Ana SayfaArşivSayı 55Arafta Kalmak Politikanın Yurt Arayışı

Arafta Kalmak Politikanın Yurt Arayışı

Arafta Kalmak

Devrimci politikanın yurt arayışı üzerine notlar

 

Agâh Akyazıcı

Yeni, eskinin bir eklentisi değildir! Eskinin kapandığı noktada, mirasın en değerli parçasının ‘yeni’de hayat bulduğu avuntusuna izin verilmemelidir. “Eskisi gibi yapılamadığı” için ya da mevcut durumda ‘eski’nin tekrarlanamamasından doğan boşluktan dolayı değil, başka bir duruma ait olmanın adıdır ‘yeni’ ve kendi alanını yaratır. Bu haliyle bir olumsuzlama değildir ‘yeni’. O, bir kaçınılmazlık olanın, artık başka türlü olamazın ifadesidir; çağrısının gücünü aldığı yer burasıdır. ‘Yeni’ bir kopuş momentine ihtiyaç duyar. ‘Kopuş’ oluştuğunda artık tasnif sadece ve sadece buradan yapılmak durumundadır. ‘Yeni’ye rağmen, ‘yeni’ye karşı varlığını sürdüren ‘eski’ başka bir düzlemdedir, onun varlığını sürdürmesi ‘yeni’yi zerrece ilgilendirmez…

Türkiye devrimciliğinin oluşumunda 71 devrimciliğinin politik kopuşu böyle bir ‘yeni’yi ifade eder. 71 devrimciliğine rağmen kopuş öncesi siyasetler varlıklarını sürdürmüş, hatta zamanla döneme hakim olmuşlardır, ancak tasnif devrimci politika alanından işler. Diğerleri, kadim tarihlerini sonsuza dek uzatabilir!

Bugün, kapanmış –ya da kapanma eşiğinde– olan devrimcilik sekansı, devrimciliğin pratik boyutuyla sürdürülebilirliğini ve daha ötesini tartışmaya açmıştır. Arayış yeni bir devrimcilik sekansı açılmasına yöneliktir ve bu geriye dönüşsüz olmak durumundadır.

Yeni bir devrimcilik sekansı ufukta parlayan güneş gibi ısıtmıyor bizi, olması muhtemel yanlar, kimi ön belirtiler, işaretler ve potansiyeller mevcut sadece. Buna karşın Türkiye devrimciliğinin birinci sekansı kimi ışık huzmeleri çaksa da batmaya yüz tutmuştur.

Teori ve Politika’da daha önce ele alınan, zamansal karşılığı ‘post-devrimcilik dönemi’ olarak ifade edilen dönemden çıkış için önerilen programatik öncüller “Kürt-İslam-Şiddet” başlıklarıyla öne sürülmüştü.[1] Marksist devrimciliğin ezilenlerin kurtuluş mücadelesinde yerelde yöneleceği, dikkatini ve enerjisini yoğunlaştıracağı arazinin en genel haritası bu üçlünün öncülleriyle saptanmıştı. Bu genellik düzeyinde yapılan ayrımın yanında, ezilenlerin devrimciliğinin olanaklarını aramak, her konjonktürde politik işlem yapmayı gerektirir.

Melik Kara “Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın”[2] başlıklı yazısıyla, Türkiye’de ezilenlerin devletli sahaya çekildiği yarılmanın son biçimsel örneklerinden olan 12 Eylül 2010 referandumu aracılığıyla iki boyutlu bir işlem yapıyor. Önümüzdeki genel seçimlerin de benzeri bir tablonun sürdürülmesi olacağını öngörmek özel bir işleme gerek duymaz. Buna göre ilk boyut, ‘sol’un tarihsel ilerlemeci, Aydınlanmacı saiklerle iki devletli gericiliğin çatışmasında taraf olması, iki taraftan birine politik angajmanı, ideolojik desteğidir. Ama asıl olarak ikinci boyut, iki devletli gericiliğin saflarında derlenmiş ezilen kesimler ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesinde Marksist devrimciliğin dikkatini odaklayacağı ezilen kesimlerin belirginleştirilmesi bu iki devletli gericiliğin saflarında derlenen ezilen kesimlerden hangisi olacağına yönelik işlemi yapılıyor.

Kara’nın ortaya koyduğu temel önermelere kaniyiz. İşaret edilen politik pozisyonun dikkatle ve özenle ele alınması gereğini vurguluyoruz. Bu vurgu aynı zamanda ilgili yazıya kimi sorular sormayı da beraberinde getiriyor. Yapmaya çalışacağımız da bu soruları ‘yeni’nin oluşmasının kaçınılmazlığına yönelik tutumla birlikte öne sürmek olacaktır.

1) Konumlar – Özneler

“Teori ve Politika –mevcut devrimci hareketin de dikkate alması beklentisiyle– ‘beklenen devrimci harekete’ yeni bir teorik ve ideolojik tarz önermiş bulunuyor.”(s. 8) Kara, bu teorik ve ideolojik tarza bağlı olan devrimci politikanın yöneleceği toplumsal kesimleri aramaktadır. Cevabı aranan sorular: “Türkiye’de bir devrimci ezilenler hareketi örgütleme hedefinin halihazırda, potansiyel, yönelebileceği ‘doğal’ taban ve uygun kitle prototipi nedir? Politik faaliyete, ısrarla devrimci hareketin öteden beri ve halihazırda ilişkili olduğu toplumsal kesimler üzerinden mi devam edilmelidir yoksa başka kesimler mi aranmalıdır” (s. 7)

Önerilen, şimdiye kadar devrimci hareketin yurt edindiği, savunma mevzileriyle kuşattığı, ancak gelinen aşamada en geri noktasına kadar çekilmek zorunda bırakıldığı, artık varlığının da tartışmalı olduğu coğrafyadan çıkıştır. Sorun şudur ki, “kopma”nın pratik koşulları henüz ortaya çıkmamıştır. (s. 7) Şu halde ‘doğal’ taban bellenen ve içinde 40 yıllık konaklama dönemi geçirilen toplumsal kesimlerin ‘doğal’lığı da tartışmaya açıktır.

Kara’nın çıkış önermesi bir yönüyle yeni değil. Bu önerme, Türkiye devrimciliğinde komünist devrimciliğin kopuşunda aksiyom olarak mevcuttur, ancak pratik karşılığına yaşam alanı bulamamıştır. Şimdi başka bir konjonktürde ve düzeyde yeniden öne sürülmüş oldu bu aksiyom: bir farkla, arada bir devrimcilik dönemi bırakarak… Kara’nın önermesi, mevcut güçlerin 71 devrimci kopuşu öncesi dağılıma, ideo-politik merkezlerine geri çekildiği koşullarda ve devrimci politikanın varlık koşullarının tartışıldığı zeminde ‘devrimci’ bir önermedir.

a) Çağrılan özne

Türkiye’de ezilenlerin devrimciliğinde “Hedef ve ufuk yeterince belirgin değil ama ‘burada olmazlık’ ve ‘terk etme zorunluluğu’ ile ana yön berrak” (s. 9), dolayısıyla yöneliş belirlemede bir olumsuzlama, ‘burada olmazlık’ hali baskın yan; ancak olacak olan, yönelişin karşılığını bulacağı hal/vaziyet ana yön dışında belirsiz.

Önerilen, belirli bir alana ‘göç’ iken –ki bu alanın haritası çıkarılıyor– bu göçün sonucu çıkılan coğrafyadan sonra yeni bir mekan edinilememesi sorunu beliriyor. Her ne kadar Melik Kara, mevcut devrimci hareketin de dikkate alması beklentisini ifade etse de, mevcut hareketin kütlesiyle ve yerleşikliğiyle bir göçe ve kopuşa değil, mevzilerini en geri savunma noktalarına da çekmiş olsa, bulunduğu coğrafyada geçmişte saldığı köklere ulaşma eğiliminde olduğu görülüyor.

Öyleyse bu çağrı kime? Bu hareketli, göçebe ‘özne’, kendini kopuş momentinde oluşturacak ve göçüşle birlikte aktüelleşerek ‘özne’ konumunu kazanacaktır. Dolayısıyla oluşmuş bir özne değil, beklenen, virtüel ‘özne’dir. Böyle bir çağrının mevcut devrimci kesimler nezdinde karşılığı yoktur. Doğası gereği de olamaz. O zaman, çıkış sadece bir kitle tipinden diğerine değildir. Kopuş, belirli bir devrimcilik tarzından, belirli bir politik uzamdan ve belirli bir ideo-kültürel evrenden olmak durumundadır.

“Yeni toplumsal zemin, herhalde yeni öznelerini ortaya çıkaracaktır” (s. 31) belirlemesi, burada sadece eski öznelerin sınırlılığı ile ilgili değildir. Devrimci hareketin içine gömüldüğü toplumsal kesimlerle ilişkisi var olma sınırındadır. 71 devrimciliğinin kopuşundan bugüne taşınan tarihsel bağlar, özellikle sorunların boğucu olduğu koşullarda, görece dinamik kesim olan geleneksel tabanla “non-devrimci” (devrimci olmayan) konumlanmayla ilişkiyi süreğen kılmıştır. Bir ara not düşülmelidir: 71 devrimciliği, komünist devrimciliğin dışında politik bir kopuş iken, ideolojik olarak sistemden kopuşu sağlayamamıştır. Devrimciliğin varlığı tasnifi politik boyutta gerçekleştirmekle birlikte, ideo-politik boyutta tasnif, belirgin bir şekilde Aydınlanmacı modernizmin nüfuzu altında yapılmıştır. Kimi kritik konularda devrimci ile reformist olanın arasındaki ayrımın silikleşmesi, bu durumun devrimcilik sekansı boyunca yayılmış göstergesidir. Komünist devrimcilik ise çıkışından sonra bu tabloya eklenmiş, Kaypakkaya’nın eserinin bütünlüklü karşılığı oluşturulamamıştır. Bugün yaşananlar kopuş öncesi öğelerin birinci devrimcilik sekansının kapandığı koşullarda ideo-politik alana baskınlığını politik alana baskınlık olarak ilan etmesidir olsa olsa.

b) Mevcut özneler ya da reformizmin galebe çalması

Türkiye’de egemenliğin tarihsel/toplumsal biçimlenişi ve bu biçimlenişin içinde ezilenlerin devletli kesimlerin egemenlik alanındaki dağılımı görece istikrarlı bir tablo oluşturur. “Türkiye’de Cumhuriyet öncesinden başlayan ve ekonomik/politik egemen kesimleri genel olarak ikiye bölen bir çatışma sürmektedir. Çatışmanın her iki tarafı da devlet katındadır; dolayısıyla ikisi de gerici olan kanatlar…” (s. 10) arasındaki çatışma toplumda ezilenleri kendi saflarında derlemiş durumdadır. Kürt Hareketince temsil edilen Kürt ezileninin varlığı bu tasnifin dışındadır. Kürt Hareketi, son otuz yıldır her adımda devrimci sonuçlar doğurarak bağımsız bir ezilen kurtuluş hareketi olma vasfını sürdürmektedir.

Türkiye devletinin toplumsala nüfuzunun sağlanması yönünde restorasyonu, ezilenleri (Kürt faktörünü paranteze alarak) devletli gericiliğe bağlama işlevini başarıyla yerine getirmektedir. Restorasyonun kimi yönleriyle iki kanat arasında mutabakat sağladığı söylenebilir, ancak görünen yanıyla çatışmak boyutunda ezilenleri iki gerici klik ardında saflara sokmuştur. 12 Eylül 2010’da yapılan referandum da, tüm diğer propagandif sunumları bir yana, devlete hakim olma mücadelesinin uzantısıdır.

Ezilenlerin devlete bağlanmasında ortaya çıkan tablo dikkat çekicidir. ‘Sol’ diye anılan alanın bu tabloda bulunduğu konum, özel bir ilgiyi, politik olarak olmasa bile ideo-politik olarak gerektirmektedir.

‘Sol’ terimi, tarihsel anlamlandırmanın ötesinde, belirli bir politik tutumu karşılama, ayırt etme vasfını taşımamaktadır. Herhangi bir ön takı olmadan (sosyalist, liberal, ulusal, feminist, vs.) daha çok kültürel kod olarak işlemektedir. Bu terimin karşıladığı ya da karşıladığı varsayılan özneler, politik konumları söz konusu olduğunda, birbirleriyle uzlaşmaz tutumlar alabilmektedir. ‘Sol’un belirli bir duruma yönelik genel tutumu ve bunun iç ayrışmaları gibi bir sorunsal belirleme, baştan tanımsız bir noktadır. Süreç içinde birçok defa yaşanan ve son 12 Eylül referandumuyla doruk noktasına ulaşan ‘sol’da ayrışma tartışması bu belirsizlikten beslenir. Kimi kesimler diğer kesimleri ‘sol’dışı ilan eder. İlginç olan, ideo-kültürel alanda, tartışma halindeki ‘sol’un, Aydınlanmacı modernizme ilişkin neredeyse tüm bileşenleriyle mutabakat sağlamış olmasıdır!

‘Sol’ terimi yerine, politik konumları karşılayan ‘reformist – non-devrimci – devrimci’ üçlüsünü kullanmayı tercih edeceğiz. Bu üçlü aracılığıyla belirli bir duruma yönelik politik tutumları ayrıştırmak olanaklıdır. Devrimci–reformist ayrımına eklenen ‘non-devrimcilik’, olumsuzlama üzerinden bir terimleştirme olarak özel bir durumu ifade eder. Politik devrimciliğin pratik boyutunu taşımayan, fiilen devrimci olmayan, özellikle post-devrimcilik dönemine has ara bölgeleşme, non-devrimciliği de tasnife katmayı gerektirmektedir. Devrimcilik bu kesimde pratik boyutuyla değil, bir ‘duruş’, ideo-politik pozisyon alış olarak yaşanır. Bu düzeyde, reformculuğa karşı radikal bir direnç oluşturulur. Ancak pratik konumlanış devrimci değildir.

‘Boykot’

Referandum ‘evet’-‘hayır’ gibi iki seçenekli bir tutum almaya göre ayarlanmıştı. Kürt Hareketi, referandum özgülünde, pratiğiyle ayrı bir seçeneği, boykot tavrını politikleştirmiştir. 22 Temmuz 2007 genel seçimleri ve 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sonra 12 Eylül referandumuyla birlikte sürekli yükselen bir seçim başarısı grafiği çıkmıştır böylece Kürt Hareketinin sicilinde. 12 Eylül referandumunda Kürt Hareketinin politikası ezilenlerin devrimciliği adına yegâne politik tutumdu. Diğer boykot tavırları bu devrimci tavra angaje olsun ya da olmasın politika altı nitelik taşır. Türkiye devrimcileri ‘boykot’ tavrında ortaklaşmış, non-devrimci çevreler de çoğunlukla bu tavra dahil olmuşlardır. Kürt Hareketi başka herhangi bir tutum belirlemiş olsaydı da, bu, kendi öznelliğinin gereğince politik bir işlem olur, aldığı her tutum pratik sonuçlar doğururdu. Kürt Hareketine bağlı olmayan ‘boykot’ tavrının böyle bir karşılığı yoktur. En genel düzeyde sisteme dahil olmama anlamında kategorik bir reddin ideolojik anlamı vardır. Güç olunmayan koşullarda bu tutumun kayda geçmesi gerekir. Bunun dışında kalan yanıyla Batı’da boykot tavrına biçilen politik anlam en hafif tabirle ‘kurgu’dur.

‘Hayır’: Reformist angajmanda zayıf politik yön

‘Hayır’ tavrı, belirgin olarak reformist öznelerce, Aydınlanmacı modernist kesime dayanarak ve esas olarak Kemalist Devletli kesime angaje olarak alınan tutumdu. Ancak öznelerin ve tutumun bu ‘makro’ ölçekte tasnifi yeterli midir? İdeo-politik saikler ‘burjuva devrimi’nin kazanımlarının korunması, ‘dinci gericiliğe’ karşı barikat oluşturmak gibi bir temele dayandığı sürece ve laiklik muhafızlığına soyunulduğu koşullarda alınan tutum, kesinlikle, devletli gericiliğin bir kanadının safına girmeye denk düşmekteydi. Kemalizme atfedilen tarihsel ilericiliğin politik karşılığına eklemlenmek, tarihsel ilerlemeciliğe bağlılık, hükümet partisine karşı kurumsal devleti savunma bu örnekte farklı tonlarda kendini ortaya koymuştur. Diğer yandan bu makro ölçüte rağmen zayıf da olsa bir politik işlem kimi öznelerce yürütülmemiş midir? Böyle bir işlem yürütülmüştür. Bu işlem direkt devrimcilik döneminin dayandığı kitle temeline ve onun dinamik yapısına dayanan bir işlem olarak anlaşılmaya açıktır. Ezilen Aleviliğin dinamize olmuş yapısına yönelik özel bir dikkat gösteren işlem kayıt altına alınmalıdır.

Devletin restorasyonunun bir kolu ‘Alevi Açılımı’ adıyla devreye sokulmuş, ortaya çıkan tablo Alevi kesimi dinamize etmiştir. Tüm devrimcilik dönemi boyunca içine gömülü kalınan bir toplumsal kesimle gittikçe sınırlı hale gelen bağlar bir hareket etme alanı olarak politik işleme açıklık taşımaz mı? Öncelikle burada devrimci bir çıkış olanağının kategorik olarak yadsınması mümkün değildir. Ve tarihsel bir oluşum haline, yerleşikleşmeye dayandırılan devrimciliğe kapalılık sınırlı bir açıklama anlamı taşır. Bu zeminden ‘yeni’ bir devrimcilik dönemine çıkışın olamayacağı ise kesindir. Ancak ve ancak, kapanmaya yüz tutmuş devrimcilik döneminin en son ve sınırlı savunma mevzisi burada kurulabilir. Başka bir boyutta ve daha baskın olarak devrimci alanın dışında reformist bir siyasetin kitle temeli olmaya yatkınlık da gündemdedir. Alevi ezilenlerin dinamik yapısı her ne kadar ‘uygar’ zeminde proje üretmeye yatkınsa da, bu kesimin, bir tür kuşatılmayla birlikte savunma refleksi geliştirdiği reddedilemez.

‘Evet’: Reformist angajmanda zayıf politik yön

‘Evet’ tavrı, reformist kimi özneler ve ağırlıklı olarak ‘Liberal sol’ ideo-kültürel merkezler tarafından, hükümet partisine angajmanla savunulmuştur. Melik Kara’nın da belirttiği gibi, ‘hayırcılar’la ‘evetçiler’, ‘burjuva devrimi’ perspektifinden ilerlemeci tarih anlayışında ve Aydınlanmacı modernist olmada ortak algılara sahiptir. Aradaki fark, bu rolü oynayacak devletli kesimin seçiminden kaynaklanır! ‘Demokrasi’nin bir uygarlık projesi olarak devletliye bağlı ve onun aracılığıyla geliştirileceği hesabı, olağan haliyle devrimci sonuç veremez. “Yetmez ama evet” ile dile getirilen ve angaje olunan hükümet partisine yüklenen tarihsel misyona bağlı içeriden sahiplenmesinin bir biçimi olan konum, politik varlığından kat be kat fazla ses getirmiştir.

Devletli gericiliğin tüm boşlukları dolduran politikası dışında başka herhangi bir politik pratik tüm süreç boyunca mevcut değildir. Politik pratik, bir özneyi ve bu öznenin kendi alanına yönelik öncelik belirlemelerini gerektirir. Reformist bir angajman olan ‘evet’çi tutumun bu angajman dışında politik anlamı olmayan tarihsel ideolojik bir tutum olduğu belirtilmelidir. Buna rağmen zayıf da olsa politik bir işlem yok mudur burada? Şu halde, bir ayrımı hak edecek gerçeklik taşıyıp taşımadığı tartışmaya açık olmakla birlikte, Kürt illerinde ‘boykot’, Batı’da ‘evet’ tavrı öne sürülmüştür. Bu başlı başına politik bir işlemdir. ‘Evet’in gerekçesinin tarihsel ilerlemeci dayanaklarının, “vesayetçi rejimin demokratikleştirilmesi” olarak özetlenen savunmasının her adımda mahkum edilmesi gerekir. Buradan, ezilenlerin kurtuluş mücadelesi adına bir politika çıkmaz, çıksa çıksa ezenin uygarlaşma projesinin payandası olarak ezilenlerin istihdamı çıkar. Yine de ‘evetçi’ ezilenlere ulaşmaya yönelik sınırlı bir enformasyon kanalı açılması kaygısı yabana atılamaz. Özellikle ezilenlerin bu kesiminin iletişim alanından ıraksaklığı dikkate alındığında…

2) Ezilenler: Aktüel duruş, potansiyel yöneliş ya da ‘eski’deki ‘yeni’, ‘yeni’deki ‘eski’

Devrimci çalışma ezilenleri pratik koşullarda hiçbir zaman total olarak kapsayamaz. Belirli tarihsel düğümlenmeler ve bu düğümlenmelerin konjonktürel ifadelerinin yanı sıra ezilenlerin pratik duruşlarına göre öncelikler belirlemek gerekir. Politik çalışma için her adımda ayrıştırma işlemi yapılmak durumundadır. Tarihsel özgülleşmenin konjonktürde damgasını vurduğu bir öz ve bu özün ifadesini aramak, kabaca belirli bir kesime politika dışı ayrıcalık tanır ve ‘ezilenlercilik’ olarak politika dışılık üretir.

Ezilenlerin nesnel varlığı ile politik varlığı arasındaki açı da burada ortaya çıkar. Ezilme durumu doğal bir salgı olarak devrimcilik doğurmaz, ancak devrimciliğin hayat bulacağı, kök salacağı topraklar da ezilmenin verimli arazileridir. Yapılan işlem bugüne ve geleceğe yöneliktir: potansiyel olarak yönelinecek kesimler ve aktüel çalışmanın hedeflerine ulaşılması.

Devletin toplumsala nüfuz ettiği koşullarda devletli gericiliğin toplumsal tabanı olan ezilenlerin bu alandaki pratikleri ve dünya görüşleri kural olarak gericidir. Bu gericilik ezilenleri ezenlerin askeri haline getirir.

Marx’a nazireyle, ezilenler ya devrimcidir ya da hiçtir! Şu halde Türkiye’de ezilenlerin politik varlığının söz konusu olduğu tek bir alan vardır. Bu da Kürt Hareketinde temsil olunan ezilenlerdir.

“Mesele ‘ilerici’ ve modernist toplum kesimlerinde devrimci bir dinamiğin artık kalmadığının kesin gibi olduğu ve ‘Anadolu gericiliği’nin bugün ezici yapısıyla devletliye kapılanmak, devletin ‘ekmeğini yemek’ ve ‘kılıcını çalmak’ olarak karakterize olduğu gerçeği karşısında, ‘devrimci’ dinamiğin ancak bu kesimlerin içinden çıkabileceğine ilişkin seçeneksizlikte yatmaktadır.” (s. 33)

Bir ‘seçeneksizlik’ ortamında politikadan bahsetmek güçtür: Tüm toplumsal kesimler devletli gericiliğin kanatları tarafından fethedildiği durumda devrimci ‘politika’nın pratik varlığından ancak özel bir tarzda bahsedilebilir. Fiili durumda sorunun ağırlığı da buradan kaynaklanır. ‘Evetçi’ ve ‘hayırcı’ kanat ardında safa girmiş ezilenler, dışarısını, devrimci politikanın bağlantısız olduğu alanı temsil eder. Tarihsel bir nitelik taşıyan “uygarlar ve barbarlar” tasnifi bu ‘dışarı’nın nesnelliği ile ilgilidir. Bu nesnellik düzeyinde uygarlaşma dinamiği işlemektedir!

Öncelikle, ezilenler arasındaki belirli bir kesime devrimci politika açısından diğer kesimlere oranla öncelik tanıma politikanın konusudur. Ölçüt, ‘devlet’e karşı ezilenler olarak, güncel tutumları ve nesnellik düzeyinde potansiyelleri içererek oluşturulmalıdır.

“Gösterdiği dinamiklerin olgunluğu ‘eski’ zeminin devrimci öncelikler anlamında bittiğini kabul etmeyi kaçınılmaz kılıyor.” (s. 31) Melik Kara, bu tükenmeyi “eski” zeminin yerleşikleşmesiyle “yıkıcı” öğelerinin terbiye edilmesi ile birlikte “uygarlık değerlerini savunma” konumuna çekilmesi olarak gözlemliyor. (s. 33) Belirtilen karakteristikler tanımlayıcı bir nitelik taşımakla birlikte toplumsallığın dinamikliği içinde sınırlı bir açıklayıcılığa sahiptir. Kimi örnekleriyle yerleşikliğin kritik dönemlerde yerinden oynamaya dirençli hali, konumunu korumaya yönelik pratiği devrimci, yıkıcı uçlar vermiştir. Tarihsel eğilimler ve dönemsel tasniflerin oluşturduğu genellik düzeyi, konjonktürde işlem yapmaya açıklık taşımalıdır.

a) Uygar devletli ya da demokratik muhalefet mi?

Ezilenler dinamiği içinde Aleviler, Türkiye devrimciliğinin birinci sekansı boyunca kitle temeli olarak yer almışlardır. Tüm dönem boyunca karşılıklı ideoloji, kültür transferi yaşanmış, özellikle Aydınlanmacı modernist “değerler” bu ezilen kitlesine ‘sol’ alandan taşınmıştır. Bir noktadan sonra Aleviliğin bir tür ‘doğu Aydınlanması’nın ön adı olduğuna kadar tezler üretilmiştir! Sonuç, hem devrimci politika açısından hem de Alevi ezilenler için pek hayırlı olmamıştır.

Alevilik bir ‘kimlik siyaseti’ olarak devrimcilik döneminde ileri sürülmemiştir. Devrimciliğin geriye çekilişiyle birlikte devrimciler aracılığıyla ama devrimcilere rağmen ‘kimlik siyaseti’ olarak ifade bulmuştur. Ezilenlerle kurulan içeriden bağın olağan sonucu olarak Alevilik ideo-kültürel alanda devrimci harekete etkilerde bulunmuştur.

Türkiye devletinin restorasyonunda Aleviliğin başlık olarak gündemleşmesiyle birlikte Alevi kitlesi görece dinamik bir yapı kazanmıştır. Bu düzeyde oluşan dinamizm üzerinden devrimcilik kanalının sürdürülmesinde sınırlılık kayıt altındadır. Alevi kitlesinin ideolojik Kemalizmle[3] tarihsel bağlarına rağmen kurumsal Kemalizmden uzaklaştırılmış olması, restorasyonun kurumsal Kemalizmin düzenlenmesi olarak işleyişinde ‘İslam’ın devletin İslamı olarak etkinliğe sokulması Alevi kitlesini kimlik temelinde savunmacı bir dinamizme itmiştir. Devletli gericiliğin modern laik kanadıyla kimi noktalarda paralelize olmakla birlikte Alevilik kimlik siyaseti açısından ezilen konumuyla ayrıcalıklı statüsünü korur. Sorun şudur ki restorasyonun işleyişinde ‘kimlik’ olarak dinamizm kazanan Alevilik, bu dönemde de açığa çıktığı gibi, ‘barbarlık’ damarını yitirmiş, ‘uygarlık projesi’ne muhalefet olarak dahil olmuştur.

Daha önce belirttiğimiz gibi, 71 devrimci kopuşunun, politik niteliğine rağmen devletli ideolojiden kopuşu gerçekleştirememesi ve kopuş öncesi derlenen toplumsal bağların, tüm sürece yayılarak genişletilemediği gibi gittikçe daralması bir tür doktrinerlik yaratmıştır. Politik varoluşta izlenilen pratik tarz kendine uygun kitle tipiyle ilişkilenir. Türkiye devrimciliğinin kitle rezervi tüm dönem boyunca kimi öne çıkışlar haricinde olduğu kadarı bile değerlendirilememiştir. Gelinen aşamada bu zeminde devrimcilik yürütülecekse bile burada başka türlü davranmanın gereği ortadadır. ‘Geleneksel taban’a dayalı ‘yeni’ bir devrimcilik dinamiğinin çıkmayacağı ise kesindir. Ancak, eski devrimcilik sekansını sürdürme girişimleri burada yoğunlaşacaktır. Post-devrimcilik döneminden çıkış kudretini kazanabilirse buradan derlediği güçlerle dışarı açılacaktır. Şimdiki halde bu alanda devrimci ve reformcu özneleri ayırmak gittikçe güçleşmektedir.

Devlet, kurumları ve bu kurumların dışında ona meydan okumanın ‘normal’ yollarını da kapsar. Restorasyon döneminde ‘eski’ zemin daha çok muhalefet hareketinin doğal sosyal tabanı olmaya açıktır. Dolayısıyla devrimci yan bugün için arızidir. Arızi de olsa geçmiş birikim ve dolaysız ilişkilenmeyle birleştiğinde devrimci yanın bulunması hiçbir önsel kayıt konulmadan direkt politik konjonktürdeki bir işlem olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Burada, ‘sol’a açıklık gibi bilişsel düzeyde ideo-kültürel atıflar dışarı bırakılmalıdır. Bunlar olsa olsa yaşam tarzı solculuğu için anlamlıdır, devrimci politikada hiçbir işe yaramaz; saiklerini Aydınlanmacı modernizmden alır.

b) Mağdur devletli mi ezilen devrimci mi?

“Bugün, içinde bulunduğumuz dönemsel aşamada, devrimciliğe elverişle ön-özelliklerin ezilen halk yığınlarının, evetçi blokun ardında yer alan kesimleri içinde bulunduğunu, bulunması gerektiğini, kabul ediyoruz.”(s. 25) Bu kabulün temellendirilmesi öncelikle tarihsel özgülleşmeye dayanır. Yapılan işlem bu sınırda kaldığında eksikli kalmaya da mahkumdur. Dönemsel aşamanın bağlantıları ve ayrımları da izlenmelidir. Melik Kara da bu ayrımları izleyerek ‘evetçi’ ezilenlerin özelliklerini ‘hayırcı’ ezilenlerle karşılaştırarak sınırlılıkları ve devrimci potansiyelleri açığa çıkarmaya çalışmıştır.

Türkiye devrimciliği birinci sekansı boyunca ezilenlerin tüm mücadele sürecini etkileyecek kesime ulaşamamıştır. Onların politik ifadesi olunamadığı gibi, çoğunlukla ideoloji düzeyinde ve yer yer pratik olarak onlarla karşı karşıya gelinmiştir. Sınırlı temaslarda ise ‘barbar’ ezilenleri uygarlaştırma, dinci ‘gericiliği’ sekülerleştirme misyonerliğine soyunmuştur.

Derinlerine inilemeyen, inmek için girişimde dahi bulunulmayan ezilenler devletli gericiliğin istismarına açık olmuştur. Ezilen halk yığınları düşmanlarının çok güçlü olduğuna hükmettiklerinde daha zayıf olan diğer ezilen kesimlere genelde düşmanlarının yönlendirmesiyle yönelirler. Özellikle devlet katında yürüyen çatışma aşağıda ezilenler arasında kıyıcı boyutlar alır. Evetçi ezilenler bu dağılımda devletli gericiliğin kılıcı olmuştur.

Türkiye devrimi için, düzene radikal muhalefet için değil iktidar mücadelesi için ‘evetçi’ blok arkasında saflara geçmiş ezilenler paranteze alınamaz. Risk, ezilenlerin ‘barbar’ niteliklerinin devrimcilik doğurmadan yeni bir devrimcilik sekansı açılmadığı koşullarda, devletin restorasyonunda, tıkanan uygarlığa ‘barbar aşısı’ olarak dinamizm kazandırmasıdır. Devletin restorasyonunun toplumsala nüfuz etme girişimi, ezilenlerin ideolojik Kemalizm ile kavgalı halini bir enerji olarak derleyerek kurumsal Kemalizme hakim olma, onun etki alanını genişletme olarak yaşanmaktadır. Devletli gericilik tarafından yürütülen işlemle ezilen kesimlerin, barbarlık enerjileri törpülenerek talepkâr ‘mağdurlar’a dönüştürülmeleri amaçlanmaktadır. Mağdur’un yegane politik ifadesi devletliye paternalist tabiyettir.

Oransal olarak geri olan ‘barbar’ ezilenler uygarlık projesiyle kuşatılmış durumdadır. Bir yanda tarihsel oluşa bağlı nesnel bir süreç işlemektedir. Bu boyutun politikada karşılığı nesnelliğin toplam etkisi olarak eşit olduğu oranda paranteze alınabilir. Diğer yandan içeride, ezilenlerin düzene tabiyetini onların barbar niteliklerini uygarlaştırarak sağlayan modernizasyon süreci işlemektedir. ‘Evetçi’ ezilenlere yönelik tasnifte belirtilen karakteristikler devrimciliğe yatkın maddeler modernizasyonla aşındırılmaktadır. İki uygarlık projesi farklı toplumsal kesimleri kuşatmış durumdadır. Bunların hangisinin baskın geleceğinden ziyade projelerin ezilenler üzerindeki nüfuzları ve dönüştürücü etkisi kayıt altına alınmalıdır. İslam başlığı üzerinden iki örnek verilebilir. İlki, devletin İslamı olarak Diyanetin hükümet partisi tarafından etkin kılınması ve ikincisi, devletli bir politik tutumun cemaat biçiminde düzenlenmesiyle devlete nüfuz etme mücadelesinde ileri mevziler kazanmış Gülen Hareketinin ‘İslam’ı modernize etmesiyle ‘uygarlaştırıcı’ etkileri yabana atılamaz.

Sonsöz

Belirttiğimiz sınırlılıklar geniş bir coğrafyanın kuşatılmışlığı ve sahipliği ile ilgili kayıtlardır. Yeni bir devrimcilik sekansı açılması bu araziye dalma zorunluluğunu koşul olarak dayatıyor. Devlete karşı devrimcilik bu engin arazide doğal düşmanın yanında, doğal düşmanını bu arazide hakim kılan aracılarla da vuruşmak durumunda kalacak. Eski dönemin ideo-politik donanımı olan Aydınlanmacı saikler dalınacak arazide ezenlerle ezilenleri ayıramayan, totalleştirici işleme yatkınlık taşır. Yeni sekans açılacaksa eğer, ayrıştırmaları yapmaya elverişli bir donanıma ihtiyaç vardır.

Marksizmi nesnel olarak taşıyan ancak öznel anlamda Marksist olmayan pratikler ezilenlerin devrimciliğinin görüldüğü koşullarda izlenmesini gerektirir. Bir devrimcilik sekansının açılması bu halde belirli bir öznelliğin dışında farklı devrimcilik biçimleri ile Marksizm aracılığıyla ilişkilenerek de sağlanabilir.

Yeni bir devrimcilik sekansı açılması için potansiyel barındıran arazi, tüm genişliğiyle, derinliklerine ulaşan daha önceki deneyimlerle açılmış yollardan mahrumdur. İçine dalındığı sanılarak dış sınırlarda dolanılmıştır şimdiye kadar. Bu araziye girecek ‘özne’, buradaki ezilenlerle politik bağlar kuran kendi yolunu, bizzat kendi pratiğiyle açmak zorundadır. Teori ve Politika’nın önerdiği ‘Hanif Marksizm’ bir pusula işlevi görmeye uygundur. İçine dalınacak arazinin sarplığı, genişliği düşünüldüğünde yön belirleme önem kazanmaktadır. Bununla birlikte her adımda yeni teçhizata da ihtiyaç duyulacaktır. Yeni dönemin devrimci öznesi ya bu yolda oluşacak ya da derinlerde kaybolacaktır!

 

 


[1] Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi II”, Teori ve Politika 47-48, Aralık 2008, ss. 1-41

[2] Melik Kara, “Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın”, Teori ve Politika 54, Aralık 2010, s. 5-35. (Bundan sonra bu yazıdan yapılan alıntıdan sonra sayfa numarası parantez içinde verilecektir.)

[3] “Devlet aygıtının niteliği anlamında Türkiye Cumhuriyeti kurumsal Kemalizm olarak ifade edilebilir. Artık bir tarihsel olgu olarak görülebiliyor: ‘Kurumsal Kemalizm’e ne DP muhalefet etmiştir ne de AP ve ANAP. Onların muhalefeti deyim uygunsa ‘ideolojik Kemalizm’edir ve bu, devlette egemenlik mücadelesi verdikleri öteki tarafın ideolojisidir.” (M. Kayaoğlu, “Ergenekon”, Teori ve Politika 49, Nisan 2009, s. 30-31)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar