Ana SayfaArşivSayı 40Pozitivizm ve Marksizm

Pozitivizm ve Marksizm

Deniz Cumhur Başaraner

Genellikle doğa bilimleriyle birlikte anılan pozitivist yöntemin, sosyal bilimlerde uygulanıp uygulanamayacağı tartışma konusudur. Pozitivizmle ilgili anlayışlarda onu sadece doğa bilimlerine bırakan veyahut sosyal bilimlerde de uygulanabileceğini söyleyen eğilimler var. Bununla birlikte pozitivizmi reddetmeye çalışan ama yine onunla benzeşen anlayışlar (tarihselcilik) da mevcut.

Bu çalışmada pozitivizm özelinde aslında bilime ampirisist yaklaşım konu edilmeye çalışılacak. Doğa bilimlerindeki pozitivist yöntem Alexandre Koyre’nin yaklaşımlarıyla genel bir paralellik çerçevesinde tartışılacak. Daha sonra ise bilimin konumuna ilişkin doğa bilimleriyle sosyal bilimler ayrımını bağlayan bir bilim anlayışı üzerinde durulacak. Bu konumlandırma sonunda da pozitivizmin ve onun karşıtı olarak görülen tarihselci epistemolojinin bizi asıl bağlayan husus olan Marksizm alanındaki teorik ve politik etkileri üzerinde durulmaya çalışılacak.

I. Pozitivizm: Metodoloji

“Genellikle pozitivizmin veya “pozitif felsefenin” kurucusu olarak Auguste Comte (1798-1857) kabul edilir.”[1] Bununla birlikte Alexandre Koyre’ye göre pozitivizmin kökeni Yunan gökbilimine dayanmaktadır.[2]

“Pozitivist için bilim dışsal dünyaya ilişkin kestirimci (predictive) ve açıklayıcı bilgi elde etme girişimidir. Bunu yapmak için dışsal dünyada bulunan düzenli ilişkileri ifade eden, oldukça genel önermelerden oluşan teoriler inşa edilmelidir. Bu genel önerme ve yasalar, sistematik gözlem ve deney yoluyla keşfettiğimiz olayları hem kestirmemize hem de açıklamamıza imkan verirler.”[3]

Fenomenler arası ilişkiye dair yasaları oluşturmak için gözlem ve deneyden faydalanması pozitivizmin ne kadar karakteristik bir özelliğiyse, yukarıdaki açıklamada geçen “kestirimci” sözcüğünün bilime biçtiği işlevlilik de onun aynı ölçüde karakteristik bir özelliğidir. “Fenomenlerin tahmin edilebilirliği … onlar üzerinde denetim kurmanın şartıdır ve mühendislikte kullanılmasını mümkün kılar.”[4] Yani bir amaç için, işlevli-operasyonel bir araç olarak belirlenen bilim, sorunları çözmenin bir yöntemidir: Bilim metodolojidir.

“Her bilgi dalı üç zorunlu tarihsel aşamadan geçer: Teolojik, metafizik ve nihayet “pozitif” ya da “bilimsel” aşama.”[5] Daha önceki aşamalarda gerçeğe dair açıklamaların, gerçek dışı-tepeden inme öğelerle yapılmasına bir tepki olan pozitivist felsefe, bilginin kaynağını kurgulardan gözlemlere-deneylere çekmiştir. Böylece soyut bir alandan atıp tutan teolojik ve metafizik anlatıların ayakları yere yani somut alana basmış oluyordu. İdealist tasarımlar yerine, gözlem ve deney yoluyla sürekli olarak gerçekten beslenen, gerçekten yasalı düzenlilikler öğrendikçe ona müdahale edebilecek bir bilim doğuyordu. Gerçekliği deney ve gözlemle sınamayı referans olarak aldığı için, bu onun materyalist olarak görülmesine yol açan yanıltıcı bir faktör olarak düşünülebilir.

Diğer yandan doğa bilimlerinde kullanılan bu ‘işlevli’ felsefenin, sosyal bilimlerde de kullanılmasında hiçbir sakınca olamazdı: “Comte’un esas düşünsel ve siyasal projesi, doğal bilim yöntemlerinin toplumun incelenmesine aktarılması, yani “bilimsel sosyolojinin” kurulmasıydı. Comte’a göre…Aydınlanma’nın özünde eleştirel ve dolayısıyla “negatif” felsefesi eski toplum düzenini alaşağı edebilmiştir, ancak yeni düzenin pekişmesi için pozitif felsefenin bizzat insanlığın incelenmesine de aktarılması gerekmektedir.”[6]

Doğa bilimlerinin bu pozitivist yönteminin sosyal bilimlere uygulanıp uygulanamayacağı hususuna değinmek için öncelikle doğa bilimlerindeki pozitivizme bakmak gerekiyor.

Doğa bilimlerinde pozitivizm

Pozitivizm öz-görünüş ikileminde tavrını görünüşten yana koyar. Bu yüzden olguların sistematik bir şekilde gözlemlenmesi ve onları sınayabileceğimiz deneyler vasıtasıyla ulaşabileceğimiz yasalılığı savunur. “Kendinde şey” olarak maddenin öz halindeki görülemeyecek yasaları bilinemezdir, bu yüzden de öze dair oluşturulan yasalılıklar ya teolojik ya metafiziktir.[7]

Ama deney ve gözlemden teoriye gitmenin belli problemleri vardır: “Hiçbir sonlu sayıdaki gözlem kanıtı (ki daha fazlasını biz elde edemeyiz) tüm zaman ve mekanlara uygulanabilecek bir yasanın doğruluğunu temin edemez. Gözlenecek olay örnekleri sayı açısından potansiyel olarak sonsuzdur.”[8] Bununla birlikte deney ve gözlemin verilerinin, boş bir kafaya girip kendiliğinden bir şeyler oluşturduğunu düşünmek ise diğer bir yöndür. Bir deney yapılacaksa bile bu deneyin hangi konuda, ne için ve nasıl yapılacağının belirlenmesi bir teorik kurguyu gerektirir, bu yüzden tümdengelimci pozitivistler olarak doğrulamacı ve “yanlışlamacının, tümevarımcı pozitivisti –pozitivist sorunsal içinde kalmasına rağmen- birçok noktada aşmasını sağlayan, teorinin ayrıcalıklı konumunu tanımasıdır.”[9] Doğrulamacı, teorinin kestirdiklerinin sürekli hayat bulmasıyla (yani deney ve gözlem sonucunun mantıksal dizgeyle çakışmasıyla) teorinin güçlenip meşruluk kazanabileceğini söyler. “Yanlışlamacılara göre ise ‘doğrulama’ mümkün değildir.”[10] Teori test edilmeli ve yanlışsa terk edilmelidir. Doğrulamacı ve yanlışlamacı pozitivizm arasında kategorik bir fark yoktur. Görülen ortak noktalardan bir diğeri ise, bilimi yerleştirdikleri zeminin ne kadar oynak olduğudur.

Alexandre Koyre, deneyin teoriyi doğurmayacağı ama teorinin ilerlemesinin de pratikle olamayacağı konusunda net bir duruş sergiler: “Hiçbir bilim tractacus de methodo (yöntem üzerine inceleme) ile başlamamış, … hiçbir zaman tümüyle soyut bir biçimde hazırlanmış bir yöntemin uygulanması sayesinde ilerlememiştir.”[11]

Koyre için öncelikli olan bilimsel kuramdır ve deneyle oluşturulamaz, doğrulanıp yanlışlanamaz: “Galileo’nun doğru bir bilimsel yönteme bakışı, aklın yalın deneye üstünlüğünü, deneysel olarak bilinen bir gerçekliğin yerine ülküsel (matematiksel) örnekleri geçirmeyi, kuramın olgulardan önceliğini içermektedir….-doğrusu, Galileo ne zaman deneyle yetinse yanılır.”[12] Bu yüzden Koyre, pozitivizmi vazgeçmenin ve başarısızlığın çocuğu olarak tanımlar.[13] Galileo’nun ünlü Pisa deneyini yapmadığını savunur[14], çünkü o deneyin başarısızlıkla sonuçlanacağı kesindir, toplar farklı zamanlarda yere düşecektir.

Şu anda ortalama bir lise öğrencisi söz konusu deneyin yanılma sebebinin havanın varlığı olduğunu rahatlıkla söyleyebilir. Galileo’ya bu pencereden bakan biri onun kuramsal devriminin farkına varamaz. Çünkü günümüzde Galileo’nun kanunları a priori konumdadır, ideolojik olarak yaşamımızın bir kabulüdür. Ama Galileo’nun, hem döneminin hakim düşüncesi olan Aristotelesçi fizik anlayışından kopuşu, hem de kendi günlük gözlem ve deneyiminden kopuşu kuramsal (epistemolojik) bir kopuştur.

Olgudan kopan olguya gidemez, kuramda kalır. Çünkü bilimsel yasalar belli yasalılıklar üzerine kuruludur. Bu yasalılıklar da bir kesinlik ve determinizm vazederler. Bu zorunlu akış ise gerçek dünyada gözlemlenemez, bulunamaz. Devinimle ilgili bilimsel yasalar hakkında Koyre şöyle der: “Aristotelesçinin gerçeği olanaksızla açıklamak, başka deyişle, gerçek varlığı matematiksel varlıkla açıklamak için gösterilen yılmaz çaba karşısında kendini şaşkın, sarsılmış bulması şaşırtıcı değildir. Matematiksel varlıkla açıklamak; çünkü daha önce de dediğim gibi, sonsuz bir uzayda düz çizgi üzerinde devinen bu cisimler, gerçek bir uzayda gezinen gerçek cisimler değil, matematiksel bir uzayda gezinen matematiksel cisimlerdir.”[15] Bu, gerçek dünyanın ve bilim dünyasının net bir şekilde ayrılışıdır: Birbirine indirgenemeyen iki farklı uzay.

Bilimin gerçekliği açıkladığı alan, gerçekten ayrı bir uzayda olduğu gibi, bilimsel pratikle uğraşan kişinin gerçekliğinden de ayrı bir uzaydadır: “Örneğin, geometriyi bulmuş olanlar Nil vadisindeki tarlaları ölçmesi gereken Mısırlılar değil, ölçmeye değer hiçbir şeyleri olmayan Yunanlılar’dır; Mısırlılar reçetelerle yetinmişlerdir”[16] ve diğer yandan “(b)ize Newton’u açıklayabilecek olan XVII. Yüzyıl İngilteresi’nin toplumsal yapısı değildir.”[17] Koyre’nin anlayışı doğrudur; bilim toplumsal ilişkiler ağından bağımsız olduğu gibi, sorunlara reçete yazan bir metodoloji de değildir. Ama bilimle uğraşan ‘bilim adamı’, toplumsal ilişkiler ağının bir parçası olan ve bu ağdan etkilenen, aynı zamanda da hayatta kendine belli amaçlar biçen bir insan olarak, gerçek bir uzayda yaşayan gerçek bir bireyse, gidimli bir yaklaşım sergilersek, bilimin ‘bilim adamı’ndan da kopması gerekir. Bilim, bilimsel uğraş veren insanın sosyal varlığının uzayından ayrıldıkça kendini bulur, bu yüzden kavramsallaştırmalar ideolojik uzaydan (gerçek uzaydan) koptukça bilimselleşir. ‘Bilim adamı’nın uğraştığı şey, ondan koptukça düşünce alanına geçecek ve sadece burada var olacaktır. “Bu bağlamda , felsefeci/filozof, politikacı, sanatçı vb. insan bireyleri ve toplulukları vardır, ama “bilim adamı” diye nitelendirilebilecek bir birey “tür”ü yoktur. İlk sıralananların tümünün sosyolojisi yapılabilir, ama bir “bilim sosyolojisi” meşru olamaz. Tarih bilim için dışsal bir koşuldur, kategorik bir boyut değil.”[18] Sadece, bilimin kuruluşu ve geliştirilmesine dair “bilimsel pratik” için tarih içsel bir koşuldur.

Teknoloji ile bilim arasındaki düzey ilişkisi de aynı şekildedir; ikisi ayrı kulvarlarda ilerlerler. Teknolojik gelişmenin bilimsel gelişmeyi tetiklemesi durumu söz konusu değildir, bilimin gelişmesi de teknolojideki atılımlar demek değildir: Çok önemli tarihsel sonuçları olan, “ateşli silahların keşfi gibi devrim niteliğindeki bir keşfin bile ne bilimsel temeli ne bilimsel etkisi olmuştur.”[19]

Bu konuda Koyre’nin verdiği en çarpıcı örneklerden biri de Leonardo Da Vinci konusunda söyledikleridir. Leonardo Da Vinci, dokuma tezgahlarından türbinlere, tornalardan baskı makinelerine, denizaltılardan uçan makinelere birçok şeyi icat etmiş ve en önemlisi bunların hiçbirini pratik olarak üretmemiştir.[20] Bu icatların hepsini sadece kağıda dökmüştür. Onun desenleri, “(u)ygulayıcının deneyimini değil, kuramcının düş gücünü gösteren”[21] birer kanıttır. Ama Leonardo’nun oluşturduğu bir bilim değildir: “Leonardo’nun bilimsel yapıtında kuramsal düşüncenin bu yüceltilişi, ne yazık ki bir parça kuramsal kalır. Uygulamaya koyamaz bunu; soyut düşünmeyi öğrenmemiştir. Şaşırtıcı bir sezme yeteneği vardır ama, sezgiyle bildiği ilkelerden doğru bir türetim yapamaz;”[22] o, dahi bir teknologdur.

Koyre, bilim ile uygulamalı bilim (teknoloji) arasındaki bağı önemsemediği için idealizm eleştirisine maruz kaldığını söyler. Bilimlerin kurulmasından sonra teknolojiyle bir işbirliği olduğunu kabul eder. Ama kuramla pratik arasındaki bu etkileşimin –kuramın pratiğe, pratiğin kurama sızmasının- özü bakımından çağcıl (yani tarihsel) bir şey olduğunu belirtir. [23]

Bütün bu olumlu yaklaşımlarına rağmen Koyre, kuram ve gerçek arasındaki ilişkisizliği savunurken, bazı yerlerde yalpalamalar yaşar. Kuramın gelişmesini teleskopa[24], hesap makinesine ya da fotoğrafçılığın gelişmesine[25] bağladığı, otomatik fabrikalarımız cisimleşmiş kuramlardır[26] dediği ya da Da Vinci’nin yaptıklarının sadece bir parça kuramsal olduğunu belirtirken bilimsel sıfatını kullandığı yerler, Koyre’nin bilimi konumlandırırken kategorik felsefi bir tutumu sonuna kadar götürememesinden kaynaklanır. Bilim, gerçek ve felsefenin ilişkileri, duruma ve bağlama göre değil, kategorik ve zorunlu olmak gerekir.[27]

Ali İhsan Topçu, Koyre’nin netleşemediği yerden devam eder ve kategorik-felsefi bir çizgi çeker: “Bilimsel bilginin oluşum süreçlerinde tarihsel deneylere ille de bir rol vermek gerekiyorsa, bu, maksimum lojistik bir rolün ötesine geçemez.”[28] Bu lojistik rol teknoloji için de geçerlidir. Koyre, cisimleşmiş kuram yaklaşımını ise, iki ayrı uzay kavramsallaştırmasıyla kendisi çürütür.

II. Bilimin Konumu

Sosyal bilimler-doğa bilimleri ayrımı suni bir ayrımdır. Konumu, kuruluşu ve geliştirilişi bakımından bütün bilim disiplinleri aynı biçimdedirler, tek farkları bilgi nesnelerinin farklılığıdır. Sosyal bir bilim olan tarihsel materyalizmi de doğa bilimlerinden ayıran tek fark onun bilgi nesnesinin toplum olmasıdır. “Farklı bilim pratiklerinden bahsetmek yerindedir, farklı bilim tanımlarından değil.”[29]

Althusser, bilimin oluşumu için gerek şartın ideolojik alandan epistemolojik bir kopuş olduğunu söylüyor ve ampirisizme bilgi nesnesi ile gerçek nesneyi ayırarak savaş açıyor.[30] İdeolojik alan, öznellik demektir. Ampirik bilgiler, gerçek gerçeğin, bir öznenin gerçekliğinden geçerek yansımasıyla oluşur. Yaşamın bir parçası olan her türlü bilgi taraflı olmak zorundadır. Toplumun bilgisi, onunla uğraşan kişiye sahip olduğu ideolojiden kırılıp yansıdığı için göreli olacak, ve toplumun akışının yasalı halini çıkarmak, o kişinin ya da zümrenin yaşam alanını (ideolojik alanı) terk etmeden imkanlı olmayacaktır.

Tersini savunmak ise her öznenin (kişi, sınıf, ırk) kendi bilimi olduğunu savunmak ve bilimi öznenin ideolojik bakışına indirgemektir. Tarihsel olarak bilimin söylediklerinin bir ideolojik silah haline getirilmesi, bilimin taraflılığına bir kanıt sayılamaz: “ Kopernik Sistemi Güneş’in merkez olduğunu söylerken gayet nesneldi fakat yer merkezli dünya anlayışına dayanan kilise ideolojisine karşı olmasıyla burjuvaların elinde kilisenin otoritesini kırma araçlarından biri oluverdi.”[31] Aynı şey Marksizm için de geçerlidir: Marx ezilen işçilerin safında olduğu için proleter devrimi öngörmez ve diğer yanda tarihsel materyalizmin öngördükleri işçilerin sınıfsal çıkarlarına uygun olduğu için, işçiler Marksizmi ideolojik edinime tabi tutarlar.[32]

Bilimin epistemolojik konumuna ilişkin bir çerçeve sunmaya çalışırsak:

1) “Bilginin üretimini, bilgi benzeri materyallerden bağımsız ve bunların aracılığı olmadan hayal edemeyiz. Bilgi, bilgi-benzeri öncellere bağımlıdır.”[33] Bu lojistik destek basit betimleyici kuramlardan, derinlemesine ve kapsamlı bir pozitivist ya da realist incelemeye kadar çeşitlendirilebilir. Sonuçta bilim, gerçek dünyayı açıklamak için vardır ve buradan doğar, ama onun bütünlüğünü yansıtabilmek ve ‘an’ların kısmi görünüşünün, gerekliliklerinin ve olumsallığının kısıtlayıcılığından kurtulmak için onun üzerindeki başka bir uzaydan nesnel bir bakışa ihtiyaç duyar.

Diğer yandan ‘bilim adamı’nın (veya bilimsel çalışma içindeki bir ekibin) emeği de bu lojistik destek içine konmalıdır. “Her teori, sonuçta tarihsel insan birey(ler)i tarafından ortaya konur”.[34] Ama bu pratik içindeki bireyler, epistemolojik olarak kendilerinden de kopması gereken bu çalışmanın konumunun farkında olmayabilirler. Althusser, Marx’ın epistemolojik kopuşu gerçekleştirdiğini, kuramsal bir devrim yaparak bilimsel bir konsept oluşturduğunu ama bilimsel konseptlerin nasıl oluştuğuna dair bir kuramı açık şekilde ortaya koyamadığını söyler.

2) Bilimler, kendi nesnelerine dair, yasalı bir yapı kurarlar.* Bu yapısal kavramsal sistematik içerisinde hiçbir aksama veya rastlantı söz konusu olamaz. Yapının öğeleri arasındaki ilişki o bilimin yasalarıyla belirlenmiştir. Bu, bir yapının kendi öğeleri üzerinde etkililiği konseptidir.[35] Bu yapının etkililiği öylesine güçlüdür ki sadece epistemolojik-kavramsal öğeleri üzerinde değil, bilimin kurulmasında ontolojik-lojistik destek veren ‘bilim adamı’ üzerinde de denetim kurar: “Onun pratiğinin bilim alanında kalmasına olanak sağlayan, ideolojisini eleyen bilim alanının mekanizmasıdır.”[36] Bu yüzden epistemolojik alana dair “geriye dönülmezlik ilkesi” geçerlilik kazanır. Epistemolojik alandan ideolojik alana her dönüş, ideolojik alanın her nüfuzu artık bu yapının etkililiğiyle bertaraf edilir.

3) “Bilim için süreç vardır ve süreçte “içinde bulunulan an”ın kategorik bir yeri ve anlamı yoktur.”[37] Bu süreçler yaşanmış ya da yaşanacak sürece dair kavramsallaştırmalar olabilir ama ‘an’ın olumsallığı bu kavramsallaştırmaya engeldir. Süreçlerin yasalı ilerleyişi ‘an’da belirmez. Süreçler kavramsal bilgi nesneleriyle açıklanır, çünkü sadece kavramsal olan nesneler arasında yasalı bir yapı kurulabilir. Bilim için tüm süreç bellidir, her türlü yasalı akışın geldiği ve gittiği yer bellidir. Bu yüzden bilim için eşsürem geçerlidir, kavramlar dünyasında her şey her zaman vardır sadece süreçler arasındaki öncelik ilişkisinden bahsedilebilir.

Tarihsel gerçeklikte ise artsürem vardır. İnsanlar birbirini takip eden anları görebilirler ve ne yapacaklarsa bu ‘an’larda yaparlar. “(İ)çinde bulunulan an, bir zaman birimi değildir. O, zaman olarak ölçüldüğünde artık o an olmayan, o an olarak varolduğunda zaman olarak varolmayan bir gerçektir.”[38]

4) Epistemolojik bir kopuşla kurulan bilim, tamamlanmış değildir. Bilim kendini geliştirmeye devam eder. Lenin’in şu sözleri bunu çok iyi açıklar: “(…) bilgilerimizin nesnel, mutlak gerçeğe yaklaşıklık sınırları tarihsel olarak görelidirler, ama bu gerçeğin varlığı, bizim ona yaklaşmakta olduğumuz kadar kesindir. Tablonun çevre çizgileri tarihsel olarak görelidirler ama tablonun nesnel olarak varolan bir modeli temsil ettiği kesindir. Şu ya da bu anda, şu ya da bu koşullar içinde şeylerin doğasına değin bilgimizde …(belli bir noktaya kadar) ilerlemiş olmamız olgusu tarihsel bakımdan görelidir, ama hiçbir bakımdan göreli olmayan şey, bu cinsten her olgunun mutlak nesnel bilginin bir ilerlemesi olduğudur.[39]

Bilimin çizdiği modelin yetersizliği kavramsal düzeyde kanıtlanabilir. Bilimin ilerleyişi de kavramlarla olur. Lenin’in belirttiği mutlak olan ilerleyiş “geri dönülmezlik” ilkesiyle bağıntılıdır.

Althusser, Engels’ten iki alıntı yapar ve bu konuyu tartışır: “… bir şeye ilişkin konsept ile onun gerçekliği, hep birbirine yaklaşan ama asla kesişmeyen iki asimptot gibi yanyana giderler. İkisi arasındaki bu ayrımlılık; konsepti doğrudan ve dolaysız şekilde gerçeklik olmaktan ve gerçekliği de dolaysız şekilde kendi konsepti olmaktan engelleyen ayrımlılığın ta kendisidir.”[40]

“Bilim açısından tanımlamalar değersizdir; çünkü, bunlar hep yetersizdirler. Biricik gerçek tanımlama şeyin kendisinin gelişimidir; ama bu da artık bir tanımlama değildir. Yaşamın ne olduğunu bilmek ve göstermek için, yaşamın tüm biçimlerini incelemeli ve bunları karşılıklı bağlantılar içinde sunmalıyız. Öte yandan, sıradan amaçlarla, sözümona bir tanımlamanın en ortak ve aynı zamanda en önemli özelliklerinin kısa bir serimlemesi de çoğu kez yararlı, hatta gereklidir ve eğer ondan, kendisinin aktarabileceğinden daha çok şey beklenmiş değilse, zararlı da olamaz.”[41]

Althusser iki alıntının paralelliğinin farkındadır ve ikinci alıntıdan biraz devam ederek önce yorumunu yapar sonra da sorusunu sorar: “Bu uslamlamadaki bütün yanlış-anlama aslında konseptlerin kuramsal gelişimini gerçek tarihin genesisiyle karıştıran yanılgıda yatmaktadır.”[42] “Engels’in yorumlamasının, onun Conrad Schmidt’e yanıtında çoktan karşılaşmış olduğumuz bir izleği -konseptin özgün zayıflığı izleğini- içerdiğini artık göstermemiz gerekir mi?”[43]

İki alıntıda da Engels net bir şekilde ampirisisttir. İkinci alıntıda ampirisizmin iki çeşidi olan tarihselcilik ve pozitivizmi birleştirir. Önce tarihselci bakış devrededir. Engels, bilgi nesnesi-gerçek nesne özdeşliğini gerçek nesne lehine kurar: Epistemolojiyi tarihsel ‘an’ belirler, her ‘an’da bilim tekrar tekrar kurulur. Bütün ‘an’lar özgündür. Birinci alıntıyla bağlantılı olarak, bilimin en gelişkin hali şimdiki halidir ama bilim yarın daha gelişmiş olacaktır. Bu anlayış bilimin kendine içkin tarihini reddeder ve onun yerine kronolojik tarihi koyar. Althusser’in bu tarihselci anlayışı açıklayan “şimdinin geçmiş karşısındaki meşru epistemolojik birincilliği”[44] belirlemesi çok yerindedir. İkinci alıntının devam eden kısmı ise pragmatist pozitivist bir bakıştır: Sıradan amaçlar için genellemeler yapmak işlevlidir, ama bundan görevinin üzerinde bir şey beklememek gerekir, günü kurtarması yeterlidir.

Althusser’in Engels’ten yaptığı birinci alıntıyı Ali İhsan Topçu eleştirir: “Althusser’in “birbirine yaklaşan ama kesişmeyen iki asimptot” sözü de eleştirel bir yaklaşımı gerektiriyor. Konsept ile gerçekliği iki asimptot yerine hareket yönleri aynı olan, fakat aralarında sıfır derece açı bulunan iki paralel doğruya benzetmek, pozitivizme karşı daha uygun ve uzlaşmaz bir örnek olmaz mıydı? Hiç kuşkusuz yaklaşmayla kesişme arasındaki fark kategoriktir, ancak kesişme özelliği göstermese de, birbirine yaklaşma eğilimi gösteren konsept ile gerçeğin, bu yaklaşma sınırlarını tartışmak, ayrıştırmayla ilgili kararlı duruşu daha gevşek zeminlere taşımayacak mıdır?”[45]

Evet, asimptotik yaklaşımdaki bilginin sonsuza doğru gerçek nesneye sonsuz küçük bir farkla yaklaştığı, neredeyse onun içine geçtiğini söyleyen ampirisist önermeye karşı “paralellik” benzetmesi ileri bir adımdır. Ama yeterli değildir.

Birincisi bu paralel doğrulu grafikte bilgi nesnesinin doğrusu ile gerçek nesnenin doğrusu aynı uzayda yer alırlar. İkincisi bir doğru olarak ilerleyen bilimsel bilgi değişmez ve mutlak olarak algılanabilir.

Asimptotik yaklaşım doğrudur, yaklaştığı yer yanlıştır. Bilimsel bilgi, asimptotik olarak yaklaşır, ama konsepti olduğu şeye (gerçek gerçeğe) değil, yine bir konsept olan bilimsel mutlak hakikate.

III. Pozitivist ve/veya Tarihselci Bir Marksizm

Doğa bilimlerindeki bilim-teknoloji ayrımıyla Marksizm’deki bilim-politika arasında bir fark vardır: “Geleneksel teknoloji yaklaşımında ‘mühendis’, uygulama yaptığı nesnenin dışındadır… Oysa politikacı, politika yaptığı (uygulama yaptığı) nesnenin bir unsurudur. Daha uygun ifade etmek gerekirse; politikacı politikasını, yöneldiği nesnenin içinde yapar.”[46]

Marksizm gibi, tümleyenlerinden biri bilim (tarihsel materyalizm), biri politika olan bir bütünlük için pozitivist felsefenin pratik ve politik etkileri doğa bilimlerine göre çok daha fazladır. Marksizmin pozitivist yorumuyla tarih bilimi her ‘an’da geçerli olup uygulanabilecek bir yöntemdir. Tarihin yasası her ‘an’da belirir. İşte burası tam olarak öznel-ideolojik bakışın devreye girdiği yerdir.

Marksizmi sahiplenen pozitivist bir anlayış, doğrulamacı bir bakış açısıyla tarihsel materyalizmin söyledikleri için kanıt bulmaya çalışacaktır. Kendi bakış açısından bulacaktır da. Ve böylece seçtiği kanıtlarla teoriyi doğrulayacaktır.

Diğer yandan anti-Marksist (ama pozitivist) birisi de teorinin yanlışlanması için kanıtlar arayacaktır ve o da kendi açısından kesin birçok kanıt bulacaktır. Sonuçta iki yaklaşımın sahipleri de algıda ideolojik bir seçiciliğe sahiptir. Burada Marksist, anti-Marksist ile aynı pozitivist düzlemde kaldıkça teorik olarak bir üstünlüğe sahip değildir. Her pozitivist, teorinin istediği yerini çekiştirip, kendi ideolojik pozisyonuna göre onu yanlışlar, doğrular, teoriye bir şeyler katar ya da çıkarır; yani istediği revizyonu yapar. Pozitivist alan keyfiliğin kol gezdiği bir alandır. Özneye bağımlı olduğu, nesnelleşemediği için de idealisttir.

* * *

Tarihin motoru üretici güçlerdir. Üretici güçler üretim ilişkilerini belirler. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik oranına denk düşmüyorsa yıkılır ve yeni üretim ilişkileri kurulur. Teorik olarak toplumun belirlenmesinin temelinde üretim vardır. Toplumu belirleyen üretici güçlerdir. Tarih biliminin açıkladığı evreli ilerleme (ilkel komünal toplumdan komünizme) çizgiseldir. Daha ileri olan bir toplumsal evreden geriye dönüş söz konusu olmadığı gibi evre atlamak da olası değildir.[47]

Üretici güçler yeteri kadar gelişmedikçe, sosyalizmin ve komünizmin kurulması imkansızdır. Ama ‘an’lara baktığımızda birçok sosyalizm deneyimiyle karşılaşırız. Ve sonra yıkılışını görürüz. Sosyalizm deneyimlerinin 90’lı yıllarda kabul edilen çöküşüne kadar gün pozitivist Marksistlerin günüdür. Ama çöküşten sonra gün pozitivist anti-Marksistlerin günüdür.

Bu yüzden sosyalizm ile ‘an’daki sosyalistlerin iktidarını ayırmak gerekir.[48] Üretici güçlerin belirlediği üretim ilişkilerinden doğan toplumun bir bileşeni olan sosyalistler, eşitlikçi bir devlet kurabilirler, ama zamanı gelmedikçe sosyalizm kurulamaz. Çünkü üretici güçleri geliştirmek gibi bir yetileri yoktur. Ve üretici güçler yeterince gelişmemişse kurdukları da çökmeye mahkumdur. Diğer yandan üretici güçler yeterince gelişip sosyalizmin ‘zaman’ı geldiğinde de kurulan devletler ‘kitaptaki gibi’ olmayacaktır. O zamankiler de, hayatta kendi özgüllüğüyle oluşacaktır.

Üretici güçler, emek gücü, hammadde ve teknolojiden oluşur. Başat olansa teknoloji ve hammaddedir, bunlar emek gücünü belirlerler.[49] Biz gerçek yaşamı gözlemlediğimizde, tarihsel süreçleri belli bir anda başlayıp belli bir anda bitmiştir diye tanımlayamayız. Şu teknolojik gelişme ve şu hammaddenin bulunuşuyla feodalizm bitip kapitalizm hayata başlamıştır gibi bir düşünce bilimi gündelik hayatta arayan pozitivist bir indirgemeciye ait olabilir.

Metin Kayaoğlu’nun iki önermesi yol açıcıdır:

“Marksizm alanında ve genel olarak sol harekette, tarihteki güçlerin niteliğini değerlendirmedeki temel ölçütün, tarihsel olarak ileriyi mi geriyi mi temsil ettiklerine ilişkin bir ortak anlayış olduğu görülüyor.”[50]

“Marksizmin bileşeni olan tarih bilimine göre, elbette komünalizme göre köleciliğin güçleri, köleciliğe göre feodalizmin güçleri, feodalizme karşı kapitalizmin güçleri devrimci rol oynar. Bu kesindir ve bu anlayışta, değer yargılarına yer olmadığı için, kapitalizmin güçlerinin feodalizme karşı veya öteki pre-kapitalist üretim tarzlarına karşı “insanlık dışı”, “kanlı”, “sömürüye / sömürgeleştirmeye dayalı”, “kan emici” bir ilişki yürütüyor oluşunun da herhangi bir önemi bulunmaz.”[51]

Bilimin söylediğini ‘an’da arayan bir pozitivist Marksist Irak işgalinde direnişçileri, İsrail’e karşı Filistin halkını, Türkiye’de Kürt hareketini ya da Rusya’da Bolşevikleri savunamaz.

Tarih biliminin kıstaslarına pozitivistçe bakarsak A.B.D. Irak’tan, İsrail Filistin’den, Türkiye genel olarak Kürdistan’dan daha ileri bir konumdadır. Sosyalizmin kurulması için kapitalizmin ömrünü tam olarak doldurması gerekir. Bunun için de kapitalizmin alabildiğine dünyaya yayılması, ‘geri’de olanları geliştirmesi şarttır. Bilimsel olarak kapitalizm, tüm dünyaya egemen olmadan, üretici güçlerin gelişmişliğiyle olan çelişkisi son haddeye ulaşmadan yıkılamaz.

‘Emperyalist barbarlar’, işgal ettikleri yerlerde yer altı zenginliklerini sömürürler, emekçileri kıyımdan geçirirler, bombalarla o ülkenin alt yapısını çökertirler, tarım politikalarıyla tüm köylülüğü iflas ettirirler. Ama her zaman buralarda (bilimsel olarak) daha gelişmişini kurarlar. Onlar, biçtikleri mazlum ülkelerden kesinlikle daha ileridirler. Üretici güçler kavramını fabrikaya, emekçiye, petrole indirgeyen bir pozitivist bu gördüğünden hareketle Marksizmi reddetmek zorundadır. Bu görüntüye karşı diğer bir refleks ise tarihselci bir savunmayla, ideolojik kavramları bilim içine salmak ve “kapitalizm üretici güçleri yıkıyor, bu yüzden gericidir” demektir ki bunun sonucu da bilimin reddidir.

‘An’a bu tarz bilimsel bakışın tersten algılanışının en önemli politik sonuçlarından biri de “barbar ezilenler”in devrimci dinamiklerini görmemektir. İşçiler dışında devrimci dinamiklere kapalı olmak ve bu dinamikler içinde de yıkıcı olana değil yapıcı-yaratıcı olana önem vermek bu anlamda anılabilir. Bu anlayışların gerekçeleri şunlardır: Marksizme göre kapitalizm döneminde tek devrimci sınıf işçi sınıfıdır. Çünkü odur ki üretimden gelen gücünün bir gün farkına varacak ve bu sistemi yıkacaktır. Ama daha iyisini yapmak için yıkacaktır, çünkü üretmenin kutsallığının farkındadır artık. Öfke, nefret, ezilmişliğin-dışlanmışlığın patlaması olan hareketler, ‘sınıf dışı’ ve devamında ‘sınıfsal bilinç’ten yoksun iseler devrimci olamazlar. Tarih biliminin tek işaret ettiği sınıf işçi sınıfıdır.

Metin Kayaoğlu ise tam tersine üretimden kopmanın devrimcilik ürettiğini, üretimden kopan toplumsal kesimin sınıfsal veya kültürel niteliğinin değil, kopmanın önemli olduğunu, bu coğrafyaya ilişkin bir tarihyazımı çerçevesinde teorileştirmeye çalışıyor. Bu konuda öncelikle bilimi işe karıştırmamak gerekliliği hususu üzerinde de sürekli duruyor: “Kapitalist üretim tarzında işçi sınıfı her zaman devrimci güçtür. Fakat, somut tarihte, üretim tekniklerinin gelişmesi karşısında işçiler, işçi grupları, toplulukları, tabakaları çoğu zaman gericidir. Üretim araçlarındaki her gelişme, bazı işçi bölüklerini üretimden kusarken, başka bazı işçi bölüklerini sürece sokar. Bir somut konjonktürde, durumundan memnun olmayanın herhalde işsiz kalan işçiler olması beklenir. Bu, somut konjonktür bilimsel bir kesitin konusu olabilirse, üretim güçlerinin gelişmesine karşı çıkan bir işçi sınıfı görmek anlamına gelecektir.* İşte, gerçek tarihi bilimsel bilginin tarihiyle karıştıranların, işsiz kalmış işçileri kavram olarak işçi sınıfıyla karıştıranların düştüğü tuzak budur.”[52]

Daha sonra bu konuyu günümüzden bir örnekle pekiştirir: “Ek olarak, işletmesi özelleştirilen işçinin devletleştirmeyi savunması ve bunun için eylem yapması da tarihsel olarak gerici niteliktedir. Bugün, üretimdeki yeni gelişmelere kendini uydurmaya çalışan ya da buna bizzat öncülük eden egemen sınıf bölükleri ilericidir. Özelleştirmeye direnen işçiler (ve ‘ulusalcılar’) ise tarihsel olarak gerici.”[53] Burada bahsedilen “somut tarihteki işçilerin gericiliği”, pozitivist bir bakışın bilimsel olarak onu öyle görmek zorunda olduğu anlamındadır. İşçi sınıfı ve işçiler ayrımı yapmamanın bedeli budur.

Ama Kayaoğlu duraksamaz ve devam eder, konjonktürde üretimden kopamayan işçilere yönelik “politik ilericilik” sıfatını mahkum eder: “1990-91’deki Zonguldak madenci direnişi, bu anlamda üretici vasfını yitirmeme konusunda bir örnek niteliğindedir. Genel olarak sol hareketin bu direnişi kutsama eğilimine aykırı olarak, maden işçilerinin direnişi hiçbir zaman dar anlamda politik, geniş anlamda devrimci nitelikte olmadı; onlar işçi (bir işletmede üretim yaparak ortak ekonomiye katkıda bulunan, toplumsal işbölümündeki yeriyle kimliklenenler olarak) olmak dışına hiçbir kritik anda çıkmadılar. Oysa onların toplumun ve ekonominin bekası karşısında bir sorumluluk duymaktan kurtulmalarıydı asıl tayin edici olan. Eğer bu işçiler Mengen’de asker barikatına yürüselerdi bu değerlendirme yapılamayacaktı. Artık onlar, verili ilişkilerle ilişkiyi koparan ve yeni tarz bir ilişki kurmaya yönelenler olacaktı.”[54]

Ezilenlerin özgürlük arzusunun tek yolu devlet aygıtının baskısından kurtulmaktır. Tarihteki ezilen hareketleri için de bu hep devlete karşı savaşmakla olmuştur: “Buna, ezilenler açısından, devlete karşı sürekli bir anarşi arayışı da denilebilir.”[55] Ezilenler bazen iktidarı almış, bazen uzun yıllar süren savaşlar sonucu yenik düşmüşlerdir. Ama bu devrimci savaşımlarının sonucu hem güç olmanın getirdiği özgürlüğü tatmışlar, hem de devletle çatışarak devletin diğer ezilenler üzerindeki etkilerini kırmışlardır.[56] “Ezilenlerin mücadelesinin başarıya ulaşmasının ilk belli başlı belirtisi, devletin varlığının ne ölçüde geriletildiğidir. Devlet bir aygıt olarak ne kadar geriye itilmiş, ne kadar çözülmüş, ne kadar ötelenmişse ezilenler o kadar iyi durumda, o kadar kudret sahibi, o kadar devletlidir.”[57]

Üretimden kopamayan bir mücadele anlayışı devlete karşı bu özgürleştirici savaşıma katılamaz. Metin Kayaoğlu “Makine kıran işçidense, kurallarına göre oynadığı oyunla, iş yavaşlatan, grev yapan veya başka araçlarla ücretini ve iş koşullarını düzeltmeye yönelen işçi arasında bir ayrımın meşruiyeti ne kadardır?”[58] sorusunu haklı bir şekilde sorar ve devam eder: “ (T)oprak işgal eden veya bu uğurda mücadele yürüten köylü modeliyle, toprağını dağa çıkarak ya da kente göçerek terk eden “çift bozan” köylü modeli arasında bir ayrıma gitmek ne kadar anlamlıdır? Bu iki köylü davranışı ile yukarıda ifade edilen iki tür işçi davranışı arasında bir paralellik kurulabilir mi? Toprak işgalinin devrimci biçimler aldığı sayısız örnek bulunmaktadır. Ancak, toprak işgali eylemi, bir istikrarı, toprağı acilen işlemeyi zorunlu olarak öngörür. Bu eylem, kısa sürede bir müstahkem mevkiye sahip olmak ve cephe savaşı vermek zorundadır. Toprak işgali eylemi, üretimle ilişkiyi tanım gereği kesemez. Toprak işgal eden köylü, dar anlamda üreticidir. Grev yapan işçi de dar anlamda üreticidir. Ve geçim koşullarını bir yere bağlamıştır. Oysa, çift bozan köylüyle, şiddet eylemlerine girişen işçinin üretici vasfı askıya alınmıştır; deyim yerindeyse, o, artık bir asalaktır / artık massedendir.”[59]

Bahsedilen, oyunu kuralına göre oynamayı bırakıp, kuralları kırmaktır. Tabiri caizse savunulan tam anlamıyla ‘sistem dışı’na çıkmaktır. Oyunun kurallarını kırmadan değiştirmeye çalışan mücadele modeli için Kayaoğlu şunları söylüyor: “Bu anlamda, üretici zanaatkarı, tarımcı köylüyü, işindeki sendikalı işçiyi verili haliyle bir mücadele figürü olarak almak da, bir tarih ve mücadele anlayışını ortaya koyucu nitelikler arz ediyor. Bu model, mevcut toplumsal işbölümünün söz konusu kesimler lehine demokratikleşmesini öne çıkarmak zorundadır; savaş önerisi bu model için gerekli olmayan bir üretim-dışılık anlamına gelecektir.”[60]

Toplumun tüm kesimleri konjonktürde eşittir, hepsi “çağ”daştır: “Bir ülkede, aynı zamanda işini kaybeden pre-kapitalizmin zanaatkarıyla, kapitalizmin işçisi arasında tarihsel ilerilik-gerilik ayrımı yoktur. Her ikisi de, aynı “çağ”ın, aynı konjonktürün insanlarıdır. Tepkilerinin değeri konusunda önsel bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulamaz. Her birinin tepkisinin değerini şiddeti tayin eder. Bir ortak yanları vardır; tarih bilimiyle an’ı birbirine bağlamaya meraklı olanların anladığı “tarih” karşısında her ikisi de gericidir!”[61]

İşçicilik, konjonktürde işçilerden ayrı olan her ezilen hareketini ikincil görür. Ya bu hareketleri görmezden gelir (ve bunu Çin ve Küba devrimini, Nepal-Kolombiya-Venezuella-Ortadoğu’daki hareketleri yadsımaya kadar götürür), ya da bunları işçi sınıfının arkasında savaşmaya, sınıf hareketine tabi olmaya çağırır. Bunun karşılığı politik körlüktür.

Türkiye özgülünde bu körlük Kürt hareketine bakışta kendini belli eder. İşçi hareketini, devletle karşı karşıya gelmek, çatışmak, ezilmek anlamında kat be kat aşan Kürt hareketini işçilerin arkasına çağırmak, işçici bir refleksle hala Kürt ulusu diyememek, “Kürt halkı-Kürt emekçileri” gibi yerini bulmayan söylemler kullanmak politik körlük değil de nedir? İşçi hareketini savunup devletin şiddetine maruz kalanlar, işçi oldukları için değil devrimci-öncü oldukları için ezildiler, öldürüldüler. Kürtler ise ezilmeyi, öldürülmeyi, hor görülmeyi topyekun bir ulus olarak yaşadılar.

İşçicilerin devrimci olanlarının tipik özelliği, birçok devrimci atılımlarında kendi işçici epistemolojilerini pratik olarak yıkmalarıdır. Ama bunu teorik olarak kıramamanın sonucu başka birçok konjonktürde yukarıda bahsettiğimiz politik körlükle sonuçlanmaktadır.

* * *

Diğer yandan hem üretimin belirleyiciliğini savunup, hem de üretimden kopmayı savunmak bir çelişki değil midir? Burada politik olarak savunduğumuz “üretimden kopma” kavramını pozitivist bir algıya tabi tutmamak gerekiyor. Düğüm, düzeylerin farklılığı anlayışıyla çözümleniyor. Bilimsel olan “üretim” kavramı ile, kelimenin bilinen anlamıyla “üretim”i birbirinden ayırmak gerekiyor.

Bilimsel olarak toplumdaki hiçbir şey üretim tarzından bağımsız olamaz. Teorik olarak “sistem dışı”na çıkmak olası değildir. Tarihteki her devrimci hareket de tarih bilimsel olarak üretim tarzından bağımsız değildir, ondan kopamaz.

Bahsedilen konjonktürel olarak toplumsal işleyişin devamını sekteye uğratan, kurallı ve durağan ilerleyişe çomak sokan, anarşi yaratarak-düzenliliği bozarak devleti zor duruma sokmaya-yıkmaya yol açan, ‘an’daki üretimden kopuştur. Savunulan politik argüman, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan, ezilmiş ve savrulmuş kitlelerin yıkıcı dinamiğinin, devletin istediği sınırlar dışına çıkmaya aday olduğu, çıktığı zaman ise bu dinamiklerin devlet karşısında devrimci bir varoluş sergiledikleri ve bu varoluşun Marksistler tarafından değerlendirilmesi gerektiğidir.[62]

Tarihselcilik

Bir pozitivistin işçi kitlelerine önderlik eden Bolşevik partinin devrimini bile savunamayacağını söylemiştik. Nedenini tarihselci Gramsci çok iyi açıklıyor:

Bolşevik Devrimi, olaylardan çok ideolojilerden oluşur. (Bu nedenledir ki, günlük olaylara ilişkin bildiğimizden daha fazlasını öğrenmeye aslında gereksinimimiz yok.) Bu devrim, Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrimdir. Rusya’da Marx’ın Kapital’i proletaryadan daha çok burjuvazinin kitabıydı. Çünkü olayların önceden belirlenmiş bir yolu nasıl izlemesi gerektiğinin; proletaryanın kendi ayaklanmasını, kendi sınıf istemlerini, kendi devrimini düşünebilmesinden önce, Batı tipi bir uygarlığın kurulmasıyla Rusya’da bir burjuvazinin nasıl gelişmek ve bir kapitalist çağın nasıl açılmak zorunda olduğunun eleştirel bir kanıtı olarak duruyordu Kapital. Ama olaylar, ideolojilerin üstesinden geldi. Olaylar, tarihsel maddeciliğin yasalarına göre Rusya’da tarihin nasıl gelişeceğini belirleyen eleştirel şemanın yanlışlığını kanıtladı. Bolşevikler, Karl Marx’ı reddediyorlar. Onların apaçık eylemleri ve fetihleri, tarihsel maddeciliğin yasalarının sanılabileceği ve sanıldığı kadar katı olmadığına tanıklık etmektedir.[63]

Gramsci, politikayı bilimsel kalıplara hapsetmeye çalışan pozitivist bilim anlayışına karşı çıkmakta haklıdır. Ama pozitivizmi sosyal bilimler alanında tırpanlarken, Marksizmin temeli olan bilimi de kesip atmaktadır. Tüm alıntı bir tarihselcinin ne demek istediğini çok iyi kanıtlıyor: Katı olmayan bir yasalılığa sahip bilim. Hem yasalı olup hem katı olmayan bir teori yasa değildir. Buradan çıkan sonuç şudur: Tarihsel materyalizm bilim değildir.

Tarihselcilik doğa bilimlerine ait yasalara ilişkin pozitivist anlayışın, toplum için geçersiz olduğunu söyler, bunun sebebi de “özne” faktörüdür. İnsanın olduğu yerde yasalar geçersizdir. Eyleyen, düşünen insan yasalarla sınırlanamaz. Bunun sonucu toplum ve doğa ayrımıdır, iki ayrı ontoloji tanımıdır.

Tarihselciler öz-görünüş ikiliğinde toplumda öz olarak insanı görürler.[64] Bu yüzden bilginin en üstünü şu andaki insanların bilgisidir, çünkü ona bağlıdır, onun denetimindedir: “Şimdinin geçmiş karşısındaki meşru epistemolojik birincilliği.” Her ne kadar tarihselciler pozitivizme karşı çıksa da amaçları onun sadece toplumdaki egemenliğine son vermektir. ‘Öz’ü kendilerine, ‘görünüş’ü doğa bilimlerine yani doğa bilimlerinden anladıkları pozitivizme bırakırlar. Doğayı pozitivistlere bırakırlar, toplumu kendilerine ayırırlar.[65]

Tarihselciler, doğa bilimlerini bunu pozitivizm dolayımıyla kabul ettikleri için bilimi yanlış tanırlar[66] ve bu yanlış tanıma işleminden dolayı sosyal alanda onu pozitivizmle birlikte reddederler.

Epistemolojik olarak pozitivizm ve tarihselcilik aynı sorunsal içindedir. Kökenleri ampirisizmdir. Tarihselci, pozitivisti çürütürken pozitivist gibi düşünmek zorundadır.

Yukarıdaki alıntıda Gramsci, yanlışlamacı bir pozitivist gibi davranır ve tarihsel materyalizmi reddeder. Pozitivistle aynı düşünce tarzıyla yola çıkar vargısı farklıdır. Bu işin pozitivistlerin dediği gibi olamayacağını söyleyerek, yanlışlanan teorinin yerine (pozitivistlerin yaptığı gibi) yenisini koymak yerine pozitivizmle birlikte tarihsel materyalizmi de çöpe atar.[67]

Tarihselci anlayışla Marksizm, teorik bir silahtan, ideolojik bir araç mertebesine geriler.

IV. Bilimin Politikaya Katkısı

Marksist teorik bütünlükte bilimin temel olma niteliği onun ayıracıdır. Ama Marksizmi diğer ezilen ideolojilerinden ayıran şey tarih bilimi ise, bu bilimin ezilenler için dövüşenlere bir katkısı olması gerekir.

Tarih biliminin, Marksistlere politika alanında pratik bir şeyler vermeyeceğine yukarıda değinmeye çalıştık. Ama onun dolaysızca politikaya katacak bir şeyi olmasa da, felsefeye yaşam alanı açması sayesinde katacağı çok şey vardır. Bu üç bileşen hususunda Vedat Aytaç şunları söylüyor: “Bilim ve politika arasındaki ilişki felsefe dolayımıyla kurulur. Kategorilerle düşünen felsefenin, Marksist bütünlük içindeki merkezi konumu buradan gelir. Felsefe, bir yandan kategorik uslamlama yoluyla bilim öğesiyle dolayıma girerken; diğer yandan idealizmle girdiği savaşta (düşman arazisinde kılıç sallayarak) politika ile dolayıma girer.”[68]

Felsefenin Marksizmin teorik-pratik bütünlüğündeki bu merkezi rolü bilim sayesinde vardır. Felsefe, felsefi alanda kaldığı sürece idealizmdir. Felsefenin alanı için Yılmaz Sezer’in söyledikleri çok belirleyicidir:

“Bir, felsefede epistemolojik düzeyde felsefe içi çelişki yoktur. İki, felsefi tezlerin doğruluğu ya da yanlışlığı ontolojik düzeyde kanıtlanamaz.”[69]

Bunun anlamı şudur: Materyalizm, epistemolojik düzeyde felsefe alanında, ontolojik düzeyde ideoloji (Engels’in “çöreğin yenmesi onun kanıtıdır” örneği) alanında kaldıkça idealizmi yenemez. İdealizmi yenmek için bilime yaslanmak zorundadır. Bilim sayesinde materyalizm ayakta durabilir.[70]

Ontolojide felsefeyi kullanmanın, materyalizm dolayımıyla konjonktürde savaşmanın getireceği avantajlardan yararlanmanın emniyet sübabı bilimdir. Felsefe, bir politik öznenin konjonktürdeki tüm güç ilişkilerini, tüm diğer özneleri ve kendini nesnel bir çerçevede değerlendirmesi hususunda ona (politik özneye) teorik bir silah verir.

“Kendiliğinden materyalizmi” teorik düzeye taşımak ve onu o düzeyde tutmak bilim ve bilimin gelişmesi sayesinde olasıdır. Çünkü bilimin bıraktığı her boşlukta idealizm kendi zeminini yaratır.[71]

* * *

Marksizm alanındaki öznelerin genel hatalarından birisi de yine pozitivizm sorunsalı içerisinde kalarak, Marksizmin doğuşuna tarihte biçilen ayrıcalıklı roldür, tarih ikiye bölünür: Marksizm öncesi ve sonrası! Bu bölünme doğa-toplum ve dolayısıyla doğa bilimleri-toplum bilimleri ikilikleriyle aynı sorunsal içerisindedir.

Bu anlayışa göre ezilme ve sömürüyü tarih sahnesinden silmek için tarihin iç işleyişini bilmek gerekir. Bu da Marksizm ile olanaklı olmuştur. Tarihsel materyalizmden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Artık tarihin akışında sürüklenen insan toplulukları, akışı fark etmiştir ve yönünü değiştirmeye adaydır. Ama bu yönü bir tek Marksistler değiştirebilir. Bunun politik sonucu Marksist olmayan ezilen hareketleriyle ilişkilerde ortaya çıkar.

Marksizme göre tarihi ikiye bölen anlayışın idealist olduğu açıktır: Maddenin bilgisi ile maddeye yön veren insan ya da aynı anlamda bildiği yasalılıkla bu yasalılığa müdahale eden özne-yasalılığı bozma. Bilim sadece yasayı saptar, onu değiştiremez. Tarihsel-toplumsal akış, epistemolojik düzeye bilim sayesinde taşınmıştır ama bu epistemolojik düzeydeki tanımlama olmadan da bu akış kendini gerçekleştirir. Daha açık söylersek, tarihsel materyalizmin belirttiği komünizmin kurulmasının zorunluluğu, eğer tarihsel materyalizm bunu söylemeseydi de zorunludur. Marksizm diye bir şey hayatta olmasaydı akış yine bu yönde olacaktır ve komünizm kurulacaktır. Bilim söylediği için bu akış oluşmaz, o müdahaleci değildir, sadece saptar. Bu saptananları bilenler için akışı değiştirmek yerine hızlandırmak şeklinde beliren anlayış da kategorik olarak değiştirmeyle aynı epistemolojiye sahiptir: Akışa müdahale. Bilimin müdahalesini savunmak, yasalılığın reddi olmakla birlikte bilim tarafından kurulan bir gerçekliği savunmaktır; “düşüncenin belirlediği varlık” önermesi idealisttir.

Bu idealist-pozitivist teze karşı en güçlü argüman yine Marksizmin bilim bileşenidir. Tarihsel materyalizmin nesnesi olan toplumun öğelerinden biri bilim değildir. Tarih biliminin kurduğu yasalı yapı içinde üretici güçler, üretim ilişkileri, toplumsal formasyon arası ilişkiler tarihin akışını belirlerken, bilimlerin bu arenada hiçbir yeri yoktur. Bu yörede herhangi bir bilim, öznelerin onu sahiplenmesi yani bilimin ideolojik edinimi şeklinde var olabilir. Yani tarihsel materyalizmin, tarihsel materyalizme konu olabilmesi, ideolojik olarak edinilmiş varlığıyla mümkündür. İdeoloji de üst yapıda alt yapı tarafından belirlenen bir öğe olarak var olur, belirleyen değil belirlenendir. Bilimin konumunu gözden kaçırmamak için bir daha dikkat çekmek gerekiyor: Belirlenen, tarih biliminin epistemolojik özerk varlığı değil; onun ideolojik formdaki varlığı, edinilme durumudur, başka bir deyişle ontolojideki yankılarıdır.

Tarih bilimi, kendine tarihte biçilen bu pozitivist ayrıcalığın önünü kendi alanıyla keser. Bu alanla kendisinin geleceği kurmaya yarayan yegane araç olduğuna dair anlayışı yıkar. ‘Gelecek’, bilim olmasa da gelecektir. Biraz daha ilerlersek bunun bir diğer anlamı da Marksizm olmadan da, genel olarak tüm tarihte devrimciliğin varolabileceğidir.

Bu teorik saptamanın Marksist özneler için politik önemi, Marksist olmayan ve Marksizme ideolojik olarak da uzak olan öznelerin devrimci olabileceğidir. Marksist öznelerin, Marksist olmayan ezilen hareketleriyle aralarına koydukları ideolojik engel bizzat Marksizmin bilim bileşeniyle yıkılır.[72]

V. Sonuçlar

  • Pozitivizm, hem doğa bilimlerini, hem de tarihsel materyalizmi ‘an’a hükmeden ve uygulanabilirliği olan bir yöntem olarak görür. Bu yüzden de Marksizm alanındaki pozitivist anlayış, politikaya kısıtlayıcı kurallar koyar. Bilimin tanımlamaya çalıştığımız özerk alanından dolayı hem doğa-toplum bilimlerindeki pozitivizm, hem de doğa-toplum bilimleri ayrımı reddedilmelidir.
  • Pozitivizm ve tarihselcilik, birbirlerine karşıt gibi görünseler de, birçok hususta bir araya gelebilirler. Birçok teorik önermenin pozitivizm ile tarihselciliği aynı anda barındırması da bir tesadüf değildir. Onlar ampirisist epistemolojinin iki fraksiyonudur. Bu yüzden pozitivist bir bilim anlayışının politikaya getirdiği kısıtlamaların panzehiri tarihselcilik değildir.
  • Sorunun düğümlendiği nokta ‘bilgi nesnesi-gerçek nesne’, ‘süreç-an’, ‘bilim-politika’ ayrımını koymamaktır. Bu ayrımı yapmayan ve ideolojik sorunsaldan kopamayan her epistemolojik yaklaşım, bilime ideolojik bir seçicilikle yaklaşmış, ‘an’ın gereklerine ve kendi ideolojisine göre bir miktar tarihselci-bir miktar pozitivist kalarak kendi gününü kurtarmaya çalışma eğiliminde kalmıştır. “Sonuç; pozitivizmle tarihselcilik arasında salınan bir ‘Marksizm tarihi’ olmuştur.”[73]
  • Bu salınım, herhangi bir zamanda devrimci mücadelenin ihtiyaçlarına öncel cevaplar verebilecek teorik bir zemine sahip değildir. Bilim-felsefe-politika; Marksist teorik bütünlüğün bu üç bileşenini, ayrımlı yerlerini tanımlamadan birbiri ile ilişkilendiren her epistemoloji, teorik bütünlüğü kaybedecektir. Bu teorik bütünlüğün kaybı, teorinin öncelliği hususunda, Marksist teorik bütünlüğün devrimci mücadeleye kazandıracağı avantajları ortadan kaldıracaktır.


[1] Marksist Düşünce Sözlüğü, Yayın Yönetmeni: Tom Bottomore, Çev. Derleyen: Mete Tunçay, İletişim Yay., İstanbul 2005, s.466

[2] Bak.: Alexandre Koyre, Bilim Tarihi Yazıları, Çev: Kurtuluş Dinçer, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 6. Basım, 2004

[3] Russel Keat / John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev. Nilgün Çelebi, İmge Kitabevi Yay., 1. Baskı, 1994, s. 9

[4] Marksist Düşünce Sözlüğü, s.466

[5] a.g.e., s.467

[6] a.g.e., s.467

[7] Realist ise burada tavrını ‘öz’den yana koyar. Ama o da bilgi nesnesini gerçek nesne içine yerleştirir. Keat ve Urry her ne kadar realizmin, pozitivizmdeki “açıklama ve kestirim” ikiliğinde ağırlığı açıklamaya verdiğini söylese de (Keat/Urry, a.g.e.,s.10 ) realizm ve pozitivizm arasında önemli bir fark yoktur. Ali Osman Alayoğlu’nun söyledikleri bu hususta açıklayıcıdır: “(R)ealist….yanlışlamacı (yanlışlamacı pozitivistleri kastediyor) gibi teoriden dolayımlanma konusunda ileri bir aşamadadır. Bilgiyi gerçekten ayırma yönünde önemli bir işlev görmekle birlikte, bilgiyi gerçeğin özüne yerleştirerek kendi yaptığı ayrımı silikleştirir, dedikleri anlamsızlaşır.”(Ali Osman Alayoğlu, Realist Bir “Kopuş” Tanımlama Girişimi, Teori ve Politika 6, s.28) Gerçek nesne tektir, realizm onu öz-görünüş olarak ikiye bölmekle pozitivizm ile aynı düzeydedir. “Dolayısıyla öz ve görünüşün, öz ve görünüş sorunsalı içinde terk edilmesi, ikinci bir aşamayı, bizzat ikilemin terk edilmesini gerektirmektedir.”( Ali Osman Alayoğlu, Realist Bir “Kopuş” Tanımlama Girişimi, a.g.e., s.29)

[8] Russel Keat / John Urry, a.g.e., s.22

[9] Ali Osman Alayoğlu, Realist Bir “Kopuş” Tanımlama Girişimi, a.g.e., s.23

[10] Russel Keat / John Urry, a.g.e., s.22-23

[11] Alexandre Koyre, a.g.e., s.93

[12] a.g.e., s100-101

[13] a.g.e., s.97-98

[14] a.g.e., s.213-226

[15] a.g.e., s.175

[16] a.g.e., s.256

[17] a.g.e., s.256

[18] Metin Kayaoğlu, Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi, Teori ve Politika 5, s.17, 27 no’lu dipnot

[19] Alexandre Koyre, a.g.e., s.89

[20] a.g.e., s.142-143

[21] a.g.e., s.143

[22] a.g.e., s.141

[23] a.g.e., s.254

[24] a.g.e., s.90

[25] a.g.e., s.276, 9 no’lu not

[26] a.g.e., s.253

[27] Metin Kayaoğlu, Marksist Politikanın Teorik Öncülleri, Teori ve Politika 1, s.11’den uyarlanıp kullanılmıştır.

[28] Ali İhsan Topçu, Marksizm ve Pozitivist Yorumu, Teori ve Politika 39, s.268-269

[29] Ali Osman Alayoğlu, Nesnellik Sorunu ve Bilimsel-Teorik Sistemler, Teori ve Politika 5, s. 51

[30] Bak.: Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev. Celal A. Kanat, Belge Yay., 1. Baskı, 1995

[31] Ali Osman Alayoğlu, a.g.e., s44

[32] a.g.e., s.44

[33] Roy Bhaskar, Felsefe ve Bilimsel Realizm, Çev.: Aysel Kara, Teori ve Politika 4, s.63

[34] Metin Kayaoğlu, a.g.e., s.7

* Althusser, tarihin yasasını, bir özün belirleyiciliği ile değil bir yapısal konseptle ilk kez Marx’ın açıkladığını söyler. Bak.:L. Althusser, a.g.e.

[35] L. Althusser, a.g.e., s.50

[36] Ali Osman Alayoğlu, Bilim Olarak Tarih Üstüne, Teori ve Politika 4, s.7

[37] Metin Kayaoğlu, a.g.e., s.13

[38] Metin Kayaoğlu, Geçmiş-Bugün-Gelecek Diyalektiğine Reddiye, Teori ve Politika 8, s.33

Politika için ‘an’ konjonktürdür. Buradaki an teorik ve kavramsaldır, günlük kullanım anlamıyla düşünmemek gerekir. Konjonktür için süre zarfı birkaç gün olabileceği gibi yıllarca da olabilir.

[39] Lenin’den aktaran: Yılmaz Sezer, Devrimci-Maddeci Felsefe İçin Başlangıç Noktaları, Teori ve Politika 1, s.53 Buradaki “tarihsel” sözcüğünü, bilimin kendine içkin tarihi olarak algılamak gerekiyor.

[40] Engels’in Conrad Schmidt’e yazdığı mektuptan akt.: L. Althusser, a.g.e., s.115

[41] Engelsin Anti-Dühring için hazırlık notlarından akt.: L. Althusser, a.g.e., s.159. İtalikler orijinal.

[42] L. Althusser, a.g.e., s.159

[43] L. Althusser, a.g.e., s.160

[44] L. Althusser, a.g.e., s.173

[45] Ali İhsan Topçu, a.g.e., s. 269

[46] Metin Kayaoğlu, Marksist Politikanın Teorik Öncülleri, a.g.e., s.29

[47] Bu kural bir toplumsal bütün için geçerlidir. Evre atlamanın yani aradaki bir evreyi yaşamadan o evrenin ilerisine geçmenin Amerika’nın keşfiyle yaşandığı söylenebilir ama bu keşfe kadar iki ayrı toplumsal bütünlüğün ayrı ilerleyişi vardır, ileri olan geri olanı sıçratmıştır.

[48] Ali İhsan Topçu, Aydınlanma Eleştirisi İçin Ön Gerekçeler, Teori ve Politika 32-33, s.54-55

[49] L.Althusser, a.g.e., s.234-235

[50] Metin Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız?-Bir Tarih Anlayışı İçin Anahatlara Doğru, Teori ve Politika 39, s.55

[51] Metin Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız?…, a.g.e., s.57

* Konjonktürün bilimsel bir kesitin konusu olması pozitivizmdir ama yazar bunun farkındadır, “olabilseydi bilim geçersiz olurdu” demeye çalışarak pozitivizmi mahkum etmektedir. Zaten yazı boyunca tüm çabası, bilim ve politika alanlarının ayrı olduğunu anlatmaya, özdeşleştirmeye çalışanların birçok tarihsel örnekle teorilerinin çökertilmesine yöneliktir.

[52] A.g.e., s.56

[53] a.g.e., s.61, 164 nolu dipnot

[54] a.g.e., s.28, 47 nolu dipnot

[55] a.g.e., s.18

[56] Güncel bir örnek olarak Güney Amerika’daki gelişmelere A.B.D.’nin müdahale edemeyişinde, Ortadoğulu devrimcilerin kanlı mücadelelerinin katkısı göz ardı edilebilir mi?

[57] a.g.e., s.18

[58] a.g.e., s.27

[59] a.g.e., s.27-28

[60] a.g.e., s.28, İtalikler bana ait.

[61] a.g.e., s.56

[62] Yine güncel bir örnek verilebilir bu konuda. Serhıldanlardan sonra İstanbul Tarlabaşı semtinde polisle birkaç kez çatışan Kürt gençlerinin üretimle pek ilgisi olmamakla birlikte bir kısmının geçimini yankesicilik vb. yollarla sağladığını -Tarlabaşı’nın özgüllüğünü düşünerek-söylemek çok da uydurma olmasa gerek.

[63] Antonio Gramsci, Kapital’e Karşı Devrim, Teori ve Politika 35-36, s.125-126

[64] Jale Karakaş, Tarihselcilik-Pozitivizm Çatışması Karşısında Teorik Bir Duruş Önerisi, Teori ve Politika 5, s.109

[65] Bu konuda tarihselcilerin epistemolojik çelişkisini mutlak tarihselcilik aşar ancak. Metin Kayaoğlu bunu şöyle belirtir: “Tarihsel idealizm tutarsız: Bir yandan, bütün bilginin tarihsel insanın bilgisi olduğunu savunuyor, diğer yandan doğaya ilişkin bilginin bundan muaf olduğunu düşünüyor. Mutlak tarihselcilik tutarlı: Doğasal olsun, toplumsal olsun bütün bilgi tarihsel insana aittir, sınıfsaldır; bu anlamda, özne-nesne diyalektiği doğasal nesneyle ilişki bakımından da geçerlidir.” Metin Kayaoğlu, “Eleştiri Silahı” ve “Silahların Eleştirisi” Marksizmde Ayrımlar, Teori ve Politika 8, s.14

[66] Bu dolayımlama yine mutlak tarihselciler için geçerli değildir. Mutlak tarihselciler doğa bilimlerini de tanımazlar.

[67] Ali İhsan Topçu’nun, Gramsci’nin anti –pozitivizmini överken atladığı nokta da budur. Bak: Ali İhsan Topçu, Marksizm ve Pozitivist Yorumu, Teori ve Politika 39

[68] Vedat Aytaç, Marksist Tümleyenlerin Ayrım ve İlişkisi Üzerine, Teori ve Politika 6, s.10

[69] Yılmaz Sezer, Devrimci-Maddeci Felsefe İçin Başlangıç Noktaları, Teori ve Politika 1, s.34

[70] “Materyalizm, genel olarak, bilimlerin ortaya çıkışı (epistemolojik boyut) ve ontolojik etkilerinin belirişi ve güçlenişi ile canlanma göstermiştir. Materyalizm, bir felsefe okulu olarak, epistemolojik düzlemde, bilimlerin sularından fazla uzaklaşamaz, boğulur. Materyalizm, epistemolojik düzlemde boyunu geçen sularda yüzemez.” Metin Kayaoğlu, Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi, a.g.e., s.30

[71] Bilimin, felsefeye bu katkısının bilime geri dönüşü de olur. Materyalizm, bilimin içine sızmaya çalışan metafizik öğeleri ayıklamak suretiyle bilime yardımcı olur. (Yılmaz Sezer, Devrimci-Maddeci Felsefe İçin Başlangıç Noktaları, a.g.e., s.35)

[72] Tarihsel ilerilik ve Marksistler ile diğer ezilen hareketleri arasındaki ideolojik engel hususunda Metin Kayaoğlu’nun tarih biliminden faydalanarak söyledikleri bu konuda açıklayıcıdır: “Ezilenlerin mücadelesinin tarihi yoktur. Ezilenler, ezilen olarak varoldukları momentle birlikte ezilmeye karşı mücadeleyi de başlatmıştır ve bu, durum sürdükçe olagidecektir… Mücadelenin tarihinin olmaması, mücadele edenlerin her zaman ‘çağdaş’ oldukları anlamına gelir. Geri toplumsal düzeni gerisin geriye getirmek diye bir şey söz konusu olamaz; sadece böyle bir arzu olur. Eylemin kendisi, verili maddi üretim tarzının izin verdiği düzeni getirebilir sadece, dolayısıyla, en geri ideolojilerle dahi olsa, silahlanmış olanlar, eğer bir şey kuracaklarsa sadece daha ileri bir şey kuracaklardır.”(Metin Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız?…, a.g.e., s.16-17)

[73] Metin Kayaoğlu, Marksist Politikanın Teorik Öncülleri, a.g.e., s.10

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar