Ana SayfaArşivSayı 26Baudrillard: Kısa Devreye Başvurmak

Baudrillard: Kısa Devreye Başvurmak

Baudrillard:

Dünyayı Anlamada Kısa Devreye Başvurmak

 

Sevil Toprak

Yaşadığımız dünyanın mücadelelerini ‘sefillerini’ ve ‘seçkinlerini’ anlamak için -ki bu bir bakıma, hayatın sırrıdır – bazen kısa devre denemelere, kısa devre görüşlere başvurmak yeterlidir. Baudrillard’ın önemi de, kısa devre yaratan düşünüş biçiminde; “evraka!” dedirten yönünde gizlidir.

Baudrillard’ın yaşadığımız dünyayı anlamada yöntemi ‘simülasyon’dur. Sadece ‘medya’, ‘politika’, ‘toplumsal’ gibi konularda değil kent analizinde bile, simülasyon kuramı çerçevesinden bakar. Baudrillard ‘başarıcı’dır, başarıyla neticelenen-neticelenmesi beklenen’e anlam yükler ve başarıda süreklilik arar. Yapaylıktan (simülasyon) geriye kalansa, Baudrillard için çöl’dür… baştan çıkarmadır… transseksüelliktir…

Modernlik anlayışı

Baudrillard için aslolan iki sistemdir; patlayan sistemler ve kaynayan sistemler. Patlayan sistem batı türüdür, moderndir. Pazar ve her türlü biçim burada, denetlenebilir bir küreselleşme halindedir. Bu süreç denetlenebildiği oranda altın çağdır, patlayan sistem denetimi elden bıraktığında yayılma kendini genleşmeye bırakır ve sistem gerçekten patlar. İlkel ve geleneksel sistemler kaynayan süreci denetleyemedikleri için yok olma yolundadır. Kaynayan sistemler ise geçici ve başarısız olmaya mahkumdur. Kaynayan sistemler, ‘genişlemeyen’ ve ‘merkezkaç’ olmayan sistemlerdir. Baudrillard için;”…bizim kültürlerimiz de bu patlayan süreci dengeleyememe ve ona egemen olamama sonucu yavaş yavaş yok olmaya başlamışlardır

“İçin için kaynama kaçınılmazdır ve gerçeklik, birikim, evrensellik ilkeleriyle yayılan sistemlerden kaynaklanan gelişme ilkelerini kurtarma çabaları arkaik, gerici ve nostaljik çabalardır”[1]

Baudrillard’ın Amerika’ya bakışı ve algılayışı, kısa-devredir; Amerika ve Avrupa’yı (patlayan ve kaynayan) birbirinden ayıran şey neredeyse Atlantik Okyanusu büyüklüğündeki ‘burjuva kadavrası’dır. Ve her şeyden önemlisi, Amerika yaşadığımız dünyanın Modern’idir. Bu modernliğin güçlenmesi Avrupa’nın çöküşü anlamındadır. Feodalite-aristokrasi-burjuvazi’yi, Baudrillard; Avrupa’nın icadı olarak görür. Amerika’nın ise bütün bu sıralanmış ideoloji ve devrim yığınından koptuğu için modernliği köklüdür. Ve artık bütün mitler yer değiştirmiştir; modernliğin bütün mitlerini bu gün Amerika muhafaza eder. Bu muhafazanın sürekliliği ise modernliğin su götürmez koşuludur. “Bu yalnızca bir fark değil, aramızda bulunan bir modernlik uçurumudur. İnsan modern olarak doğar, sonradan modern olmaz. Biz de hiçbir zaman sonradan modern olmadık (…) Her ülkenin tarihsel bir yazgısı vardır; bu yazgı neredeyse kesinlikle o ülkenin özelliklerini belirler. Bizim için ülkemizin tablosunu çizen 1789 burjuva modeli ve onun bitmek bilmez bir dekadansa uğramasıdır. Yapılacak bir şey yok buna karşı; Burada her şey 19. yüzyıl burjuva düşü çevresinde dönüyor.”[2]

Baudrillard olguları değerlendirirken, aralarındaki benzerliğe değil karşılaştırmaya önem verir. Bu karşılaştırmalarda bir konsensüs arayışı asla söz konusu değildir. Bu nedenle elde hep;’uyumsuzluk’ ve ‘aşılmaz bir kopukluk’ kalır. Baudrillard için biten bitmiştir artık, biten zaten yanlıştır. Onun şimdiki varlığını ispatlama çabası ise hem gülünç hem trajiktir.

Amerika özgündür her durumda Baudrillard için, Avrupa’nın ise ‘dublajı yapılmış alt yazısı yazılmıştır’. Baudrillard’ın simülasyon kuramıyla bu örnek bire birdir. Yani aslında her ikisi de kurgusaldır ancak Amerika bu kurgusalın özgün versiyonudur. “Amerika köken sorununa boş veriyor; kökenle ya da efsanelere özgü bir otantik olmayla uğraşmıyor; ne geçmişi ne de kurucu bir gerçekliği var. Zamanla ilgili bir ilk birikimi olmadığı için sürekli bir güncellik içinde yaşıyor. Hakikat ilkesinin ağır ve yüzyıllardan bu yana sürüp gelen birikimine sahip olmadığı için, sürekli bir taklit içinde, göstergelerin sürekli güncelliği içinde yaşıyor. Atalardan kalma toprağı yok. Kızılderililerin toprağı bugün kendilerine ayrılmış yerlerle sınırlı; bu yerler Amerika’da Rembrandt’ların, Renoir’ların tablolarıyla dolu müzelerle eşdeğerde. Ama bu önemli değil; Amerika‘nın kimlik sorunu yok. Oysa gelecekteki güç; kökeni olmayan, gerçekliği olmayan ve bu durumu sonuna kadar sömürebilecek ulusların elinde bulunacak.“[3]

Baudrillard, Avrupalıları, -biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık- dizesindeki gibi nostaljik bulur ve onları ‘nostaljik ütopyacılar’ olarak tanımlar. Avrupalı, ideal için kıvranan ama aslında bunun sonuna kadar gerçekleşmediğine inanandır. Etik olan Amerikalılardır; “Amerikanın savı her şeyin gerçekleşeceği yönündedir. Bizim kendi sorunumuz ise şudur; eski amaçlarımız –devrim, gelişme, özgürlük ulaşılmadan önce, gerçekleşmeden yok olacaklar. Melankolinin nedeni bu (…) Biz olumsuz tutum ve çelişkiler içinde yaşıyoruz, onlar paradokslar içinde. (çünkü gerçekleşmiş bir ütopya düşüncesi paradoksaldır) ve Amerikan yaşam biçiminin kalitesi, çoğunlukla bu pratik ve paradoksal mizah içinde kendini göstermektedir. Oysa bizimki eleştirel aklın inceliği ile belli olur (belli oluyordu).”[4]

Baudrillard, Amerikan emperyalizmi hakkında ne düşünülürse düşünülsün, onu, altında ezilen kimseleri bile dünya çapında büyüleyen bir kültür olarak görür. Amerikalıların, bütün düşlerini gerçekleştirmiş olduğuna ‘içten ve çılgın bir biçimde’ inanarak gerçekleştirdiğini söyler. Aslında bu inanış ‘çılgın’ da değildir, çünkü onun için Amerika öncü bir toplumdur ve öncü toplumlar genel olarak ideal toplumdur. Batı’nın ise, ‘alışageldiği üzere’ tek çılgın’ı ya da en çılgın’ı Araplardır. Baudrillard’ın ‘çılgın Arap’ anlayışı da batının sınırlarından taşmaz. ‘Çılgın’ ne modern’i ne modern dışını ifade ediyor çünkü.

Batı’nın ‘Çılgın’ anlayışında ‘köktendincilik’ münferit olabilir, ama terörizm böyle değildir. Baudrillard için terörizm apolitiktir ve zaten nötr eden bir olgudur. Baudrillard, medeniyetlerin üstünlüklerinin evrensellikle ölçülemeyeceği kanısındadır ve globalleşmenin, kendi pazar kanunlarını -global olarak- tek tipleşmeye zorladığı günümüzde, terörizmin buna karşı başka bir direniş yolu olmadığı bir süreçte ortaya çıktığını söyler. Baudrillard, 11 Eylül’ü, “Ama onları terörizme iten din değil. 11 Eylül’ün eylemcileri hiçbir talepte bulunmadılar. Köktendincilik bir reddiyenin, bir karşı olma halinin ifadesidir. Taraftarları somut bir şey kurmak peşinde değiller, kimliklerine tehdit olarak gördükleri bir şeye karşı çılgınca başkaldırıyorlar”[5] şeklinde değerlendiriyor. Baudrillard için, Amerika’nın prensipte Afganistan’ı kurtarması acayiptir. Ayrıca Amerika kurtarsa bile, kurtarılanlar buna gerekirse terörle bile direnecektir.

Devrim ve kültürsüzlüğün gücü

Baudrillard için Avrupa’nın artık ne kendine ne de bir başkasına faydası vardır. İdeal değil, dolayısıyla etik de değildir. Evrensel Avrupa kültürü özgünlüğünü yitirdiği için bitmiştir. Üstelik Avrupa’yı kendi evrenselliği öldürmüştür. Baudrillard’ın evrensellik tanımı ihraç edilebilir nitelikte değildir. Ve ‘evrensel olma’nın kendi başına ifadesi bile yok olmaya yüz tutmuş, küresel olma ise geri döndürülmez bir süreklilik kazanmıştır.

“Burada, bu yeni ülkede, bu özgürlük ülkesinde, kapitalizmin bu ilerlemiş kalesinde neden devrim olmadı? Neden bizim yeğlediğimiz kategoriler, “toplumsal” ve “siyasal”, burada bu derece az etkili oldu? Çünkü toplumsal ve felsefi 19. yüzyıl Atlantik Okyanusu’nu aşamadı ve burada her şey her zaman ütopya ile, ahlakla, somut mutluluk düşüncesi ve törelerle besleniyor. (…) Tocqueville‘in temel düşüncesi şu: Amerika’nın ruhu yaşam biçiminde, töresel devrimde, ahlaksal devrimde görülüyor. Ahlaksal devrim ne yeni bir yasa düzeni ne de yeni bir devlet ortaya çıkarıyor; ortaya çıkardığı pratik bir meşruluk. Yaşam biçiminin meşruluğu. Ahiret mutluluğu artık Tanrısala ya da Devlet’e değil, ideal bir pratik organizasyona bağlı bir şeydir.”[6]

Avrupalı imkansız aşklar için yaratılmışçasına bunalımlıdır. Bu bunalımlar eski Avrupa’nınkinden de farklıdır. “Bizimki gerçekleşmesi olanaksız tarihsel idealler bunalımıdır. Onlarınki ise süre ve süreklilik sorunu ile karşı karşıya, gerçekleşmiş ütopya bunalımıdır.”[7] Amerika devrimini, hoşgörü zengini ve kendi gücünden emin olarak gören Baudrillard, Hannah Arendt’in görüşüne katılır ve Avrupa’daki devrimlerin tersine bu devrimi başarılı olmuş bir devrim olarak görür.

Baudrillard geri kalmışlığı, başarısızlığı kendi tanımıyla kadavra olmanın nedenini; Avrupa kültürünün ruhu ve cesareti kalmamasında, kültürsüzlüğün de gücünün olmamasında görür. O’na göre bu kadavrayla da; Avrupalılar, Amerikalıların ‘yürek temizliğine’ ve ilerlemesine asla yetişemeyecektir, treni çoktan kaçırmıştır.

Baudrillard Avrupalı’yı yanılgılar içinde bir varlık olarak değerlendirir: “Amerikalıları ne çözümlemeyi ne de kavramlaştırmayı bilmedikleri için kınıyoruz. Ama bu, onlara haksızlık etmek oluyor. Her şeyin aşkınlık içinde doruk noktasına ulaştığını ve kavramlaştırılmamış hiçbir şeyin varolmadığını sanan biziz. Onlar buna pek önem vermedikleri gibi bakış açıları da ters. Onları ilgilendiren, gerçeği kavramlaştırmayıp kavramı gerçekleştirmek ve düşünceleri somutlaştırmak.”[8]

Eşitlik, özgürlük ve şans

Asyalı kıta hemşehrileri olarak Amerika’yı ‘macera dolu’ olarak tanımlamamız, Baudrillard’la bir anlamda paraleldir. Ya da İstanbul’un taşı-toprağının altın olması da bu mantık çerçevesinde doğrudur. Asyalı (aslında biraz da köylü) bakışımız hiç de hayalperest değildir. Aksaray’ın bir köyünde ünlü olabilmek ya da zengin olmak mümkün mü? Kim olmuş ki? Ancak karmaşada, kalabalıkta, sınırların genişliğinde, ‘değerler’in ‘değersizleştiği’ her yerde oluşan özgürlükler, şans ve eşitlik düzeyi yaratmıyor mu? Bütün bu dinamizm Baudrillard için Amerika’yı eşitlik-özgürlük-şans’lar ülkesi yapar. Ve her şeyden önemli olan Amerika güçlüdür, güçtür. Amerika’nın gücünü ise ‘özgürlüğü’ verir. “Ancak özgürlük tek başına güç yaratıcı bir şey değildir. Özgürlük bir kamu eylemi ve bir toplumun kendi girişimleri, kendi değerleri üstüne kolektif bir söylev olarak düşünülürse, bu özgürlük daha çok törelerin bireysel olarak özgürleşmesi ve karışıklık içinde (karışıklık, bilindiği gibi Amerikalıların temel etkinliklerinden biridir) yitmiştir. Öyleyse güç yaratmakta daha çok eşitlik ve sonuçların rolü olmuştur. Tocqueville’in çok güzel bir formülle anlattığı işte bu eşitliktir: ‘Eşitliğin kınadığım yanı, insanları yasak hazların ardında koşmaya sürüklemesi değil, onları yasak olmayan hazlar arayışı içinde tümüyle eritmesidir.’”[9]

Baudrillard Amerika’nın bol ışıklı kentlerini anlatırken, bu kentlerdeki gizi anlayabilmek için kentten ekrana değil ekrandan kente gitmemizi öneriyor (simülasyonun simülasyonundan). “Bunlar insanı düşlere daldırmazlar; kendileri düştür, düşün bütün belirtici özelliklerini taşırlar.”[10]

Ama Baudrillard da eşit bir şanstan bahseder. “Gerçekten de bu ülkede insanı ünlü yapan ne en yüce erdem ne yiğitçe bir eylem; yalnızca tarihin cilvesi. Bu şans demek ki herkes için var.”[11] “Bu ülkede herkes en aşağı on dakika ünlü oluyor ya da olacaktır.” (Andy Warhol)

Baudrillard sahilde güneşlenen Avrupalı ve Amerikalı aileleri gözlemlemeyi önerir. Avrupalı hemen sınırlarını belirler ve ‘kendi küçük kumluğunda’ tatilini yapar, habire yağ sürünür. Amerikalı ise sürekli bir şeyler yer, olduğu yerde durmaz ve gürültücüdür. Avrupalı ailenin çocukları ebeveynlerin dibinden ayrılmaz, Amerikalı çocuklar ise dağınık, yayılmacı yani kendi alemindedir. İmparatorluğun çocukları! Sonuç itibarıyla Amerikalı, ‘kültürsüzlüğün gücüyle’ özgürleşmiştir. Bu özgürleşme karşısında Avrupalı adeta kompleksli bir görünüme sahiptir.

‘Sözde’ Ermeni sorunu

Baudrillard’ın Ermeni soykırımına bakışı, Türk Devlet terminolojisi gibi ‘sözde’dir. Ermenilerin, katledilmiş olduklarını ispatlamak için gösterdikleri çabayı anlamsız bulur. Katledilmek bir bakıma başarısızlıktır. Baudrillard için katledilmenin ispatını aramak ise trajiktir, başarısızlığın daniskasıdır. “Ermenilerin acıklı hali; bütün enerjilerini, 1915’te katledildikleri olgusunun kabul edilmesi için harcıyorlar. Kimliklerini doğruluyor diye katliamı kanıtlamak istiyorlar. Bütün dünyayı bu gerçeği itiraf etmeye zorlamak için terörist bir eyleme girişip ölümü bile göze alabiliyorlar. Bütün bunlarda usanç verici şeyler var. Belli bir kimlik sahibi olmak gereksiz; bir hayalden başka bir şey değil aslında ve ‘olduğu gibi olduğunun’ özellikle de ölmüş olduğunun kabul edilmesini istemek çok saçma. Ermenilerin durumu oldukça trajik; çünkü hayat hakkı için bile değil, katledilmiş olma hakkı için mücadele ediyorlar.”[12]

Acaba Baudrillard ‘Kürt sorunu’na nasıl bakıyor/bakardı? Acaba başarıyı kılavuz edinen Baudrillard, gelinen son nokta nazara alınınca, Kürt sorununu da sürekli başarılı, dinamik, yenilenen ve en önemlisi gücünü özgünlüğünden alan Amerika yaklaşımıyla mı değerlendirecektir?

Baudrillard’ın ‘Diktatör Stalin’ sorununa yaklaşımı da çarpıcıdır. Batı’yı da sözde Stalin düşmanı olarak görür. Tüm eleştirilerini tarih süzgecinden geçiren Baudrillard, tarafların bugünkü ideolojilerini yan yana koyarak, durumun gülünçlüğüne vurgu yapar. Eski Sovyet Bloku’nun yeni neslinin bugün ‘zorba’ Stalin’i çoktan unuttuğunu söylerken, Batı’nınsa tam tersi Stalin’in ‘hatırasını’ ideolojik bir nefrete sarıp, sadakatle muhafaza ettiğini ve pişirip pişirip tekrar öne sürdüğünü belirtir.

“Eskiden, Sovyetler tarihi donduruyordu; bu gün bizler hafızayı donduruyoruz. O yıllardan kalan bu buzdan mirasa özen gösteriyoruz, çünkü bütün batılı değerlerimiz ona endekslenmiş.”[13]

Baudrillard için evrensellik özel bir Batı düşüncesidir. Daha önce de değinildiği gibi bugün ölmeye yüz tutmuştur. Ölen birçok değer ve değersiz olan’ı da yaşatma girişiminde olan ise ‘kitle’ iletişim organlarıdır. Bugünün sınıfları da; sefiller ve seçkinlerden oluşmuştur. Yine bugünün dünyasında bu iki ‘sınıf’ arasındaki uçurum artık sonsuzdur. Sonsuz uçurumun bağını ise medya kurar. Onlar ”ancak medyanın ve kamuoyu yoklamalarının göbek bağıyla seruma bağlı olarak ayakta durabiliyorlar. Siyasal iradenin yalnızca televizyonların zihinsel ekranında ve aracılık eden kamuoyu yoklamalarıyla etkinlik göstermesi anlamında ele aldığımız sanallık, siyasal işlev ve sahneyi neredeyse işe yaramaz harabelere dönüştürmüş durumda. Artık hiçbir diyalektik, bu iki kutbu etkileşim halinde tutamamakta.”[14]

Baudrillard için gelecek vaad eden dinamizmin ta kendisidir. Baudrillard, toplumların modernliğini bir anlamda özgürlük alanlarının genişliğiyle tanımlar. Baudrillard “Kaçak Avcı”dan yanadır. Popüler yaratıcılık olarak da tanımlanan bu kavram düzen dışına işaret eder: “Köle ve serf temeline dayalı kırsal kapitalizm ile endüstriyel kent yaşamı aslında ‘kaçak avcılık’ bakımından hiç de farklı değildir. Disiplin dışı gündelik uygulamaların her zaman kendi yaşam alanlarını oluşturduğunu ve oluşturmayı sürdüreceğini vurgularken de Certeau gözlemci düzenlemelerden uzak ‘mikrobik’ ayrıntıların gerçek alternatifleri içerdiğini anımsatır.”[15] Kaçak avcılık ‘mekanı fethetmeye’ yönelik bir uğraştır. Baudrillard için, tekrar vurgulamak gerekir ki, ideal olan etik olan başarıdır, fetihdir. Fethin sürekliliği ise dinamizme bağlıdır. Onun için farklılıkların konsensüse varmadan bir arada oluşu tipik dinamizm yaratır. 1789 devrimini yapan burjuvadan ya da Ereğli Demir Çelik Fabrikasında çalışan bir işçiden (saadete ermiş, sendikal haklarını kullanan vs.), Baudrillard’ın beklentisi yoktur, çünkü durağanlık geri döndürülemez bir sıfır noktasıdır. Ama şunu hemen belirtmek gerekir ki; Baudrillard’ın ‘devrim’ gibi bir beklentisinin de olduğu söylenemez.

Baudrillard’da “işte bu!” dedirten kısa devre işlem, çarpıcı örneklerle dinamizmi övmesi, istikrarı alabildiğine yermesidir. İktidarda değilken, yani ‘başarmadan’ memleketi istikrara kavuşturmak, ‘refah toplumuna ulaştırmak’ gibi dertler edinen solcuların ihtiyacı olan bir elektriksel müdahale!

 
 


[1] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Çev.: Oğuz Adanır, Ayrıntı Yay., 1. Baskı, İstanbul 1991,s. 42.

[2] Baudrillard, Amerika, Çev.: Yaşar Avunç, Ayrıntı Yay., 1. Baskı, İstanbul 1998, s. 88.

[3] A.g.e., s. 92.

[4] A.g.e., s. 96.

[5] “Jean Baudrillard ile Röportaj: Çılgınlığı Globalizm Üretiyor”, Çev.: Dilek Zaptçıoğlu, Umran, Sayı: 90, Şubat 2002, s. 6.

[6] Baudrillard, Amerika, a.g.e., s.107-108.

[7] A.g.e., s.93.

[8] A.g.e., s.101.

[9] A.g.e., s.106.

[10] A.g.e.,s.71.

[11] A.g.e., s.72-73.

[12] Baudrillard, Siyah Anlar, Ayrıntı Yay., 1. Baskı, İstanbul 1999, s.129.

[13] A.g.e., s.276.

[14] Baudrillard, Tam Ekran, Çev.: Bahadır Gülmez, Yapı Kredi Yay., 1. Baskı., s.67.

[15] Nurçay Türkoğlu, Görü-Yorum, Der Yay., 1 Baskı, s.113.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar