yapan İstanbul işçileriyle ilgilenmemesini ve Ankara ile Eskişehir’deki işçiler yanında silahlı mücadele içindeki “serseri proleterler”i, “deklaseler”i önemsemesini eleştirir.[55] Bu eleştirinin gerekçesi, TKP’nin oluşturucularından “İstanbul Grubu”nun tarihsel mensubu olan Kıvılcımlı için anlaşılır niteliktedir. Kıvılcımlı, işgal günlerinde “İstanbul’da gerici bir saltanata ve burjuvaziye karşılık, devrimci işçi kitleleri vardı”[56] diyebiliyor. Öte yandan Kıvılcımlı, 1927’den önceki dönem TKP’sini ve adını anarak “Aydınlık dönemi”ni (“1922-25”) ve sonrasını, özel bir ayrımlamayla, Leninist olmayan Marksist olarak adlandırır.[57] Kıvılcımlı’ya göre TKP’de Menşevizm ve Bolşevizm ancak 1927’den sonra tarihin gündemine girmiştir. “Kimin Menşevik, kimin Bolşevik olduğu 1927’den sonra belli olacaktır. Kıvılcımlı, Suphi TKP’si ile Halk İştirakiyun’u net olarak “devrimci” niteler; 1921-27 TKP’sinin ise genel olarak Marksist olmakla birlikte “devrimci olmadığını” vurgular.

“1927 tutuklama ve yargılaması Parti tarihinde belli başlı bir dönüm noktasıdır. Bunu polis bile sezmiş ve 1929 İzmir mahkemesine verdiği müzekkerede, 1927’ye kadar, salt işçi istemleri ve düşünsel akım vadilerinde hareket eden komünist örgütünün, o tarihten itibaren devlet aygıtına karşı açıktan açığa hücum ve saldırılarda bulunduğunu kaydetmiştir.”[58] Buna rağmen Kıvılcımlı, partiyi bu dönemden sonraki yıllar boyunca da eleştirmeyi sürdürür. Örneğin, Yol’u kaleme aldığı dönemde, partinin “tüm ezilen kitlelerin keşif kolu” olamadığını, buna karşılık “burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde, adeta burjuvaziden ilham alıyormuş gibi hapset(tiğini)”[59] yazar.

1927’den sonraki TKP tarihi, belki 1930’ların ilk yıllarına kadar belirtiler veren Bolşevikleşme çabasının akamete uğramasıyla koca bir başarısızlık tablosundan başka bir şey sunamayacaktır devrim ve devrimcilik adına.

3. Yol’dan Çıkış

“Legaliteyi istismar”dan pratik legalizme

Kıvılcımlı, 1933-39’de, 1950-57’de, 1960-71 yıllarında legal alan dışında bir faaliyet yürütmemiştir. Bunun aksini iddia edenler kanıtlamakla yükümlüdür. Nasıl, 1929’a kadar Kıvılcımlı’nın faaliyetinin bir boyutunu da illegal alan teşkil ediyorsa…

Bu konuda, yaşamının son aylarında kaleme aldığı anılarda, konu gerektirdiği halde herhangi bir aksi bilgiye rastlanmaz. Kıvılcımlı, anılarında, tutuklandığı döneme kadar partinin merkez komite üyesi olduğunu yazar, ama sonraki yıllara ilişkin partideki konumuyla ilgili hiçbir bilgi vermez. Bu, çok büyük bir olasılıkla, verilecek bir bilgi olmamasındandır. Şu halde, Kıvılcımlı’nın, 50 yıllık politik yaşamının 40 yılı “legaliteyi istismar” taktiğini “uygulamak”la geçmiş oluyor.

Kıvılcımlı, “legaliteyi istismar” taktiğinin argümanlarını, Lenin’in Sol Komünizm’iyle, Engels’in Alman Partisiyle ilgili yazdıklarından ve Alman Partisinin “anti-sosyalist yasa” diye anılan düzenlemeden sonra uyguladığı “taktiği”nden devşirir. Bu yeterince anlamlıdır. Kıvılcımlı hep “Almanca konuşmacı”dır, döne döne “Almanca konuşma”yı salık vermektedir. Son zamanlarında bile, yer altı örgütlenmesi konusunun canlı tartışma olduğu günlerde, Vatan Partisi modelinde “proletarya partisi”ni ve cepheleri örgütlemek için çıkardığı çağrılarda adresler yazmıştır.[60] “Almanca konuşma’nın zamanı çoktan gelmiş, geçmek üzeredir.”[61]

Kıvılcımlı’nın Yol’u izleyen yıllardaki politik ömrünün eleştirisi ve muhasebesi en başta Yol’daki önermeleri ve düşünceleri esas alınarak yapılmalıdır. Yol’da partisini devrimci eleştiriye tabi tutan Kıvılcımlı, aslında kendinin sonraki hapishane dışı yaşamını eleştirmektedir.

Kıvılcımlı’nın “legaliteyi istismar” taktik anlayışının uygulama yönergeleri, onun en azından söz konusu dönemde politikayı nasıl anladığının da kanıtı mahiyetindedir. Anlatıyor Kıvılcımlı: “Örneğin, işçi sınıfından geçmişin yanılsamalarını silmek için, finans-kapital şirketleriyle Kemalist devlet aygıtının nasıl içli dışlı biricik bir sisteme döndüğünü göstermek gerek. İşçiye kendi deneyimiyle ‘iyi patron’ ya da ‘Halk Partisi’nin yansız devleti’ni tattırmak için İş Yasası’nın on onbeş yıllık ezeli gezisini izlettirmek güzel bir bahanedir. Yığına bu gezi yalnız illegal ajitasyon, propaganda ve örgütle kovalandırılamaz. İşçi içinden işletme komiteleri, işçi toplulukları aracılığıyla, örgütlü örgütsüz tüm kitleye seçtirilecek temsilci heyetlerini, Ticaret Odasında İş Yasası görüşülürken hiç olmazsa dinleyici sıfatıyla orada hazır bulundurmak gerekir. Türkiye’nin en kalın burjuvalarıyla bankerlerinin, hisse senetli şirket kodamanlarının orada işçiyi yasalamak sorununu bile nasıl koyup hallettiklerini, işçi, gözüyle görmeli. Sonra bu temsilciler, kendilerini seçenlere dönüp gördüklerini, duydularını, anladıklarını, hayır bir komünist gibi olmasa bile, birer basit ve açıkgöz işçi kavrayışıyla, hatta yalnız hikaye etmeliler. Bu işin parti yönetiminde ve partinin önceden haber verdiği biçimlerde yapıldığı düşünülsün. O zaman binler kolayca onbinlere ve yüzbinler milyonlara çıkabilir.”[62]

* * *

Kıvılcımlı için illegal parti örgütlenmesi öyle ciddi bir işti ki, hiçbir zaman gerçekleşecek koşullar olmazdı. Kıvılcımlı’nın anlayış olarak gizli örgütü hiçbir zaman reddetmediği bilinir; ama bu onda salt anlamsız ve içi boş bir söz derekesindedir. O, kuşağının “konspiratif”, gizliliği bile gizleyen tutumuyla, gizli partinin gerçek varlığının her militan için neredeyse, kendini partili varsaymak olarak somutlanacağı bir anlayışa sahiptir. Zaten 1934’ten sonraki bütün politik yaşamı bu anlayış üzerinden meşruiyetini bulur. Ama bu varsayımsal meşruiyet kalesi, Kıvılcımlı’nın sevdiği bir deyişle, “ayakları kilden bir dev gibi”, “Doğu Bloku gümrük kapılarında” çöküverir Kıvılcımlı gibi bir devin üstüne.

Kasvetli gizlilik fetişizmi, onu son aylarında, “sosyalizmin kapıları”ndan kovdurur: 50 yıldır bir militanı olarak mücadele yürüttüğü, onca meşakkate davası yolunda gık demeden katlandığı partisinden atılmıştır ve bu olayın ne zaman olduğu merakından kahrolmaktadır. Kim Suçlamış’ta yazdıkları, kendisini kimlerin ne zaman partiden atmış olabileceği üzerine yıpratıcı akıl yürütme ve hesaplaşmalardır.

Politika yapmak

Kıvılcımlı’nın “legaliteyi istismar”ın dar anlamda uygulandığı ve 1933’ün sonlarında hapisten çıkışını izleyen ilk birkaç yıl dışında bütün politik yaşamı, hep büyük politika uygulamaları çabasıyla karakterize edilebilir.

Gerçeksizlik, örgütsüzlük, güçsüzlük, tecrit olmuşluk, iktidardan kategorik uzaklık gibi hususlar üzerinden Mustafa Suphileri eleştiren Kıvılcımlı, ardında bir örgüt olmadan, herhangi bir kitle bağı olmadan, gerçekte tamamen tek başına, politik taktikler izlemiş, politik programlar oluşturmuş, politik manevralar gerçekleştirmiştir!

Kim Suçlamış’ta Sovyetler Birliği devletinin Kemalist Cumhuriyet’le kurduğu ilişkileri ve bu ülkeye dönük politik manevralarını, kendisinin Türk ordusuyla ilişkilenişiyle kıyaslar. Sovyetler Birliğinin “evel ezel kapitalist olan Paşalar”la ilişki kurmasına bir şey denmez de, “kapitalist ülke şartları içinde” yaşayan kendisinin bir kişi olarak “manevra kabiliyetinde bulunabileceğine” niçin inanılmaz![63]

Girdiği 1957 seçimlerinde birkaç yüz oy alan Vatan Partisinin programının mantığı şu sözlerle açıklanır: “Görev: 35 yıllık deneyler açısından, Türkiye’de 1954 yılının diyelim, 27 Mayıs gecesi İşçi Sınıfı iktidara gelse, 28 Mayıs sabahı, Türk milletine hangi tekliflerle nasıl bir uygulama sunacağını çok kısa ve çok anlaşılır bir dille belirtmekti.” Kıvılcımlı için bu mantık politika olarak anladığı şeyin temellerindendir.

* * *

Kıvılcımlı’nın “manevra” kabilinden ilk büyük girişimi, 1937’deki bir gelişmeyi politika konusu yapmak şeklinde belirecektir.

1937 gibi erken bir tarihte, Cumhurbaşkanlığı Bürosu’nun yaptığı bir açıklama üzerine politik taktik izlemeye yöneliyor ve “Demokrasi” broşürünü yayınlıyor. Bunun “yeni hava”, yeni bir “devir” olduğunu kabul ediyor.[64] İsmet İnönü başbakanlıktan alınmış ve bu mevkiye Celal Bayar atanmıştır. Kıvılcımlı, bu olayı acilen politik değerlendirme konusu yapar! Ama ortada ne bu olayı politikleştirecek bir örgüt, ne örgütün kitlesi vardır, ve ne de egemenler arasındaki klik mücadelesi sandığı ölçüde derindir.

Demokrasi broşürü, TC’nin burjuva demokratik bir cumhuriyet olması hususunda bir arzuhal sayılabilir. Kıvılcımlı, güya, endüstrileşme, toprak reformu ve uluslararası alanda barışçı politikayla, Türkiye’nin bir demokratik cumhuriyet olacağını, bunun da, yerini bir işçi demokrasisine bırakacak zincirleme reaksiyonu başlatacağını umuyor.

Ona göre, Türk devrimi, anti-emperyalist olmak zorunda olan bir “milli endüstri” sürecine girmeli, buna bağlı olarak, kırlarda topraksız köylüye toprak dağıtacak bir reform hareketiyle süreç ivmelenmelidir. Bütün bunlar, uluslararası arenada barışçı bir dış politikayla ve özellikle “demokratik” ülkeler cephesinde yer alarak sağlanabilecektir. İşçi sınıfının demokratik mücadelesinin yolunun açılması ve ona demokratik haklarının verilmesi güçlü bir burjuva ekonomisi için de zorunlu önkoşuldur.[65] “Netekim, Avrupada, bunca tekellere rağmen, tekniğin hala durmayıp ilerlemesi başta işçi sınıfının demokratik mücadelesi sayesindedir.”[66] “Eski ve yeni derebeği artıklar’ından ancak o sayede kat’i surette kurtuluruz.”[67] Gerçi Kıvılcımlı, İnönü’nün devletçiliğinin adıyla sanıyla bir “Bismarkizm” olduğunu söylüyor, ama bu gelişmeye ilişkin politik taktiği, Lasallecileri andırıyor.[68]

* * *

Kıvılcımlı’nın büyük politika yapmaya yeltenmesinin ikinci dönemi, İstanbul’un Osmanlılar tarafından “fethi”nin 500’üncü yıldönümü vesilesiyle yayınladığı Fetih ve Medeniyet başlıklı çalışmadır. Bu çalışmanın alt başlığı “Bir tarih tezinin ışığı altında İstanbul’un fethi”dir. Ancak, yayınlanış gerekçesi, broşürde ifade edilen teorik görüşlerden ayrı ele alınmalıdır. Kıvılcımlı, böylece, halkın duyarlığını yakalayabileceğini ummaktadır. Bu “büyük olayın kutlaması”na kendi de katılmakta, böylece kamuoyunda ve halkta bir etki yaratabileceğini düşünmektedir. “İstanbul’un fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutluyabileceği, kutlamakta haklı, -hatta bir dereceye kadar, insan olarak,- vazifeli sayılabileceği büyük Tarihi inkılaplardan biridir.”[69] Ancak onun halkla ve büyük güçlerle uzlaşarak büyük politika yapma anlayışının ileriki örnekleri yanında Fetih ve Medeniyet pek masum kalmaktadır. Bunların birini Vatan Partisinin varlığı oluşturmaktayken ötekini 27 Mayısçılara karşı tutumu oluşturacaktır.

Kıvılcımlı’nın iktidardaki güçlerin yönelimini güzellemesi, elbette Marksizan veya daha doğru deyişle sosyalizan görüşlerle birlikte ifade edilme mahareti göstermektedir. Fakat politik nitelikteki bu metinlerin güncel etkilerine ilişkin tamamen pragmatik umutlar beslemektedir. Kıvılcımlı böylece kamuoyunda yer edebileceğini sanmaktadır.

“Bir insan sevdiğinden maaş alırsa, aşkında samimi olur mu?.. Belki… Fakat ayni insan, aşkından ötürü kahır çektiği süründüğü halde gene sevdiğine bağlı kalırsa, onu hislerinde samimi saymak elbet daha caizdir.”[70] Seven ve sevilenin kimliğini hemen açıklar Kıvılcımlı: “İktidardan faydalanmış partileri, sevgili Türkiyemizin nazü niyametiyle perverde oldukları için vatan aşklarında mutlaka şüpheli görmek haksızlıktır. Lakin, Vatan Partisi kurucuları içinde, fiysebililllah halk ve memleket aşkları yüzünden kahır çekmiş kimseler çıkarsa, hiçbiri maaşlı vatanperver değillerdir diye, onların vatan aşklarını belirtmeleri çok görülecek midir?…”

Bu sözler, Vatan Partisi programının 1954 tarihli “Gerekçe”sinden alındı. Kıvılcımlı, Gerekçe’yi Kuvayimilliyeciliğimiz adıyla 1957’de yayımladığında bir önsöz de yazar. Bu önsözde ifade edilen görüşlere göre, Vatan Partisi, “Birinci Kuvayimilliye hareketinden çıkarılacak derslerle, ikinci bir iktisadi Kuvayimilliye lüzümunu belirtmek”teydi. “İkinci Kuvayimilliye Seferi” “toprak reformu ve ağır sanayi temelleri üzerinde, modern halk teşebbüs, teşkilat ve kontrolu dışında, iktisadi, içtimai kalkınmamızı millete mal etmekti…”[71] Kıvılcımlı, bunu söyleyen Vatan Partisinin saldırılara uğradığını belirtir. “Şaşmadık. Sabırla bekledik… Bu gün, Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes aynen şöyle buyuruyor: / ‘İçte ve dıştaki siyaset bezirganları, el ele vermek suretile, Türk milletini bu itila yolundan saptırarak, onu iktisadi ve dolayısı ile de siyasi istiklalinden kısmen olsun mahrum etmek istemektedirler.’ (9 Ağustos 1957, İnebolu) / Demek, Birinci Kuvayimilliye savaşımızdan 38 yıl sonra, çok partili demokrasi denemelerimizden 12 yıl sonra, Vatan Partisi ‘Gerekçesi’nden 4 yıl sonra ‘İktisadi ve dolayısile siyasi istiklalimize’ kastedebilecek kuvvetler vardır. Başvekil devam ediyor: / ‘Memleketin iktisadi inkişafını önlemek suretile, onu dış pazarlara açık bir istismar sahası halinde teslim etmek ve siyasi istiklalimizi bu yoldan tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışanları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir.’ (İnebolu nutku). / Vatan Partisi o tehlikeye karşı, bu ümitle kurulmuştu. O zaman, açtığımız kutsal milli davamızı feci bir telaş içinde lekelemiye çabalıyanların hangi iç ve dış millet düşmanları olduklarını çok iyi tanıyorduk. Bunlar gayet sinsice, D. P. nin iyi niyetlerini ‘açık bir istismar’a uğratmak istiyorlardı. Fakat, idealist ve gerçek vatansever D. P. lilerin er geç tepki gösterecekleri muhakkaktı. / Menderes’in son hamlesini, yaklaşan seçimlerin demagojisi zannedenlere hak verdirmeyecek sebepler var. Menderes Hükumetleri, (C. H. P. nin hazırladığı ve öğünme vesilesi yaptığı) liberasyon tuzağını atlatır atlatmaz, her ne pahasına olursa olsun sanayileşme gayreti güttü. Bu uğurda, tefeci-bezirgan şebekelerine kaptırılan fırsatları herkesten iyi gördü. (…) / Menderes: ‘Beynelmilel siyaset karaborsacılarının müseccel simsarlarını’ teşhir ederken diyor ki: ‘Demokrat Parti köylünün ve halkın ve aziz Türk milletinin menfaatlerini en üstün tutan ve onu koruyan partidir.’ İnşallah, köylünün kitlece teşkilatlanıp topraklandırılması ve cihazlandırılması, zirai kalkınmamıza temel yapılır. Menderes: ‘Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı’ seçiliyor. İnşallah, ağır sanayi maddesile, demokratik işçi ruhu sınai kalkınmamıza temel yapılır. Derebeği artığı tefecilere et-tırnak olan komprador bezirganlar, inşallah, şuurlu ticaret ve ucuz devlet ihtiyacımız önünde imana getirilirler. İnşallah Menderes, köylülerin Başbakanı, işçilerin sendika Başkanı kalır. Her yiğitin bir yoğurt yeyişi olur. / Vatan Partisine göre: Olayların kendiliğinden gelişimile, ikinci kuvayimilliye seferberliğimiz, istesek de, istemesek de, günün meselesidir. (…) / Mübarek iktisadi ve içtimai kuvayimilliye seferimiz, sevgili milletimize uğurlu olsun.”[72]

Kıvılcımlı, 1970’de, kendisinin Menderes hükümetini övdüğünü söyleyen gençlere, böyle bir şey yapmadığını anlatmaya çabalıyor. Elbette, bu gençlerin önemli bir bölümü için DP, kendilerini bir parçası hissettikleri ilerici 27 Mayısçılığın karşıtı bir güç olarak övülemezdi. Fakat, bilinir; Kıvılcımlı, 27 Mayısçıları övmek konusunda da o gençlerin en ilerisini geride bırakan bir politik pratiğin sahibidir.

Öte yandan, Kıvılcımlı, genel sol kültürün yaygın kabulünün aksine, DP hükümetlerinin emperyalizme sınırsız teslimiyet durumuna bir set çekmek istediğini de görecek bir konum almıştır.[73]

Kıvılcımlı, Gerekçe’de, Yol’daki görüşlerine zıt bir şekilde, Mustafa Kemal önderliğindeki Kuvayimilliyecilerin Anadolu’da karşısına “kodaman şehir bezirganları”yla “taşra hacıağaları”nın dikildiğini yazabilir.[74] Oysa, Yol’da, Mustafa Kemal’in tam da bu kesimlere dayandığı savunuluyordu.

Kıvılcımlı, niyetinin ne olduğunu gösterecek bir ad verdiği diziden (“Günün Meseleleri”) çıkardığı “Demokrasi” broşüründeki temel fikri aynen izlemekte, fakat fikrin tekabül ettiği özne değişmiş olmaktadır.

Kıvılcımlı’nın bir diğer büyük politik hamlesi, 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesinin bekleme salonlarında boşluğa düştü. “bilmeden yapan” Alpler kuşağından olduğunu bildiği için 27 Mayısçı subaylara tarihsel misyonlarını öğretmeye kalkışan Kıvılcımlı, Tarih Tezi adlı teorisiyle de donanmış olarak, “Tarihsel Devrim”in “vurucu güç”üne yol göstermeye heveslenir. Uzattığı el havada kalır.

Kıvılcımlı’nın 12 Mart 1971 darbesi sonrası aldığı tutum da onun büyük güçler arasında oynayabileceği kuruntusunun devamı niteliğindedir. Darbe sonrası taktiği, asker kanatla sivil kanat arasındaki çelişkileri derinleştirmektir!

Oysa Kıvılcımlı, politik ömrünün hiçbir anında, taktik uygulayabilecek düzeyde bir öznenin içinde yer alamamıştır. Genel tutumları da, böyle bir öznenin yaratılması yönünde olmaktan çok, büyük güçlerle erken aşık atma hevesleri içinde boğulmaktan ibarettir.

Hamlık, çiğlik adına ağır bir şekilde eleştirdiği 71 devrimcilerinin toyluğundan farklı olmayan bir toyluktur Kıvılcımlı’nınki.

Kıvılcımlı, politika yapmak adına, 1930’ların sonunda İsmet İnönü’yü, 1953’te 500. yıl münasebetiyle Fatih Sultan Mehmet’i, 1950’lerde DP’yi, 1960’larda 27 Mayısçıları, 1971 12 Martında darbecileri savunuyor. Bu dönemlerin hiçbirinde elinde bir örgütsel mekanizma yok. Hiçbirinde bir hareketin içinde veya önünde değil. Hiçbirinde ezilen kitlelerin herhangi bir kesimiyle iç içe olamıyor; genellikle İstanbul Cağaloğlu’da tecrit edilmiş bir halde yaşıyor. Hayatının son yıllarında gençlik kesimleriyle gerçek bir bağlantı kuruyor; o da, gençliğin dinamiği karşısında oldukça “sağcı” gerilek bir tarzda.

***

Kıvılcımlı, Yol’da beklenen tutumunu, aslında, devrimci gençlik mücadelesine uzak durduğu son yıllarında da koruyacaktır. O, Yol’da, “Elbet silah gücüyle eleştirilecek, yani silahla yıkılacak bir maddeci zorba düşman karşısındayız. O düşmanı lafla, kağıtla, kitapla deviremeyiz”[75] sözleriyle ifade ettiği politik devrimcilik anlayışını, 1970’de 12 Mart’tan bir hafta önce verdiği seminerde yineler. Ama bunların tümü birer sözden ibarettir; çünkü artık, “toy”, “sinirli”, “çocuk”, “CIA piyonu” diye andığı birileri söze başka şeyler eklemişlerdir. Ve koca Kıvılcımlı, “ellerinde çakaralmazlar tutan çocuklar”ın gölgesinde kalmıştır.

4. ’71 Devrimciliği ve Kıvılcımlı

Kıvılcımlı, 1960’ların sonlarına doğru dünyasal birtakım devrimci yönelimlerin yarattığı rüzgardan etkilense de bir duruş olarak o tarafa geçemedi. Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgalini alkışlarla karşılamadı, ama o dönemde ÇKP’nin başını çektiği kesimin tepkilerini de paylaşmadı. Çekoslovakya’da gelişen hareketin gerçekten liberal yönleri gözardı edilemezdi, ancak bu hareket, 1956’da Macaristan’da gelişen olaylar gibi bir etki yaratmıyor, ve dünyanın dört bir yanındaki yeni saflaşmaların varlığında alışılmadık tepkiler doğuruyordu. Çin’den esen ve devrimci etkiler yarattığı kesin olan rüzgar, Çekoslovakya işgalini de farklı ele almayı gerekli kılıyordu. Bu, aslında bir zincirin birbirine sıkıca bağlı halkalarından biriydi. Fransa’da patlak veren ve dünyanın “Batılı” ülkelerinde önemli etkiler yaratan ’68 olayları da benzer bir yaklaşımı koşulluyor ve tarafları belirginleştiriyordu. Çin’de patlak veren Kültür Devrimi de bunun Marksizm hegemonyasındaki dünya eğilimleri ve politik kesimleri nezdindeki başlama vuruşu anlamına geliyordu.

Kıvılcımlı, 1960’ların sonlarında dünyada gelişen devrimci anaforun dışında kaldı. O, kendini hiçbir zaman bırakmıyordu. Hep bilinçlice olayları teorik öngörü ve çözümlemelerine göre ‘görüyor’ daha doğrusu ‘öngörüyor’du. Kıvılcımlı’nın özel olarak Türkiye’de 71 devrimciliğinden uzak duruşunu ne arızi bir açıklamaya konu edebiliriz ne de onun yapıp ettiklerini mazur gösterme yoluna gidebiliriz. Kıvılcımlı, düpedüz, 71 devrimciliği karşısında zaman zaman gerici denebilecek bir pozisyonda kalmıştır. Bir “eski zaman devrimcisi” “modern zamanlar”ın dinamiğinin, konjonktürün ve dolayısıyla gelişmelerin dışında kalmıştır. Kıvılcımlı’nın anlayışı sakattır. Onun birçok genel ve tek tek uyarısının ‘doğru’ olmasının hiçbir önemi yoktur; dönemin bütün reformcularının uyarıları yerindeydi ve dönemin bütün devrimcileri ham ve çiğdi.

Kıvılcımlı’nın 1970 devrimciliğinin gerçekleştirdiği kopuşun dışında kaldığı bir olgu durumundaydı. Kıvılcımlı, adeta nesnel olarak evrilen bir sürece direniyordu; direnişin sonunun politik adı devrimcilik değildir, adlı adınca Kıvılcımlı’nın duruşu, devraldığı 50 yılın duruşuydu; yenilerin yaptığı ilk kez olandı. Burada doğru-yanlış gibi ayrımların yeri yok. Devrimcinin varlığında reformcu tepkinin doğruluğunun herhangi bir hükmü yoktur. Öte yandan, soyut bir bakışla değerlendirilecek olursa, gerillaya yönelen devrimcileri eleştiren bir tek Kıvılcımlı değildi. Zamanın TİP yöneticilerinden Mihri Belli ve TKP’ye, devrimcilere pratik bakımdan en yakın konumda duran TİİKP’e kadar çeşitli kesimler, hatta THKP-C içinde önder konumunda olan iki kişi, devrimcilerin yöneliminin başarısız akıbetini öngörüyordu. Kıvılcımlı’nın eleştirilerinin bu ortamda herhangi bir ayırt ediciliği bulunamazdı. Kıvılcımlı’nın eleştirilerinin edinilme menziline çekilen bir bakış için artık Kıvılcımlı’nın bir ayrıcalığı kalmıyordu. “Doğru”yu söyleyen, çabanın beyhudeliğini gören birçoğunun arasında biri… Bu ortamda sorun, Kıvılcımlı’nın Kemalizmi Mahir Çayan’dan daha iyi değerlendirmesi olmaktan çoktan çıkmıştı. Meselenin tayin edici nabzı artık devrimcilik ile reformculuğun ayrıldığı yerde atıyordu. Ve Kıvılcımlı bu ayrımın, onun ezici varlığını görebilenler için söylemesi ve katlanması zor bir yanında duruyordu.

O hızlı tempolu yıllarda, Kıvılcımlı’nın temsil ettiği eğilimi, gününün öteki eğilim ve özneleriyle kıyaslayarak ele almak, yaklaşım yönteminin vazgeçilmez bir boyutunu oluşturmalıdır. 12 Mart’a doğru ve onu izleyen aylar boyunca, Kıvılcımlı, devrimci olamamış ama birçok bakımdan devrimcilere en yakın konumda duran TİİKP’in kesinlikle sağında konumlanıyordu. Hem pratik olarak, hem de günlük gelişmelere ilişkin tutum ve bunun anlayışı bakımından… Kıvılcımlı’nın, birçok anlayış ve görüşte, THKO ve THKP-C’nin solunda yer almasının hiçbir kıymeti bulunmuyordu o sıcak atmosferde. Öncelik anlayışlarda değil eylemli varoluştaydı.

Deyim uygunsa, o dönemde kategorik bir şey gerçekleşmiş oluyordu; devrimciliğe bir kopuş! Bu durumda bütün dikkatlerin, muhakkak çok eksikli olacak, acemi ve çiğ olacak bu kopuşa yönelmesinde bir sorun aramamak yöntem gereği olmalıdır. Örneğin 1990’larda Türkiye’de devrimcilik ardında iki onyıl bırakmışken, bir örgütün devrimcileşmesi kategorik bir nitelik arz etmeyecektir. (Örgütün kendi tarihi dışında.) Hal böyleyken, 12 Mart sıcaklığında Kıvılcımlı’nın bu pratik kopuşa göre ele alınması hem tarihsel olarak gayet yerindedir, hem de pratik olarak bir ampirik olgudur. O sıcak günlerden sonra Kıvılcımlı’nın varlığı neredeyse yitip gitmiştir (özel arayışlar dışında).

Ancak bugünden bir bakış, Türkiye’de Marksizmin tarihini aramaya yönelen bir bakış açısından, eksenin değişmesi, dizilişin farklılaşması meşrudur. Bugünün tarihyazımı hakkı, yani tarihsel olay, olgu ve süreçleri yeniden, ama elbette tutarlı bir bütünlük içinde tasnif etme hakkı vardır. Bugünden bakıldığında, örneğin Kaypakkaya’nın mirasını izleyen politik çizgilerin bir başarısızlık saptaması dışında ele alınması imkanı pek görünmemektedir. İbrahim Kaypakkaya’nın, kopuş ortamında yarattığı yeni kopuşun bugünün tarihyazımı için de ‘politik Marksizm’ olarak adlandırılmasında yöntemsel bir sorun bulunmamaktadır. Kaypakkaya’nın pratik-politik Marksizminin (komünist devrimcilik veya Marksist devrimcilik olarak da nitelendirilebilecek) bir moment, gelişmenin düğümlendiği bir an olarak anlaşılması, Marksizme ilişkin bütün bir tarihin, Marksizm sürecinin, bu momentin eksen olduğu bir şekilde ele alınmasına olanak verir, ancak bu yetmez.

Kıvılcımlı’nın Marksizmi, söz konusu momentte pratik-politik Marksizmle buluştu mu? Bu konuda iyimser olmak için hiçbir neden yok. Kaypakkaya, kendi kopuşunu, Kıvılcımlı adındaki varlığa karşı da gerçekleştirmiştir. Kaypakkaya, pratik-politik Marksist olarak koparken, Kıvılcımlı’nın da aralarında bulunduğu bir kümeden koptuğunu yazmaktadır. 71 devrimcileri için Kıvılcımlı’nın bir özünün aranmasına gerek yok. Kıvılcımlı, orduyu överek Kemalizmle ilişkisini ortaya koymuş oluyordu. Gerisi, lafın olumsuz anlamıyla “teorik” meseledir.

Devrimci mücadele karşısında Kıvılcımlı’nın tavrı, bu gelişmenin tamamen dışında birinin tutumundan ötesi değildir. Kıvılcımlı, gelişmenin tamamen dışındadır; eleştirirken de överken de… Örneğin bu dönemde Kıvılcımlı ile kıyaslanabilecek ikinci kişi olan Mihri Belli’nin, devrimci gelişmeyi Kıvılcımlı’ya nazaran çok ileride bir ilgiyle ele aldığı görülecektir. Kıvılcımlı’nın eleştirilerinin birçoğu doğrudur; ama bu doğruların hiçbir hükmü yoktur. Zira bu eleştiriler, zaten daha önceden TİP önde gelenleri tarafından, akıl ve sağduyuya çağrı olarak gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Buna karşın, Kıvılcımlı, birçok başka hususta, TİP’lilerden çok olumlu konumdadır; ama bu konuda da onun önünde TİİKP örneği bulunmaktadır. TİİKP, Kıvılcımlı’nın devrimcilere dönük eleştirisini kategorik olarak organik bir yerden yapmıştır. TİİKP, her şeyden önce gerçek bir örgüttür –öteki üç devrimci örgütle kıyaslandığında- ve TİİKP, Marksizm donanımı bakımından da, Kıvılcımlı’nın bizzat örneklendirdiği ve “enyeni” sosyalist kuşağın en önde gelenlerinden en az ikisini barındırmaktadır.

Kıvılcımlı, “71 devrimciliği” ruhunun tamamen dışındadır. Kıvılcımlı, bu dönemde en erken yakalanan eylemcilerden Ömer Ayna’nın başına gelen aksiliği, bir çocuk oyununda en erken sobelenen çocuk imasıyla, Günlük Anılar’da, alaya alırken, olayın çocuğu Ömer Ayna bu işi pek ciddiye almakta ve babasının tuttuğu avukatı, politik savunma yapmadığından azletmekte ve “eğer Türkiye’de devrimci avukat yoksa” savunmasını bizzat üstleneceğini söyleyecek ve bu davadan 36 yıla hüküm giyecektir.[76]

5. Tarih Tezi

“Tarihin her yerinde komünizm var: Çünkü, bütün o sonsuz ‘imha’ çabalarına rağmen, İlkel Komünizmin gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri Tarihin gidişinden bir türlü silinememiştir. Bütün ‘Medeniyetler Tarihi’ boyunca ilkel de olsa Komünizm, insanlığın gözeneklerinde yaşamış ve en son Bilimsel Sosyalizm için katalizör, ana maya rolünü oynamıştır.” (Kıvılcımlı)[77]

Tarihin motoru

“Marx-Engels ‘Manifesto’ya şu sözlerle başlarlar: ‘Tarih sınıfların savaşıdır.’ ‘Tarih’ sözcüğünün ‘Tarihöncesi’nden sonraki ‘Yazılı Tarih’ anlamına geldiğini biliyoruz. Tarih boyunca, 15. yüzyıla gelinceye dek geçen ‘Antika Tarih’ ‘Barbarlığın medeniyete geçiş tarihleridir’, ya da ‘Barbarlığın medeniyetle savaşının tarihidir’ de diyebiliriz.

“Antika Tarih’ denilen çağdaki toplumsal süreç birbirine çelişik, ama birbirini kovalayan iki ana yayla işler: Birinci yay, sosyal sınıfların savaşıdır. Bir medeniyet yaşadığı sürece ağır basan gidiş yayı budur. Son kerteye dek toplumun olaylarını, sınıfların savaşımı aydınlatır, belirlendirir. İkinci yay, barbarlığın medeniyetle savaşıdır. Bir medeniyetten öbürüne geçiş sırasında ağır basan gidiş yayı budur. Derin tarihsel ve sosyal koşullar antika sınıflar savaşımının bütün bir sosyal devrim sağlamasına elvermediği için, bir an gelir, eski medeniyet içindeki kadim sınıflar mücadelesi kördövüşüne benzer. Toplum ne ileri, ne geri gidemez: İçinde yaşayan insanların hemen tümü için dayanılmaz bir cehennem haline gelir. En kabadayı stoisyenlik-dervişliği bile insanı o gidişe katlandıramaz. O zaman, antika tarihin ikinci yayı zembereğinden boşanır. Barbarlığın medeniyetle güreşi üst plana çıkar. İnsanlık bir adım geriye de atsa, çöken medeniyetin yıkıntıları tarih yolu üstünde temizlenerek, yeni bir medeniyete doğru geçilmiş olur. Bu gidişin olaylarını ancak barbarlığın medeniyetle mücadelesi yeterince aydınlatabilir.

“Bu antika tarih gidişi doğadaki geceyle gündüze benzetilirse daha iyi anlaşılmış olur: Sınıfların mücadelesi gündüz dünyayı aydınlatan güneşe benzer; barbarlıkla medeniyetin savaşımı gece dünyayı aydınlatan aya benzer. Aslında ayın ışığı da gene güneşten yansımadır.”[78]

Bu pasajda Kıvılcımlı, “Tarih Tezi”ni ana hatlarıyla ortaya koyuyor. Kıvılcımlı, Marksizmin kurucularının genel tarih anlayışından net olarak farklı bir tarihin motoru anlayışına sahip olduğunu da ortaya koymakta tereddüt etmiyor. En azından biçimseller itibarıyla, Kıvılcımlı’ya göre, tarih ancak kapitalizmle birlikte “sınıfların mücadelesi”nin tarihidir. Güneşle ay metaforu, bir başka bağlamda önemli olabilir, ama onun açıklamalarından, barbarlıkla medeniyet mücadelesinde sınıflar mücadelesinin nasıl tayin edici bir yerde durduğu anlaşılmıyor. Bir açıklamaya göre, medeniyet içindeki sınıflar kompozisyonu, barbarların tarihe müdahalesini zorunlu kılıyor. Sınıflar mücadelesinin düğümlendiği momentte, barbarlar düğüme kılıç çalıyor ve ilerleme kaldığı yerden sürüyor.

Kıvılcımlı, “iki yay” benzetmesiyle bir başka kanal açmış görünüyor. “Normal zamanlar”da, kapitalizm-öncesinde de, “Antika Tarih”te de, sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğunu söylüyor; ancak “geçiş dönemleri”nde bir başka yayın ağır bastığı görülüyor. Böylece sınıflar mücadelesi geri plana itiliyor ve topluma dışarıdan bir barbar müdahalesi gerçekleşiyor.

Benzer bir akıl yürütmeyi şu sözlerde buluruz: “Toplumun ekonomik ve sosyal yapısı, sınıflaşma nedeni, barbar akını, o süreci ivmelendiren sınıflaşma vesilesi olur.”[79] Ancak bu ifadenin bir başka yorumu, barbarlığın sınıflaşmayı ve üretici güçleri hızlandırması olur; böylece, tipik denebilecek bir üretici güçler teorisi kalır elde.

Kıvılcımlı, tarihi devrimleri bakımından ikiye ayırır. Antika Tarihte toplumsal devrim, yani “bir sosyal sınıf(ın), eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kolektif aksiyon gücü” sağlaması imkansızdır.[80] Ona göre, “antika medeniyet”te de sınıflar vardır. Ezilen sınıf kölelerdir. Ama köleler, “en büyük üretici güç olan devrimci sınıf” değillerdi. Toplumun içinde kurtuluşu sağlayacak bir sosyal sınıf yoktu. Toplumun içinde “amacı belirli bir sosyal sınıf olmamıştı”.[81] “Eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak” olan, tarihöncesinden getirdikleri “ilkel sosyalist üretici güçlerini harekete” geçirecek olan barbarlar devrim yapar.[82] “Tarihin büyük geçit konaklarında, tek vurucu güç, barbarların kolektif aksiyonlarıdır.”[83]

Tarihte yasa

Kıvılcımlı’nın tarih anlayışı, kesin bir nedensellik ve determinizm üzerine kuruludur. “Tarih Tezi”, açık, kesin ve geri alınamaz bir tarzda, “tarihin doğa türünden yasalı bir süreç olduğu”nun savunusudur. “Tarih Tezi”nin sunulduğu kitabı Tarih Devrim Sosyalizm’in hemen ilk pasajlarında, “medeniyetler tarihi” de dediği ve İsa’dan önce 4-5 bin yıllarından İ.S. 14. ya da bazı yerlerde 15. yüzyılda biten[84] kapitalizmden önceki “medeniyetleri” ele alan “Antika tarih”in yasaları, özel olarak “geçiş yasaları”nı ortaya çıkarmanın amaçlandığı[85]  ifade edilir. “Doğadakine benzer şaşmaz yasa arayışı” eser boyunca ısrarla takip edilen bilişsel bir fikri temadır. İbn-i  Haldun’u şu sözlerle över: “İnsanlık için, doğanın işleyişiyle tarihsel gelişim arasında genel yasalar açısından tam bir paralellik bulunduğunu koydu.”[86] Ona göre, tarihsel materyalizm, devrim olgusunu, “Bir doğa olayını inceler gibi”[87] ele almaktadır.

Kıvılcımlı tarihin yasalı ve determinist niteliğini birçok yönde ve tarzda ısrarla savunur. “Tarihte en kör tesadüf saydığımız hadiseler bile, son duruşmada, önüne geçilmez: ‘Tunç kanunlar’ icabıdır.”[88] “En kişice ‘kapris’, ‘ilham’ ya da ‘mucize’ gibi görünen olaylar, büyük toplum yasalarının küçük kişi katında yüze vuran, elle tutulur derme çatma ya da sistemli sonuçlarından başka bir şey değildir.”[89] “Görünüşle insan aldatmasının en son silahı ‘tesadüf’tür.”[90] Kıvılcımlı, keskin bir duruşla, yasalılığın ne şekilde anlaşılması gerektiğini vurguluyor ve devam ediyor: “Bu hem en laik, hem en popüler silahı bay Toynbee de şöyle kullanır: / ‘Kanımca’ der, ‘insan işleri içinde öyle şeyler vardır ki, onlara şemalar uygulanamıyor, çünkü onlar bilim yasalarına boyun eğmiyorlar… Bu şeylerden biri sanırım, iki ya da daha çok insanın rastlaşmalarıdır… Böyle bir tesadüfün, hatta bütün ondan önceki olayları tümüyle bilseydik bile, sonucu önceden kestirilemezdi.’ / Bay bilgin burada örnek vermiyor. Hangi tesadüften bahsediyor? / Eğer bu tarih kişilerinin karşılaşması ise, tarihte bir Robenson’un rol oynaması şöyle dursun, kendisi bile yoktur. Tarihte daima toplumlar toplumlarla karşılaşarak yürünmüştür. İsa’nın doğumundan üç buçuk yüzyıl önce İskender’le Dara’nın karşılaşmaları, İsa’dan dört buçuk yüzyıl sonra Attila ile Aetius’un karşılaşmaları; ondan önceki olaylar bilinince kestirilemeyecek şey değildir. Oralarda tarihi şu ya da bu yönde yürütenler, belli toplumların, gene belli toplumlara karşı kollektif aksiyonlarıdır. Bu kollektif aksiyonlar, gerekince koşullara en uygun kişiyi ister istemez seçmiştir. Tarihin her konağında tesadüf yalnız ondan önceki olaylar vaktiyle bilinmediği için ‘tesadüf’ sayılmıştır.” Kıvılcımlı çok net ve kesindir: “Gılgamış destanı gibi İlyada ve Odysseia de, Hazreti İsa gibi Hazreti Muhammed de kendi çağlarında, matematik denecek kesinlikte sosyal ve tarihsel nedenlerle fışkırmışlardır. / Şiirin kendisi, tarihin hiçbir çağında toplumun istediğinden başka türlü olamamıştır.”[91]  

Kıvılcımlı, “burjuva bilim adamı”na karşı, neredeyse, bilinçli insanın yasalı hareketini, yani devrimciliğinin de yasalı olduğunu, devrimciliğin de bu cenderenin dışında cereyan etmediğini haykırıyor. Burjuva devrimcisine karşı proleter yapısalcısı!

Şu halde, Tarih Tezinde determinizm ve yasalılığa aykırı yönlerin budanması teorik olarak meşrudur.

***

Tarihte yasa meselesini izleyen Kıvılcımlı, kesin ve sade bir ayrımla, “iki zıt tarih anlayışı”nı ortaya koyuyor: “1. Tarih bilimi de her bilim gibi kendi incelediği olayların yasalarını bulmalıdır. Bulabilir de. / 2. Tarih insanın rol oynadığı bir alan olduğu için, insan ise kaprisine ve aklına geldiği gibi davrandığı için, Tarih alanında herhangi bir yasa olamaz; olmayan şey de aranıp bulunamaz.”[92] Kıvılcımlı, iki karşıt tarih anlayışını dile getirdikten sonra devam ediyor: “Birinci anlayışa örnek: Büyük İslam tarihçisi İbn-i Haldun’dur. İkinci anlayış o kadar yaygın bir hastalıktır ki, ona az çok tutulmayan tarihçi kalmamış gibidir.”[93] “İkinci anlayış”ın Marksizmin belirteci sayıldığı bir dönemde, Kıvılcımlı’nın bu sözleri öne ve daha da öne çıkartılmalıdır.

Kıvılcımlı, bu bağlamda, “irade-i cüz’iyye’nin bir yanılsamadan ibaret olduğu”nu da kesin bir şekilde belirtiyor: “İrade-i külliye’ sözünün içinde bilimin ‘determinizm’ dediği bir belirlilik, bir yasalaşma gizleniyor.”[94]

Kıvılcımlı’da, tarihsel süreçte öznel faktör üzerine, bilinç üzerine birçok pasaj bulunabilir, fakat onun yaklaşımının asıl nesnel ve ayırt edici yönü, bu tarihin yasalı işleyişidir. O, Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticaret yolunun açılmasında ilk Müslümanların rolünü şu ifadelerle anlatıyor: “Arabistan barbarları, hiçbir derebeyleşmenin tıkayamacağı, dinlerin ve masalların destanlaştırdıkları Umman denizi üzerinden dünya bezirganlığı için açık ve işlek kalabilmiş son Güney Yolunu seçtiler ya da o yol Araplar’ı dünyanın beklediği kıtalar ve medeniyetler arası bezirgan yolunu Hz. Adem yolunu açma görevine ‘atadı’.”[95]

Tarihsel süreçte Kıvılcımlı’nın bilinçli özneye verdiği rol, “Tarih Tezi” boyunca bundan fazlası değildir: Tarihin bir görevlisi.

Tarih Tezinde metafizik öğeler

Kıvılcımlı, toplumların hareketinin üretici güçler tarafından gerçekleştirildiğini kabul eder. Ancak bu belirlemeyi hep ve ısrarla, “son duruşmada” gibi bir kayıtla anmayı yeğlediği görülür.[96] Oysa, Kıvılcımlı, son derece geniş bir üretici güçler tanımı yapmaktadır. Ona göre, üretici güçler “başlıca dört bölümde” ele alınabilir: “1. Teknik: Toplumun doğayla savaşımında kullandığı cansız araçlar ve kullanım biçimleri, aygıtlar, avadanlıklar ve yöntemler. 2. Coğrafya: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekan içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, doğa, vb. 3. Tarih: Toplumu doğrudan doğruya içerden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam, gelenek, görenek kalıntıları vb. 4. İnsan: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç-manevi ortamını teknik-araçla işleyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), zor ve şiddet anlamlı ‘güç’, vb.”[97] Böyle bir üretici güçler yelpazesinde bile toplumun hareketinin ancak “son duruşmada” üretici güçler tarafından belirlenmesinin kabulü, bir itiraz olarak anlaşılmalıdır. Üretici güç terimindeki maddi niteliğe itiraz.

Kıvılcımlı’nın doğa ile gelenek-görenekleri üretici güçler arasında sayması, gerçekte, onun, “insan üretici gücü”nü eksen almasına hizmet eder görünmektedir. “Doğa”nın üretici güç sayılması gibi bir ‘materyalist genişleme’ ile, gelenek-göreneğiyle insanın üretici güç sayılması gibi bir ‘idealist genişleme’nin sadece idealizme yaradığı söylenebilir. Bu işlem sonucu toplum doğanın etkisine açılmaktan çok, doğa toplumsal bir kategori haline getirilmektedir. Kollektif aksiyon sahibi insan üretici gücünün Marx’ta görüldüğü tarzda, “canlı emek gücü” olarak anlaşılabileceği çok sınırlı bir alan kalmaktadır geriye.

Kıvılcımlı’nın “Antika Tarih”te tekniğin sabit olmasından yola çıkarak, Tarihin dinamiğini insan üretici güçlerine aktarması, Marx’ın, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da, “Üretimi ebedi bir gerçek olarak ele alıp, tarihi ancak dağıtım alanına havale ettikleri” için eleştirdiği ekonomi politikçileri hatırlatıyor. Kıvılcımlı’nın akıl yürütmesi, kapitalizmde de geçerlidir. Tekniğin, “baş döndürücü” bir hızla değiştiği söylenen bu üretim tarzında da, sabit kabul edilebileceği süreçler pekala bulunabilir.

Kıvılcımlı Tarihsel devrimler sürecinde teknik üretici güçlerin “en son duruşmada” kesin hükmünü icra ettirdiğini ifade etmeye özel önem verir. Mesela, ona göre, teknik üretici güçler, Antika Tarihte, barbarlar yoluyla, “dolambaçlı yoldan, dışarıdan rol oynarlar”. Çünkü aslında medeniyet, “hammadde kaynaklarının işletilmesi ve ticari ilişkiler” yoluyla teknik kolunu barbarların içine atmıştır. “çöken medeniyetin, barbarlık içine attığı maddi üretici güç kolları…”[98]

Kıvılcımlı, “tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güç içinde teknik, en son duruşmada ağır basmıştır”[99] değerlendirmesini yapar. Oysa, üretici güçler de “en son duruşmada” belirlemekteydi. “Tarihin temeli üretimdir: Çatışmalı olaylar, hangi gerekçeyle, ne biçimde sahneye çıkarlarsa çıksınlar, en son duruşmada üretici güçleri yansıtır. Medeniyet başlayalı, insan toplumlarında hiçbir olay, ekonomi ölçüsünde geniş etkili olamamıştır.”[100] “Bütün Antika Medeniyetler Tarihi gibi, Osmanlı Tarihinin de en son duruşmada belirlenişi elbet Ekonomi Tabanı üzerinde olur. Ancak, hele su yüzüne çıkalı beri bir ‘Kolay Marksizm’ türedi. Herhangi, Sosyal, Politik, Kültürel bir problem mi önümüze çıktı? Onun çözümü için: ‘Ekonomiktir!’ dedik mi, akan sular duruverir sananlar çoğaldıkça çoğalıyor.”[101] Tekrar edelim: Son duruşmada üretici güçler, bunlar içinde de son duruşmada teknik belirler. Burada bir ifade sorunu olduğu açıktır. Bu, Kıvılcımlı’nın bir yerde dediği gibi bir sorunun taşındığının belirtisidir. Kıvılcımlı, ilk iki üretici gücü “maddi”, sonrakileri “manevi” ya da “insani” üretici güç sayar.[102] “teknik üretici güçlerin modern çağ ölçüsünde kesin etken olmadığı antika medeniyet çağı…”[103]

Ancak Kıvılcımlı, öncelikle, her bir toplumsal formasyonda, üretici güçler içinde belirleyici konumda olanların değişebileceğini söyler.[104] O, bunu felsefi bir mesele değil, bilime havale edilmiş bir yükümlülük olarak kabul eder. Bu bakışa dayanarak, ona göre, “Antika Tarih”te teknik üretici gücü binlerce yıl değişmeden kalmıştır. “(A)ntika tarih toplumunda tek başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık, her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri içine girdiği coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca, kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellkle antika tarihte, dört küme üretici gücün dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların değil tümüyle aydınlanmasını, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetmez.”[105] Kıvılcımlı, Antika Tarihte tekniği bir varsayım derekesine indiriyor. Ama buna karşılık, “modern toplumda teknik, maddi coğrafya ve manevi tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplumun hareketinde yalnız teknikle kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir.”[106] Ona göre, “gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: (öteki üretici güçlere göre) bir kolektif aksiyon başarır.”[107] Kıvılcımlı bu son ifadesiyle gene, bilinçli insanın tarihteki yasa tanımaz rolüne dönüyor.

Fakat Kıvılcımlı, yine de sorununu tam çözememiş görünür. Örneğin, Plehanov’un, “hep Marksizmin ekonomik determinizmine toz kondurmaz görünürken”, kapitalizm-öncesi üretim tarzlarında “ekonomi-dışı” faktörleri öne çıkarmasını eleştirir.[108] İbn-i Haldun’u izleyen bazı İslam tarihçilerini de tarihte ekonomik temeli göz ardı ettikleri için eleştirir. Kıvılcımlı, bir yandan “Antika tarih”te “teknik üretici güç”ün değişmediği için sabit olduğunu ve öteki üretici güç”lerin asıl rolü oynadığını ileri sürer; öte yandan, bazı tarihçileri, “maddi temeli, ekonomi ilişkilerini anlamazlar. Tarihin yalnız politika kabuğu üzerinde araştırma yaparlar”. “Tarihi son duruşmada sürekli yönelten üretici güçler içinden yalnız barbar toplumun Tarihsel (gelenek-görenek) güçleriyle, sosyal (kollektif aksiyon) güçlerini hesaba katarlar. Asıl daha derinde daha kesince işleyen ve pek göze batmasalar bile, tarihsel ve sosyal üretici güçlere yol ve yön veren coğrafya ve teknik üretici güçleri hiç ağza almazlar” diye eleştirir.[109]

Ancak Kıvılcımlı’da asıl olanın, söz konusu İslam tarihçileri ve Plehanov’a karşı konumlanışı olmadığı, onun her fırsatta şu ya da bu şekilde, “insan” döndüğü görülür. Kıvılcımlı’nın “son duruşmada”, ekonominin, üretimin, doğanın belirleyiciliğini içine sindiremediği ve “kollektif aksiyon”u veya başka ifadesiyle “insan üretici gücü”nü –“tarih” de dediği “gelenek-görenek üretici gücü”nü ekleyerek ya da eklemeyerek- başat görmek istediği anlaşılıyor.

Determinizmi, hiçbir şekilde “kaba maddeci” anlamak istediği açık olan Kıvılcımlı, belirlemenin tek yönlü bir akış olarak anlaşılmasına bütün eseri boyunca, ta Yol’dan beri, ısrarla karşı çıkar. Şu tür sözler Kıvılcımlı’da yaygınca var: “Teknik mi devrimi yarattı, devrim mi tekniği? Elbet her iki güç karşılıklı olarak birbirlerinin hem sonucu hem de nedeni oldular. Ancak her şeyi kuru tekniğe bağlayan mekanik görüş, yalnız maddeci yobazlık olur. Canlı tarihteinsan üretici gücü, modern sosyal devrimlerle politik alanda olsun, o görece, o bayağı kapitalist ‘hürriyet’ine olsun kavuşmadıkça, teknik bin yıllık medeniyet gibi yerinde saymıştır.”[110] “Gerçek insan: hem toplum yaratığıdır, hem toplum yaratıcısıdır.”[111] “(S)anayi zekayı, zeka da sanayii karşılıklı diyalektik etki tepki yoluyla geliştirerek metafiziğin ‘Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan’ saçmasını bir yana atar.”[112]

Kıvılcımlı bir toplam belirleme anlayışını savunur görünüyor; ancak onun asıl etkin varlığını her örnekte aradığı asıl başat unsur “insan”dır. Kıvılcımlı’nın anlayışının felsefi karşılığının nesnel idealizm olduğu ileri sürülmelidir.

Ancak Kıvılcımlı bu türden eleştirilere kolay teslim olmuyor! O, belirleme ilişkisinin başat öğesini hemen “doğa”ya doğru çekiyor.

“Üreyim” ya da “kan” determinizmi

“Bilgin’in burada ‘sosyal dayanışma’yı ‘ekonomik bir bağ’la bağlayış ‘Marksizm’ine de gerek yoktur. Çünkü Morgan’ın keşfedip Engels’in özetlediği kan örgütlenmesi yalnız üretimde değil, her alanda ‘bütün bir topluluğun işbirliğini’ sağlamaya yeter de artar. Ne ‘sermaye yatırımı’ kuruntusuna, ne modern anlamda insanüstü bir mekanik zorbalığa gerek kalmaksızın barbar insan, kendi toplumu içinde kankardeşi, kanbirliği, canbirliği ölçüsünde en çözülmez işbirliğini hiç düşünmeden yaşamaktadır.”[113]

Kıvılcımlı, burada, çok güçlü olduğunu hissettiği bir yerden konuşmaktadır. Ona göre, “kan”, ekonomiden de “alt”ta yer alan bir düzlemi işaret etmektedir. O, “sosyal dayanışma”yı, ekonomiyi aşarak doğrudan canlı topluluk olmaya dayandırmaktadır. Ekonomi-öncesi canlı / biyolojik topluluk aşaması… Ekonominin üretimle birlikte varolduğu düşünülürse, üretimden önce ‘insan toplulukları’ ne üretirdi? Ekonomiden önce insan topluluğu var mıydı?

“İnsanlık tarihi sosyal-ekonomik determinizm yasalarıyla yürür. Bu determinizm üretim temeline dayanır. Üretimin içinde yalnız yaşayan bir kuşağın geçim maddeleri yoktur; geçmiş gelecek kuşakların geçinen insanları da vardır. Maddi ekonomik ilişkiler deyince, maddi üretim kadar, insan üretimi de akla gelmelidir. Geçim maddelerini yoktan var etmeye basitçe üretim dersek, geçinen insanları yoktan var etmeye üreyim adını verebiliriz. Barbarlık bu iki alanda olumlu olduğu için maddi güç ve tarihsel rol oynar.”[114] Bu vurguyla, Kıvılcımlı, “insan”dan, “ilk sürü ‘horde’ halinde”[115] yaşayan topluluklar olarak anlamayı öneriyor.

‘Sosyalist’ “Tarihsel Devrimler” ya da “Tarihsel” ‘Sosyalist Devrimler’

Kıvılcımlı’nın “Tarih Tezi”nde bütün tarihi (geçmiş – bugün – gelecek olarak tasavvur edilen Tarih) gören bir enginlik yatıyor. Kıvılcımlı, kapitalizmle birlikte tarihsel devrimlerin yerini sosyal devrimlere bıraktığını ne kadar söylerse söylesin, Tarihsel Devrimleri kapitalizm-sonrasına kadar uzatmaktan kendini alamaz. Tarih Tezi, “insan toplumu”nun ayırt edilebildiği ilk andan komünizmin eşiğine kadar tarihin yasalarını ortaya koymayı hedefleyen bir eser. Tarih Tezi, üretimin bir sorun olarak varlığını koruduğu bütün tarih boyunca tarihsel devrimlerin geçerli olduğu perspektifine açık ya da örtük olarak sahip. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm’in ilgisiz görünen bir yerinde şöyle diyor: “Kapitalizmin 20. yüzyıldaki dünya savaşları gibi, bezirgan medeniyetlerin İ.Ö. 300 yıl önceki ve sonraki Tarihsel Devrimleri de, yarattıkları biçim değiştirmelerle birlikte benzer sonuçlar verdiler. İki büyük orijinal Akdeniz medeniyeti, iki büyük Tarihsel Devrimle bitti. // Makedonya’nın yukarı barbarlığı gibi, Orta Asya’nın orta barbarları da başardıkları iki büyük Tarihsel Devrimle ortamı hazırladılar. Kapitalizmin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, 20. yüzyılda Sosyalist adını alan düzenleri önce kışkırttı, sonra genişletti. İskender ile Atila’nın temsil ettikleri iki kıtalararası Tarihsel Devrim de, kıtalar ve medeniyetler arası bezirgan yollarının istikrarlı düzenini sağlayamadılar. Fakat insanlığın ilerleyişinde yeni basamaklar açmaktan da geri kalmadılar. Atila’dan sonra Muhammed gelecekti. Bezirgan medeniyetin –paralel anlamda- sosyalizmi Müslümanlık oldu.”[116]

Kıvılcımlı burada önemli görüşler ortaya atıyor! Sosyalizm deneyimlerinin tarihsel devrimler modelinde anlaşılması gayet güçlü ve çarpıcı nitelikte. Kıvılcımlı’nın ufku ve tarih anlayışı, ya bir tarih felsefesi boyutunda, ya da engin bir gerçek tarih teorisinin belirtisi.

Bir kere, tarihsel olaylar, Kıvılcımlı’nın hem yukarı barbarlığı sosyalizm modelinde anlamasında, hem de öte yandan, sosyalizm deneyimlerini orta barbarlık değil de yukarı barbarlıkla benzeştirmesini yanlışladı. Sosyalizm deneyimleri, “yeni bir medeniyet yaratamadan” çöktüler, tıpkı orta barbarların tarihsel devrimleri gibi. Müslümanlığın da bir tür sosyalizm olarak anlaşılması, Kıvılcımlı’nın yukarı barbarlığa verdiği tarihsel primle olanak kazandı. Oysa yukarı barbarlık, sınıfsal nitelikte ayrışmayı baştan bağrında üretiyordu.

İkincisi, Kıvılcımlı, sosyalist devrimleri toplumsal devrimler değil tarihsel devrimler modelinde sayıyor. Tarih Tezi alan genişletiyor!

Üçüncüsü, Kıvılcımlı’nın buna kanıtı, devrimlerin, dışarıdan yapılan müdahaleyle kapitalist medeniyetlerin zayıflamasıyla patlak vermesidir.

Ancak, ya 1) Sosyalizm deneyimlerini, orta barbarların tarihsel devrimleri –belki de hatta, orta barbarların yukarı barbarlara karşı “ön tarihsel devrim”i[117]– modelinde anlayarak, bir sonraki devrimler dalgasını, yukarı barbarların “yeni medeniyet” kuracak, yani sosyalist uygarlığı kuracak “tufan”ını bekleyeceğiz, ya da 2) Tarih Tezini “ilk çıkış yatağı”na, pre-kapitalist toplumların hareket yasasına çekecek ve orijinal “sosyal devrimler” dalgasını bekleyeceğiz.

Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, ikinci almaşığı varı-yoğuyla reddetmek zorundadır. Zira, ‘sosyalist devrimler’in “sosyal devrimler” olduğu tezi, tarihsel olayların sonucunda kesin olarak geçersizleşmiştir. “Sosyal devrim”in çöküşü, “yeni bir medeniyet” yaratamaması söz konusu bile edilemez! Oysa bu örnekler, iddialar bakımından utanç verici bir akıbete uğramışlardır.

Tarih Tezinde ilerlemecilik ve üretici güçler teorisi

Kıvılcımlı, “tarihsel devrimler”e, Marx’ın “tarihin bilinçsiz aleti” esprisindeki rolü verir. Ona göre tarihsel devrimler, “Çürüyen, her çözüme elverişsiz, taş kesilmiş, insanlığı ve tarihi durdurup gerilemeye zorlayan büyük orijinal medeniyetleri bir vuruşta kırıp atarlar”.[118] Artık üretici güçlerin önü açılmıştır, yeni bir kılıç darbesini gerektirinceye kadar.

Fetih ve Medeniyet’te üretici güçleri geliştirici rolden söz eder. Ona göre, “İstanbul’un fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.” [119] “Osmanlılık, Bizans kalası önünde geriliği kaldıracak bir kuvveti temsil ettiği için muvaffak olmuştu. İstanbul’un fethile beraber yalnız Bizans surları değil, Avrupa derebeyliğinin şatoları da hükmen yıkılmıştı. Batıda yeni burjuva toplumu kuruluyordu. / Osmanlılık Viyana’yı muhasara etmeden 34 yıl önce, batı ülkesi yeryüzüne modern manasiyle ilk hürriyet bayrağını çeken İngiliz ihtilaline kadar yükseldi.”[120]

Kıvılcımlı ilerlemeci çizgisini son anlarına dek koruyor. Burada Tarih Tezinin üretici güçler teorisi ve ilerlemecilik açısından bir eleştirisi de muhakkak gerekiyor. Sovyetlerin Türkiye’ye yaptığı sınai yardımları şöyle övüyor Kıvılcımlı: “İyi yaptılar. Türkiye’de Modern büyük sanayiin temellerini atarak, proletaryanın gelişimine yol açtılar.”[121]

Kıvılcımlı’nın Osmanlı’da Celali isyanlarını mahkum edişi nettir. Bu isyanlarla ilgili bir tereddütünden bile söz edilemez. Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanlarıyla ilgili görüşleri gayet modernisttir. Vakayı Hayriye’yi alkışlamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Türk modernleşmesinin üniversite kürsülerinde okutulan Batıcı anlatımından ayrı bir görüşe sahip değildir Kıvılcımlı.

Ancak onun çelişkili olduğu bir örnek vardır: Bedreddin isyanı. Kıvılcımlı, bu isyana sahiplenmemek elinden gelmez. Fakat, onun anlayışı bağlamında bu isyanın sahiplenilmesinin geçerliği olamaz. Çünkü bu isyanın verili Osmanlı toplumunda “sosyal devrimler çağı”nı açması beklenemezdi. Kıvılcımlı gibi, tarihte yasalılık arayan biri için bu isyan sıkıntı verici bir örnektir. Fakat başkaları da gündeme gelmezse…

Nitekim, Bedreddin isyanını da kattığı bir değerlendirme onun yaklaşımını en uygun şekilde anlamaya olanak veriyor: “I. Mehmet’in sekiz yıllık dönemi Müslüman Anadolu derebeylerini ve Türk toplumsal devrimini (Bedreddin isyanı) boğdu. 30 yıl süren II. Murat dönemi Hıristiyan Rumeli derebeylerini geri attı. Ancak Fatih Mehmet önce içeride köklü toprak ve düzen reformu gerçekleştirdi. Sonra eskimiş orijinal Bizans İmparatorluğu ile, farkına varmadan Batı Avrupa derebeyliğinin ölüm çanını çaldı.”[122] Çok açıkça, Bedreddin hareketi, Osmanlı’nın ikinci kuruluş döneminde “derebeylikle birlikte bir ayak bağı konumunda tarihsel olarak.

Kıvılcımlı, tarihte üretici güçlerin gelişmesini barbarlığa ait kabul ettikten sonra, medeniyetin rolünü olabildiğince düşürüyor: “Medeniyetin tekniği nitelikçe değil ancak nicelik olarak barbalığınkinden farklıdır. (…) medeniyetin bütün yaptığı, keşfi barbarlıkça yapılmış bir şeyi seri halinde imal biçimlerine göre yeniden üretmekti.”[123] Bu idealist bakış sonucu, Kıvılcımlı, “medeniyet”in bütün bir gelişmesini görmez ve her “ilerleme”yi barbarlığın hanesine yazar.

Komünist Manifesto’da burjuvaziye atfedilen ne varsa, Kıvılcımlı, burjuvaziyi de içlerine katarak, barbarlara atfediyor. “İnsanı köle eden medeniyet, yaratıcı zekayı da binlerce yıl için öldürmüştür.”[124] “Irak olayları hemen bütün yaratıcılığın barbarlıkta gerçekleştiğini, medeniyetin, tarihöncesi keşif ve icatlarını ‘fuzuli işgal’ etmiş, lükse çevirip göz kamaştırıcı yöntemlerle israf ederek dünyaya yaymakla kalmış bir mirasyedi olduğunu ortaya çıkarmıştır.”[125]Kıvılcımlı, medeniyetin yaratıcılığının bir efsane olduğunu bu fikri bir ara-başlık yaparak iddia ediyor.[126] “İleride medeniyete maledilecek bütün olumlu buluşlar, barbarlığın yaratığıdır.”[127]

Kendi iç çelişkileri sonucu çökmeyen, “öldürülmeleri” gereken medeniyetlerin öldürücü güçleri, mezar kazıcıları ortadan kalktıktan sonra ne olacak? Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin ilerlemeci yorumunun buna da bir çözümü olacaktır elbet. Binlerce yılın bezirgan ekonomisinin sarmalında dolanıp duran “geri ülkeler”in tekerleği, modern tarihe ilkel komünizmin gücüyle girmiş Batı ülkelerinin kapitalizmindeki teknik ve insan üretici güçleri tarafından harekete geçirilecektir. Modern çağın, sosyal devrimler çağının tarihsel devrim görevlerini sosyal devrimciler üstlenecek!

Yukarı barbarlık sorunu

Tarih Tezinin üretici güçler teorisiyle ve kapitalizmle uzlaşan, kapitalizme ulaşan kuruculuk anlayışıyla özdeşleştirilmesinde Kıvılcımlı’nın yukarı barbarlığa verdiği ayrıcalıklı yer tayin edici bir nitelik gösteriyor. Yukarı barbarlığın tarihsel devrimlerin orijinal anlaşılında tipik devrimcilik rolü alması, gerçekte, derin toplumsal katmanlaşma ya da gerçek sınıflaşmalar yaşayan bu toplumların devrimci eleştirisini olanaksız kılıyor. Ya da, bu toplumların yapılmış devrimci eleştirisine kayıtsız kalmayı zorunlu kılıyor.

Yukarı barbarlıktaki sosyal bölünmelerin orta barbarlıkla kıyaslanmayacak denli derin olduğunu kabul eder. “Grek kentlerinde kuşaklar ve kenttaşlar arasına sık sık giren çatışma ve kopuşmalar, ayrılma, yabanda yeni koloniler açmalar, bu gidişin en iyi bilinen örnekleridir. Orta barbarlıkta böylesine iç parçalanışlar yoktu. O yüzden, tıpkı medeniyetlerle barbarlar arasında en keskin biçimlerini alan farklar, daha ufak ölçüde, yukarı barbarlarla orta barbarlar arasında görüldü.”[128]

Yukarı barbarlığın “kent”inin derin denebilecek sınıfsal ayrışmaya uğradığını Kıvılcımlı da reddetmez. “Roma kentinde toprak, ‘patrici’ adlı asillerindi. Bezirgan ‘pleb’ler alışverişle zenginleşince, kendilerine benzer mülksüzleri kışkırtıp kamu otoritesine yükseldiler. Mekke kentinde toprak, ‘Kureyş’ adlı asillerindi. Bezirgan ‘müslümanlar’, Umman ve Şam ticaretiyle zenginleşince (…) Mekke ve (toprakları Evs-Hazreç adlı Yahudi tefeci oymaklarınca ipotek edilip mülksüz duruma düşmüş) Medine fukarasıyla el ele verip, Kabe otoritesini Kureyş’in tekelinden aldılar.”[129] Öykü, Batı Avrupa’da burglar çevresinde toplanan tüccarların ve toprak kaçkını ayaktakımının aristokrasiye karşı mücadelesine benziyor. Ancak kesin olan bir şey, bu öykünün açık bir sınıfsal mücadele öyküsü olduğudur. Yani yukarı barbarlığa karşı gerçekleştirilen devrimler tarihsel olmaktan çok toplumsal devrimleri andırıyor.

“Kent yönetimi, yeryüzünün şimdiye kadar tanıdığı en saf demokrasi düzeni olarak başladı”[130] diyerek, “Atina demokrasisi” konusunda yaratılan Aydınlanmacı mitin dışında yer alamadığı anlaşılan Kıvılcımlı, burada köleleri unutmuş görünüyor. Söz konusu “demokrasi”nin en önemli kurumu “agora”da (Mekke’de “darunnedve”, Roma’da “domicilium”) kent asilleri toplanır ve her sorunu kendi aralarında, köleler ve öteki aşağı katmanlar karışmadan “eşitçe ve elbirliğiyle tartışıp çözümlerlerdi”.[131] Oysa, Kıvılcımlı, Perslerin Ispartalıları, “agora”dan dolayı küçümsemesini aktarır: “Öyle kentlerin ortasında bir alan bulup, orada kendi kendilerini karşılıklı and içmelerle aldatmak için dolaşan kimselerden ben ömrümde korkmam.”[132] Daha “aşağı” bir barbar, daha “yukarı” barbarın, gerçekte sınıfsal nitelikteki “agora” geleneğini küçümsüyor.

Kıvılcımlı, feodalizmi sadece derebeylik olarak yorumlar.[133] Bu, onun tarih anlayışına uygun görünür, ama Osmanlı tarihinin açıklanışı gibi, çeşitli imparatorlukların feodalizm ile ilkel sosyalizmin çatışmasına sahne olan kurumlar olarak anlaşılmasında bir zayıflık olduğu zorunlu olarak görülür.

Kıvılcımlı, “tarihsel devrim” yapan yukarı barbarların yeni medeniyetler kurabileceğini söyler. Gerçekte onda, “kent” uygarlığı yaratmış yukarı barbarların tarihsel devrimci nitelikleri konusunda temel bir sorun var gibi duruyor.

Kıvılcımlı, orta barbarlığı değil yukarı barbarlığı önemser. “Tarihte asıl orijinal medeniyetleri doğuracak güçte barbar akınları, hiç de çoban aşkı yaşayan göçebelerden gelmemiş, tam tersine sapına kadar yerleşik tarımsal kentlerden çıkma yukarı barbarlardan gelmiştir.”[134] Bu, köklü katmansal ya da sınıfsal ayrışmalar yaşayan “yukarı barbarlar”ın tarihi ilerletici misyonuna, bir anlamda üretici güçlerin gelişmesi esprisine bağlı bir yorumdur. Kıvılcımlı, yukarı barbarlar içindeki toplumsal ayrımlarla ilgilenmez.

Yukarı barbarlık kavramlaştırmasının izlenmesi, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezinde çok önemli sonuçlar verecektir. Onun Osmanlı tarihinden başlayarak, Türk toplumunun orijinalitesi saydığı husus da, yukarı barbarlığın tarihsel devrimci misyonu anlayışının çelişik bir öğesidir. Ona göre, orta barbarlıktan gelmelerine rağmen Osmanlılar yeni bir medeniyet yaratabildiler. Bütün Türkiye tarihi bu temel temadan çıkarılıyor. Ancak bu, Kıvılcımlı’nın nedenselliğini açıklayamadığı bir istisna.

Ezilenlerin barbarlığı ya da Tarihsel Devrimciliği

Kıvılcımlı’nın Tarihsel Devrimler anlayışı, varolduğu yerlerde kölecilik ve feodalizmi kölelerin ve toprak kölelerinin yıkmadığı, fakat kapitalizmi proletaryanın yıkacağına ilişkin Marksizmin genel tezindeki ‘açık’ üzerine bina edilmiştir. Kıvılcımlı bu olgusal gerçekten ve bu teorik kabulden yola çıkarak Tarihe bir açıklama getirmiştir. Bu tarihte ezilenlerin aktif varlıklarının görülmemesi, Kıvılcımlı’nın tarihsel olaylara rağmen, üstelik Yol’da bu konunun farkında olduğunu göstermesine rağmen, modelini modernleşmeci tarzda kurduğunun teorik kanıtı olarak değerlendirilebilir. Modernleşmeci tarzda kurmayla kast edilen, Kıvılcımlı’nın kapitalizmin gelişmesi ya da “modernleşme” denilen sürecin eleştirisine girmeyi hiçbir şekilde düşünmediği gibi, tam tersine bu tarih şablonunu esas kabul ederek, kendi tarih modelini o momente varması üzerine kurmasıdır. İngiltere ve Japonya’nın kapitalizme geçişlerine ilişkin çalışmaları bu anlayışın ürünüdür. O, Marx-Engels’e eleştirel yaklaşmadığı fakat aynı zamanda onların boş bıraktığı alanı doldurmaya yöneldiği için, tarih anlayışı orijinal olarak bir ekleme, lehimleme manzarası vermiştir. Bu tutumundan uzaklaşmaya ve Marx-Engels’in çalıştığı nesneye, kapitalizme doğru genişletmeye başladığı zaman Tarih Tezinin dinamik ve ufuk açıcı yönleri belirmeye başlamış; fakat bu kez de bizzat Kıvılcımlı’nın kendi tezini politik ve ideolojik sömürüye tabi tutması bir kahredici sorun olarak kendini göstermiştir.

***

“Tarihte medeniyetler kendiliklerinden, doğal yoldan ölmüyorlar. Söz yerinde ise öldürülüyorlar. Mezar kazıcılarını ise –modern devrimlerdekinin tersine- dışardan çağırıyorlar…”[135]

Kıvılcımlı, Tarih Tezinde “antika toplum”un, yani kapitalizm-öncesi toplumların ezilenlerine hiçbir yapısal rol vermez. Bu onun temel bir sorunu konumundadır.[136]

Modern çağla, yani kapitalizmle birlikte, yani Marx-Engels’in üzerinde konuşmaya başladığı dönemle birlikte “tarihsel devrimler” sona erer.[137] Nedenlerini şöyle açıklar Kıvılcımlı: 1. Yeryüzünde fethedilmeyen coğrafya kalmamıştır, barbarlar kalmamıştır. 2. Teknik üretici güçler öylesine büyük sıçrayışlar yaptı ki, yalnız başına teknik güçlerin gelişimi toplum içinde hem coğrafya, tarih, barbar kolektif aksiyonu, üretici güçlerinin yerini tutabilecek maddi gelişimi sağladı; hem de (…) sosyal devrimci modern sosyal sınıflar yetiştirebildi.”[138] Artık “eskiden beri varolan medeniyet yıkılmaksızın, yeni ve daha ileri üretim ilişkileri sağlayan bir sosyal düzen daha insancıl yollardan kurulabilmiştir.”[139] Ona göre, “17. ve 18. yüzyıllardaki kapitalist devrimler, 19. ve 20. yüzyıllardaki sosyalist devrimler, modern çağın sosyal devrimleridir.”[140]

Buradaki anlayış, burjuva uygarlığı ile sosyalizmin birbiriyle bağına, hatta sosyalizmin burjuva uygarlığının tarihsel devamı olduğuna, tarihsel devrimler tarzı bir yıkım değil üzerinde, kazanımlarında yükselme anlamında, işarettir. Aydınlanmacılığın zihniyeti tam da budur. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi böyle mi anlaşılmalıdır?

Kıvılcımlı’da “sosyal devrimler” “dışarısı”nın bittiği yaklaşımı çerçevesinde tarihsel meşruiyet kazanıyor. Dışarının bittiği ve artık tarihsel devrimlerin tarihin konusu olduğu anlayışına ilişkin, spekülatif nitelikte bir akıl yürütme zorunlu görünüyor. Kıvılcımlı’nın muhtemelen Tarih Tezinin ilk sistematiği bu anlayışa dayanıyordu, ancak çalışmalarını görece sıcak gelişmeler ortamında yayına vermeye hazırlanan Kıvılcımlı, yaptığı müdahalelerle Tarihsel Devrimi kapitalizm sonrasına kadar uzattı. Bu tür bir açıklama, Tarih Devrim Sosyalizm gibi sistematik hazırlanmış bir eserdeki bazı çelişkilerin anlaşılmasını sağlayabilir.

Tarihsel Devrimin üretici güçleri geliştirici misyonuna ilişkin olan orijinal anlayış, bu devrimin kapitalist toplumsal formasyona karşı mücadelede de geçerli olduğu anlayışıyla genişletilince, mesele, üretici güçlerin önünü açmak olarak anlaşılmaktan da çıkacaktır.

Tarih Tezini eğer kapitalizmde de geçerli bir olgu olarak almak mümkünse, bunu, ezilenlerin dinamik hareketine bağlamak ve kapitalist üretici güçlerin hızlı gelişimi karşısında çözülen alt sınıfların tepkileri olarak yorumlamak gerekecektir. Ayrım tam da burada saklıdır. Ekonomist, üretici güçlerci ve sınıfçı bir yaklaşım, devrimci dinamiği en yeni canlı üretici güç bölüklerine atfederken, tarihsel devrim tezi, devrimci dinamiği ‘gerici’ sınıf kesimlerine yüklemektedir. Bu, Kıvılcımlı’nın deyişiyle, “medeniyet” tarihi boyunca süregelen tarihsel devrimci güçlerin dinamik bir yorumudur. Tarihsel devrimci güçler böylece, ezilenlerin hareketinde varlık bulmuş olacaktır.

Bu anlayışta, ezilenler aslında ileri toplumsal formasyonun asli oluşturucusu konumunda olamıyor ve gelişen yeni emekçi sınıf bölükleri somut ilişkileniş olarak ezilenler arasında yer almayabiliyor. Çünkü bu kesimler toplumsal formasyonun tarihsel devrimcisi değil, “toplumsal devrimcisi” –ya da daha yapısal ifadesiyle ‘evrimsisi’- oluyorlar.

Tarihsel devrim anlayışının bu yorumu, devrimlerin neden geri ülke ya da bölgelerde ortaya çıktığını açıklayacağı gibi, devrimlerin tarihin neden “imdat freni” (W. Benjamin) olduğunu da açıklayacak kapasitededir.

Şu halde, “medeniyetler” hala “doğal yoldan ölmüyor”; öldürülüyorlar ya da bu olmazsa öldürülmeye teşebbüs ediliyorlar. Failler hala yabancılardan (barbarlar) oluşuyor.[141]

***

Kıvılcımlı Tarihsel Devrimi, nihai olarak üretici güçlerin gelişmesi meselesine bağladığı için, tarihte sadece kurucu inisiyatife dikkat çekti. Bütün aykırı yönlerine rağmen, Tarihsel Devrim anlayışının üretici güçlerin en son ve devrimci üretici güç olan proletaryayı doğuracak tarzda ele alınması sonucu, Kıvılcımlı, ne tarihte ne de günümüzde –kapitalizmden, onun sonrasına geçme çağında- “üretici güçleri geliştirmeyen” dinamiklere önem verir ve onları tarih-dışı, çökmekte olan medeniyetle birlikte yok olacak safralar olarak görür. Bu, Tarih Tezinin, devrimci mücadele açısından en temel sorunudur.

Gerçi, bazı çalışmalarında Kıvılcımlı’nın günümüzde de toplumların kovuklarında yaşayan bazı toplulukların ilkel komünist özelliklerine dikkat çektiği görülür, ama bu onda tabir uygunsa, yapısal nitelik kazanmamış, teorik boyut almamış bir yön olarak kalır.

Kıvılcımlı’da, Troçkizan denebilecek bir köylü antipatisi, işçiler dışındaki ezilenlere, örneğin eşkıyalara, soğuk ve şüpheci bakış hep süregelen bir özelliktir. Bu, onun Yol çalışmalarından itibaren değişmemiş zihniyetidir. Onun nazarında “vurucu güç”, “medeniyet kurucu kudrette” olan ve genellikle toplumda ezenlere yakın duran ya da onların içinde yerleşik topluluklardır. Tarihsel olaylarda yol bulmak, kısa erimli mücadelelerde taraf olmak bakımından gayet pratik olan bu yaklaşım, ezilenlerin tarih boyunca süregelmiş gerçek hareketinde olumlu bir şey görmez.

Tarihsel devrimlerin dinamiğini, “medeni toplumlar”ın barbar özellikler barındıran ezilenlerine bağlama yönünde bir girişim, Kıvılcımlı’nın Tarihsel Devrim anlayışına politik bir operasyonellik kazandırabilir. Üstelik, zaman zaman “paralı asker” olarak barbarların medeniyetin içine girdiği örnekleri vermektedir. Ya da bir bakışla, Kıvılcımlı’nın dışarıda görünen barbarları, aslında tekniğin onlar aracılığıyla rol oynaması görüşünde olduğu gibi, dış ezilenler konumunda olabiliyor.

Tarihsel devrimlerin, iç ve dış olmak üzere iki boyutlu olduğu anlayışı önemli avantajlar sağlayabilir. Kıvılcımlı’nın medeni toplumların safralaşmış ve toplum-altı nitelikteki paryalarına ilişkin şüphelerine kategorik bir karşılık oluşturulmalıdır. Ezilenlerin en alttakilerinin gerçekten toplum-altı (toplumsal hayvan bile değil) bir nitelik gösterdiği kabul edilmelidir. Ancak, salt tarihsel olayların bir dökümü, tam da medeni toplumun, Kıvılcımlı’nın çoğu zaman örnek vererek horladığı ezilenlerinin, onun bile ölçülerine uyan gayet “medeni” ve “yapıcı” hareketler geliştirdiğini gösterir.

Aynı yaklaşımın geliştirilmesi, yani tarihsel devrimin ezilenlere bağlanması, örneğin 1960’larda ordudaki “devrimci kıpırdanışları” açıklayabilir. Gerçi bunları Kıvılcımlı, onların “halk çocukları” olmasına bağlamıştır, ama bu, Kıvılcımlı açısından hiç de orijinal bir açıklama değildir: Bildik, basmakalıp geleneksel açıklama!

Ya da tarihsel devrimciliğin, bir tarih misyonerliği şeklinde ortaya konması söz konusu olabilir. Bu durumda, tarihsel devrimciliğin ikiye ayrılması gerekecektir. Ezenlerin ve ezilenlerin…

***

Kıvılcımlı’da, Tarihsel Devrimler çağında ezilen halk kitlelerinden yükselecek herhangi bir hareketin devrimsel bir şansı olamaz.

O, ezilen halk yığınlarının iktidardakilere karşı tepkisinin başlıca iki türlü olduğunu belirtir: Bunlardan biri, “Hasan Sabbah yolundan yarı mistik, yarı ‘meczup’, kolayca esrarkeşliğe dökülen Anarşizm”dir. Öteki ise, “Celali Ayaklanmaları yolundan, gene mistik ve sonuna dek dar sınırlı, Simavnalı Şeyh Bedreddin isyanı kadar mutsuz ve süreksiz Ortaçağ Köylü Savaşları” türündendir.[142] Kıvılcımlı’ya göre, her iki tip tepkide de, “sosyal bilinç’in yerine ‘insanüstü inanç’ geçir(ilmiştir)”. Oysa biliyoruz, Kıvılcımlı, Bedreddin İsyanıyla ilgili bir yazısında, bu isyanın önderini “ilk bilinçli sosyal devrimci” sayacaktı. Öte yandan, Hasan Sabbah’ın adıyla anılan Nizari İsmaililiğiyle ilgili bilgileri yetersiz görünen Kıvılcımlı, bu hareketin gayet dünveyi komünal oluşumları nasıl yaratabildiğini açıklayamaz. Kıvılcımlı, ezilenlerin hareketine ilişkin bilgilerini ve yakınlığını henüz teorileştirememiştir.

Kıvılcımlı’ya göre, kapitalizm öncesi toplumların ezilen hareketlerinin herhangi bir şansı yoktur. “Antika toplumun Halk hareketleri, en keskin örgütlü hatta silahlı olduğu zaman bile, net duru, açık bir Sosyal Bilince ve evreni gerçekten kavramış bir Dünya Görüşüne (Weltanschaung) kavuşamadığı için, daha doğarken ölüme mahkum kaldı.”[143] Bu, elbette, Kıvılcımlı’nın çağdaşı Marksist yazınla paylaştığı bir yanılgıydı. Ama bu kusur, yaygın Marksist yazında özel bir öneme sahip olmazken, Kıvılcımlı’nın eserinde tayin edici bir öneme sahip olmak durumundaydı. Çünkü, Kıvılcımlı, genel Marksist yazından farklı olarak, bu tarihsel dilimle özel ve iddialı olarak ilgileniyordu; bir teorik kuruluş gerçekleştiriyordu!

Oysa, işçiler dışındaki ezilenlere soğukluğunun belirgin olarak hissedildiği bir eser olan Yol’da Kıvılcımlı, tarihte ezilen ayaklanmalarının öğretilenden binlerce kat daha fazla olduğunu yazıyordu. “Zaman zaman en kızıl isyancı liderler yetiştirerek, ezilen sınıfların bütün dileklerini bir atılımla gerçekleştirmek için ortalığı kana boyayan tarikatlar, İslam-Türk tarihinde kitapların yazdığından yüzler ve binlerce kez daha sık ve kuvvetle görünürler.”[144]

***

Kıvılcımlı’da, ayaktakımı düşmanlığıyla işçicilik birbirini besleyen bir ikilik olarak işlevleniyor. Ona göre, “Türkiye’nin ayaktakımı, 1908’den önce karşı-devrim cephesindeydi, 1908’den sonra devrim cephesine geçti –kuşkusuz proletarya devriminin değil, başka burjuva devriminin, fakat ne de olsa devrimin cephesine geçti.”[145] “örneğin hamallar arasında İttihat ve Terakki’nin güçlü propaganda ve örgüt faaliyeti hiç eksik olmadı.”[146] Ayaktakımı kendi başına devrimci hareketler ortaya koyarken Kıvılcımlı kitaba uygun bir şey görmüyor ve onları “gerici” olarak nitelemekte duraksamıyor. Aynı ayaktakımı, kitaba uygun şekilde burjuva devrimcilerinin arkasında saf tuttuğunda Kıvılcımlı bu ‘malzeme’ye istemeden olumluluk atfediyor.

Ayaktakımının mahkum edilmesinin bir başka örneği Halk İştirakiyun Fırkasının eleştirisi yapılırken gerçekleşir. Kıvılcımlı, direniş Anadolusu işçileri arasında örgütlenen bu hareketin işçiler arasında ayrım yaptığını, lumpen proleterler arasında örgütlendiğini, silahlı çeteleşmeye yöneldiğini yazar.

Ayaktakımına dönük olumlu bir ilgi ancak yaşadığı dönemde meydana gelen olaylarda görülür. Bu, politik olarak önemle kaydedilmelidir. “kuyrukçular” diye nitelediği ve İstanbul’da liman tekeli kurulurken aç kalan hamallarla mavnacıların çatışmalı direnişlerini anlatırken yaşanır. Kıvılcımlı, “kuyrukçuları” “açlığın ayaklanışını ‘ortaçağa özgü’ bir tepki olmakla damgaladı”kları için eleştirir. Hamalları işçiden saymamış, mavnacılarla sosyalizmin ilgili olamayacağını bildirmişlerdir![147] Oysa, Kıvılcımlı için hamallar ayaktakımındandı.

***

Kıvılcımlı, tarihsel devrimler çağında da sosyal devrimler çağında da, “medeni” bir toplumun ezilenlerini devrimci misyonlar bakımından önemsemez. Genellikle “ayaktakımı” diye nitelediği bu “çürümüş medeniyet kalabalığı”ndan hiçbir şey beklenemeyeceğini ısrarla savunur.[148] Neredeyse, Yol dahil, bütün eseri boyunca tutarlı ve kararlı bir şekilde izlediği belli başlı temalardan biri budur.

“Durgun bataklık ölümünde”ki bu yığınları ancak barbar akınlarının “dürtüp kımıldattığı”nı savunur.[149] Kıvılcımlı’nın oryantalistlerin “uyuşuk Doğulu” imgesini paylaştığı düşünülebilir.

Şu uzun pasaj, onun “ayaktakımı”na nefretini yansıtıyor:

“Kölelik ve derebeyi düzeniyle turşuya dönmüş halk binbir basamaklı, her biri ötekini atlatmaya eğilimli, birbirini tutmayıp kemirir, ‘Külahını kurtaran kaptandır’ diyen bir ayaktakımı kara kalabalıktır. Bu ayaktakımının tutunduğu küçük üretim kadar küçük görüş ufku, gerçek hiçbir ülkü ve davranışa elvermez; en kahredici kısırlıkta en alçak bencilliklerle övünür; en sonu gelmez ve onmaz pis çıkarcılıkla avunur. Ne maddi ne manevi durumu bilinçli ve örgütlü yeni bir dünya kuracak düzeye erişemez. Onun için, ikide bir kopardığı ayaklanmalarla, herhangi bir sosyal devrim yapmak şöyle dursun, eski sallanan yapıyı bile yıkamaz, yalnız gerilemeyi ve gericiliği kolay bir zaferle daha tavlandırmaya yarar. Çünkü o küçük ve dejenere mazlumların eski sonuçsuz talancı eğilimi, ortalıktaki varı yoğu düzenlemek değil, hemen çapul edip ne yaptığını bilmeden, hırs ve korkuyla kararmış inine çekilivermektedir. Neden kapıldığını bilmediği birkaç mazlum elebaşısını, daha zalimce yeni bir saltanat kurmaya bırakarak, onun çanak yalayıcı dalkavukluğuyla taban yalama tapıncını göklere çıkarır. Sonra da ‘Gelenin gideni arattığını’ görerek kötümser umutsuzluğun en derin kuyusunda kendine en ufak güvencini de gömer.”[150]

Bu burjuvaca ve daha doğrusu Aydınlanmacı bir elitist görüş açısından başka bir şey değildir. Neredeyse bütün ezenler tarihi, ezilenleri, ilk bilinen köle isyanlarından beri bu şekilde betimler. Kıvılcımlı’nın ezilenlerin hareketi üzerine ayırt edilebilir bir teorisi yoktur.[151]

Kıvılcımlı, Osmanlı kentlerine akın eden kalabalıklarda hiç olumlu bir nitelik göremez. Aynı II. Enternasyonalci nedenle: Üretici değiller.

“Osmanlılık, derebeyleştikçe, kadim Roma’nın yoluna girmiştir. Payitahtlara akın eden bu aç ve şuursuz ve teşkilatsız kara kalabalık, büyük şehirlerde üretimi veya sanayii arttıran prosperitenin fedailer kitlesi olamaz. İçine termit adlı çöl karıncaları düşmüş ağaç gövdeleri gibi şehirleri çürüten, gayrimüstahsil ‘Kul’ veya ‘ayaktakımı’ hazır yiyiciler haline girer. İmparatorluğu içeriden yıkmakta bire bir olan, bir nevi içeriden Coup de grace (Son öldürücü vuruş) yapan ayaktakımı ayaklanmalarına kaldırım malzemesi hazırlar.”[152]

Görünümlerden hareket eden bir yaklaşımla şu soru neden sorulmasın? İmparatorluk sınırlarına dayanmış barbarların “hazır yiyiciliği”, “aç ve şuursuz” oluşu (hadi teşkilatlı kabul edelim) hakir gördüğü ayaktakımından daha mı azdır. Bu ayaklanmalar “son öldürücü vuruş”u yapabilecek güç ve nitelikteyse nasıl bir eleştiriye konu edilebilir?

Öte yandan, bir tek Patrona Halil ayaklanması bile, Kıvılcımlı’nın horladığı şehir ayaktakımına misyon vermeye yeter.

***

Kıvılcımlı, Osmanlı’yı Kanuni Süleyman’dan itibaren kasıp kavuran isyan dalgalarını, “derebeyleşmenin kaçınılmaz sonucu” görüyor.[153] Şu halde, derebeyleşmeden önceki isyanlar hangi gelişmenin kaçınılmaz sonucuydu?

“Türkmenler temiz göçebe ruhlarını kaybetmemiş Türklerdi. Onlardan kuvvetli bir vicdan isyanının doğması pek tabii idi.”[154] Fakat bu konuda da umutlu olmamak salık verilecektir. “Osmanlı toplumunun kendi içinde, kendi kendisini temizleyecek bilinç ve teşkilata sahip yekpare bir devrimci sınıf yoktu. Tek tük ayaklanan aşiretler ise, o çöken medeniyetleri tasfiyeye çağırılı barbar akınlarındaki sağlam, seciye ve disipline sahip yekpare teşkilatlı fedakar kudrete sahip değillerdi. Asırlarca içinde kaldıkları Osmanlı toplumunun ufunetinden az çok nasip almışlardı.”[155] Bu tablodaki devrimcinin adresini Kıvılcımlı zaten göstermiştir. Osmanlı’nın yıkılması sürecine önayak olan güçlerdir bu Tarihsel Devrimi gerçekleştirenler. Yani emperyalist kapitalizmle nesnel olarak el ele veren kollektif aksiyon gücüne sahip Türk ordusu bu çürümüş medeniyeti yıkmıştır.

Öte yandan, periferide yaşayan göçebe aşiretlerin bile Osmanlının kötülüğüyle kötülendiği, kiriyle kirlendiği bir tarihsel ortamda, Osmanlı’nın tam da göbeğindeki ordunun, barbar nitelikleri nasıl koruyabildiği canalıcı bir soru oluyor.

6. Son Bir Söz

Teori ve Politika, Türkiye’de özgül bir Marksizmin ortaya konuluşu bakımından, baştan beri ama giderek daha belirgin bir şekilde, Kıvılcımlı’nın kategorik yerinin ayırdında oldu. Bir gecikmenin dış nedeni, Kıvılcımlı’nın son döneminin politik niteliğidir.

Teori ve Politika, baştan beri bilinçli ve ısrarlı bir şekilde, Kaypakkaya’nın izini sürdü. Çünkü politik Marksizm pratik önceliğe sahipti.

Ampirik bir bakış için, binlerce sayfası ve 50 yılıyla Kıvılcımlı ile, iki yıllık politik Marksistliği ve birkaç yüz sayfa tutan yazısıyla Kaypakkaya’nın birlikte anılması acayiptir.

Anlaşılmayan şudur: Kaypakkaya bir kopuşun yaratıcısıdır. Kopuş, bir atılım, bir moment anlam ve eylemini doğal olarak içerir. Engin bir birikimden tek hamleyle kopulur. Kaypakkaya’nın yaptığı, “medeniyet”in her şeyini reddeden, dolayısıyla, onu yakıp yıkan dehşetengiz orta barbarların eylemine benzer.

Kıvılcımlı’nın yaptığı bir kopuştan çok, “eski medeniyet”i yıkmadan, onun üzerinde “yeni”sini kuran “sosyal devrimci”ye, ya da belki birçok açıdan daha uygun bir benzetmeyle, “medeniyet”le tanışık yukarı barbarın yeni medeniyet kurmasına benzer.

Kıvılcımlı’nın yaptığının, tıpkı yukarı barbarların yaptığı gibi, daha derin bir iş olduğu iddia edilebilir. Ama tam da bu iddia, Kıvılcımlı’nın yukarı barbarlara verdiği tarihsel misyonun sorunu değil midir?

 

 



[1] Melik Kara, “Devrimcilerin Marksizmi”, Teori ve Politika 12, Güz 1998, s. 13

[2] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., İstanbul 1992, s. 283-4

[3] Hikmet Kıvılcımlı, Yol 1, Bibliotek Yay., İstanbul 1992, s. 207

[4] Hikmet Kıvılcımlı, “Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında (Antiemperyalizm + Antifeodalizm) (Endüstri, Toprak, Sulh)” [İstanbul 1937]; Emperyalizm: Geberen Kapitalizm içinde, Tarih ve Devrim Yay., İstanbul 1974, ss. 143-171

[5] Kıvılcımlı, Yol 1, s. 18

[6] Kıvılcımlı, “Halk Savaşının Planları” (1969), Oportünizm Nedir? – Halk Savaşının Planları – Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, Derleniş Yay., İstanbul 1978, s. 118

[7] Kıvılcımlı, “Eyüp Sultan Konuşması”, Teori ve Politika 17, Kış 2000, ss. 92-6

[8] Kıvılcımlı, “Ordu Kılıcını Attı!”, Teori ve Politika 23, Yaz 2001, ss. 168-72

[9] Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Partisi Yay., İstanbul 1957

[10] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ans., C. 6, İletişim Yay., s. 1889

[11] Ahmet, “Şarkta Köylü Harekatı”, Kızıl İstanbul, 10 Temmuz 1930’dan aktaran: Emin Karaca, Ağrı Eteklerinde İsyan: Bir Kürt Ayaklanmasının Anatomisi, Karakutu Yay., İstanbul 2003, ikinci baskı (birinci baskı: Alan Yay., İstanbul 1991), s. 174

[12] Kıvılcımlı, Yol 2, Bibliotek Yay., İstanbul 1992, s. 325

[13] Yol 2, s. 326

[14] Yol 2, s. 326

[15] Yol 2, s. 429

[16] Yol 2, s. 368

[17] Yol 2, s. 383

[18] Yol 2, s. 410

[19] Yol 2, s. 386

[20] Yol 2, s. 416

[21] Yol 2, s. 444

[22] Yol 2, s. 469

[23] Yol 2, s. 457

[24] Yol 2, s. 476

[25] Yol 2, s. 472

[26] Yol 2, s. 465

[27] Yol 2, s. 466

[28] Yol 2, s. 478

[29] Yol 2, s. 465

[30] Yol 2, s. 471

[31] Kıvılcımlı’nın 6 Mart 1971’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Konferans Salonunda verdiği ve bizzat Kıvılcımlı tarafından “Durum Yargılaması” adı verilen konferansta, bir soruya verdiği yanıt. (Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, Derleniş Yay., İstanbul 1999, s. 124-5

[32] A.g.e., s. 127

[33] A.g.e., s. 128

[34] Yol 1, s. 65

[35] Yol 1, s. 67

[36] Yol 1, s. 277

[37] Yol 2, s. 35

[38] Yol 1, s. 162

[39] Yol 2, s. 266

[40] Yol 1, s. 220

[41] Yol 1, s. 222

[42] Yol 2, s. 31

[43] Yol 2, s. 30

[44] Yol 2, s. 457

[45] Kıvılcımlı, Kim Suçlamış? – Brejnev’e Mektup, Yol Yay., İstanbul 1979

[46] 1971 Martında verdiği konferansta, adının Hayati Tüzün olduğu belirtilen bir dinleyicinin sorusundan, 1929’un Kıvılcımlı’nın partililiğiyle ilgili önemli bir tarih olduğunu gösteriyor: “Ve 1929 tevkifatından sonra da, bu eylemin neresinde olduğu hakkında benim bilgim yok.” (Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, a.g.e., s. 137)

[47] Yol 1, s. 178

[48] Yol 1, s. 181

[49] Yol 1, s. 184

[50] Yol 1, s. 184

[51] Yol 1, s. 185

[52] Yol 1, s. 186

[53] Yol 1, s. 191

[54] Yol 1, s. 192

[55] Yol 1, s. 194-5

[56] Yol 1, s. 195

[57] Yol 1, ss. 205-10

[58] Yol 1, s. 249

[59] Yol 1, s. 268

[60] Kıvılcımlı, “Yeter Be!” (2 Şubat 1971), Teori ve Politika 23, Yaz 2001, s. 176

[61] Kıvılcımlı, Anarşi Yok! Büyük Derleniş!, Derleniş Yay., İstanbul 1993, s. 15

[62] Yol 2, s. 517-8

[63] Kıvılcımlı, Kim Suçlamış – Brejnev’e Mektup, a.g.e., s. 89-90

[64] Kıvılcımlı, “Demokrasi: …”; Emperyalizm: Geberen Kapitalizm, a.g.e. içinde, s. 145

[65] A.g.e., s. 152, 151

[66] A.g.e., s. 152

[67] A.g.e., s. 153

[68] A.g.e., s. 157

[69] Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet: Bir Tarih Tezi Işığı Altında İstanbul’un Fethi, Tecelli Matbaası, İstanbul 1953, s. 4

[70] Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Partisi Yay., İstanbul 1957, s. 5

[71] A.g.e., s. 3

[72] A.g.e., s. 3-4

[73] A.g.e., s. 19

[74] A.g.e., s. 8

[75] Yol 1, s. 27

[76] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ans., C. 7, İletişim Yay., s. 2193

[77] Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyalist Kütüphanesi, İstanbul 1996, (TDS, arka iç kapak, TDS, 1965 baskısı, Sonsöz) (“Sosyalizm” terimi “komünizm”le değiştirildi.) Bu kitap, bundan sonra TDS kısaltmasıyla anılacak.

[78] TDS, s. 171-2

[79] TDS, s. 155

[80] TDS, s. 19

[81] TDS, s. 41

[82] TDS, s. 19-20

[83] TDS, s. 19

[84] TDS, s. 15

[85] TDS, s. 16

[86] TDS, s. 30

[87] TDS, s. 39

[88] Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet, a.g.e., s. 7

[89] TDS, s. 89

[90] TDS, s. 83

[91] TDS, s. 81

[92] TDS, s. 74

[93] TDS, s. 75

[94] TDS, s. 73

[95] TDS, s. 204

[96] TDS, s. 17

[97] TDS, s. 18

[98] TDS, s. 20 ve 23

[99] TDS, s. 19

[100] TDS, s. 67-8

[101] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Cilt 1: Osmanlı Tarihinin Ruhu, Tarihsel Maddecilik Yay., İstanbul 1974, s. 7

[102] TDS, s. 20

[103] TDS, s. 24

[104] TDS, s. 17

[105] TDS, s. 18

[106] TDS, s. 18-9

[107] TDS, s. 19

[108] TDS, s. 59

[109] TDS, s. 227

[110] TDS, s. 161

[111] TDS, s. 18

[112] TDS, s. 86

[113] TDS, s. 132-33

[114] TDS, s. 287

[115] TDS, s. 94. Batı dillerine geçen bu sözcüğün Türkçe “ordu”dan geldiği bildirilir: Hareket halindeki insan sürüsü. Kıvılcımlı’nın, Türk tarihinde orduya verdiği önemin bu etimo-tarihsel kökenle ilişkili olduğu kabul edilebilir.

[116] TDS, s. 204. Vurgular sonradan.

[117] TDS, s. 322-23

[118] TDS, s. 237

[119] Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet, a.g.e., s. 3

[120] Hüseyin Himmet Kırşehirli [Hikmet Kıvılcımlı], Osmanlı Tarihi, Tarih Bilimi Yay., İstanbul 1982, s. 229

[121] Kıvılcımlı, Kim Suçlamış, a.g.e., s. 90

[122] TDS, s. 315-6

[123] TDS, s. 160

[124] TDS, s. 158

[125] TDS, s. 159

[126] TDS, s. 157

[127] TDS, s. 150

[128] TDS, s. 323

[129] TDS, s. 193-4

[130] TDS, s. 179

[131] TDS, s. 178

[132] TDS, s. 69

[133] TDS, s. 238

[134] TDS, s. 58

[135] TDS, s. 70

[136] Örneğin, eleştirerek andığı Toynbee’nin, ilginç bir kavramsal reveransla, toplumların alt sınıflarını “iç proletarya”, barbarları ise “dış proletarya” olarak adlandırması ve yeni medeniyetin, din aracılığıyla birleşen iç proletarya ile dış proletaryanın eseri olduğu yolundaki geçerken kayda değer niteliktedir. (TDS, s. 48-9) Bir yerde, köleleri anar: “Tarihte barbarların oynadıkları rol, antika medeniyetlerin ekonomi temellerinde kölelerin oynadıkları rolden aşağı kalmaz.” (TDS, s. 69)

[137] TDS, s. 22

[138] TDS, s. 22

[139] TDS, s. 23

[140] TDS, s. 23

[141] Bu mesele, A. O. Alayoğlu’nun bazı yazılarında ve son olarak S. Y. Bulduruç’un bu sayıda yer verilen yazısında da görüleceği üzere, verimli tartışmalar açıcı nitelikte.

[142] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, a.g.e., s. 231

[143] A.g.e.,  s. 231

[144] Yol 2, s. 285

[145] Yol 1, s. 77

[146] Yol 1, s. 77

[147] Yol 1, s. 232

[148] TDS, s. 300

[149] TDS, s. 283

[150] TDS, s. 300

[151] Öte yandan, bir hikayeleştirme olarak, Kıvılcımlı’nın uzun hapislik yıllarında iç içe yaşamak durumunda kaldığı bu “tortular”a karşı kişisel yaşantısının da bunda bir etken olduğu düşünülebilir. Kemal Tahir’in eşkıyalara prim vermemesi de buna bağlanır.

[152] H. H. Kırşehirli [Kıvılcımlı], Osmanlı Tarihi, a.g.e., s. 253

[153] A.g.e.,  s. 230

[154] A.g.e., s. 232

[155] A.g.e.,  s. 237

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar