Ana SayfaArşivSayı 56-57Yeni Rejimin Yönü Reform Kavramı Üzerine Bir Tanımlama Girişimi

Yeni Rejimin Yönü Reform Kavramı Üzerine Bir Tanımlama Girişimi

Ali İhsan Topcu

Giriş

AKP’nin 2002 yılında hükümete gelmesinden bu yana siyasal alanı meşgul eden çatışma ve gerilimlerin rejim içi bir sorun mu yoksa dışarıdan rejime karşı girişilen bir budama hamlesi mi olduğu ezilenlerin devrimci hareketliliğini esas almış kadro ve yapılar açısından önemli görülmeyebilir. Ne var ki, mesele bir iç çatışma şeklinde daraltılsa bile, bu çatışma öncekilere kıyasla belirgin farklılıklar içermektedir. 29 Temmuz general istifalarıyla iyice ayırt edilebilir hale gelen bu farklılık, özetle askeri ve sivil bürokrasiye karşı “siviller”in çatışmayı kendi lehine çevirdiği bir süreç oldu.

Güç yetersizliği, devrimci hareketler açısından bu tip gelişmelerin kullanılabilirliğini önemli ölçüde ortadan kaldırıyor. Hatta böyle dönemlerde mevcut gelişmeyi kasten anlamlandırmayan bir indirgemeciliğin devrimci tutumun sürdürülebilmesi bakımından meşru bir temele dayandığı da yadsınamaz. Fakat öte taraftan PKK öncülüğünde yürütülmekte olan silahlı Kürt mücadelesiyle tüm bu gelişmelerin giderek daha yakın ve sıcak bir temasa doğru ilerliyor oluşu, “rejim değişikliği”, “reform”, “restorasyon” ve hatta “pasif devrim” gibi her biri farklı stratejileri gerektiren sıfatlar üzerinden bir tartışmayı ve imkanlar dahilinde bir anlam birliğini yakalamayı zorunlu kılıyor.

Rejimin yönüne dair kimi değerlendirmelerin ele alınacağı bu çalışma, öncelikle kavramsal bir tartışmayı amaçlasa da, ihtiyaçlar doğrultusunda somut durum analizlerine de başvuracaktır. Sistem içi ya da dışı tüm aktörlerin yukarıda ifade edilen kavramların herhangi biri ya da birkaçıyla açıklamaya giriştiği yeni dönem, bu yazıda tipik bir reform süreci olarak ele alınacaktır. Reform konusunun rejimi kökten reddedenler açısından psiko-politik olarak rahatsız edici yönlerinin olacağı bilinmekle birlikte, bu durumun düzen içi iyileştirmelere pek alışık olmayan Türkiye sol hareketinin anladığı şekliyle bir reform hareketi olmadığını peşinen belirtmek gerekiyor. Sol, genel olarak reform kavramına, kendi siyaset sözlüğü içinde yer aldığı şekliyle anlamlar yüklediğinden, muhtemelen somut durumu bu haliyle kabullenmekten imtina edecektir. Fakat şunu belirtmek gerek ki, klasik literatürde “reformlar için mücadele” başlığı altında kullanılan “reform” terimine yüklenen iyi anlamların tersine, reformun en etkili karşı-devrim silahlarından biri olduğunu vurgulamak propagandif bir ifade sayılmamalıdır. O nedenle “reformlar uğruna mücadele”[1] başlığı altında yer yer idealize edilen reform kavramıyla, ezenlerin yüzlerce yıllık politik deneyimleri içinde, bir siyasal ezme aracı olarak kullanılan reformların en azından bu yazı boyunca birbirinden ayrılması önerilecektir.

Rejimin liberalizasyonu

Türkiye’de ’80’li ve ’90’lı yıllarda faaliyet gösteren devrimci aktörlerin hemen hiçbiri muhtemel bir siyasal liberalizasyon veya etkin bir parlamenter rejimin gündeme geleceğini tasavvur etmemişlerdir. Bir yandan yükselen Kürt hareketi ve diğer yandan yeniden toparlanma sürecini yaşayan Türkiye devrimci hareketinin askeri ya da faşist rejime karşı girişeceği hesaplaşmanın siyasal ortamın tümü bakımından tayin edici olacağı düşünülmekteydi. Hesaplaşma devam ederken tıpkı rejimi zorlayan liberal söylem gibi sözgelimi politik-İslam’ın da nasıl bir rol oynayacağı ya kestirilememekte ya da bu unsur dikkate değer bir politik mevzu olarak görülmemekteydi. Oysa devrimin yapılacağı ülkenin kuruluşundaki iki ana tez, kendi düşmanlarını da çok net biçimde ifade etmekteydi. Tezlerden birincisi, teokratik Osmanlıcılığa karşı katı laik cumhuriyet rejimi ve ikincisi Türkçülük ve tek ulusçuluğa dayalı üniter devlet anlayışıydı. Henüz Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak, bu iki tezin ürettiği iki büyük düşman öngörülebilir reaksiyonlarını göstermiş ve çok geçmeden yeni rejim tarafından bastırılmışlardır. İdeolojik ve kurumsal Kemalizmin gelişimi ve kendini yeniden üretmesi de bu yolla gerçekleşti. Ne var ki, rejim için yapısal problemlere dair gerçekleştirilen operasyonların dikiş izleri hiçbir zaman kapatılamadı.

İslam ve Kürt sorunu, neredeyse tüm tarihini “demokrasi gerilimi” içinde geçirmiş Cumhuriyet rejiminin, kendi iktidar blokunu da daraltıcı, kötürümleştirici bir paranoyaya çevirmiştir. Ancak 1980’lerde başlayan ekonomik liberalizasyon süreci, yoğunluğu ve etkinliği makul sınırlara çekilmiş bir devlet modelini de zorunlu kılıyordu. Emperyalist metropollerden sızıp bütün dünyaya yayılan yeni liberal politikaların siyasal liberalizmi koşulladığına dair kaba mekanik bir iddiayı kabul etmek mümkün olmasa da, TÜSİAD’ın başını çektiği Türk burjuvazisinin rejime dönük eleştirileri, sermaye-devlet ilişkilerini fazlasıyla organik ve kitabi kavramış Türkiye solunun ezberini bozmaya başlamıştı.

TÜSİAD’ın arka arkaya yayımladığı raporlar, liberal gazete ve televizyon kanallarının kuruluşu rejim açısından tahammül sınırlarını aşmayacak denli ölçülü ve dikkatli girişimlerdi. Fakat ’80’li yılların ortalarından itibaren hızla yükselen Kürt silahlı mücadelesi ve siyasal-İslam’ın büyük şehirleri de sarmalayan etkisi bu girişimleri kıymetinden çok daha fazla tartışılır zemine çekiyordu. Kapanmayan dikişler çatırdamaya başlamış, İslamcı Refah Partisi oylarını hükümet olabilecek bir noktaya ulaştırmış, “Kürt realitesi” tanınmış, en yetkili ağızlardan federasyon tartışmalarının yapılabileceği ifade edilmişti.

MGK ve ordu eksenli rejim, elbette bütün bu olup bitenler karşısında boş durmuyordu. Laik ve üniter devletin sadece askeri olarak değil, ideolojik, siyasal ve hukuksal olarak da en güçlü savunusu bu kurum tarafından üstlenilmişti. 28 Şubat’la birlikte, siyasal İslam’a dönük operasyon ve budama faaliyetleri doruğa çıktı. Erbakan başbakanlığındaki hükümetin devrilmesi, İslamcı harekete karşı düzenlenen baskınlar, başörtülü öğrencilerin üniversitelerden kovulması, imam-hatip okullarına çeki düzen verilmesi gibi birçok hamle, esasen rejimin dağılan ve eskiyen mimarisini restore etme girişimleriydi.

Diğer bastırma hareketi de PKK öncülüğündeki Kürt mücadelesine karşı gerçekleştirildi. 28 Şubat’tan yaklaşık iki yıl sonra Öcalan yakalanarak Türkiye’ye teslim edildi. Fakat bütün bu girişimlere rağmen, toplumsal tabanı iyice daralmış olan geleneksel partiler, rejimi temsil etmekte ve restorasyonu destekleyecek adımlar atmakta yetersiz kalıyordu. 1997’de kurulan ANASOL-D hükümeti gibi, 1999 seçimleri sonrasında da ancak üç partinin (DSP-ANAP-MHP) bir araya gelmesiyle hükümet kurma çoğunluğuna erişilebildi. Üstelik CHP baraj altında kalmış, kapatılan Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi ise oy kaybına uğramasına rağmen Meclise girmeyi başarmıştı.

Yeni hükümet askerin başlattığı işleri tamamlamak bir yana, tümüyle AB’nin siyasal reformlarına kilitlenmiş, 19 Aralık hapishane operasyonları dışında restorasyona katkı sağlayacak önemli hiçbir adım atamamıştı. Yaşananlar tipik bir rejim kriziydi ve krizi tetikleyen unsur iktidar blokundaki parçalanma ve daralmayla açıklanıyordu. Daralma, 28 Şubat restorasyon hamlesini de sonuca bağlamayı başaramamıştı.

Geri çekilmeler ve AKP’ye dair varsayımlar

Yakın tarihe ilişkin bu verilerin her biri detaylı bir tartışmanın konusu yapılabilir. Fakat AKP’yle birlikte rejimin yeniden şekillenmesini açıklamak bakımından, yukarıdaki özet bilgiler şimdilik yeterli mühimmatı sağlayacaktır. Yine de mevcut tabloya şu bilgilerin girmesi önemlidir: 2002 öncesi MGK’larında sıkça dile getirildiği şekliyle “irtica” ve “bölücülük” tehlikesine karşı gerçekleştirilen operasyonlar, muhataplarınca nasıl karşılanmıştır? İslamcı parti istenen ölçüde olmasa da geriletilmiş, içe dönmesi sağlanmış ve bölünme aşamasına getirilmiştir. PKK öncülüğündeki silahlı mücadele, Öcalan’ın yakalanmasıyla kesintiye uğramış, gerilla uzunca sürecek tek taraflı ateşkes ilanıyla birlikte Güney’e çekilmiştir.

Esasen burada iki muhatabın da kendi siyasal gerçekliklerine uygun hamleler yaptığı söylenebilir. PKK’nin geri çekilişi, her yönüyle dikkate değer bir deneyim olmuştur. Mesele sadece tek boyutlu olarak ele alınmamış, bir dizi pratiğin yanı sıra, talepler ve programatik görüşler de sürece uygun bir şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Özgür Kürdistan hedefinden “demokratik cumhuriyet” talebine geçilirken, gerilla faaliyetleri yerine şehirlerde yaygın örgütlülükler ve barışçıl eylemler öne çıkarıldı.

Siyasal İslamcı gruplar ise 28 Şubat’a karşı yeterli bir varlık gösteremedi. Küçük radikal gruplar birkaç sokak gösterisi ve üniversitelerdeki direnişlerin ardından sessizliğe gömülürken, gözler Fazilet Partisi’ndeki iç karışıklığa çevrilmişti.[2] Kongrede partiyi Erbakancıların elinden alamayan ikinci kuşak kadrolar hareketten ayrılarak AKP’yi kurdular.

AKP’nin ortaya çıkışı, 28 Şubat mağlubiyetinin şüphesiz en önemli çıktısı, hatta kimilerine göre 28 Şubatçılarca politik-İslam’ın parçalanması için organize edilmiş özel bir plandı. Parlamenter muhalifliğin sınırlarını aşarak, hükümet kurabilecek güce erişmiş MNP-RP geleneği, ideolojik hırslarını bir yana bırakmış kadrolar tarafından bölünecek, güçten düşürülecek ve daha makul sınırlara çekilecekti.

AKP’nin bir “plan” olduğuna dair değerlendirme daha ilk seçimlerde akamete uğradı. Plan dahilinde kendine “bölen” rolü biçilen AKP, bu rolün çok ötesine geçip hükümet olma konumuna ulaştı. Planda mı bir aksaklık vardı yoksa politika bu türden üçüncü şahıs veya kurumlara uygulanacak planlamaları kısa zamanda maskaraya çevirecek denli zengin ve hesaba katılması mümkün olmayan değişkenlere mi sahipti? Dolayısıyla burada planın kendisinden çok, gelişmeleri bu plan etrafında takip etmenin problemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonrasında Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, başörtüsü ve anayasa tartışmaları şeklinde sürüp gidip ihtilaflar ve toplamda rejim açısından hiç de iyi geçmeyen bir on yıl, AKP’yi farklı bir değerlendirme konusu yapmak için yeterlidir.

Kurulduğundan bu yana sürekli tartışılan AKP’nin gerçek mahiyetini ve başlangıçtaki “konspiratif ilkeleri”ni aramaya dönük her türlü çabanın, yeterli ampirik kaynaklardan mahrum olması ve piyasadaki veriler arasından temiz olanını seçmenin zorluğu göz önüne alındığında, teorik akıl yürütme AKP tahlili için en sağlıklı yol olarak görünmektedir. Aradan geçen ve AKP için yoğun yaşanmış bir on yıl ve açığa çıkmış tüm davranış kalıplarının AKP’ye dair yeterince veri sunduğu veya sunması gerektiği, yapacaklarıyla değil, yaptıklarıyla bir AKP tanımlamasına gitmenin çok daha uygun bir yaklaşım olacağı kabul edilmekle birlikte, söz konusu davranış biçimlerinden elde edilen sonuçların başlangıçtaki “önyargı”ları pek de zayıflatmadığı açıktır. Yapılanların aradan geçen on yıla rağmen yapılacaklara referans gösterilmesi sadece entelektüel bir inanış olsaydı dikkate alınmayabilirdi, ne var ki son on yılda ne yaşandıysa, bu yaşananlara konu olan siyasal uyuşmazlıklar ve toplumsal saflaşmaların büyük bölümü spekülasyonlar üzerinden, daha doğrusu spekülasyonun politizasyonu üzerinden gerçekleşmiştir. Ancak hiçbir spekülasyon gerçeğin bütününe vakıf olamayacağına göre, gelişmeler politikanın kendi iç mantığı içinde daha formel bir takibe sokulabilir. PKK’de açıkça izlenen yenilgi ve geri çekilme politik İslam’a uyarlandığında, 28 Şubat sonrası inisiyatifi ele alan nispeten genç kadroların, partiyi ve programatik görüşleri ideolojik alandan çıkarıp, günlük ihtiyaçlar çerçevesinde, çok daha pragmatik bir zeminde yeniden kurduklarını söylemek mümkün olacaktır. Reel politika deneyiminden geçmiş, ideoloji ile politikanın bire bir örtüşme zorunluluğunun bulunmadığını görmüş geçirmiş Milli Görüşçü kadrolar için mevcut programı en geri noktalara çekmekte hiçbir sakınca yoktu. Kaldı ki, büyük İslam ülküsünü, sadece reel politikanın sırtına yıkmak ne kadar gerçekçiydi!

İslamcı kadrolardan müteşekkil liberal programlı bir parti modeli, açık ki rejimin kabul edeceği sınırlardan hâlâ çok uzaktı. Aynı şekilde AKP’nin de rejimi olduğu gibi benimsemesi beklenemezdi. Bir zamanlar Murat Belge’nin TİP için söylediği “Varolan yasaları kabullenirken varolan yasaların da kendisini kabul etmesini bekliyordu”[3] ifadesi az çok AKP için de geçerliydi.

‘Pasif devrim’

İslamcılığa karşı çıkmayan ama İslamcı olmayan bir siyaset ve sistemi kabul eden ama bir o kadar da sistem tarafından kabul edilecek bir parti ve politika modeli! Laik sistem reddedilmeyecek, ama laik sistemin de kendilerini kabul etmeleri istenecekti. Liberal basınca uyum sağlanacak, demokratikleşme ve genel özgürlükler bağlamında mağdur edilmiş Müslümanların da hakları talep edilecekti.

İlginçtir, AKP’ye dair muhataplarını kontrpiyede bırakacak bu tür yaklaşımlar Cihan Tuğal tarafından da ortaya konuyor: “Özetlersek, AK Parti’nin iktidara gelmesi pasif bir devrimle sonuçlandı: Madun dindar unsurların madunların belirleyici örgütlülüğü olmadan düzene dahil edilmesi. Rejim İslamileşti ama İslami bir rejim haline gelmedi. Halkın sesini duyurması için kanallar açtı ama halkçı olmadı.”[4]

Tuğal’ın değerlendirmelerinde öne çıkan “pasif devrim”den kast edilen, politik İslam etkisindeki güçlerin AKP aracılığıyla düzene konsolide edilmesidir. Tuğal’ın burada AKP’ye “ajan” rolü biçmesi Gramsci’den ödünç aldığı pasif devrim kavramını da tümüyle şüpheli hale getirir. Eğer ortada objektif de olsa bir ajanlık pozisyonu varsa AKP’yi, kadim rejimin 28 Şubatçı karakterinin özel bir aracı olarak görmek gerekiyor. Oysa “rejim İslamileşti” demek, (her ne kadar bu söz “ama İslami bir rejim haline gelmedi” sözüyle yumuşatılsa da) hiç de az bir laf değildir ve toplumsal İslamizasyonun iktidar kanallarına akıtılması, ajanlar aracılığıyla gerçekleştirilemeyecek denli rejim dışı ve hatta karşıtı bir faaliyettir.[5] Tekrarlamak gerekirse, rejim ile AKP arasında dozajı tartışılır olsa da kategorik bir ihtilaf söz konusudur. İhtilafın muktedir taraflarından biri olarak AKP’ye aracı rol biçmek rejime dair tüm değerlendirmeleri boşa çıkarır.

Pasif devrim, Gramsci’nin ele aldığı birçok kavram gibi sonuçlarına yeterince ulaştırılmış bir kavram değildir. Tuğal da bunun farkında olmalı ki, “Gramsci pasif devrim fikrinin temellerini atmış olsa da, konu hakkında yazdıkları birkaç sayfayı geçmez. Bu kitabın amacı, yukarıda öne sürülen hegemonya teorisindeki revizyonlar ve İslami siyasete ilişkin ampirik analizler ışığında bu kavramı yeniden düşünmektir”[6] diyor.

Gramsci kavrama ihtiyatlı yaklaşırken şu soruları gündeme getirir: “Mevzi savaşı ile pasif devrim arasında mutlak bir özdeşlik mevcut mudur? Ya da en azından, bu iki kavramın özdeş olarak mütalaa edilmesi gereken tarihsel bir dönem –mevzi savaşı bir kez daha bir manevra savaşı haline gelene dek- var mıdır ya da böyle bir dönemin olduğu düşünülebilir mi?”[7] Mevzi savaşı belirli bir aşamada pasif devrime dönüşürken mevcut hegemonyaya karşı savaşan gücün akıbeti Gramsci’de belirsizdir. Tuğal ise bu konuda net açıklamalar yapıyor. Pasif devrim ona göre, toplumdaki düşman unsurların tedrici şekilde massedilmesidir.[8] Önce önderlik ve arkasından ikili iktidar massedilerek, pasif devrimin temelleri atılmış olur.

Tuğal’ın başlı başına bir AKP değerlendirmesi yapmadan massedilme durumunu ortaya koyması son derece ilginçtir. Ancak çalışmanın bütününden çıkan sonuç, massedilmenin rejim adına AKP tarafından gerçekleştirilmiş olduğudur. Hatta Tuğal’a göre, ilk massedilme dalgası FP-RP tarafından, ikinci ve daha belirleyici olan merkezi dalga ise “İslami neoliberal” AKP tarafından gerçekleştirilmiştir.[9]

Böylece Tuğal, pasif devrimin kime karşı yapıldığını ortaya koyarken, tezinin zayıf noktasını da ele verir. Çünkü bütün bu tespitlerin yapılabilmesi için güçlü devrimci İslami akımların varlığının önsel olarak kabul edilmesi gerekiyor. Ne yazık ki, yakın tarih dikkate alındığında Türkiye’de devleti uğraştırmış radikal İslami hareketlerden söz etmek imkansızdır. Eğer, çeşitli tarikatlar aracılığıyla sosyal, dinsel/ideolojik, kültürel ve hatta ekonomik anlamda çeşitli grupların varlığından söz ediliyorsa, bunlara pasif devrimin gerekçesi olarak doğrudan siyasal roller atfetmek son derece abartılı olacaktır. Sayıları birkaçı geçmeyen küçük radikal gruplar, massedilerek değil, 28 Şubat sürecinde aldıkları darbelerle faaliyet yürütemez hale gelmiştir.

İslami muhalefetin ana gövdesi, çoğunlukla tarikatlarda toplanmış, siyasi ağırlıkları olmayan dinsel, kültürel, ekonomik vb. oluşumlardır. Birçoğu kenar semt camii veya mescitlerinde bir araya gelen ve aslen sosyal kümeleşmeler şeklinde alternatif işlevler gören yapıların, siyasal olarak RP/SP veya AKP pratiklerini zorlayacak girişimleri, hatta çoğunun böyle perspektifleri dahi bulunmamaktadır. Tuğal’ın ifadeleriyle, “1980’lerde radikal İslamcılar her türlü devlet makamını ve düzen içindeki her türlü kurumu ya da siyasal partiyi reddediyorlardı. Fakat 1991 seçimlerindeki mütevazı başarının ardından durum değişti ve eskiden küfrün bir parçası olarak görülen RP’yi takdir etmeye başladılar.”[10] Bir başka yerde ise şunları söylüyor Tuğal: “Bireysel eylemcilik ve İslami angajman AKP yönetimi döneminde biçim değiştirmişti. Aynısı dindar insanın devletle ilişkisi ve devlet algısı için de geçerliydi. AKP’nin iktidara gelmesinden ötürü dini eylemciler ve dindar insanlar devletle daha uyumlu olduklarını hissediyorlar, hatta kendilerini devletin bir parçası olarak görüyorlardı.”[11]

Tuğal’ın kısaca anlatmaya çalıştığı, 1980’lerde giderek yaygınlaşan İslamcı yapılanmaların 1990’ların sonu ve 2000’lerin başlarında kendi İslami partileri tarafından düzene entegre edildikleridir. Pasif devrim adını verdiği bu durum, İslamcı “siyasal toplumun”[12] yenilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Tuğal’ın tezi siyasi toplumdan ne kastettiğine önemli ölçüde bağlı olarak ya zayıflamakta ya da önemsiz hale gelmektedir. Eğer siyasal toplum, cılız radikal İslamcı gruplarsa pasif devrim tezi bu gruplara verilen önem ölçüsünde cılız, yok eğer siyasal toplum, semtlerde, camilerde veya mescitlerde bir araya gelmiş dini kümeleşmeler ise ortada pasif devrimi gerektirecek bir durum bulunmamaktadır. Çünkü bu grupların her biri sosyolojik varlıklar olarak toplamda legal sınırlardaki bir partiyi ayakta tutma işlevi görebilir, fakat devletle dişe diş bir çarpışmayı hedef alan bir parti için hiçbir anlam taşımazlar. Tam da bu nedenle massedilme ehliyetlerinden yoksundurlar. Massedilmekten çok massedilmemeyi kendilerine dert sayarlar. Son derece seri ve sorunsuz bir şekilde düzenle buluşmaları da bunun bir kanıtıdır. Ancak bu unsurların rejim karşıtlığına denk düşmeyen halleri, rejim dışı olmadıkları anlamına gelmiyor. Resmi yaşam tarzına karşı pasif direnişleriyle, modern Cumhuriyet rejimi tarafından dışarıda bırakılmışlar, hatta kendilerinin rejimi görmedikleri kadar rejim onları düşman olarak görmüştür. Hal böyle olunca kendilerine bir kanal bulur bulmaz, o kanaldan içeriye sızmaları şaşırtıcı değildir. Ancak RP’nin yarım kalan girişimi sonrası AKP kanalıyla gerçekleşen sızmalar sadece İslami muhalefeti düzenle bütünleştirmeyecek, düzen de maruz kaldığı basınçla birlikte eski formunu yitirecektir.

Fark edilmeyen devrim!

Aşağıda daha ayrıntılı işleme tabi tutulacak form değişikliği ya da reform anlamına gelecek bu durum, Tuğal’da ve diğer birçok AKP analizinde göze çarpan en önemli eksikliktir. Sistem tarafından emilme ya da bütünleşme tek yönlü mü gerçekleşmektedir? Pasif, aktif ya da yarı aktif unsurlar sisteme eklemlenirken, rejimler mevcut stabil yapılarını aynen devam ettirebilirler mi? Cumhuriyet tarihi boyunca dışarıda tutulan İslami muhalefetin düzenle bütünleşmesi başlamış hatta tamamlanmış ise, rejimin artık eski rejim olduğunu söylemek yersiz değil midir? Tuğal’ın çalışması, rejimin nasıl bir değişikliğe uğradığı konusuyla pek ilgili görünmese de, örneğin Birikim Dergisi Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, henüz 2007 seçimleri sonrasında Türkiye’de burjuva devrimin gerçekleştiğini açıkça ifade etmekte bir sakınca görmeyecekti. Laçiner, Türkiye’nin otantik burjuvazisinin geleneğiyle, göreneğiyle askeri ve sivil bürokrasiye karşı yüz yıldır verdiği iktidar mücadelesini kazandığını ve artık burjuva demokratik devrimin düzeni kendine göre restore etme projesi kapsamında gelişmeler yaşanacağını ifade ediyor.[13] Laçiner’in, devrim gibi restorasyon kavramını da gelişigüzel bir kullanıma tabi tuttuğu bir kenara bırakılırsa, özellikle liberal kesimler için hayati önem arz eden askeri ve sivil bürokrasinin geriletilmesine dair yaklaşımının aradan geçen dört yılda önemli mesafeler kat ettiği gerçeğini kabul etmek gerekiyor. 29 Temmuz’da kuvvet komutanlarının ve genelkurmay başkanının YAŞ’ı beklemeden istifa etmeleri bu görüşleri büyük oranda haklı çıkarıyordu.[14]

Fakat bu gerçekliğe rağmen AKP’nin Kürt sorunu karşısındaki özellikle 12 Haziran genel seçimleri öncesi beliren tutumuyla, muhalefet ettiği rejime benzer davranışlar sergilemesi, meselenin sadece askeri vesayetin geriletilmesi ve “sivil” hükümetin egemenliğiyle sınırlı olmadığını ortaya koyuyordu. Kandil ve Mahmur’dan gelen PKK’li grubun Habur’dan giriş yapmasından kısa bir süre sonra Kürt açılımı tartışmalarını hızla soğutan hükümetin, Öcalan’la yaptığı görüşmelerden de dikkate değer bir sonuç çıkmadı. Habur olayı, PKK’nin sınırdan geçerek rejimin içine dalış yapmasıydı! Hükümet, devrim provasını andıran bu görüntülerin ne anlama geldiğini biraz gecikerek de olsa fark etti. PKK’nin içeri girmesi açılım ya da reform mantığını aşan bir durumdu. Kapılar derhal kapatılarak Habur kâbusu sona erdirildi.

Laçiner’in herkesten önce farkına vardığı şanlı devrimin, Kürdistan’a ulaşamadan yarı yolda geçirdiği kaza sonrası ne durumda olduğu, yaşayıp yaşamadığı hâlâ merak konusudur! Ankara’nın doğusuna geçemeyen bir devrimin Türkiye için gerçekten devrim sayılması en azından olup bitenden habersiz cahil yığınlar için ciddi bir muammadır. Böyle bir devrimin varlığını hissetmek için herkesin Laçiner gibi entelektüel, liberaller gibi incelikli olması beklenemeyeceğine göre, eski kaba saba devrimleri özlemle yâd etmekten başka bir çare görünmüyor!

AKP’nin Kürt sorunu karşısında yalpalaması ve seçim süreciyle birlikte tipik sağ jargonu kullanmaya yönelmesi, solun mevcut tahlillerinin kullanımına en azından bir süreliğine daha olanak sağladı. Esasen değişen bir şey yoktu! Rejim eski hamam eski tas yoluna devam ediyordu.

Gelişmeleri bir devrimin tamamlanması şeklinde okumak kadar, hiç dikkate almayan yaklaşımlardan farklı olarak Teori ve Politika’dan Agâh Akyazıcı, “restorasyon” konusunu yeni tartışmalar ekseninde 54. sayıda tekrar gündeme getirdi. 50. sayıda kurucu temelin sürdürülemezlik sınırına dayandığını ifade eden Akyazıcı, restorasyon meselesini şu şekilde temellendiriyordu: “Sürdürülemezlik, kendini, ‘yıkılış’/’devrim’ olarak değil ‘düzenleme’ ihtiyacı olarak ifade ediyor bugün. Verili güçler dağılımında devlet, Kürt faktörünü içermenin yollarını aramaktadır. Restorasyonun işlediği haliyle en canlı görünümünü sunan bu kesim tarafların açık müdahaleleriyle geçişlere uç vermektedir.”[15]

Akyazıcı’daki “içerme” ile Tuğal’daki “massedilme” sözcüklerinin paralel kullanımları dikkate değerdir. Her iki yazar da rejimin dışlama değil, içerme yöneliminde olduğu konusunda ortak bir fikir ileri sürmüşlerdir. Ancak Tuğal gibi, Akyazıcı da olguları genelde yerli yerinde kullanmasına rağmen kavramsal olarak doğru yerde durmamaktadır. Akyazıcı, yazısının hemen başında “ ‘Kürt açılımı’ ya da ‘demokratik açılım’ olarak adlandırılan süreç aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin restorasyon hamlesinin bir ifadesidir”[16] derken, esasen alttan gelen basınçla rejimin yeni bir düzenlemeye mecbur kaldığını kabul ediyor. Ne var ki, o da bu düzenlemeyi tek yönlü olarak görüyor, hatta daha ileri giderek, bunu, rejimin kendi orijinal yapısına dönmek anlamına gelen restorasyon kavramıyla tanımlamayı tercih ediyor.

Pasif devrim gibi, reform ve restorasyon kavramlarının da yeterince tartışılmamış oluşu bu sonucu doğuruyor olsa da, Akyazıcı’nın bu eksikliğin üzerine gitmemesi kavramsal bir keyfiliği beraberinde getiriyor. “Restorasyondan kastımız” diyor ve arkasından, bundan sonraki yazacaklarına pek de uygun olmayan özet bir tanımlama girişiminde bulunuyor Akyazıcı, “Kurucu temel’in, ana bileşenlerinin korunması kaydıyla, politikanın güçler dağılımındaki farklılaşmalarla yıpranan yönlerinin aslına ‘sadık’ kalınarak yeniden düzenlenmesidir.”[17]

“Aslına sadık kalınarak yeniden düzenleme”deki yeniden sözcüğü “yeni” kökünden gelmemektedir. Yeniden derken tekrar edilecek bir fiilden bahsedilir. Ancak, devam eden cümlede Akyazıcı bu tanımlamanın “değişim”i de içerdiğini söyleyecektir: “Bu düzenleme, tüm yeniden düzenlemeler gibi kurucu temelde biçim değişikliklerine neden olabilir. Burada bir değişim olduğu açıktır, ancak bu değişimde ‘reform’ olarak ele alınacak bir yan görülmemektedir.”[18] Devam etmeden önce, sözcük anlamı itibariyle biçim değişikliğinin tam da “reform” anlamına geldiğini ve biçimsel de olsa gerçekleştirilecek bir değişikliğin artık bir restorasyon olamayacağını belirtmek gerekiyor. Biçim değişikliği, başka bir yerde önemsizleştirici bir vurgu olarak kullanılabilir[19], ama restorasyon için biçimde yaşanacak milimetrik sapmanın bile kategorik önemi vardır.

Tartışmayı literal boyutta daha fazla sürdürmenin bir anlamı yok, fakat kavramsal anlamlar, sözcüklerin düz anlamından farklılıklar taşısa bile aralarında önemli bir uyumsuzluk bulunmamalıdır. Reform ve restorasyonun kavramsal olarak yeterince tanımlanmamış oluşu, konuyu ister istemez abc’sinden başlayarak tartışmayı zorunlu kılmıştır.

Reform nedir?

Agâh Akyazıcı, yaşanan değişimin neden reform olarak görülmemesi gerektiğini yeterince açmıyor. Restorasyonun çatışmalı yapısından, süreci dışarıdan bir reforma evrilmeye zorlayan öznelerden, hatta özne konumunda bulunmayan politik merkezlerden bahseden Akyazıcı, “Ezilenlerin ‘kurucu temel’ ile hesaplaşması, politik devrimcilik aracılığıyla ‘kurucu temel’in ilgası, yani paradigma değişimi anlamına gelir. Bu tek kelime ile devrimdir”[20] diyor. Peki reform hangi aşamalarda ortaya çıkar? Akyazıcı reformu restorasyon kavramıyla ikame ederek bu soruyla yüzleşmekte isteksiz davranıyor. Değişimden söz ediyor, rejimi dışarıdan sıkıştıran öznelerin varlığından bahsediyor, daha da öteye giderek Kürt faktörünün altını çiziyor, devletin tüm içerme çabalarına rağmen şiddet kullanımını elden bırakmamış politik devrimci öznenin tek ulus paradigmasını dağıttığını vurguluyor, ama sonucu “Kurucu temelde esaslı bir kırılmaya yol açan bu durum zayıf birtakım restoratif önlemleri de gündeme getirmiştir” şeklinde bağlıyor.[21]

Bütün bunlar neden reform değil de restorasyon? Restorasyon sürecinde esas olan, “egemenlerin yönetsel siyasetinin aktörlerinin ve kurumsal yapısının ezilenlerin konumunun süreğenliği yönünde düzenlenmesi”[22] ise reforma elbette bir tanım aralığı kalmayacaktır. Açık ki Akyazıcı, reform kavramına yüklenen olumlu çağrışımları aşmakta zorlanıyor. Reformun psikolojik etkisine karşı tutucu bir yaklaşım ortaya koyarken, restorasyonu devrimciliği güvence altına almanın bir yolu olarak görüyor. Oysa ezen-ezilen çatışmalarının büyük bölümü, kanlı bastırma hareketlerine eşlik eden reformlarla anılır. Tarih, reformlarla yarım kalmış isimsiz devrimlerle doludur.

En başa, reform kavramının ilk kez yankılandığı 15. ve 16. yüzyıl Avrupasına dönülecek olursa, bu kavramın ezen-ezilen savaşımları içinde tuttuğu yer çok daha iyi anlaşılacaktır. Avrupa’da Protestan mezhebinin kabul edilmesi aslında ezilen köylü yığınların kiliseye karşı onlarca yıl sürmüş savaşlarının eseridir. Engels hikayeye şu hatırlatmayla başlar: “Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşullarıyla kolayca açıklanır.”[23]

Protestanlığın Almanya’daki lideri Martin Luther’di.[24] Katolik kilisesinin dogmalarına karşı harekete geçen Luther, başlangıçta ılımlı burjuvaların yanı sıra tüm radikal muhalefeti de kendi bünyesinde toplarken, taraftarlarına olabilecek en sert ajitasyonla sesleniyordu: “Tıpkı hırsızları ip, katilleri kılıç, sapıkları ateş ile cezalandırdığımız gibi, bu uğursuz yıkım öğretmenlerine, papalara, kardinallere, piskoposlara, ve tüm Roma Sodom’u sürüsüne, neden elimizde olan bütün silahlar ile saldırmıyor ve neden ellerimizi onların kanlarında yıkamıyoruz?”[25] Luther’in çağrısı yanıtsız kalmamıştı. Engels’in ifadesiyle tüm Alman halkı harekete geçmiş, köylüler, burjuvalar, küçük soylu gruplar ve hatta bazı prensler Luther’in çevresinde toplanmıştı.

Ancak hareketin heterojen niteliği ve Katolik kilisesine karşı bir araya gelen farklı her grubun değişik taleplerde bulunması çok geçmeden Luther’i bir tercih yapmak zorunda bırakacaktı. “Birileri, tüm zorbaların hesabını görmek için zamanın geldiğini sandılar; öbürleri ise sadece rahiplerin egemenliğine, Roma karşısındaki bağımsızlığa ve Katolik aşama-sırasına bir son vermek ve kilise mallarının zoralımı sayesinde zenginleşmek istiyorlardı. Partiler birbirlerinden ayrıldılar ve kendi sözcülerini buldular. Luther, bu partiler arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Saksonya seçici prensinin korunuğu, Wittenberg Üniversitesinin üstün profesörü, bir günden öbürüne ün ve güç kazanan, kendisine canla başla bağlı bir insan ve dalkavuk sürüsü ile çevrili bu büyük adam, bir an bile duraksamadı. Hareketin halk öğelerine ihanet etti ve soyluluğun, burjuvazinin ve prenslerin partisine katıldı. Roma’ya karşı kökünü-kazıma savaşı çağrıları yavaş yavaş söndü. Luther, simdi, barışçı evrimi ve pasif direnmeyi salık veriyordu.”[26] Öte yandan Thomas Münzer, Luther’den ayrılarak, halkı ve özellikle köylüleri devrimci partide bir araya getiriyor ve en yakın zamanda büyük bir isyana hazırlanıyordu. Luther, kendini isyana davet eden köylüleri yanıtlarken İncil davasının zorla ve kan dökerek kazanılmasından yana olmadığını ifade edecekti. Ancak Münzer liderliğindeki isyancıları ikna etmek mümkün değildi.

Devrim karşısında, tüm eski anlaşmazlıklar unutuldu. Burjuvalar, prensler, soyluluk ve papazlar, Luther ve papa, yağmacı ve kıyıcı köylülere karşı birleşti. İsyanın bastırılmasını buyuran Luther “Köylülerin Eşkıya ve Cani Çetelerine Karşı” başlığıyla kaleme aldığı bildiride şunları yazıyordu: “Bir köylüyü öldürmek bir cinayet değildir. Bu durum büyük yangının söndürülmesine yardım eder. Gerekli olan bütün tedbirler alınmalıdır! Onlar ezilmelidir. Boğazlanmalıdır! Kazığa oturtulmalıdır! Her çareye başvurulmalıdır! Bir köylüyü öldürmek azgın bir köpeği öldürmek demektir.”[27]

15. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp, 16. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden isyanlarda köylüler kimi zaman başarılı olsa da, çoğunlukla kaybeden taraf oldu. Avrupa’nın pek çok bölgesine yayılan ayaklanmalarda yüz bine yakın isyancı öldürüldü. Münzer, başarısızlıkla sonuçlanan 1525 baharındaki isyanda yaralı olarak yakalanıp idam edildiğinde henüz 28 yaşındaydı. Onu diğer liderlerden ayıran en büyük fark ise sadece cesareti ve yorulmak bilmez örgütçülüğü değil, yüz binlerce köylüye ulaşmış öğretileriydi.

Münzer’in öldürülüşünden sonra da devam eden ayaklanmalar, Geismaier adındaki son isyancı önderin kiralık bir katil tarafından tuzağa düşürülüp öldürülmesiyle sona erdiğinde, İmparator 5. Charles Alman prensleri de yanına alarak Luther’in önerdiği reformları destekleyeceğini açıklıyordu.[28] Ayaklanmaların siyasi sonuçlarına bakıldığında Engels’in deyimiyle Köylüler Savaşından tek kazananlar prensler olmuş, köylüler ise eski feodal mükellefiyetlerine geri dönmüştü.[29] Prenslerin kazanması için tek başına köylülerin kaybetmiş olması yetmezdi. “Genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacakları, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacakları açıktır. Varolan toplumsal koşullara dokunabilmek için, onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu.”[30]

Katolik kilisesinin eski kutsallığını ve ayrıcalıklarını yitirmesi köylü isyanlarının şüphesiz en önemli sonucuydu. Kilisenin devasa mal varlığı ve taşınmazları isyanların muzaffer prensleri tarafından bölüşülürken, köylüler de kendilerine parsellenen küçük toprak parçalarıyla isyanlarının değil ama hayal kırıklıklarının karşılığını almış oluyorlardı!

Avrupa’da Luther’le anılan reform süreci, şüphesiz tarihte görülen ilk reformlar değildi. 1525’te olduğu gibi, onun öncesinde ve sonrasında yenilen her devrimin klasik sonuçlarından biridir reform. Başlıca aktörleri, eski rejimin egemenleri, ılımlı sınıfların reformist sözcüsü Luther, ve er ya da geç kafası kesilecek devrimci Münzerler’dir. Reform için öncelikli koşul, yenilmesi ve temsil ettiği ezilenlerden izole edilmesi gereken siyasi öznenin varlığıdır. Öznenin ezilmesiyle, sistemi zorlayan yığınların siyasi varlığı ortadan kaldırılmış olur. 1525 Almanyası’nda Münzer’in kafası prenslerin önünde kopartılır kopartılmaz geriye birkaç dönüm toprak isteyen köylüler ile dinsel talepleri karşılanması gereken halk yığınları kalır. Başka bir yerde, iş isteyen gençler, ücretlerine birkaç kuruş zam isteyen işçiler, etnik haklarını talep eden uluslar, vergi oranlarının düşürülmesini dünyanın en büyük kazanımı sayan tüccarlar kalır. Her egemen gücün, bu talepleri ya da taleplerin bir bölümünü karşılaması, karşılayamadıkları için halktan rıza göstermesini istemesi, hiçbir zaman üstesinden gelinemeyecek bir mesele olmamıştır.

Böylece, reform kavramıyla ilgili genel bir taslak da ortaya çıkmış oluyor. Reform, “kurucu temelin” dışında kalmış ezilen kesimlerin mevcut sisteme dahil edilmeleri için gerçekleştirilen bir dizi siyasi operasyonu içerir. Ezilenleri temsil eden rejim karşıtı siyasi öznenin asimile edilmesi, edilemiyorsa izole edilmesi, marjinalleştirilmesi ya da tümüyle tasfiye edilmesi reform hareketinin olmazsa olmazıdır. Dikkat edilirse burada öncü gücün tasfiyesi kadar reformcu bir alternatifin oluşturulması da aynı sürecin bir parçası olarak devreye girer. İç içe geçmiş bir süreç olarak hareket halindeki yığınların kimi taleplerine karşılık verilmesi de hareketin siyasi yönünün bypass edilmesinde önemli bir işlev görür. Operasyonu gerçekleştiren gücün buradaki asıl hedefi, rejimi zora sokacak devrimci riskleri ortadan kaldırmak olduğu kadar rejimin epeyi zamandır yıpranan bünyesini tamir etmek, yani kurucu temeli restorasyona tabi tutmaktır. Ne var ki restorasyon fikri, Luther’in reform projesini ister istemez onaylayan imparator ve prensler gibi, eski rejimin gerçeğe dönüşmeyecek hayali olarak kalacaktır. Hayaller zaman zaman dile getirilecek, zorlanmaya çalışılacak ama bunun ötesine geçmeyecektir.

Engels henüz patlak vermiş köylü ayaklanmalarının muhtemel sonuçlarını değerlendirirken Katolik restorasyonun da seçeneklerden biri olabileceğini vurgular. Ancak siyasal alandan koparılıp din sorununa bağlanarak çözülen isyanlar, Protestanlığın tabana yerleşmesi ve buna bağlı olarak eski kilisenin laikleştirilmesiyle Katolik restorasyon seçeneği de kendiliğinden düşmüş olur. Yine de Engels’in aynı yerde 1848 devrimlerinden yola çıkarak “Burjuva partilerin en küçük bir başarı kazanır kazanmaz, yasa çerçevesinde ilerleme aracıyla devrimin Scylla’sı ve restorasyonun Charybde’i* arasında nasıl volta vurduğu”na[31] dikkat çekmesi reform kavramını zayıflatmadığı gibi reformun uygulamadaki çelişkili yönünü değil, diyalektik içeriğini gözler önüne serer. Engels’te satır arasında kalmış bu yaklaşım, pasif devrim konusunu inceleyen Gramsci’nin de karşısına çıkar. Gramsci gidimli olarak yaptığı analizlerde pasif devrim kavramını ‘Yeniden Kuruluş – Devrim’ (Revolution – Restauration)[32] şeklinde ele almaya başlar başlamaz, pasif devrimin aslında bir reform olduğunu görmüş olur. Gramsci’nin üzerinde durmasına rağmen neden pasif devrimci stratejiyi benimsemediği de böylece anlaşılmış olur. David Forgacs, Gramsci’nin pasif devrim ile mevzi savaşı arasında kurduğu bağdan ötürü kimi zaman bir program olarak bu kavramı desteklediği ileri sürülse de, gerçekte onun bu kavramı sadece analitik gereç ya da yorumlama ölçütü olarak kullandığını belirtir. Daha da önemlisi henüz Türkçe metinlerde yer almasa da “muhafaza” ve “yenilik” (restorasyon-devrim) diyalektiğinin modern terminolojide reformizm diye adlandırıldığını Gramsci’nin de kabul ettiğini söyler.[33]

Liberal ayıraç: Kürt–İslam–karşı-şiddet!

Böylece kavramın Gramsci’de aldığı son halin, Tuğal’ın kurduğu yapıyı önemli ölçüde etkilemeyeceği, kavramsal bir düzenlemeyle tezin geçerliliğini koruyacağı iddia edilebilir. Gerçekten de tezde kullanılan ampirik verilerin işaret ettiği reformcu yönelişe denk düşecek bir tanımlama, sorunu büyük ölçüde çözebilir. Ancak birkaç sorun daha var ki, onlardan biri AKP faktörünün reformcu Luteryan pozisyonda, kurulan yapıya belirtik olarak dahil edilmemesidir. Luther’in İncil’ini kabul eden prensler ve din adamları nasıl ki eski ayrıcalıklarına ve yönetsel konumlarına dönememişlerse, AKP liberalizmiyle tanışan rejim de henüz tamamlanmamış tanışıklığın gidişatına göre eski günlerinden hızla uzaklaşacaktır. Askeri ve sivil bürokrasinin daha şimdiden yönetimden el ayak çektirilmesi ve eski iktidar blokunun bozulması, çoktandır ideolojik çözülme yaşayan rejimin kurumsal olarak da çuvalladığını gösterir. Elbette henüz yolun sonuna gelinmemiştir. Fakat 12 Haziran seçimleriyle toplumsal desteğini artıran AKP, gidişatı büyük oranda kendi lehine çevirmeyi başarmıştır.

AKP, bütün bunları İslami referansları esas alarak değil, verili olan liberal basıncı arkasına alarak gerçekleştirdi. Tam da bu nedenle Tuğal’ın “rejim İslamileşti” deyimi ne kendi tezine ne de mevcut gerçekliğe denk düşmektedir. Rejim İslamileşmemiş, liberalleşmiştir. Sultanbeyli’nin[34] radikal İslamcı nüfusu da liberalleşmenin (Tuğal’ın çalışmasında fazlasıyla örnek bulunabilir) getirdiği daha modern yaşam tarzına ayak uydurarak düzenle bütünleşmiştir.

Rejimin reformasyonunda AKP’nin kendini liberal platforma yaslaması gibi, geri çekiliş sürecinde PKK de aynı zemini kendine dayanak aldı. Daha önce Teori ve Politika’da Marksizmin politik ayıraçlarının Kürt-İslam-şiddet[35] bileşimi üzerine kurulması gibi, liberal reformizmin de benzer bir ayıracı kullandığı görülmektedir. Bir farkla ki, şiddet bileşeni denkleme hegemonya çatısı altında “karşı-şiddet” olarak girmekte, ilkesel bir konum arz etmemekle birlikte ezilenlerin değil ezenlerin bir tutumu olarak öne çıkmaktadır. Tıpkı Marksizm gibi, siyasal liberalizmin politik özgülleşmesi de böyle sağlanmaktadır.

Karşı-şiddet mekanizmalarının halihazırdaki kullanımı restorasyon iddiasını güçlendiren en önemli verilerin başında gelir. Akyazıcı veya restorasyon öngörüsünde bulunan diğerleri, liberal reformizmi şiddet veya her türlü baskı mekanizmasından ayırmaktadırlar. Reformizme olumlu inanç, onun, kaynağı şiddet olan bir devlet tarafından yürütüldüğünün farkında değildir.

Devrim-restorasyon diyalektiğinden farklı olarak, başlı başına bir restorasyon girişiminde karşı-şiddet önemli bir yer tutar. Öncelikle bir bastırma hareketi olarak restorasyon, rejimi kuşatan güçlerin “soykırım” yoluyla geldikleri yere, rejimin dışına sürüklenmelerini içerir. Sistemi geri yüklemek için içeri sızmış virüslerin tümüyle zararsız hale getirilmesi gerekir. Türkiye’de darbeler genelde bu işlev için kullanıldı. 28 Şubat, dönemin generallerinden Çevik Bir’in de dediği gibi bir balans ayarı, dengesi bozulmuş rejimin orijinal ayarlarına geri döndürülmesiydi. Başörtülü genç kızların üniversitelerden (sistemden) kovulması, restorasyonun bastırma, dışlama veya asimilasyon operasyonları için sembolik bir anlam ifade eder. Bir Cumhuriyet kurumu olan üniversiteler böylece tekrar laik ve modern görünüme kavuşturulmuşlardır!

Açık ki, Agâh Akyazıcı’nın bahsettiği restorasyon bu içeriğe karşılık düşmüyor. Dışlama yerine içermeyi kapsayan bir restorasyon tanımlamasına, ancak Gramsci’de kullanıldığı şekliyle restorasyon-devrim diyalektiği içinde çubuğun bir tarafa eğilmesiyle ulaşılabilir. Akyazıcı, eğmenin de ötesine geçerek çubuğu restorasyon tarafına kırmayı tercih etmiştir.

Kürt sorunu bağlamında bir bütün olarak devletin gel-git’li bir tutum içinde olduğu rahatlıkla görülebilir. Ancak sadece Kürt sorunu değil, başörtüsü konusu da aynı dertten mustariptir. Kimi zaman yasalara rağmen fiili durumlar yaratılacak, kimi zaman fiili durumlara karşı yasalar devreye girecek, fakat eski rejim günbegün direncini kaybedecektir. Açılım tartışmaları sonrası restoratif dile geri dönülmesi, bu gerçeklik nedeniyle reformun kendi iç mantığına ters değildir. Bir restorasyon fikri, Kürt devrimi karşısında her zaman repertuarda tutulacak, zaman zaman yüksek sesle ve giderek sayıklamalar şeklinde duyulacaktır. Ancak yeni rejim, Kürtleri içermeyi amaçlayan reformcu bir yönelimi asla terk etmeyecektir.

Politikanın doğası, elbette bu tür kesinlikleri kaldırmaz, fakat veriler doğru dizayn edildiğinde belirli bir öngörü hakkı vardır. Sadece PKK mücadelesi, iç veya dış baskılar değil, AKP faktörünün kendisi eski rejimi diriltecek bir yönelime girmeyecektir. Girmesi durumunda AKP, AKP olmayacak ve farklı bir tartışmanın konusu haline gelecektir.

Reform yoluyla Kürtlerin içerilmesi öncelikle “karşı-şiddet”i gündeme getirecektir. Şiddet, eskisi gibi restoratif bir bastırma ya da “soykırım” değil, siyasal öncüyü yalıtmaya dönük gelişecek[36], rejimle Kürtler arasındaki tampon bu şekilde ortadan kaldırılacaktır. Amaç, rejimin Kürtlere doğrudan dokunabileceği bir zemin yaratmak ve Kürt sorununu etnik, kültürel, sosyolojik veya ekonomik bağlama kaydırarak tedrici olarak bitirmektir.

Kürt siyasi öznesi tehlikenin yeterince farkındadır. Özellikle önderlik meselesine yaklaşım, içeriden başlayarak oluşacak reformcu tutuma kapıları kapatmıştır. Öyle söylenebilir ki, her devrimin temel sorunu, iktidardan çok daha önce önderlik sorunudur. Kürt devriminin ortaya koyduğu en özel derslerden biri budur. Her devrim bir önderlik yaratma sürecidir. Hareketin önderlikten kopmaması kadar önderliğin de hareketten kopmasına izin verilmemesi, süren devrimin en büyük başarısıdır. Hareket bu bütünlüğü koruduğu sürece rejimin reformcu parçalama taktiklerini boşa çıkaracaktır.

Öte yandan Kürt siyasi öznesinin zaman zaman “halk ayaklanması”, “halk savaşı” alternatifini düşünüyor olması, aslen silahlı mücadelenin alanını genişletmek değil, öncünün kolayca izole edilmeyeceği bir mekanda mevzilenmesi anlamına gelecektir. AKP’nin komutasındaki savaşın böyle bir mekana kaydırılması reformcu izolasyonu boşa çıkaracak bir hamle olabilir. Fakat mevcut alışkanlıklar ve deneyimler göz önüne alındığında PKK’nin bunu ne kadar başaracağı, köklü bir değişime uğrayacak savaş stratejisini yakın bir zamanda ne hızda örgütleyebileceği, üzerinde çok ciddi durulması gereken sorulardır. Aynı sorular toplu halk ayaklanması için de geçerlidir. Mevcut haliyle, devrimci üretkenliğin sürdürülebilirliği, her türden finalist yaklaşıma tercih edilebilir. Siyasi varlığın korunması nihai hedeften çok daha önceliklidir. Reformasyona karşı bir deformasyon hareketi olarak devrim, devrimci öznenin rejime kendini “zor”la kabul ettirmesidir. Erken ve hazırlıksız bir nihai zorlama, reformlarla yarım kalmış isimsiz devrimler listesine bir yenisini daha eklemekten başka anlama gelmeyecektir.

 

 


[1] Lenin, Ne Yapmalı’da reform konusunu devrimci partinin mücadelesinin bir unsuru olarak tartışır. Politik grupların reform meselesini ele alışları da ağırlıklı olarak bu anlayış eksenindedir. Reform mücadelesini özel bir “görev” gibi ileri sürenleri liberal oportünizmin ekmeğine yağ sürmekle eleştiren Lenin, şöyle der: “Devrimci sosyal-demokrasi, reformlar uğruna mücadeleyi eylemine her zaman katmıştır ve şimdi de katmaktadır. Ama sosyal-demokrasi, “iktisadi” ajitasyonu, yalnızca hükümetten her türden önlemleri yerine getirmesini istemek için değil, aynı zamanda (ve esas olarak) hükümetin bir otokratik hükümet olmasına son vermesini istemek için de kullanılır.” (Lenin, Ne Yapmalı, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Ankara 1992, 4. Baskı, s. 67)

[2] Radikal İslamcı gruplarla, İslamcı legal partilerin bir bütün olarak politik İslam olarak nitelendirilmesi örgütsel yapılar arasındaki bağlantıları ya da farklılıkları silikleştirmiyor.

[3] Murat Belge, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, Birikim Yay., İstanbul 1989, s. 38

[4] Cihan Tuğal, Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yay., İstanbul 2010, s. 284

[5] Rejimin İslamileşmesi, bu yazının iddiası değildir. Ancak İslami kadroların liberal platform zemininde kontrpiyede bıraktırıcı ataklarının anlamlı transformasyonlara ne derecede yol açacağı şimdilik bir muamma olsa da bütünüyle dudak bükülecek bir konu değildir. Çatışma programının bir parçası olan İslam mevzusu, “kurucu temele dışarıdan teğellenen” “devlet İslamı” değil, dışarıda bırakılmış gayri-resmi İslam’ın kendi kadroları aracılığıyla sistemin yönetici kademelerine sızmasıdır. (Tırnak içindeki ifadeler için bkz.: Agâh Akyazıcı, “Rejimin Restorasyonu ve Kürt Devriminin Seyri”, Teori ve Politika 50, s.192)

[6] Tuğal, a.g.e., s. 48-49

[7] David Forgacs (Haz.), Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, Çev.: İbrahim Yıldız, Dipnot Yay., Ankara 2010, s. 325-26

[8] A.g.e., s. 48

[9] A.g.e., s. 271

[10] A.g.e., s. 98

[11] A.g.e., s. 182

[12] Tuğal, “sivil toplum”dan farklı olarak “siyasi toplum” kavramını kullanır ve pasif devrime giden yolda bu kavrama merkezi bir rol biçer. “Siyasal toplum; siyasal liderler, otorite yapıları ve siyasal birlik tahayyülü ve uygulamasıyla sivil toplumu devlete bağlar.” a.g.e., s. 39

[13] Gökhan Gençay, “Ömer Laçiner’le Söyleşi”, Birgün Gazetesi, 14 Eylül 2007

[14] Cengiz Çandar, istifalar sonrası yayımlanan yazısında şu tespitleri yapıyordu: “Temmuz 2011 sonunda birkaç saat içine sıkışan ‘dramatik gelişme’nin, yıllar içinde yol almakta olan bir sürecin ulaştığı bir zirve noktası olduğunu anlamak gerekiyor… Türkiye’de 29 Temmuz sonrası ‘yeni siyaset denklemi’nin ‘Türkiye’nin bir numaralı sorununa ilişkin de, elbette, bir izdüşümü olacaktır. PKK-BDP hattı, bir süredir, Kürt sorununa dair her türlü olumsuzluktan Ak Parti iktidarını sorumlu tutuyordu… Askerin “siyasi karar mekanizması”nda ağırlığının son derece azalması ve Kürt sorununa ilişkin olarak büyük ölçüde ‘denklem dışı’ kalması, hükümetten özerk, hatta bağımsız ‘operasyonlar’ı da muhtemelen ortadan kaldıracaktır. (“Askeri Siyasetin ve Askerle Siyasetin Sonu”, Radikal Gazetesi, 2 Ağustos 2011)

[15] Agâh Akyazıcı, “Rejimin Restorasyonu ve Kürt Devriminin Seyri”, Teori ve Politika 50, s. 193

[16] A.g.d., s. 189

[17] A.g.d., s. 189

[18] A.g.d., s. 189

[19] Örneğin, Lenin’in burjuva demokrasisine yaptığı “biçimsellik” eleştirisi gibi.

[20] A.g.d., s. 190

[21] A.g.d., s. 191

[22] A.g.d., s. 190

[23] F. Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yay., Çev.: Kenan Somer, Ankara 1999, 3. Baskı, s. 46

[24] Almanya’nın yanı sıra birçok Avrupa ülkesinde de Katolik kiliseye karşı yayılan hareketin diğer öncüleri Avusturya’da Aultrich Zwingly, Fransa ve İsviçre’de ise Jean Calvin’di. (bkz. Çetin Yetkin, Siyasal Düşünceler Tarihi, C. 2, Gürer Yay., İstanbul 2009, s.:463)

[25] Aktaran Engels, a.g.e., s. 52

[26] A.g.e., s. 53

[27] Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e., s. 471

[28] 5. Charles 1526’da kabul ettiği reformlardan 1529’da vazgeçtiğini duyurmuş, bunun üzerine Luther ve yandaşları bir protesto bildirisi hazırlamışlardı. Bildiri sonrasında Protestan adını alan Lutherciler, köylülerin kanlarıyla sulanmış Almanya ve diğer ülke topraklarında kök budak salacaklar ve feodalizme karşı genç burjuvazinin önünün açılmasında önemli hizmetlerde bulunacaklardı.

[29] Engels, Köylüler Savaşı, s. 131

[30] A.g.e., s. 47

* Scylla, Sicilya ile İtalya arasındaki Messina Boğazı’nda yaşayan mitolojik canavar, Charybde ise muhtemelen o bölgedeki bir girdabın adı. Engels bu ifadeyi “iki ateş arasında” anlamına gelen bir deyim olarak kullanıyor. (Kaynak: Ekşi Sözlük.)

[31] A.g.e., s. 54

[32] Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: Adnan Cemgil, Belge Yay., 3. Baskı, İstanbul 1997, s. 301

[33] David Forgacs, Gramsci Kitabı, s. 511-12

[34] Cihan Tuğal, çalışmasında İstanbul’un Sultanbeyli ilçesindeki saha incelemelerine geniş yer vermiştir.

[35] Bkz. Melik Kara, “’Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru”, Teori ve Politika 47-48

[36] Tuğal, bu durumu “siyasal toplumun” massedilmesi olarak açıklıyordu. (Pasif Devrim, s. 276)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar