“Bizim Aydın”

 

 

T    A    R    T   I    Ş    M    A      /       G    Ö    R    Ü    Ş

 

“Bizim Aydın”

 Yaşar Ayaşlı

 Ön not

Bu yazı, iki ayrı zamanda yazılmıştır: Birinci kısım, alelacele yazıp, e-mail’le Aydın Çubukçu’ya gönderdiğim bir mektuptur. İkinci kısmıysa tamamlayıcı olması amacıyla yazdım ve ikisini tek başlıkta birleştirdim. Yazıyı yazdığım zamanla, Teori ve Politika‘da yayınlanma zamanı arasında bir mevsim farkı oluştu, ancak konunun özü eskimediği için bu o kadar önemli değil. Çünkü Aydın Çubukçu şahsında eleştirdiğim “tarih anlayışı” (kişilerin, grupların tarihin ancak toz zerrecikleri olabilecekleri meselesi bir yana) günümüzde çok yaygındır. Solda, “Resmi tarih” ayarında tarihyazıcılığı yapanlar vardır. Günümüzün piyasa sosyalistleri artık tarihte tutarlılığa, gerçeğe tekabüliyete önem vermiyorlar. Marksist tarih anlayışını sözde benimseyen birçok yazar, tarihin bilimsel açıklamasını reddediyor, onun yerine kurguya, sözel anlatıya, anekdotlara (vs.) dayanan post-modernist tarih anlayışını geçiriyor. Bugün, anı kitaplarını ve sol ansiklopedileri iyi takip etmiş yirmi yaşlarındaki devrimci bir gence “68’li”leri say deseniz, size, şehitler haricinde köşe yazarlarının, işadamlarının, yayınevi sahiplerinin, dergi yayın yönetmenlerinin ve hayatı teslimiyetçilikle geçmiş “defolu devrimciler”in isimlerini sıralayacaktır. “Sol”, bu noktaya kendi kendine gelmemiş, birileri tarafından getirilmiştir.

Başka bir örnek, Murat Belge’nin devrimci harekete kapalı tutulan –eksik olmasınlar, liberalize etmek için de olsa Deniz, Mahir ve İbrahim’e yer vermişler– 1328 sayfalık ansiklopedisidir.[1] Bu şiş göbekli ansiklopedide tarihin yükünü sırtında taşıyan devrimci gruplar yok sayılıyorlar. Buna karşılık, anarşistler, Troçkistler, feministler ve bilumum liberaller öne çıkarılıyor, hatta bunlara özel tarihsel kökler icat ediliyor. Ya da 12 Eylül döneminin direnmeyen gruplarından Dev Yol ortaya çıkıp akıl almaz iddialarda bulunabiliyor. Siparişe göre tarih yazılıyor artık.

 

1-  “Ben”in Tarihçisi Olarak[2]

      (Aydın Çubukçu’ya Açık Mektup)

 

Sevgili Aydın Çubukçu,

7 Haziran 2009 akşamı, saat 20.00’de CNN Türk’teki “Oradaydım” belgeselinde anlattıklarını şaşırarak dinledim. 1971 yılında gerçekleştirilen Denizli Ziraat Bankası’na ait para taşıma aracının soyulması eylemi ve bu eylemin arka planı hakkında anlattıkların birçok yanlışlar içeriyor.

İkimizi ortak bir geçmişte buluşturan bu yıllar hakkında bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum. Belgeselde ve jeneriğinde, “27 Temmuz 1971’de, Denizli Ziraat Bankası para taşıma aracının soyulması eylemini, “Arkadaşım Deniz Gezmiş’i kurtarmak ve devrimci hareketi yeniden canlandırmak amacıyla yaptım” diyorsun. Bunu daha ileri götürerek, soygunu bir grubun elemanı olarak değil, sanki kendin organize etmiş; Ertan Günçiner, Hikmet Çiçek ve Kadir Kaymaz’ı da yanına alarak her şeyi sonuna kadar kendin götürmüş gibi anlatıyorsun.

Bunların doğru olmadığını, benim kadar sen de biliyorsun. Böyle yapmakla, o dönemi yaşamamış yeni kuşaklara şu mesajı vermiş olmuyor musun? 12 Mart döneminde THKO, THKP/C ve TKP-ML’den başka, bir de amacı “Deniz Gezmiş’i ve arkadaşlarını kurtarmak ve devrimci hareketi yeniden canlandırmak” olan “Aydın Çubukçu ve Arkadaşları” grubu vardı.

Hikayen, sadece Deniz’i değil, herkesi kurtarmak istemen bakımından gayet hoş. Yalnız kurgusu ve tarihsel gerçeklerle teması bakımından bir kültür dergisi genel yayın yönetmenine yakışmayacak kadar kötü: Amacını formüle eder ve soygunu sözde planlayışını anlatırken, Denizlerin ve Mahirlerin yakalanmasıyla bankanın soyulduğu 27 Temmuz 1971 tarihi arasında, birdenbire parlayıvermiş, Alaaddin’in sihirli lambasından fırlamış biri edasıyla konuşuyorsun. Bu tarih dışılık, uzmanı olduğun ve hakkında kitap yazdığın bir konuda, basit mantık hataları yapmana kadar uzanıyor: Soygun hazırlığı yaptığımız sırada, “Deniz Gezmiş ve Arkadaşları”nın henüz yargılanmaya başlamadıklarını ve alacakları cezanın kesin olarak belli olmadığını bile unutmuşsun. Burada, madem öyleydi de soygundan sonra “arkadaşın” Deniz’i kurtarmak ve “devrimci hareketi yeniden canlandırmak” için, neden hiçbir şey yapmayıp, elini kolunu sallayarak ablanlar dahil (kendin anlatıyorsun) orada burada gezip durdun ve o kadar paran varken neden Divan Pastanesi’ni satın almak gibi boş işlerle uğraştın (vs.) diye sormayacağım.

Ben asıl, İzmir’den Denizli Ziraat Bankası’na para taşıyan aracın soyulmasını “Aydın Çubukçu ve Arkadaşları” parantezi içine almakla, el çabukluğuyla tarihte kendine bir yer eşeleyip, alelacele gecekondu dikivermek istermişsin izlenimi vermen üzerinde duracağım. Konuşurken sürekli ellerini ovuşturup durmanı bu nedenle mi, yoksa soygun anındaki bavullar dolusu para gözünün önüne geldiğinden mi yaptığını da pek ayırt edemedim.

Sen de çok iyi biliyorsun ki, adı geçen soygun (birçok başka arkadaşın gibi sana da bir rolün düştüğü), o zamanlar “Aktancılar” veya “Basın-Yayın Komünü” diye anılan devrimci grup tarafından yapıldı. Belki de kendini öne çıkarmak için anlatmaktan geri durduğun ve sır gibi sakladığın, dünya alemin bildiği bu grup, 1968’den başlayıp çeşitli evrelerden ve dönüşümlerden geçerek günümüze kadar uzanan bir tarihe sahiptir. Dev-Genç içinde Basın-Yayın Yüksek Okulu merkezli bir grupken, Aydınlık dergisi içindeki bölünmede önce Doğu Perinçek grubu tarafında yer aldığını, bir yıl sonra “pasifist” diye suçladığı bu gruptan da ayrılınca bağımsız bir gruba dönüştüğünü herkes bilir. Birçok başka girişimin ardından 12 Mart darbesiyle açılan yeni dönemde okulda ve yasal alanda barınamaz hale gelen grup, yeraltına geçmeye karar vermiş ve adı geçen soygunu yapmıştı. Ne var ki, amacı senin gösterdiğin gibi “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını kurtarmak” değil, “Aktancılar” ya da “Basın-Yayın Komünü” denilen kendi varlığını sürdürmek, o zamanki söylemiyle proletaryanın öncü partisini yaratmak için yapacağı çalışmaları finanse etmekti.

Bunları sana niye mi anlatıyorum? Hem unuttuğun için, hem de benim unutmadığımı bilmen için elbette. Yoksa Deniz’i hepimiz severdik ve elimizden gelse O’nu da, Mahir’i de, başka devrimcileri de kurtarmak isterdik. Ama bu başka, Deniz’i kurtarmayı bir grubun varlık nedeni ve amacı haline getirmek başkadır. Soygun kararını, “Aydın Çubukçu ve Arkadaşları”, daha doğrusu senin liderliğin altında Ertan, Hikmet ve Kadir vermiş gibi anlatıyorsun. Emin misin? Ben çok iyi hatırlıyorum: Kararı alan ve rolleri dağıtan sen değildin! O toplantıda başkaları da vardı ve en az senin kadar söz sahibiydiler.

Eğer televizyonda söylediklerinde ısrarlıysan liderlik yeteneğin, askeri meziyetlerin ve ne kadar adamın olduğu konusunda ikna edici şeyler söylemen gerekir. Kaldı ki, içinde kendi elemanımız olan bir aracı soymak, ne zor bir şeydi, ne de soygun sadece bundan ibaretti. Kadir Kaymaz haricinde, henüz polis isimlerinizden haberdar değilken, üçünüz Ankara’ya gidince iş bitmiyordu. O kadar paranın saklanması ve Ankara’ya taşınması, özellikle de her yerde açık isim ve afişlerle aranan Kadir Kaymaz’ın –çenesi öne çıkık haliyle İzmir dışına çıkması zordu– saklanması ve İzmir’den çıkarılması, o amaçla yeni evler tutulması gibi işler vardı ve bunların her bir kısmı için ayrı hücreler görevlendirilmişti. Yoksa bu iş, “Aydın Çubukçu ve arkadaşları” dediğin dört kişiyle falan olacak cinsten değildi. Daha fazlaydık diyorsan, bu “üç kişi”den başka isimler sayman gerekir. Hem Ertan ve Hikmet ne derler acaba, katılırlar mı senin bu iddialarına? Kadir Kaymaz’ı zaten saymıyorum, çünkü bizim her gördüğümüzde yüzüne tükürdüğümüz bir itirafçıydı o.

Bunun ötesinde, İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açılan “Aktan İnce Ve Arkadaşları Davası”nda onlarca kişi yargılanıyordu ve bildiğim kadarıyla bunlar arasında “Aydın Çubukçu ve Arkadaşları” diye bir alt veya üst kategori yoktu. Şu iddiana gelelim: Banka aracına Kadir Kaymaz’ın teyze oğlu diye binen Ertan’ın uygun yere gelince şoföre ve ötekilere “THKO namına” deyip silah çektiğini söylüyorsun. Senin gibi o anda ben de orada değildim, ama böyle dendiğini ilk defa senden duyuyorum. Böyle bir şey olmuşsa bu büyük bir hatadır, çünkü dışımızdaki bir grubun adını kullanmak siyaseten ve ahlaken yanlıştır. Hatta, THKO böyle bir tavrı haklı olarak husumetle karşılardı.

Daha söylenecek çok şey var, ama bu kadar yeter. Sevdiğim ve dost bildiğim senin gibi bir insanın böyle yapması beni derinden sarstı. Her şey ortadayken, böyle bir şey yapmış olmanı, son yıllarda keşfedilmiş “Deniz Gezmiş’in arkadaşlığı” istismarı ve devrimci hareketin yakın geçmişinde gözüne kestirdiğini kendi hesabına kaydetme modasına kapılmana bağlıyorum. Yoksa polis tutanaklarında, iddianamelerde, mahkeme kararları ve tutanaklarında, gazetelerde, ansiklopedilerde, anı kitaplarında yazılanlar gayet açıktır. Kamuoyunun gözü önünde böyle şeyleri tartışmaktan utanıyorum. Bununla birlikte, eski “Aktancılar”ın her biri bir tarafa dağılmış ve böyle şeylere ilgi duymuyorken, isimlerinin üzerini birer birer çizer ve kendime üzerinden yayın yapabileceğim bir tarih istasyonu kurarım diyorsan, “Dur hele bir bakalım” diyecekler elbette çıkacaktır.

Sevgili arkadaşım;

Bunlara katılmıyor, yanlış söylediğimi düşünüyorsan, genel yayın yönetmeni olduğun dergide veya başka bir yerde bu açık mektubumu yayınlar ve çürütürsün. Sana bu yakışır.

Yaşar Ayaşlı / 10 Haziran 2009  

2- “Biz”in Tarihçisi Olarak[3]

İletişim Yayınları tarafından Murat Belge gözetiminde çıkartılan “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce” dizisinin “Sol” cildi içinde, Aydın Çubukçu’nun “TDKP – ‘Halkın Kurtuluşu’: Gerilladan Partiye” başlıklı bir yazısı yayınlandı.[4] Türkiye solunun tarihi liberal açıdan yeni baştan yazılırken, radikal devrimci grupların dışta tutulmakla bırakılmayıp, liberal kalemlere yer yer hırpalatıldığı böyle bir ciltte, hangi ortaklıklar gözetilerek yer alındığı meselesi konumuzun dışındadır. Benim bu yazıya ilgimin nedeni, mutat bir eleştiride bulunmak değil, aslında küçük ve önemsiz bir detaydan ibaret yukarıdaki açık mektuba genel bir çerçeve sağlamaktır. Bu yüzden, geçmişteki bazı şeyleri hiç yaşanmamış, bazı şeyleri çok farklı yaşanmış, bazı şeyleri de kusursuz yaşanmış gibi gösteren fraksiyoncu tarihyazımının, “Ben”den “Biz”e nasıl geçtiğini ve ikisi arasındaki kusursuz uyumu göstermeye çalışacağım.

***

Sözü edilen yazıda bir çeşit “parti tarihi” özeti yapan Aydın Çubukçu, giriş kısmında THKO’nun nasıl bir ideolojiye, nasıl bir örgütlenmeye, nasıl bir politik yönelime sahip olduğu gibi esaslı noktalara zerre kadar değinmiyor. Sanki sayfa doldurmak istermiş gibi, uzata uzata işçi ve köylü hareketlerini anlatıyor. Bu maksatsız değil elbette:

THKO’yu kuran kadroların, “yalnızca öğrenci hareketinin bir ürünü” değil, aynı zamanda işçi ve köylü hareketiyle bağlantılı oldukları izlenimi vermek istiyor. Mesela, “Başta Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin olmak üzere, pek çok öğrenci lideri… 15-16 Haziran 1970’de gerçekleşen büyük işçi eyleminde de etkili bir rol oynamışlardı” diyor[5] Kendisini hep “Deniz Gezmiş’in arkadaşı” ve “kurtarıcı” adayı olarak takdim eden ve konu üzerinde koskoca bir kitap yazmış Aydın Çubukçu, nasıl oluyorsa Deniz’in ve Cihan’ın o tarihte cezaevinde yattıklarını unutuveriyor. Herkes bilir ki, Deniz ve Cihan, 20 Aralık 1969’da gözaltına alınıp Sağmalcılar Cezaevine kondular; 10 Haziran 1970 tarihinde Sağmalcılar’dan Bursa’ya nakledildiler ve oradan ancak 18 Eylül 1970 günü tahliye olabildiler. Deniz’in o sırada gerilla üzerine kafa yorduğu da biliniyor. İstanbul’daki yakın çevresiyle yolunun tam o dönemde ayrıldığı dikkate alınırsa, dolaylı bir rol oynadığından söz etme imkanı da kalmaz. THKO’nun kuruluş döneminin özüne ilişkin olarak giderayak söylenen tek şey ise şu: “THKO önderleri, MDD hareketi içinde, genel olarak Türk Solu ve Aydınlık dergisinde işlenen temel tezlerden çok farklı görüşlere sahip değillerdi. Özellikle Kemalizm, ‘milli cephe’, ‘işçi-köylü ittifakı’ gibi konularda MDD hareketi içindeki diğer fraksiyonlar tarafından da paylaşılan tespitlerde, THKO’nun farklı, aykırı bir görüşü yoktu. Ancak ‘askeri darbe yoluyla devrim’ görüşünü savunanlarla ilişkileri daima reddetmişler…”[6] Bu doğru değil. Tersine çevrilirse doğru olur: Dönemin radikal hareketleri içinde Kemalizmin ve MDD’ciliğin etkisini en çok taşıyan grup, THKO’ydu. Sadece şu olgu bile bu iddiayı çürütür: İbrahim Kaypakkaya, Kemalizm eleştirisindeki eksik ve yanlışları ne olursa olsun, tartışmasız herkesten öndeydi. THKO ve THKP/C ise Kemalizmi eleştirmiyor, tersine onu yakın müttefikleri olarak görüyorlardı. Onca açıklığına karşın bugün bunları tartışıyor olmak abestir. Burjuvazinin ve medyanın Deniz’i öne çıkartıp, Mahir’i biraz geriye, İbrahim’i ise en geriye itmeleri bir ipucu olarak değerlendirilebilir.

***

Bir sonraki dönemin başında, yani 1974-75 yılarında THKO önderlerinin yaptıkları özeleştiri içinse şu söyleniyor: “1974-75 yıllarında… özeleştiri derinleştirildi. Siyasi, ideolojik ve toplumsal kapsamda geliştirilen özeleştiriyle ulaşılan sonuç, ‘kitle çizgisi’, ‘parti’, ‘işçi sınıfı öncülüğü’ gibi kavramların önem taşıdığı yeni bir politika anlayışı oldu. ‘Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfına yöneliş’ olarak adlandırılan bu yeni süreçte, devrimci şiddetin ve şiddete dayanan devrim fikrinin savunulması belirleyici bir özellik olarak korunuyordu. Revizyonizm tüm temelleriyle eleştirilirken…”[7] Yeni döneme girilirken “küçük burjuva maceracılığı”nın eleştirildiği, artık bundan böyle modern revizyonizme karşı “Marksizm Leninizm”in savunulacağının söylendiği doğrudur. Ancak söylem düzeyinde kalmış bir şeydi bu, esasta adım ileriye doğru değil, yana ve geriye doğru atılmıştı. Çünkü eskinin yerine konan, her ne kadar öyle dense de, Marksizm Leninizm değil küçük burjuva reformizmiydi. Bunun en önemli kanıtları, “Proleter devrimci” payesi verilen Doğu Perinçek grubuna duyulan büyük sempati ve SBKP’nin başını çektiği modern revizyonizme karşı o günkü ÇKP çizgisinin benimsenmesidir. Tabii ki geriye gidiş bununla sınırlı değildi; reformist eğilim, siyasetten örgütlenmeye kadar birçok alanda kendini gösteriyordu. Bu belirtilere, bizim eski gruptan birisinin kaleme aldığı “Tırmanan Faşizm Teorisi” denilen yazıyı da ekleyebiliriz.[8] 1975 özeleştirisinde geriye gidiş, her biri bir ara başlık olarak kullanılan “kitle çizgisi”, “devrim kitlelerin eseridir”, “parti” gibi sloganlaştırılmış kavramların yorumlarında kendini açığa vuruyordu. Sözde “küçük burjuva maceracılığı” eleştirilerinde Leninist kavrayışın izi bile yoktur. Aydınlık grubunun imal ettiği reformist tekerlemeler dua okunur gibi tekrarlanıp durmuştur. Bu yüzden özeleştiri daha çok kendiliğindenliğe tapınmanın, kitlelerin kuyruğuna takılmanın ideolojik temellerini hazırlayacaktır. 71 ihtilalcilerinin bayraklarında yazılı “gerilla” ve “öncü savaşı” sloganları geri çekilmiş, yerine daha ileri ve doğru olanı değil, artçı, kitle kuyrukçusu sloganlar geçirilmiştir. Sadece THKO’ya mahsus olmayan yeni anlayış, yıllar sonra Taner Akçam tarafından geliştirilerek, Dev Yol tanımında veciz bir ifadeyle dile getirilmiştir: Halk hareketi varsa varız, yoksa yokuz! Dolayısıyla, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu gibi gazetelerin yaptıkları özeleştiriler kadar, Kurtuluş’un özeleştirili, Dev Yol’un özeleştirisiz yeni yönelişleri de bu doğrultudaydı. Belli başlı grupların önderliklerinin çoğunlukla hapishaneden yeni çıkmış yol yorgunlarından oluşması, geneldeki sağa yönelişin önemli faktörlerinden biriydi. Her birinde idamların, Kızıldere Direnişinin, işkence tezgahlarının ve cezaevlerinin yılgınlığından izler vardı. Eğer 1974 yılı, sosyal muhalefetin dalga dalga yükselişi ve 71’in ihtilalci önderlerine hayran, onların intikamını almak isteyen yeni devrimciler “kuşağı”yla birlikte gelmese, bu önderlikler açmadan solan çiçekler durumuna düşerlerdi. Ancak taze güçlerdir ki, yorgun önderliklere yelkenlerini şişirme ve yeni koşullara ayak uydurma imkanı sağlamıştır. Tersini iddia edenlere, hem 1974-80 yılları arasında büyük tarihsel fırsatın nasıl kaçırıldığını, hem de 12 Eylül 1980 darbesinden sonra karnesi herkesin önüne konmuş büyük sınavı iyi analiz etmelerini öneririm.

***

Bir hareket, ÇKP bayraktarlığında PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) ile yarışa girmişse orada durmak gerek. Birini bırakıp (SBKP), ötekine (ÇKP) sarılarak modern revizyonizmle mücadele edilemezdi. Gerçi Aydın Çubukçu ÇKP safına geçişi, “SBKP’nin Stalin’e yönelik eleştirileri karşısında, ÇKP’nin Stalin’i savunuyor görünmesi”ne aldanmakla açıklayıp işin içinden kurnazca sıyrılıveriyor. Madem öyleydi de, “yüzde yüz” Stalinci AEP dururken, neden ÇKP gibi “yüzde yetmiş” Stalinci bir partiye sarıldınız diye sormazlar mı? Sağ bir deformasyona uğramamış, devrimci refleksleri güçlü, ortalama bir devrimcinin bile savunmayacağı “Üç Dünya Teorisi” gibi her tarafından diplomasi akan karşı devrimci bir “teori”yi savunmanın hiçbir mazereti olamaz. En sağ kutuptaki “Cüce Teng” (Deng Hsiao Ping) reformizminin hakim olduğu, üstelik Çin ile ABD arasındaki diplomasi trafiğinin zirveye doğru ilerlediği bir dönemde, ÇKP’ye ve bu “teori”ye sarılmak hiç iyiye delalet değildi. “THKO, aynı dönemde faaliyet gösteren Maocu ve temel kaynaklarını ÇKP’den derleyen diğer genç siyasal hareketlerden farklı olarak, ‘Mao Zedung Düşüncesi’nin iddia edildiği gibi, ‘çağımızın Marksizm-Leninizmi’ olduğu görüşünü hiçbir zaman paylaşmadı.”[9] ” ‘Üç Dünya Teorisi’ adı altında yürütülen … politikayı …. kuşkuyla karşıladı.” “…[B]u eleştiriler, AEP önderi Enver Hoca’nın eleştirilerini açıkça dile getirmesinden önce THKO içinde önemli ölçüde geliştirilmişti.”[10] Nalıncı keseri bir iniyor, bir kalkıyor: “Biz her zaman Marksist-Leninisttik. ÇKP, Maoculuk, ‘Üç Dünya Teorisi’, “yarı feodal Türkiye” (vs. vs.) yazılarımızda bir süs gibi duruyordu.”

Sizin her zaman farklı olduğunuzu bilmeyen mi var? Hiçbir doğruluğu ve inandırıcı yanı olmayan bu tarz söylemler artık mazide kaldı sanıyorduk. Meğer her şey değişirken bu arkadaşlar zerrece değişmemişler. ÇKP’ye ve “Üç Dünya Teorisi”ne karşı tabanda o tepki varken zaten fazla ileri gidemezlerdi. Doğu Perinçek grubunu “proleter devrimci” ilan ettikten sonra geriye ne kalıyordu ki?

Bu noktada Aydın Çubukçu’nun, hiç sözünü etmediği bir şey daha var: THKO önderleri, özeleştiri sürecinin ardından aynı çatı altında birleşmek üzere Doğu Perinçek’in lideri olduğu PDA ile “proleter devrimcilerin birliği” görüşmeleri yapıyorlardı.[11] Bu görüşmelerden birini, Gün Zileli anılarında şöyle anlatıyor: “Oral’la ben, üzerimize aldığımız ‘birlik görüşmeleri’ görevini yürütebilmek için, öncelikle ‘Halkın Kurtuluşu’ ve ‘Halkın Yolu’ gruplarıyla bağlantı kurduk. Onlara, ‘Mao Zedung Düşüncesi’nin teorik sorunlarını birlikte tartışmayı önerdik… ‘Halkın Kurtuluşu’ adına Mehmet Asal, Semih Orcan ve Ercan Öztürk geliyordu… ‘Halkın Birliği’ dışındaki üç grup da Türkiye’nin ‘yarı-feodal’ olduğunda birleşiyordu… Dört grubun içerisinde en ‘yarı-feodal’ci biz kalıyorduk. ‘Halkın Kurtuluşu’ bizi izliyordu.”[12] Bunlar THKO’nun “resmi tarihi”nde adı anılmayan şeylerdir. Adı anılanlar ise sıkı bir tornadan geçirilip düzeltildikten sonra takdim ediliyor. Mesela şöyle: ” ‘Üç Dünya Teorisi’…kuşkuyla karşıla[n]dı… AEP önderi Enver Hoca’nın eleştirilerini açıkça dile getirmesinden önce THKO içinde önemli ölçüde geliştirilmişti. Daha sonra, bu teoriye karşı açıktan cephe alınacak Maoculukla olan bu mesafeli ilişki tümüyle kesilecektir.”[13]

“Üç Dünya Teorisi”nden kuşku duyuluyor idiyse, bu “teori” üç yıl boyunca neden savunuldu? 1977 başında bu “teori”nin terk edilmesini isteyenler bir genelgeyle savunmaya zorlanmışlardı. Kaldı ki, birleşmenin ilk gününden itibaren bu teoriyi savunmadığımızı ve eleştirdiğimizi yoldaşları kadar, Aydın Çubukçu da bilir. Herkes “Üç Dünya Teorisi”ni savunmuşmuş, hiç kimse bu “teori”yi eleştirmemiş ve uyarıda bulunmamışmış, THKO önderleri utangaç bir şekilde buna bulaşmışlarmış ve her şeye rağmen kendi başlarına ve en önde bu “mesafeli ilişki”yi koparıp atmışlarmış!… Bu tarz anlatının gerçek süreçle hiçbir ilişkisi yok.[14] Bu, sıkıştıkça anlatılan eski bir TDKP masalıdır.

***

THKO, 1975 yılının sonuna doğru bir bölünme, bir de birleşme yaşadı. SBKP tarafını seçen Teslim Töre’nin liderliği altındaki bir grup (Mücadelede Birlik) özeleştiriye karşı çıkarak ayrıldı. Zaten baştan beri ÇKP-AEP blokunu savunan “Aktancılar” denilen grup ise özeleştiriyi olumlayarak THKO ile birleşti. Bölünme ve birleşme, sanki tarihyazımına yabancı salt matematiksel kavramlarmış gibi davranarak, bu iki önemli olayın adını hiç anmıyor Aydın Çubukçu. Halbuki, “Aktancılar” veya “Basın-Yayın Komünü” denilen grubun mensubu olarak Niğde Cezaevi’nde yattığı sırada bunları çok iyi biliyordu. Grup, 1974 sonrasında büyük kentlerdeki taraftarları ve özellikle militan kadroları bakımından hatırı sayılır bir güce ulaşmıştı. O güne kadar kendi adıyla anılmayı, bir örgüt veya politik dergi adıyla anılmaya tercih etmiş olan Aktan İnce, alttan gelen “yazılı siyaset” istekleri karşısında tutunabilecek durumda değildi; siyasetsizlikle (sözlü görüşler vardı sadece), grubun THKO’ya yaklaşan büyümesi arasındaki çelişkiyi birleşme yoluyla aşmak ve böylece statüsünü korumak istiyordu. Nitekim 1975 yılı sonuna doğru gerçekleştirilen görüşmelerin ardından karşılıklı birleşme kararı alındı. Grubun yazılı olmayan görüşleri “Sovyetler Birliği, sosyal emperyalist bir devlete dönüşmüştür”, “Üç Dünya Teorisi oportünisttir”, “Türkiye’de kapitalizm hakimdir”, “Kemalizm milli burjuvazinin ideolojisidir”, “proletaryanın fiili önderliği” vb. gibi başlıklarla özetlenebilir. Birleşme, THKO’ya taviz üzerine kurulmuştu: “THKO adı nasıl olsa yakında değişecek”, “Yarı feodal diyen birkaç kişi var, onlar da yakında ikna olur” gibi asılsız vaadlerle kandırıldığımızı anladığımızda iş işten geçmişti. Ortada program ve tüzüğe, maddeleştirilmiş kararlara dayalı bir belge de yoktu. Bu yüzden, her iki taraf açısından da ilkesiz bir birleşmeydi. Bununla birlikte, Teslim Töre grubundan kalan boşluk dolduruluyor, THKO büyük bir dinamizm kazanıyordu. Örgütün Türkiye’nin en büyük gruplarından biri haline gelmesi asıl bu dönemde olmuştur. Bu noktada, bizim grubun harekete biraz militanlık aşıladığını da söyleyebilirim. THKO önderleri meselenin bu tarafını hep sakladılar, anmak zorunda kaldıklarında ise bunun bir birleşme değil “katılım” olduğu havasını verdiler. Bu inkarcılığın, bizimle aynı geçmişten gelen, ancak ayrılma sonrasında Ertan Günçiner’le beraber (Hikmet Çiçek Aydınlık’a geçecekti) THKO’da kalan Aydın Çubukçu’da da görülmesi, devşirmelere özgü bir kompleksin ifadesidir. Aydın’ın, bir kıdem göstergesi, bir unvan haline getirdiği “Deniz Gezmiş’in Arkadaşı” nitelemesini, kendi (hakiki) tarihine tercih etmesi soylu bir tavır değildir. Aslını inkar eden haramzadedir.

***

“THKO’nun efsanevi etkisi” gibi büyüleyici lafları seven, ama program, tüzük, illegal örgütlenme, çalışma tarzı gibi en önemli meseleler üzerinde durmayı sevmeyen Aydın Çubukçu, 1975 sonrasını anlatırken, belki özel ilgi alanına girdiğinden, hemen legal alana geçiyor:

“Halkın Kurtuluşu gazetesi, 1976 yılında, artık belli bir ergenlik dönemini tamamlamış hareketin ‘legal merkezi yayın organı’ olarak doğdu. Halkın Kurtuluşu, ‘Kollektif bir ajitatör ve kollektif bir propagandacı ve kollektif bir örgütleyici’ olacak, hareketin, kitlesel ilişkilerinin örgütlenmesi amacına hizmet edecekti.”[15] Tek bir kusuruna dahi değinilmeden gazetenin marifetleri anlatılıyor.[16] Yasal bir gazete, bizim gibi bir ülkede, örgütün “merkezi yayın organı” olamazdı, olmamalıydı. Lenin’in söylediği “Kollektif bir ajitatör ve kollektif bir propagandacı ve kollektif bir örgütleyici” işlevlerinin yerine getirilmesinde, illegal Iskra ile legal Halkın Kurtuluşu aynı nitelikte değil, birbirlerine zıt organlar olarak görülmelidir. Legal bir dergi, nihayetinde kendi etrafında örgütlenmiş bürolardan, metropolden en uç kente, ana bürodan semtlere ve okullara uzanan yasal bir dağıtım ağından, gazete bayilerinden, kitapçılardan, derneklerden başka bir şey değildir. THKO önderleri “Halkın Kurtuluşu Yazı Kurulu” toplantısından çıkınca paltolarının yakasını yukarı kıvırıyorlar ve etrafı şöyle bir kesiyorlar diye, siyasi polisin kontrolü ve alanı dışına çıkmış olmuyorlardı. Gazeteden derneğe, gençlik örgütlerinden semt kahvelerine kadar her şeyleriyle açıktaydılar. Deniyor ki: Halkın Kurtuluşu, “hareketin ‘legal merkezi yayın organı’ olarak doğdu”. Doğru: Örgüt, yani THKO biçimseldi; yasal “hareket” ve yasal yayın organı ise gerçek!

Aydın Çubukçu “işçi sınıfının öncülüğü”nün öteki gruplara fark atacak şekilde kavrandığı iddiasında. Gerçek, gerçekliğini, iddia edilmesine borçlu değildir. Anti emperyalist, anti feodal talepler ve sloganlar, işçilerin güncel talepleri etrafında ajitasyon yapmakla yetinen bir gazete, ne partiyi sınıfın “öncü”sü, ne de sınıfı ezilenler kampının “öncü”sü yapabilirdi. “Öncü”lüğün sırrı, illegal partide, proletaryanın örgütlenmesinde ve sosyalist görevlerin aksatılmamasındadır. Buysa, yasal bir hareketin başaracağı bir iş değildir. Halkın Kurtuluşu, Iskra’nın işlevleri sayılarak değil, kendi işlevleri sayılarak tanımlanmalıdır: “Kollektif bir ajitatör ve kollektif yasallaştırıcı.” Ajitatörlüğünü de öyle militanca değil, yasalar izin verdiğince, “medeni” şekilde yerine getirdiğini unutmayalım.[17] Hareketin motoru rolünü, sözde “illegal örgüt”ten alıp yasal alana taşıyan ve ancak yasallık üretebilen gazeteden ne beklenebilirdi. Uzaktan sesi koyu gelen Halkın Kurtuluşu, özeleştiri sürecinin ardından girilen reformist, kuyrukçu yönelimin bir orkestra şefi gibiydi ve görevi ekonomik-siyasi ajitasyon yürütmek olan herhangi bir sendika gazetesinden farklı değildi.

Bunlar bir tarafa, peki Aydın Çubukçu o dönemde Türkiye’yi devrime kadar “yarı feodal” kalmaya yazgılı bir ülke olarak gördüklerini, feodalizmin yukarıdan aşağıya çözülmesini imkansız saydıklarını, “komprador burjuvazinin emperyalizme ajanlık ve acentalık yapan güçsüz bir sınıf” olduğunu, “Ulusal Demokratik Halk Devriminin özü toprak devrimidir” dediklerini, “orta burjuvazi”yi devrimin itici güçleri arasında saydıklarını, mevcut aşamada devrimin “gayri milli kapitalizm” ile “milli kapitalizm” arasındaki mücadele olarak seyredeceğini, işçi sınıfının görevinin “millli (rekabetçi) kapitalizmin gelişmesini sağlayacak şartları yaratmak” olduğunu (vs. vs…) savunduklarını neden hiç anmıyor? Neden bir özeleştiri yapma gereği duymuyor? Bu tezlerin Parti Bayrağı’nda, muhtelif broşürlerde, ve Halkın Kurtuluşu’nda yıllar boyu savunulduğunu, örgüt belgeleri olarak resmiyet kazandığını o dönemi yaşayanlar iyi bilirler. Teori ve siyaset adına ortaya atılanlar eften püften de değil, insanı ipe götürecek cinsten tezlerdi üstelik. Bunların “Niğde Grubu” tarafından, yanı başındaki arkadaşları tarafından yazıldığını Aydın’ın iyi bilmesi gerek. Sonradan çark etmek zorunda kaldıkları bu oportünist tezleri reddettiğimiz için, bize de “Troçkizm kusan revizyonistler”, “revizyonist tasfiyeciler” diye saldırmışlardı. Bizim 1979-1980 yıllarında savunmadığımız ve reddine çalıştığımız bu tezlerin yanlışlığını, ne mutlu ki on-on beş yıl sonra anlayabildiler.

Aydın Çubukçu, baştan birleşmeye değinmeyince, THKO’nun 1977 Mayısı’ndaki bölünmesine de değinmiyor.[18] Burada gayet mantıklı. Yalnız bunlardan söz etmeyerek kökenini gizlediği için, THKO’ya nereden geldiği, gökten zembille inip inmediği meselesi 2007 tarihli “TDKP – ‘Halkın Kurtuluşu’: Gerilladan Partiye” yazısında açıklanmamış olarak ortada duruyor. Aydın Çubukçu, THKO çizgisini savunmadan önce ortaokul sıralarından itibaren hep “Deniz’in Arkadaşı” çizgisi mi izledi? Neyse ki yazıdan iki yıl sonra, “Oradaydım” belgeselinde, “Deniz Gezmiş’i kurtarmak için, ‘THKO imzası’ ile, Aydın Çubukçu ve arkadaşları tarafından planlanıp gerçekleştirildiği söylenen Denizli Ziraat Bankası aracı soygunu” hikayesi sayesinde, bu eksiklik gideriliyor!

***

Sadece bunları değil, THKO 1977 ortasında bölündükten sonra Merkez Komitesinin “Proleter Devrimcilerin Birliği” anlayışını tekrar gündeme getirdiğini de anlatmıyor. Halbuki, THKO, TKP-ML Hareketi ve THKP-C/HY önderlikleri, PDA’yı da kapsayacak şekilde, “Proletarya “Partisini İnşa Bloku” adı altında görüşmeler başlatmışlardı. Amaç, “Üç Dünya Teorisi” ve “Mao Zedung Düşüncesi” bayraktarlığı etrafında bir araya gelmekti. Her biri, TİKB’nin “Üç Dünya Teorisi”ne ve Çin oportünizmine yönelttiği eleştirileri boğup abluka altına alarak, bunun zaten kaynayıp duran kendi tabanlarına sirayet etmesini önlemeye çalışıyordu. Hepsinin gazetelerinde ortak veya ayrı açıklamalarla duyurdukları bir de ortak sloganları vardı: “Kahrolsun Hizipçi Revizyonistler!”, “Kahrolsun Uluslararası Komünist Hareketi ve Ülkemizdeki Proleter Devrimcilerin Birliğini Bölmeye Çalışanlar!” Sonuç mu? Bizim arkamızdan, sadece “Üç Dünya Teorisi”ni reddettikten sonra değil, “Mao Zedung Düşüncesi”ni eleştirdikten sonra da küfrettiler. Yine de her defasında tıpış tıpış geldiler peşimizden. Eğer tabanları daha devrimci çıkıp sürüklemeseydi, belki de hepsi birleşecek ve hala Çin revizyonizminin bayrağını sallıyor olacaklardı. Buna rağmen THKO önderleri, TİKB’yi en yumuşak durumda bile “revizyonist elebaşılar”, “anti-parti karşı devrimciler” diye nitelendirdiler. Ne faşistliğimiz, ne karşı devrimciliğimiz, ne CİA ve MİT ajanlığımız kaldı. Bizi yok etmek için polisten daha şiddetli saldırdılar. Dayak yemedik insanımız kalmadı. Yoldaşlarımız işkenceden çıkıp cezaevine gittiklerinde bir de “Halkın Kurtuluşçuları”ndan dayak yediler. Duvarlardaki sloganlarımızın altındaki amblemleri silip yerine kendilerininkini yazıyorlardı. Sonra bunu cinayet düzeyine sıçratarak bir yoldaşımıza pusu kurup öldürdüler. Devlete uygulamaktan ısrarla kaçındıkları şiddeti, bilinçsiz Kürt aşiretlerinin kendi akrabalarına uyguladıkları gibi, dünkü siper arkadaşlarına karşı uyguladılar. Cinayetleri için özeleştiri yapmalarını ve çatışmaların durdurulmasını istediğimizde, bunu korktuğumuza yordular, bizi muhatap kabul etmediler. Bizi ya devrimciliği bırakmak, ya da kendimizi savunmak durumunda bıraktılar. Sonra kendilerine cevap verilince, karşılıklı üçer kişinin öldüğü, olmaması gereken olaylar gelişti. Darbeden hemen önce yaptıkları TDKP I. Kongresi Belgelerinde bize şunları söylediler:

“Geri kalan küçük bir grup ise, karşı-devrimin bir saldırı aleti haline geldi. Bunlar ‘TİKB’ adlı bir karşı-devrim çetesi kurdular. Provokasyonlarını uluslararası planda sürdürmeye çalıştılar. Bu da yetmedi, onlar komünist hareketimize saldıran kiralık katiller çetesi olarak, yoldaşlarımıza ve taraftarlarımıza silahlı saldırılar düzenlemeye giriştiler. İki parti taraftarını katlettiler.”

Kendilerinin ne yaptıkları konusunda ise tek bir söz söylemediler. En ufak bir özeleştiri dahi yapmadılar. Belgelerinde ve eski yayınlarında adımız hala “karşı devrimci” diye geçer.

***

TDKP kadro gücü ve taraftarları bakımından Türkiye’nin en kalabalık grupları arasındaydı. Militan bir önderliğe sahip olsa, saflarına Deniz Gezmiş sempatisiyle gelmiş insanları militan savaşçılara dönüştürmek zor olmazdı. Dışarıdan bakınca kalabalıklığı, kongreleri, bağlantıları ile “muhteşem” görünüyordu. Bununla birlikte biz TDKP’nin (dışı seni içi beni yakar misali) kof olduğunu biliyorduk. Çünkü THKO gibi, TDKP de hiçbir zaman gerçek bir yeraltı örgütü olmadı, olamadı. Önderleri mükemmel birer şekilci ve parti taklitçisiydiler. Ortam sertleşmese ve 1979 yılında sıkıyönetim yasaklamasa, sembolik illegalitenin dışına çıkmak akıllarına bile gelmezdi. Kartondan bir yapıları vardı. İskelet en ufak bir sarsıntıyı kaldıramayacak uygunsuz ve dayanıksız malzemelerden kurulmuştu. Buna rağmen, Aydın Çubukçu’nun mantığını az çok kavramış bir okuyucu, böylesine tarihsel bir momentte onun ne diyeceğini artık kolayca tahmin edebilir: “Ayrıca TDKP, ‘gizlilik yöntemleri ve pratik örgütlenmesi bakımından, günümüze kadar Türkiye’de ulaşılmış en ciddi ve dayanıklı örgüt’ olarak varolmasını da hücre örgütlenmesini ‘yeraltı’ örgütlenmesinin bir zorunluluğu olarak benimsemesine borçlu olduğunu ifade etmektedir.”[19]

İddiaya bakın: Sanki Aydın değil, yakalanmadan önceki Abdullah Öcalan yazıyor! Böyle şeyler, 12 Eylül’den önce, yani TDKP henüz 12 Eylül duvarına toslamamışken yazılsa bir dereceye kadar hoş görülebilirdi. Ama her şey açığa çıktıktan ve aradan otuz yıl geçtikten sonra söylenince komik oluyor. Sanırsınız ki, bu çok iddialı sözler ile TDKP’nin 12 Eylül performansı arasında taban tabana bir zıtlık yok. Okuyucu nasıl olsa okuduklarının ne demeye geldiğini anlamayacak kadar cahildir… Ya da yeni kuşaklar o dönemi bilmezler… Ne var ki, bu satırları yazdıktan tam dört cümle sonra kendi kendini çürüttüğünü düşünmüyor. Aydın, Aydın’ı şöyle tekzip ediyor:

“Nisan 1981’de TDKP, merkezi yapısının önemli ölçüde yok olmasına yol açan ağır bir darbe aldı. Merkez Komitesi’nin büyük çoğunluğu tutuklandı. Yaklaşık 4 yıllık bir ‘suskunluk’ döneminden sonra, illegal Yoldaş ve TDKP Merkez Yayın Organı Devrimin Sesi, 1985’te yeniden yayınlanmaya başlanıp örgütün açıklamalarına göre, 20-25 bin arasında basılmaya devam edildi.”[20]

Nasıl oluyorsa, “Türkiye’de o güne kadar ulaşılmış en ciddi ve dayanıklı örgüt” 12 Eylül 1980 darbesi karşısında 8 ay bile dayanamıyor! Aslında, burası, tam da TDKP’nin iki büyük operasyonda çöktüğünü, ‘gizlilik yöntemleri ve pratik örgütlenmesi bakımından” dayanıksız örgütlerden birisi olduğunu itiraf etmesi ve özeleştiri yapması gereken yer. Çünkü bu operasyonlarda (ayıptır söylemesi!) MK üyelerinin çoğu ve yüzlerce örgüt üyesi yakalanmış, geriye kalanlarsa yurt dışına kaçmışlardı. Bir numaradan son numaraya kadar parti üye listesinin polis tarafından bilindiği belki de Türkiye’deki ilk ve tek örgüt TDKP’dir. Aydın Çubukçu’nun “4 yıllık” dediği suskunluk, aslında 6 yıllıktır. Üstelik 1987 yılından itibaren toparlanmaya ve illegal yayın çıkarmaya başlamaları Türkiye içinde değil, Avrupa’dadır. Türkiye’ye taşınmaları daha epey bir zaman alacaktır. 12 Eylül’e karşı tavır konusunda, “Dipnotlar”ın en dibine bir de dipnot konmuş. Yazıyı bitirdikten sonra saklandığı yerde zor fark ettiğim 6 numaralı dipnotta dudak uçurtacak cinsten bir iddia var: “Bu yaygın ve derin örgütlenme sayesinde 12 Eylül darbesi, Adana’da, sendikal konfederasyonların yanı sıra hemen tüm siyasal grupların da karşı tutumuna rağmen, fabrika komiteleri ve hücrelerine dayanarak, tamamı TDKP tarafından örgütlenip yönetilen 20’den fazla fabrikada ortak taleplerle günlerce sürdürülen il ölçekli genel grevle karşılandı.”[21]

Aydın Çubukçu; ya 12 Eylül faşizmini bilmiyor, ya Adana’daki fabrikaları bilmiyor, ya da genel grevin ne olduğunu bilmiyor. Bana kalırsa üçünü de bilmiyor. Adana’da fabrikalar 5 bin, 2 bin, bin ve altında işçi çalıştıran büyük fabrikalardır. 20 fabrika nereden baksan 10-20 bin işçi demektir. Genel grevdeki o civarda işçi ile, 12 Eylül faşizmi karşı karşıya gelse yer yerinden oynardı. Adana’da 12 Eylül darbesi “il ölçekli genel grevle” karşılanacak, kimsenin haberi olmayacak! Biz o bölgeyi biraz biliriz, 12 Eylül’den bir ay sonra ben Adana’daydım. Böyle bir şey yok. Aydın başka bir şeyle karıştırıyor olmalı. Ya da bir temenni!

***

Aydın Çubukçu gerçekten kalemi kuvvetli bir yazar. Öyle olmasa kıdemli yoldaşları bu yazıyı ona yazdırmazlar. Ötekilerin; 5 yılı 11 sayfada, 10 yılı yarım sayfada, son 17 yılı ise tek bir satırla dahi anmadan –tamamı tamamına böyle!– TDKP tarihi yazacak marifette olduklarını sanmam. Bir örgütün tarihinin yazılıp da, 12 Eylül yenilgisi hakkında söz edilmemesini anlamak zor. Ama üzerinde biraz düşününce zor değil. Çünkü 12 Eylül yılları ele alınınca pek çok şeyin açıklanması gerekir. Mesela darbeden altı ay sonra, yani çökmeden bir ay önce Devrimin Sesi neden “ulusal demokratik halk iktidarı” hedefinden vazgeçip, burjuva demokrasisi savunuculuğu yapmaya başladı? Bununla, 1984 yılında Avrupa’daki göçmen MK üyelerinin Ecevit’in DSP’siyle ittifakı gündeme getirmesi arasında ne gibi bir bağlantı vardı? Yine, Merkez Komitesi üyelerinin poliste neden direnmediklerinin anlatılması icap ederdi. Cezaevlerinde en sağ tavır takınan gruplardan biri olduklarının, Merkez Komitesi üyelerinin şimdi yayınlanmasından hoşlanmayacakları savunmalar yaptıklarının, 146/1’lik [Türk Ceza Yasasının idam cezası hükmeden bir maddesi] örgütler listesinde yer almamak için soygun tarzı eylemleri “terörizm” diye reddettiklerinin anlatılması gerekirdi.[22] Son 17 yılda neler olup bittiğinin de anlatılması gerekirdi.

***

Sonuç olarak, THKO’dan TDKP’ye giden yol, iddia edildiği gibi, “küçük burjuva maceracılığı”ndan Marksizm Leninizme, “gerilladan partiye” giden bir yol değildir. Tersine, içinde taşıdığı zikzakları, bazı düzeltmeleri, tabanında gelişmeye açık ve Marksist Leninist etkilenime hazır unsurları hesaba katsak bile, biçimde soldan ortaya, özde ise soldan sağa doğru bir gidiş vardır. O zamanki THKO kurmayı hiç olmazsa 12 Mart’ı dağda karşıladı. TDKP ise 12 Eylül’de aynı direnişçi tutumu gösteremedi.

Aydın Çubukçu’ya gelince… Böyle bir anlatıyla, o yılları yaşamamış nesiller üzerinde etkili ve ikna edici olabileceğini düşünüyor olabilir. Ancak insanlar kusurlarını örtüp, övünüp duran ve aslı astarı olmayan şeyler yazan bir tarihsel metne iyi gözle bakmazlar. Yazanın kendi geçmişiyle ve tarih anlayışlarıyla, nasıl bir ilişki kurduğuna da bakarlar ve notlarını öyle verirler.

20 Haziran 2009 



[1] Sol / Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 8, İletişim Yay., İstanbul 2007.

[2] Aydın Çubukçu gibi bir felsefe uzmanı değilim. Ancak tarihyazımında onun, solipsizm ya da tekbencilik denilen felsefi akıma çok yakın durduğu iddiasındayım. Sözlük, solipsizmi şöyle tanımlıyor: ” ‘Yalnız ben varım, benden başka her şey benim tasarımımdır’ diyen; öznel ben’i bilinç içerikleriyle birlikte tek gerçek, tek var olan olarak kabul eden felsefe görüşü (kuramsal bencillik). / Felsefede yöntem açısından çıkış noktası olarak ben’i alan görüş (yöntemsel bencillik.)…”, (Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul, dördüncü baskı, s. 173)

[3] Aydın Çubukçu “Ben”den “Biz”e geçtiğinde tekbenci anlayış ortadan kalkmış olmuyor. Merkeze “ben” alınacağına, bu defa “biz” alınıyor. Anı anlatıcılığından dolaysız tarihyazıcılığına geçiliyor. Aydın Çubukçu tarafından yazılıp hazırlanan Bizim ’68 adlı (Evrensel Basım Yayın) kitap sanki bunu doğrulamak için yazılmış. Bu kitabın adına bakınca “68 kuşağı” anlatılıyor sanırsınız, ama orada esas olarak Denizler ve THKO çevresi, yani “bizim grup” anlatılıyor. Madem öyle, o zaman “Bizim THKO” veya “Bizim Deniz” gibi bir şey konmalıydı kitabın adı. “Bizim ’68″i, tersine çevir, olur sana “’68 Bizim”… Burada, dolaylı bir sahiplenme, ’68’i kendi grubuyla özdeşleştirme var. Tıpkı “Bizim Soygun”u, bir dokunuşta “Benim Soygun”a çevirivermesindeki gibi… Bu, son dönemlerde gelişen tarih çarpıtıcılığı eğiliminin bir parçası. Liberal/ulusalcı/ortayolcu sol bloklardan her birinin kendi “68”i var: Aydın’ın 68’i, Nadire’nin 68’i, Oral’ın 68’i, Kemalistlerin 68’i…

[4] Aydın Çubukçu, “TDKP – ‘Halkın Kurtuluşu’: Gerilladan Partiye”, Sol, a.g.e., s. 726

[5] A.g.e., s. 726

[6] A.g.e., s. 726

[7] A.g.e., s. 727-28

[8] THKO önderleri, bize mal ettikleri “Tırmanan Faşizm Teorisi” üzerinde fırtına koparıyorlar. Sanki, başlarına ne kötülük geldiyse bunun yüzünden gelmiştir. Halbuki, birleşmeden önce bizim böyle bir görüşümüz yoktu. Daha doğrusu her iki tarafın da bu konuda yazılı bir görüşü yoktu. Bu görüş, GMK’ya bizim grubu temsilen giren iki kişiden biri tarafından yazılmıştır. Bölünmeden sonra çekip giden bu şahıs bizim grubun sağ kanadında yer alıyordu. Sözü edilen iki şahıs GMK’ya girdikten sonra eskiden savundukları bazı doğru görüşleri “unutarak”, sağcı merkez hizbiyle uzlaştılar. İşte, “Tırmanan Faşizm Teorisi” bu uzlaşmanın bir ürünü olarak doğdu. GMK’da çoğunluk eski THKO’lulardaydı. Kabul etmeseydiler! Onlara silahla mı kabul ettirildi de, Yoldaş‘ın 4. sayısında yayınlandı? Kaldı ki, Niğde hizbinin alternatif diye onun yerine koyduğu –önemli ölçüde İbrahim Kaypakkaya’dan aşırılma– “Sürekli Faşizm Teorisi” de pek matah bir şey değildi. Aynı yanlış bu kez tersinden savunulmaya başladı.

[9] A.g.e., s. 728

[10] A.g.e., s. 729

[11] Birleşme sonrası en hayret ettiğim şeylerden birisi, tanıdığım THKO önderlerinin Aydınlık ve Halkın Sesi sayılarını ellerinden düşürmemeleri ve yazı yazarken Aydınlık kitaplığını başuçlarından eksik etmemeleriydi. Hangi eve gitsek renkli pelür kağıtlara basılı Pekin Radyosu konuşmalarına ve ÇKP’nin yayın organı Peking Review tercümelerine rastlardık.

[12] Gün Zileli, Havariler, İletişim Yayınları, İstanbul 2007, s. 155

[13] A. Çubukçu, a.g.e., s. 729

[14] “Üç Dünya Teorisi”ne, daha eski grup içindeyken karşı çıktım. ÇKP’nin hizipler nedeniyle zikzaklar yapıp duran çizgisine günü gününe ayak uyduran PDA’ya tepkim nedeniyle konuyu biraz araştırdım. “Üç Dünya Teorisi”; sınıf mücadelesi, faşizm, devrim, sosyalizm, proleter enternasyonalizmi gibi kavramlara itibar etmiyordu. Buna karşılık “ikinci dünya”, “üçüncü dünya”, “ülke”, “devlet”, “hegemonyacılık”, “Birleşmiş Milletler” gibi kavramları öne geçiriyor ve uluslar arası diplomasisinin dilini konuşuyordu. AEP ve ÇKP metinleri ve dünya tahlilleri birbirlerinden çok farklıydı. AEP hiçbir yerde “Üç Dünya Teorisi” jargonunu kullanmıyor, hiç olmazsa klasik Marksist söyleme sadık kalıyordu. Bendeki Enver Hoca sempatisi böyle başlamıştır. Bu gözlemimi Aktan İnce’ye ve ilişkili olduğum THKO önderlerine de aktardım. Ama duymazdan gelip, oportünizm lehine sessiz kaldılar. Ancak Enver Hoca ve AEP bu teoriyi açıkça eleştirmeye başlayınca ağız değiştirdiler. Ağız değiştirmekle de kalmadılar, bayrağı kapıp herkesin önüne koştular. Böylece, gerçek hayatta en arkadan gelenler, yıllar sonra kendilerini en öndeymiş gibi gösterir oldular.

[15] A.g.e., s. 729

[16] Halkın Kurtuluşu‘nu anlamak için biraz da onun mutfağına bakmak gerekiyor. Gazetenin 2 Şubat 1976 tarihinde çıkacağı afişlerle herkese ilan edilmişti. Hiçbir hazırlık yoktu. Evi bile Yazı Kuruluna en son katılan bana tutturdular. İlk Yazı Kurulunda THKO kökenli Alev Er ve Elif Gönül Tolon, bizdense Selim Açan ve ben vardık. “Yukarıki sorumlumuz”sa maalesef Mehmet Asal idi. Yazı Kuruluna, yazı deneyimim yok diye, gönülsüz ve kareyi tamamlamak üzere gelmiştim ben. Meğer hem sorumlumuz, hem ötekiler çok daha geriymişler! Adamlar klasiklerin en önemlilerini bile okumamışlardı. Sosyalizmi bilmeden, onu nasıl anlatacaklarını merak ediyordum. Aramızdaki ayrılıklar her vesileyle gündeme geliyordu: “Üç Dünya Teorisi” doğru mu yanlış mı; Türkiye kapitalist mi, yarı feodal mi; “Devrimin özü toprak devrimi” mi, değil mi; Aydınlık “proleter devrimci” mi, değil mi?… Alev Er (iki seneye varmadan Aydınlık’a geçti zaten) yüzde yüz Aydınlıkçı, Elif Gönül Tolon ve Mehmet Asal ise “THKO/Aydınlık”çı… Aynı şeyleri savunuyor olmamız gereken Selim Açan ise, her zamanki kıvraklığıyla beni ilk toplantıda sattı. Güce taptığı ve sırtını bir yere dayamadan edemediği için, kuyruğunu kıstı, Mehmet Asal’a yamanıverdi. Gitti gidecek Alev Er değil, ama ötekiler tarafından abluka altına alındım: “Üç Dünya Teorisi”, “yarı feodal Türkiye”, “toprak devrimi” gibi konularda yazı yazmamı istediler. Ben de karşı olduğum için yazmadım. Birleşirken böyle bir söz vermediğimiz halde Aydınlıkçı görüşleri dayatıyorlardı. Gazete kitleleri devrime ve sosyalizme yönlendirecek ileri bir içeriğe sahip değildi. Tipik MDD’cilik, ajitasyon ve propagandanın anti emperyalist, anti faşist, anti feodal sınırlara hapsedilmesine neden oluyordu. İlk tepkiler alındıktan sonra gazete üzerinde bir değerlendirme toplantısı yaptık. Ben gazetenin o haliyle ekonomist, kendiliğindenci ve yasalcı bir gazete olduğu, basit ajitasyonun dışına taşmadığı, sosyalizmin propagandasını yapmadığı doğrultusunda eleştiriler yönelttim. Kimse bana katılmadı. Bunu “yukarı”ya ve “daha yukarı”ya (Niğde Cezaevindekiler) “bir soralım” dediler. Bir hafta sonra Niğde’den “Ne ekonomizmi, ne yasalcılığı, gazete mükemmel!” diye cevap geldi. Sonraki toplantıda (1976 ortaları), beni, kısa süre önce Yılmaz Güney’in filmine saldırıyla başlayıp, her tarafı dümdüz eden faşist saldırının gerçekleştiği Seydişehir’e sürgün ettiler. Böylece, yine birer sürgün olan karı-kocadan nöbeti devralıp, şehir dışında, ağaçlar arasına gizlenmiş tek odalı kulübeme yerleştim.

[17] Dolaylı bir savunma yöntemi olarak araya şu iddia sıkıştırılıyor: “Bu dönemde, illegal Yoldaş dergisi (Kürtçe olarak da Heval) ‘THKO Merkez Yayın Organı’ olarak, gizli basımevlerinde ortalama 20 bin basılıyor, örgüt içiyle sınırlı olmaksızın dağıtılıyordu. Güncel konuları işleyen illegal bildiriler ise, yüzbinlerce basılıp elden dağıtılabiliyordu.” (A.g.e., s. 729) Sözü edilen dönem kısmen bizim de içinde olduğumuz 1975-1978 dönemidir. Evet, Yoldaş dergisi çıkıyordu, ama bildiğim kadarıyla çok seyrek, düzensiz bir periyotta ve “Merkez Yayın Organı” denilemeyecek bir içerikte… Verilen rakamlar ise alabildiğine abartılı. Aydın Çubukçu’nun, bir önceki dönemle, 1979 başından itibaren sıkıyönetimin devrimci dergilerin basım ve dağıtımını yasaklamasından sonraki dönemi birbirine karıştırdığını sanıyorum.

[18] Bölünme öncesinde ve sonrasında kendi grubumuzu hatasız gördüğüm sanılmasın. “Aktancılar” denilen grup birleşme öncesinde zamanını çoktan tüketmiş tipik bir sektti. Biz THKO içindeki bölünmeden sonra yaptığımız yanlışların özeleştirisini yetersiz de olsa yaptık. Hatalar sadece Aktan İnce’ye ait değildi, hepimizin derece derece sorumluluğu vardı. 1979 öncesinde homojen değildik: İçimizde çok iyi devrimciler yanında, kariyeristler, sağ reformist unsurlar, safları terke hazır kimseler vardı. Daha sonra prangalarımızın çoğundan kurtulup “Aktancılık” dönemini arkada bıraktık ve her şeyi yeni baştan örgütleyerek yolumuza devam ettik. TİKB kısmen içte Aktancılığa, dışta ÇKP, Aydınlık ve Halkın Kurtuluşu oportünizmine karşı mücadele içinde şekillendi. 12 Eylül şartlarında yurtdışına çıkmadan ve hiç ara vermeden, faşizme karşı beş yıl ayakta kalmamızı sağlayan buydu. Gerçi, 1990’ların başında ben hapisteyken yönetimi gaspeden Aktan artığı “iki kafadar” örgütü (ve devrimci geleneklerini) aşama aşama tasfiye ettiler; o ayrı hikaye…

[19] A.g.e., s. 735

[20] A.g.e., aynı sayfa

[21] A.g.e., s. 736

[22] Aydın Çubukçu, “Oradaydım” programında banka soygununu estetize ederek anlatıyor. Çıplak gelişme şöyleydi: İstanbul’daki TDKP ana davasında merkez komitesi üyesi olarak yargılananlar mahkemede örgüte ait soygunların siyasi sorumluluğunu üstlenmediler, bu tarz eylemleri terörizmle suçladılar. Bu yüzden, TDKP’ye ait bazı soygunların yükü, merkezinden kat kat ağır ceza alan adli sabıkalıların üzerine kaldı. Bu sayede, TDKP 146/1’likler listesine girmedi ve merkezdekiler sempatizan düzeyinde cezalarla kurtuldular.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar