Ana SayfaArşivSayı 49Şeyh Said Ayaklanması

Şeyh Said Ayaklanması

Şeyh Said Ayaklanması:

‘Dinci-Gerici’ İdeolojinin Devrimci Politik İşlevi Üzerine

 

“Silahların seçimi zayıf tarafa bırakılmaz, güçlü olan seçer. Boyun eğilmeyecekse, tuzak kurmak şarttır; bu her zaman var olmuş bir savaş tarzıdır. Bize ait olmayan kurallara boyun eğmek zorunda değiliz.”

(İlich Ramirez Sanchez Carlos, Devrimci İslam)

 

Gülser Güner

Kürdistan’da 13 Şubat 1925’te başlayıp yaklaşık 100 gün devam eden ve 15 Nisan’da önderlerinin yakalanmasıyla yenilen Şeyh Said Ayaklanması, teorik olarak aynı tarafta olmaması gerekenleri, pratik olarak aynı yerde biraraya getirmiştir. Ayaklanmayı kanla bastıran Türk devletinin yanında saf tutan TKP, Sovyetler ve Komintern, Şeyh Said Ayaklanmasını ezilen Kürt ulusunun bir başkaldırısı olarak değil, şeriatı ve feodalizmi geri getirmek isteyen “dinci-gerici” güçlerin, İngilizlerin kışkırtmasıyla tezgahladıkları “karşı-devrimci” bir hareket olarak damgalamışlar, Türk devletinin ayaklanmayı ezmesini ise “ilerici” ve “devrimci” görerek alkışlamışlardır. TKP, legal olarak çıkardığı haftalık gazete Orak Çekiç’in, 26 Şubat 1925 ve 5 Mart 1925 tarihli sayılarında, ayaklanmaya karşı aldığı sosyal-şoven tavırla, Türk devletine hizmetini sunmuştur:

 

“İrticaın başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor; irticaa karşı mücadelesinde Halk Hükümetledir.”

“Kahrolsun İrtica… Ankara Büyük Meclisi’nde müfrit sol burjuvazinin tırnakları, kafasına kurun-u vustayı [ortaçağı] dolamış yobazların gırtlağına yapıştı.”

“Yobazların Sarıkları Yobaz zümresine kefen olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla birlikte kahrolsun Derebeylik!” (Tunçay 1978, s. 364-366; akt. Tunçay 1989, s. 132).

 

Ayaklanma karşısında Sovyetler ve Komintern’in yaklaşımı da TKP’den farklı olmamıştır. Inprekorr’un (Internationale Presse Korrespondenz) Almanca baskısında yayınlanan üç yazıdan ilki olan, 26 Şubat 1925 Moskova tarihli özel bültende yer alan Kürdistan’daki Ayaklanma’nın Anlamı adlı habere göre “Kemal, genel olarak milli kurtuluş hareketini temsil etmekte, demokratikleşmeyi hedeflemekte ve Türkiye’nin, feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır“[1]. Devamla, “[ş]ehirlerdeki küçük ve orta burjuvaziyle köylülüğün bir kesimine dayanan Kemalist hükümetin, büyük toprak sahipleri, din adamları ve İngiliz emperyalizmine dayanan ayaklanmacılara karşı yürüttüğü sınıf mücadelesi, bu ayaklanmayla birlikte belirleyici bir noktaya gelip dayanmıştır“ (Inprekorr 1925, s. 458) yorumu yapılır. Görüldüğü üzere Moskova’dan bakanlar, büyük toprak sahipleri ve komprador burjuvazinin gerçek temsilcisi olan Kemalistleri, küçük burjuvazinin temsilcileri olarak değerlendirerek onlara hak etmedikleri bir misyon biçerken, Şeyh Said’i büyük toprak sahiplerinin temsilciliğine terfi ettirmişlerdir.

Inprekorr’un 12 Mart 1925 tarihli 34. sayısında, S. Brike tarafından kaleme alınan Türkiye’deki Hükümet Krizi ve Ayaklanma adlı ikinci makale, ilkinden daha haşindir. Bu makalede Kürt ve Kürdistan sözcükleri asla geçmez; ayaklanma bölgesinin adı Doğu Anadolu’dur. Makale yazarı kesin olarak Türk devletinin yanında yer alır; ayaklanmayı ezmede kararsız olduğunu düşündüğü Fethi Bey hükümetini şiddetle eleştirerek, onun yerine geçen daha sert İnönü hükümetini büyük bir hevesle destekler. İsmet Paşa hükümetinin kararlılık ve katılığını, özellikle ayaklanmacılara karşı izleyeceği politik çizgide göstermesi gerektiğini belirtir: “Büyük toprak sahipleri ve feodal katmanlar, ancak aydınlanmamış ve aç köylü yığınları, onlarla birlikte hareket ettikleri sürece tehlikeli olabilirler. Bu yığınları onların etkisinden çekip koparmak ve ulusal hükümetle birlikte hareket etmelerini sağlamak, yalnızca cesur ve acil bir toprak reformu ile olanaklıdır” (Brike -Inprekorr içinde- 1925, s. 527). Meseleyi ulusal sorun olarak değil, toprak sorunu olarak koyan Inprekorr yazarı, tarihsel ilerlemeci bakış açısından, ezilen Kürt ulusunun ayaklanmasını, “büyük toprak sahipleri tarafından kandırılan, aydınlanmamış ve aç köylü yığınlarının karşıdevrimci hareketi” olarak mahkum ederken, Kemalistleri de, “feodal kalıntıları ortadan kaldıran devrimciler” olarak selamlar.

Bu yaklaşımın teorik kökleri, Marksizmin, burjuva Aydınlanmasından bir kopuş değil de, onun çocuğu, komünistlerin de devrimci burjuvazinin misyonunun sürdürücüleri olduğu anlayışında yatar. Bunu kabul edenlerin, “Türkiye’de Aydınlanma’yı ve burjuvazinin devrimci misyonunu temsil eden Kemalizmle ittifak arayışında olmaması düşünülemezdi doğal olarak. Bu anlayışın Kemalistlerin ‘düşmanı’ feodallerle ittifakı önemsemek bir yana, onların devrimci politik işlevler üstlenebileceği bile düşünülemezdi. Köylüler de devrimci burjuvazinin misyonu karşısında geriyi ve gericiliği temsil etmekteydiler” (Kayaoğlu 2007a, s. 108).

Son olarak 24 Mart 1925 tarihli 39. sayısında Inprekorr, A.d. isimli bir yazarın Kudüs’ten gönderilen Kürdistan’da Ayaklanma adlı makalesine yer verir. Bu makalenin yazarı, ayaklanmayı “İngilizlerin tezgahladığı bir tertip” olarak değerlendirir. Gerçi yazar, Kürtlerin üç devlet (Türkiye, Irak ve İran) sınırları içinde yaşayan yaklaşık üç milyonluk küçük bir halk olduğunu kabul eder. Birinci paylaşım savaşından hemen sonra, Kürtlerin yaşadığı toprakların petrol zengini olmasından ötürü, onların, emperyalistlerin saldırılarının hem hedef tahtası, hem de aracı haline gelerek, örsle çekiç arasında ezildiklerini de itiraf eder. Fakat yine de Kürtlerin ayaklanmadaki ulusal bağımsızlık istemlerine kulak tıkayarak, bunun “İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni bir saldırı manevrası olduğu” iddiasını sürdürür (A.d.-Inprekorr içinde- 1925, s. 587).

Komintern ve Sovyetlerin, Şeyh Said Ayaklanmasına yaklaşımını gözler önüne seren alıntılar, TKP’nin yaklaşımıyla paralellikleri açısından zorunlu olarak uzun tutuldu. Gerçi TKP’nin Şeyh Said Ayaklanmasında sosyal-şoven bir politika izlemesi, tek başına Sovyetler ve Komintern’e bağlanamaz. Tarihte, Komintern ve Sovyetler’e bağlı kalarak, ama yine de onlara rağmen, bulundukları ülkelerde Marksist politika izleyen komünistler, ÇKP örneğinde görülmüştür. Aradaki fark, devrimi yapan ÇKP’nin komünist devrimci bir parti olması, TKP’nin ise başından beri böyle bir niteliğinin bulunmamasıdır.

Ayaklanmanın, Türk devleti tarafından binlerce Kürdün katledilmesiyle kanlı bir şekilde bastırılması, ve ardından onbinlerce Kürdün sürgüne gönderilmesi sırasında Sovyetler ve Komintern’den bir ses çıkmamasını “örtük“ olarak eleştiren Kıvılcımlı’ya göre, Sovyetler’in Kemalistlere verdiği destek “birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden”dir (Kıvılcımlı 1992, s. 325; akt. Kayaoğlu 2006b, s. 16). “Kürdistan’da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti“nin adını, Elazığ hapishanesinde yattığı yıllarda kaleme aldığı Yol adlı eserinde “bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalın kılıç ordu saldırısı“ (Kıvılcımlı 1997, s. 415; akt. Eriş/Özsoy 2007, s. 247) olarak doğru bir şekilde koyan Türkiye’nin ilk teorik Marksisti Kıvılcımlı’nın Şeyh Said Ayaklanmasına yaklaşımı yine de sorunludur. Ona göre Şeyh Said Ayaklanması, feodallerin devrimci kapitalizme yönelen karşı-devrimci bir saldırısıydı (Kıvılcımlı 1997, s. 457; akt. Özsoy/Eriş 2007, s. 247-248). Kıvılcımlı’ya “Kürt feodallerinin ulusun önderliğini alabileceği ve dolayısıyla tarihsel olarak meşru bir konumda bulunabileceği“ (Kayaoğlu 2006b, s. 17) anlayışı uzaktır. O, ayaklanma karşısındaki modernist yaklaşımını, kökleri Aydınlanma düşüncesinde yatan, fakat Marksizm içine de yer yer sirayet etmiş olan tarihsel ilerlemeci argümanlara dayandırarak temellendirir.

Bu çalışmanın ağırlıklı konusu olan, ayaklanmaya atfedilen ‘dinci-gerici’ söylem meselesine geçmeden önce, Türkiye’nin ilk politik Marksisti Kaypakkaya’nın, ayaklanmaya atfedilen “feodalizmi geri getirme” ve “emperyalizm işbirlikçiliği” isnatlarına, TKP’nin Şeyh Said Ayaklanması karşısındaki gerici-şoven siyasetini mahkum ederken verdiği Marksist devrimci yanıtlar belirtilmelidir. O, Türk devletinin yanında safını belirleyen ”sözümona ‘komünistler’”den TKP’nin niteliğine ilişkin net ve kesin konuşur: “Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir“ (Kaypakkaya 2004, s. 283).

Kıvılcımlı’yı ürküten, Şeyh Said Ayaklanmasının arkasında olduğu iddia edilen ‘İngiliz parmağı’, Kaypakkaya’yı kesinlikle ürkütmez ve onu ayaklanmayı sahiplenme noktasında asla tereddüte düşürmez. Devleti baş düşman ilan eden komünist devrimci Kaypakkaya için, bu ezme aygıtına başkaldıran her ezilen bölüğü sahiplenilmeyi ve desteklenmeyi hak eder. Kaypakkaya açısından, ”[b]ir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savunulamaz“ (A.g.e., s. 285).

Bağımsızlık için ayağa kalkan Kürtlere yönelik ‘İngiliz dalaveresi’ suçlamasını cesaretle karşılayıp gereken Marksist devrimci tutumu alan, meseleyi “salt kendinden menkul ‘UKTH’nin üzerinden değil“, daha temel olarak, “bir ‘baş düşmana’ karşı mücadelenin pratik gerekleri üzerinden” (Kayaoğlu 2007a, s. 105) koyan Kaypakkaya bile, ayaklanmanın ideolojisine yönelik getirilen İslam düşmanı, ‘dinci-gerici’ suçlamasını yanıtsız bırakmıştır… O, ayaklanmaya katılanların feodal Kürt beyleri, Kürt burjuvaları ve aydınları, Kürt köylüleri olduğunu belirtirken (Kaypakkaya, s. 281), ayaklanmanın gerçekleşmesinde “belirleyici rol oynayan” (Bruinessen 2003, s. 599) Nakşibendi Şeyhlerinden ve onların İslami söyleminden söz etmemiştir…

Ayaklanmanın niteliği üzerine yapılan tartışmalarda, ezen tarafın açıkça, ezilen tarafın ise gizlice üzerinde hemfikir oldukları noktanın, dini gericilikle eşitleyen burjuva Aydınlanmacı yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri mücadeleye buradan yöneltilen saldırıların, ezilenler cephesinden teorik olarak karşılanması gerektiği, ama Marksizm alanında ve genel olarak sol hareket içinde hakim olan teorik yaklaşımların, bu işlevi yerine getirmek şöyle dursun, onlarla büyük ölçüde aynı zemini paylaştığı düşünülmektedir. Bu ortaklıktan ötürüdür ki, ezen taraf neredeyse bütün anti-propagandasını ayaklanmanın ‘dinci-gerici’ ideolojisi üzerine inşa ederken, ezilen taraf da bu saldırıya çubuğu karşı yöne bükerek, ayaklanmadaki güçlü dinsel motifleri saklanması gereken bir ayıpmış gibi gizleyip işe karıştırmadan, yahut bin bir özürle önemsizleştirerek ve salt ezilen ulus milliyetçiliğini öne çıkararak cevap vermiştir. Fakat gerçekte, bir ideoloji olarak milliyetçilik ve din Şeyh Said Ayaklanmasına katılan ezilen yığınlar nezdinde iç içe geçmiştir, birbirinden ayrı düşünülemez, birbirine tekabül eder ve “aslında birbirine özdeştir“ (A.g.e., s. 605).

Uğur Mumcu Kürt–İslam Ayaklanması adlı kitabında Şeyh Said Ayaklanmasının Kürt-İslam niteliğinin kesin olduğunu belirtir. O devamla, “[a]ncak, Nakşibendi şeyhlerince hazırlanan ve ‘İslami düzen’ kurmayı amaçlayan bir ayaklanmanın ‘ilericiliğine’ hiçbir ideolojide dayanak bulunacağını sanmıyoruz” (Mumcu 1995, s. 233) iddiasını ileri sürer.

Mumcu’nun, ayaklanmanın niteliğine ilişkin getirdiği tespitin Kürt ayağı kesindir; ayrıca bu ayaklanma İslami ideolojiyi de mücadele bayrağına yazmıştır (Kayaoğlu 2006a, s. 75). Burada sorun yok. Mumcu’daki sorunlu yer; onun, Nakşibendi şeyhlerince hazırlanan “ayaklanmanın ilericiliğine hiçbir ideolojide dayanak” bulunamayacağı iddiasını ileri sürdüğü yerdir. Bu, az buz bir iddia değildir. Görüldüğü gibi Mumcu, ayaklanmanın ilericiliğini ulusal ideolojisi açıdan savunulamaz ilan etmemekte, onu aynı zamanda dinsel de olan söylemi yönünden savunulamaz ilan etmektedir. Mumcu bilmektedir ki, mesele UKTH açısından gayet güçlü bir şekilde savunulabilir. O, Marksizmin yumuşak karnını iyi tanıdığından, ayaklanmadaki güçlü İslami motifleri öne çıkarıp, oradan yüklenmektedir. O, bu cepheden ayaklanmanın devrimci bir savunusu şöyle dursun, onun ilericiliği savunusuna açılabilecek tüm kapıları da kapatmaya çalışır. Onun bu denli iddialı olmasının arkasında, TKP, Sovyetler ve Komintern’in ayaklanmayı ezen Türk devletine verdiği desteğin önemli payı vardır.

Fakat Mumcu yanılmaktadır. Ezilenlerin kurtuluş ideolojisi Marksizm, Şeyh Said Ayaklanmasını, Mumcu’nun bu ayaklanmayı ilericilik açısından savunulamaz ilan ettiği cepheden de, yani bu ayaklanma Nakşibendi şeyhlerince hazırlansa ve İslami bir düzen kurmayı amaçlasa da, ilerici ve devrimci görür. Çünkü “[g]eri toplumsal düzeni gerisin geriye getirmek diye bir şey söz konusu olamaz; sadece böyle bir arzu olur. Eylemin kendisi, verili maddi üretim tarzının izin verdiği düzeni getirebilir sadece, dolayısıyla, en geri ideolojilerle dahi olsa, silahlanmış olanlar, eğer bir şey kuracaklarsa, sadece daha ileri bir şey kuracaklardır“ (A.g.e., s. 16-17). Mumcu gibilerin ve sözde-Marksistlerin burjuva Aydınlanmacı iddiasına, Marksizmin verdiği yanıt budur.

Mumcu’nun tarihsel ilerlemeci iddiası, özellikle, Marksizmin idealist, Aydınlanmacı bir yorumu olan Avrupa Marksizminde ve onun ülkemizdeki savunucuları nezdinde kendine geniş taraftar bulur. Bu yaklaşım şu önkabulden hareket eder: Nakşibendi şeyhleri ve feodaller, kapitalizme göre daha geri bir toplumsal düzen olan feodalizmi geri getirmek istiyorlar. Feodalizm ve onun ideolojisi olan din ise, tarihsel olarak gericidir. Dolayısıyla bu ideolojinin taşıyıcıları olan şeyhler ve önderlik ettikleri ayaklanma da ‘dinci-gerici’dir. Kapitalizmi temsil eden, kendini devlet olarak örgütlemiş modern Türk burjuvazisi ise, feodaller ve şeyhler karşısında tarihsel olarak ilericidir. Bu nedenle de “gerici şeyhler” değil, “devrimci burjuvazi” desteklenmelidir.

Yukarıda kısaca verilen yaklaşımda, Marksist tarih biliminin bilimsel doğrularının politikaya ‘tercüme’ edildiği görülmektedir. Burada bir ayrıştırma işlemi zorunlu görülüyor: Evet doğrudur; Marksist Tarih Bilimi açısından kapitalist üretim tarzı, feodal üretim tarzına göre, tarihsel olarak daha ileri bir üretim tarzıdır. Evet, Tarih Bilimi’nin bu bilimsel doğrusu ‘tarih’ için geçerlidir; fakat ‘an’ için değil! Adı üstünde tarih bilimi, tarihin bilimsel bilgisidir; onun nesnesi kapitalist üretim tarzı, feodal üretim tarzı, üretici güçler, üretim ilişkileri gibi üretim biçimleri ve toplumsal formasyonlardır. Bu kavramlar tarih biliminin kavramlarıdır ve bunlarla politika yapılamaz, çünkü bunların hiçbiri konjonktürde bulunmaz. Tarih bilimi kategorik olarak konjoktür’e kapalıdır; o ‘an’da olanlarla ilgili değildir, o yaşanılan ‘an’a kör ve sağırdır.

‘An’da devreye politika girer. Politika ‘an’da yapılır ve nesnesi olan gerçekliği güç kullanarak değiştirme amacı güder. Politika tarih bilimine yapılan bir kısa devre değildir. Eğer politika böyle görülmez de, tarih biliminin doğruları, gerçekliğe politika diye ‘uyarlanırsa’, yani sözümona ‘bilimsel politika’ yapılırsa, bu ‘politika’ TKP’nin 1925 Şeyh Said Ayaklanması karşısında almış olduğu Aydınlanmacı, gerici sosyal-şoven tutumu üretir. Bilimsel doğruları politikaya uyarlayarak ‘bilimsel politika’ yapanlar, bilimin söylediğini konjonktürde bulmaya çalışanlar, ayaklanma esnasında ezilen Kürtlerin yanında değil, ezen Türk devletinin yanında yer alırlar. Bunun Kürt ve İslam düşmanı anti-Marksist bir politika olduğu, ama kesinlikle Marksist devrimci politika olmadığı gün gibi açıktır.

Bilim ile Politika arasında nasıl indirgemeci bir bağlantı kurulamazsa, İdeoloji ile Politika arasında da indirgemeci bir bağlantı kurulamaz. İdeolojisi ‘ileri’ zannedilen bir politik özne, ‘an’da gerici, karşı-devrimci işlevler üstlenebildiği gibi bunun aksi de geçerlidir; ideolojisi ‘geri’ olarak görülen bir politik özne, ‘an’da politik-devrimci işlevler üstlenebilir. Bu anlamda, bildik sol ezberin basitçe gericilikle aynılaştırdığı, ideolojinin özel bir formu olan din, yaşanmış gerçek tarihte, hem ezenler tarafından, hem de ezilenler tarafından politik mücadele aracı olarak kullanılmıştır. Din, hem ezenlerin, hem de ezilenlerin dini olarak ikili varlığını sürdürmüştür ve günümüzde de varlığını bu şekilde sürdürmeye devam ediyor.

Din, kaba bir şekilde salt egemen feodal sınıfların gerici ideolojisi olarak görülemez. Bu önerme geçerliliğini Şeyh Said Ayaklanmasında bulur. Bu örnekte, burjuva Aydınlanmasının ‘gerici’ gördüğü din, ezilen Kürt ulusunun politik mücadelesinde devrimci bir işlev üstlenmiştir. Çünkü “[d]in kendi başına ve kendi varlığında egemenlerin bir aracı değildir. Tarihteki onca devrimci mücadelenin bayrağinda da dinler yazıyordu” (Kayaoğlu 2008a, s. 331). Ezilenlerin sahip oldukları ‘geri’ ideolojik formların, pratik politikada devrimci politik bir işlev üstlenebildiği, “[b]ütün 19. yüzyıl boyunca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki bütün dünyada, yerli halkların sömürgeci ve istilacılara karşı din ve inançlarını bayrak yaptığı ayaklanma ve devrimler”de (A.g.e., s. 330) sıklıkla görülmüştür. Bölgemizde bu türden ayaklanmalara Nakşibendi tarikatinin etkili olduğu Kürt ayaklanmaları da örnek olarak verilebilir.

Kürt ayaklanmaları ve Nakşibendi Tarikatı

Kürdistan’da tarikatlar, başta Nakşibendi tarikatı olmak üzere 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak büyük nüfuz kazandılar ve en önemli politik yapılar haline geldiler. Tarikat şeyhleri zamanla aşiret çatışmalarında hakemlik ve arabulucuk rolünü üstlendiler; birbirlerine husumet güden aşiretleri ortak eylemlerde biraraya getirerek koordine ettiler. Bu şekilde Kürdistan’ın geniş bölgelerini kapsayan bir “mürşit-mürit“ ağı yarattılar.

1880-1925 yılları arası Kürt Nakşibendi şeyhlerinin siyasi etkileri olağanüstü arttı. Şeyhlerin politik nufüzlarının artmasının Avrupa emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğuna yönelik izlediği politikalarla doğrudan ilişkisi vardır. Avrupa baskısı altında Osmanlı Hükümeti bir idari reformla yarı otonom Kürt emirliklerinin varlığına son vererek, bölgeyi resmi olarak doğrudan merkezi denetim altına aldı. Fakat Kürt emirliklerinin ortadan kaldırılmasıyla oluşan otorite boşluğunu Osmanlı vilayet bürokrasisinin memurları değil, parçalanmış aşiret yapısını yönlendiren, aşiretler arası ilişkileri etkileyen ve yöneten güç olarak Nakşibendi tarikati doldurdu. Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerine karşı da politik bir söylem geliştiren Nakşibendilik, misyonerlerin Hristiyan azınlıklar içindeki faaliyetlerine duyulan tepkiyi, yığınlarda İslami duyguları harekete geçirerek örgütledi; bu da şeyhlerin politik konumunu daha da güçlendirdi (Bkz. Bruinessen 1993, s. 35-36). Bruinessen 1880-1930 yılları arasındaki Kürt ayaklanmalarının çoğunluğunun, toplum içinde politik konumu güçlenen tarikat şeylerinin önderliğinde gerçekleştiğini belirtir. Bu bağlamda milliyetçi bir karakter taşıyan ilk Kürt ayaklanması Nakşibendi şeyhi Ubeydullah önderliğinde olmuştur. (Bruinessen 2001, s. 31).

Aynı dönemlerde dünyanın başka bir yerinde de Nakşibendi ve Kadiri tarikatları, kitleleri Hollanda sömürgeciliğine karşı örgütlemişlerdir. Orada da bu örgütler, değişik aşiretlerden büyük kalabalıkları ortak eylem için seferber etme becerisine sahip olduklarını göstermişlerdir. Bruniessen 1888’de Banten’de (Batı Cava) gerçekleşen büyük ayaklanmanın Hollandalılar’ı şaşırttığını ve onları, tarikatların halk içindeki etkilerini araştırmaya ittiğini belirtir. Yine 1926’da Banten ve Batı Sumatra’da gerçekleşen ‘komünist’ ayaklanmalarında tarikatlar önemli rol oynamışlardır. Bantın ayaklanmasının etkili liderlerinden biri “prestijini ve etkisini akrabası olan Kadiri ve Nakşibendi Şeyhine borçluydu. Batı Sumatra’daki komünist önderlerin arasında da en azından bir Nakşibendi şeyhi bulunuyordu” (Bkz. Bruinessen 1993, s. 93).

Bu tarikatların, ezilenlere açık yegane örgütler olması ve üyeliğin aşiret sınırlarını aşan bir karakterinin bulunması, toplumun alt katmanları içinde yaygın bir şekilde örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır. Özellikle Nakşibendi tarikatının görece kapalı olmayan dinamik yapısı ve politik söylemi, onun yayılmasını hızlandıran bir işleve sahip olmuştur. Bruinessen Nakşibendi tarikatının, 1880-1925 yılları arasında tüm aşiret sınırlarını aşabilen, devletten bağımsız tavır alabilen, hatta ona zaman zaman karşı koyan tek örgüt olduğunu belirtir (Bruinessen 2003, s. 391). Bu özelliğini, Kemalist rejim altında büyük ölçüde yitiren ve devletlu bir hale gelen Nakşibendi tarikati şeyhlerinin bir bölüğünün devlete karşı son kalkışması, 1925 Kürt ayaklanmasında kendini ortaya koyar.

1925 Şeyh Said Ayaklanması

Ayaklanma kararı, 1924 yılında, Kürtlerin 1923 yılında Erzurum’da, ulusal bağımsızlık hedefiyle ve illegal olarak kurmuş oldukları ilk siyasi-askeri örgütü olan (Bkz., Behrendt 1993, s. 367) Azadi’nin ilk kongresinde alınır. Bu kongreye örgütün kurucularından Cibran Aşiret Reisi ve Hamidiye Alayları eski albayı Halit Beyin akrabası olan Şeyh Said de onur üyesi olarak katılır. Kongrede ayaklanma kararının yanında, ayaklanmaya yardım etmeleri için İngilizler, Fransızlar ve Ruslarla irtibat kurulması kararı da alınır. Kongreye katılan eski Hamidiye alayları milis komutanları Sovyetlerle görüşme meselesini, onların din karşıtlığına göndermede bulunarak hoş karşılamazler. Bunun üzerine Şeyh Said’in onlara, “Türkler tarafından Ermenilerin akıbetine uğratılmaktansa inançsızlardan yardım almanın mübah” (Özsoy/Eriş 2007, s. 111) olduğunu söyleyerek, eleştirileri karşıladığı ve onları ikna ettiği söylenir.

Ayaklanma arifesinde Azadi mensuplarının devlet tarafından tutuklanarak saf dışı edilmesiyle beraber ayaklanmanın askeri, örgütsel ve politik sorumluluğu tamamen Şeyh Said ve tarikatına geçer (Bruinessen 2003, s. 579).

Biraz yakından bakıldığında Azadi örgütünün daha 1925 yılına varmadan politik varlığını yitirmesi çok da şaşırtıcı gelmez. Bu örgütün kadrolarının ekseriyeti Osmanlı devlet yapılanmasının rahle-i tedrisinden geçmiş, Hamidiye Alayları’nda görev yapmış subaylardan oluşur. Şeyhlerle kıyaslandığında devletle daha içli dışlı bir ilişkileri vardır. Ayaklanmanın pratik hazırlıklarına ilişkin çalışmalarda da yer almamışlardır (Bruinessen 1993, s.20). Kongrenin ayaklanma kararı almasından sonra bile, ileri kadrolar ciddi bir savaş hazırlığı içine girmemişlerdir. Özsoy/Eriş’e göre “Azadi’nin örgütsel, siyasal ve sosyal yapısı Kemalizm ile çatışabilecek, onu Kürdistan’dan söküp atabilecek noktadan oldukça uzaktı“ (Özsoy/Eriş 2007, s. 94). Örgüt lideri Halit Bey, örgütün ikinci önemli şahsiyeti Yusuf Ziya’nın tutuklanmasından sonra bile hiçbir tedbir almamıştır (A.g.e., s. 93). Şeyh Said’in birkaç kez, “[o]rada oturup Kürtlerle sohbet edeceğine, halka karış” (Kahraman 2003, s. 72) uyarısına rağmen, “halka karış“mayıp, ta ki devlet onu ayaklanma arifesinde tutuklayıncaya dek, Erzurum’daki garnizon komutanlığı görevine devam etmeyi sürdürmüştür. Halit Bey ve Yusuf Ziya, Şeyh Said’in yakalandığı gün devlet tarafından kurşuna dizilmişlerdir (Özsoy/Eriş 2007, s. 121).

Meseleyi Aydınlanmacı modernist bir bakışla ele alan Osman Aydın, 1925 Kürt Ulus Hareketi adlı kitabında Azadi’yi modern Kürt sınıflarının temsilcisi olarak gördüğünden onun ayaklanmadaki rolünü suni olarak büyütürken, şeyhlerin, onun deyimiyle “geleneksel önderliğin“, rolünü küçültür. Ona göre, eğer Azadi vaktinden önce tasfiye olmayıp da bu ayaklanmayı yönetebilseydi, “[d]inin bu denli yoğun kullanılmış” olmasının önü alınacaktı (Aydın 1997, s. 96). O, Kemalistlerin, ayaklanmayı yalnızca bir ‘irtica’ hareketi olarak göstermekteki gayretkeşliklerinden şikayet ederken, kendisi de aynı şekilde ayaklanmanın salt ulusal yönüne vurgu yapar ve onun dinsel söylemini özürcü bir yaklaşımla gerekçelendirmeye çalışır. Ona göre “Kürt halkı o dönemler geleneksel, primitif bir örgütlülüğün içindeydi” ve ”modern bir örgütlü yapıdan hayli uzak”tı (A.g.e., s. 101). Ayaklanmanın yenilgisinin nedeni ”geleneksel önderlikli” olmasında, ”modern anlamda örgütlü durumun“ eksikliğindedir (A.g.e., s. 104). Eğer kitlelere yeteri derecede “siyasal bilinç” (A.g.e., s. 132) kazandıran modern bir örgüt olsaydı, durum farklı olurdu! Aydın’ın gönlü ayaklanmadan yanadır; fakat Aydınlanmacı aklı, onun ‘primitif örgütlülüğü’, ve ‘geleneksel önderliği‘ nedeniyle yenilgiye mahkum olduğuna karar verir.

Azadi liderlerinin tutuklanmasının ardından sorguya çağrılan Şeyh Said, bahane ileri sürerek sorguya gitmez ve devletin kendisini kolayca bulabileceği yerden ayrılma kararı alır. O, ilerlemiş yaşına ve 1924 Aralık ayı kışının çetin koşullarına rağmen, at sırtında ve yanında silahlı savaşçılarıyla birlikte ayaklanmayı örgütlemek için Kürdistan dağlarının yolunu tutar (Özsoy/Eriş 2007, s. 134). Gittiği yerlerde binlerce insanla konuşur, aralarında kan davası bulunanları barıştırır, husumetleri tatlıya bağlar. Ayaklanma için gerekli para ve askeri malzemeleri merkezileştirmeye çalışır. Kendisi de varlıklı olan Şeyh Said, oğluna haber göndererek Halep’te sattığı sürülerden kazandığı parayı, ayaklanmanın gereksinimleri için ayırmasını söyler.

Ayaklanmayı örgütleme yolculuğunda, 1925 Şubat ayının ortalarına doğru, yolu Piran’a düşen Şeyh Said, savaşçıları arasında bulunan, devletin aradığı ‘kanun kaçakları’nı onlara teslim etmemesi yüzünden devlet güçleriyle çatışır, çatışmada birkaç asker öldürülür (A.g.e., s. 138). Böylelikle bahar için planlanan ayaklanma vaktinden önce başlamış olur. Piran’daki çatışmayı duyan Şeyh Said’in kardeşleri Genç ilini ele geçirerek yönetime el koyar. Telgraf hatlarını kesen ayaklanmacılar Genç’in çevre il ve ilçelerle bağlantısını devre dışı bırakırlar. Genç’in ele geçirildiğini haber alan Şeyh Said geciktirmeden Savaş Heyetini oluşturur. Hemen arkasından yayınladığı bir kanun ile, cihadın başladığını ve kendisinin mücahitlerin emiri (Emir-ül Mücahiddin) olduğunu ilan eder (A.g.e. s. 140-141).

Şeyh Said kısa sürede on bin kadar silahlı savaşçıya komutanlık eder hale gelir. “Ruhlarını ve bedenlerini davaya adamış” olan bu savaşçıların çoğunun elinde silah olarak sadece kılıç ve mızrak vardır (Kutschera 2001, s. 104). Hatta “Kürtlerin pek çoğu silah yerine tırpan, kama, sopa” kullanır (Kahraman 2003, s. 91). Bazılarının elinde olan ateşli silahlar ise, Birinci Paylaşım Savaşından kalma ya da daha eski silahlardır (Bruinessen 2003, s. 592).

Ayaklanma kısa sürede çevre il ve ilçelere yayılır. Diyarbakır’a doğru yola çıkılır; şehir kuşatılır fakat alınamaz. Diyarbakır’ın ele geçirilememesi, ayaklanmanın kaderini belirler. Şeyh Said, savaşın yenilgiye doğru evrilmesi ve özellikle Diyarbakır yenilgisinin ardından, kendini mücahitlerin emirliğine (Emir-ül Mücahiddin) layık görmez ve sıfatını mücahitlerin hizmetçisi (Hadım- ül Mücahiddin) olarak değiştirir (Özsoy/Eriş 2007, s. 189). Türk Devletinin iyi silahlanmış 35.000 askeri, Fransızların, Bağdat demiryolunu kullanmalarına izin vermeleriyle bölgeye getirilir. Kürtlere karşı Türk devletinin geliştirdiği askeri operasyona Alman devleti de yardımlarını esirgememiştir. (Olson 1989, s. 118-120). Hava Kuvvetlerinin Almanlar tarafından eğitilen pilotları, “Alman kimyasal gaz bombalarını“nı (Behrendt 1993, s. 380) binlerce Kürdün üzerine aralıksız yağdırır. Kürtleri emperyalizm işbirlikçiliği ile suçlayanlar, bu savaşta kendilerine verilen emperyalist desteği, doğal olarak gayet normal görürler.

15 Nisan 1925 tarihinde Şeyh Said bir ihanet sonucu yakalanır (Mumcu 1991, s. 104). Ayaklanma yenilir. 29 Haziran 1925 gecesi sabaha karşı Şeyh Said ve 46 yoldaşı asılarak idam edilirler. İdam edilenlerden on üçü şeyhtir. İnönü’nün damadı Metin Toker, şeyhlerin idam edilmelerini, hayal gücünün de yardımıyla zevkle anlatır. Ona göre geceyarısı “halk şeyhleri bizzat asmak istiyor, kim kimi asacak diye kavgalar” (Toker 1994, s. 169) çıkarıyordu. Fakat Toker’in ‘halk’ diye kimi kast ettiği birkaç satır sonra belli olur. Onun, ayaklanma önderlerinin idamını hararetle alkışlayan ‘halkı’, Türk devletinin subaylarının “eşleri ve kızları“dır (A.g.e., s. 170).

Ayaklanmaya katılan sosyal katmanlar

Ayaklanmaya katılanların merkezi çekirdeğini Zazaca konuşan, dağlık Lice-Hani-Çapakçur bölgesindeki küçük aşiretler oluşturur. Bu aşiretler Şeyh Said ve ayaklanmaya katılan diğer şeyhlerin, üzerlerinde büyük etkisi olduğu aşiretlerdir (Bruinessen 2003, s. 594). Zaza aşiretlerinde ayaklanmaya katılım tamdır. Bruniessen, Wolf’e[2] dayanarak, bu aşiret üyelerinin hemen hepsinin kendi toprağı ve hayvanının olmasını, ayaklanmaya katılımlarını sağlayıcı olumlu bir faktör olarak değerlendirir. Ayrıca aşiret reislerinin, aşiret üyelerinden daha zengin olmaması ve onların üzerinde ekonomik hakimiyetlerinin bulunmaması da katılıma olumlu bir etkide bulunmuştur. Kırmanç aşiretlerinden ise yalnızca Cibran ve Hesenan aşiretleri ayaklanmada önemli rol oynamışlardır. Yoksul ve aşiretsiz Kürtlerin ayaklanmaya katılımı, etkili olamayacak kadar sınırlıdır. Şehir esnafı ve şehir alt sınıflarının da ayaklanmaya aktif bir katılımları olmamıştır (Bruinessen 2003, s. 596-598). Aynı şekilde, büyük toprak sahipleri de ayaklanmaya katılmadıkları gibi üstelik Türk devletinin yanında savaşmışlardır.

Nakşibendi tarikatına bağlı şeyhlerin bir bölüğü ayaklanmanın en önemli liderleridir (Olson 1989, s. 99). Başta Şeyh Said olmak üzere, bu ayaklanmada şeyhler tüm savaş cephelerine komutanlık etmişlerdir (Özsoy/Eriş 2007, s. 279). Şeyhler ayaklanmanın sadece koordinasyonunu üstlenmekle kalmamış, çatışmalara da aktif olarak katılmışlardır (Bruinessen 2003, s. 602). Onların “[b]irçoğu kendini eyer üzerindeyken de seccade üzerinde olduğu kadar rahat hissediyor, silahını da tesbihi kadar güvenle tutuyordu” (Bruinessen 1993, s. 37). “Askeri kimlikleri içinde oldukça etkili” olan Şeyhler “gerçekten de neredeyse her yerde askeri operasyonların liderliğini yapıyorlardı. Bu olgu isyancıların Zaza yöreleri dışında da desteklenmelerine” (A.g.e., s. 164) katkıda bulunmuştur.

Şeyh Said’le birlikte savaşan akrabası Molla Hesen, Bruinessen’e, Şeyh Said’in, kişisel çıkarlarını gözeten ve Kürt milliyetçiliğine uzak duran şeyhleri eleştirdiğini anlatır. Şeyh Said’e göre bu şeyhlerin, halkı uysal ve itiaatkar tutarak utanmazca sümüren gangster çetelerinden farkı yoktur. Ama Şeyh Said tarikatını eleştirmesine rağmen, ayaklanma için bu örgüte ihtiyacı olduğunu da, ayaklanmanın örgütsüz yapılamayacağını da bilir. Çünkü ancak “tarikatın örgütlü ağı sayesinde bu kadar çok savaşçı harekete geçirilebilir, inançları sayesinde ölümüne savaşabilirlerdi” (A.g.e., s. 389-390).

Kürdistan’da yaygın olan “toplumsal eşkiya”lar da ayaklanmaya kendi katkılarını sunmuşlardır. Örneğin, ayaklanmaya katılan Zaza aşiret reislerinden Zirkanlı Kerem Ağa, Türk ordusundan bir yüzbaşı ve altı eri öldürdüğü için devletin aylardır aradığı bir ‘kanun kaçağı’ydı. Daha önce de belirtildiği gibi, ayaklanmanın planlanandan önce patlak vermesine, Şeyh Said’in koruması altında bulunan, devletin aradığı ‘kanun kaçakları’nın teslim edilmemesi sebep olmuştur. Ayaklanmaya katılan ‘kanun kaçakları’ listesine Elazığ savaş cephesinin komutanlığını Şeyh Şerif’le birlikte yürüten Yado da dahildir. Bruniessen devlet tarafından arananların ayaklanmaya katılımında “geleneksel motivasyonlara dayanan” milliyetçiliklerinin etkide bulunduğunu belirtir (Bruinessen 2003, s. 604).

Ayaklanmanın niteliği

Bruinessen’e göre ayaklanma ne tamamen milliyetçi ne de dinsel nitelikteydi. O, Kürdistan ve Ortadoğu toplumlarındaki milliyetçiliği dinden ayırmaz. Ona göre Şeyh Said Ayaklanmasının ayırt edici özelliği, Kürt milliyetçiliği ile İslami duyguların birbirinden ayrılamazlığıdır. Bu ayaklanmada “dinsel inançlarla ulusal duygular içiçe geçerek ayaklanmanın ideolojisini oluşturmuştur” (Bruinessen 2003, s. 603).

Behrendt’e göre ayaklanmayı planlayanlar saf milliyetçi söylemlerle en fazla birkaç yüz insanı etrafında toparlayabileceklerini bildiklerinden, kendi davaları için, halk üzerinde etkileri olan şeyhlere yönelmişlerdir. Basit “ayak takımı” olan yığınlar ise o zamanlar esas olarak milli duygulardan yoksundurlar (Behrendt 1993, s. 390). Behrendt’in burada milli duygulardan yoksunluk tespitindeki ölçeği Batılı normlardır. O, Kürtlere ve bütün Müslüman Osmanlı toplumuna Batılı anlamda bir milliyetçiliğin yabancı olduğunu belirtir (A.g.e.,s. 393), ama buna rağmen “Şeyh Said Ayaklanmasının milliyetçi çekirdeği görülmezse yanlış olur” (Behrendt 1993, s. 395) diyerek uyarısını da yapar. Burada Behrendt, yerinde olarak, “Kurtuluş Savaşı” ile (bu savaşın sonradan Türkçü bir söylemle yeniden yorumlandığı gerçeğine göndermede bulunarak) Şeyh Said Ayaklanması arasındaki temel farkın ideolojik olmadığına işaret eder. Gerçekten de Kemalistler, emperyalizme karşı mücadele edilen o birkaç yılda “İslamiyeti bir politik mücadele aracı olarak en güçlü şekilde” (Kayaoğlu 2008a, s. 331) kullanmışlardır. Bu anlamda “Türk Kurtuluş Savaşı” ile Şeyh Said Ayaklanması arasında dinsel söylemi politik mücadele aracı olarak kullanma noktasında bir fark yoktur; iki taraf da bunu yapmıştır. Buradaki temel fark, Türklerin yenmesi, ama Kürtlerin yenilmesidir. Behrendt’e göre de, eğer Kemalist hareket yenilseydi, tarihe Müslüman Osmanlı devletinin yeniden kuruluşu için mücadele eden, hafif oranda da milliyetçi tonlar taşıyan bir girişim olarak geçecekti. (Behrendt 1993, s. 396).

Ayaklanma ezilen Kürt ulusunun feodaller önderliğinde, Türk devletine karşı gerçekleştirdiği silahlı bir direniştir. Şeyh Said Ayaklanması örneğinde Kürt feodalleri ve şeyhleri ulusun önderliğine soyunmuşlardır. Ayaklanma önderliğinin feodal sınıflardan oluşması, mücadelesi sırasında açtığı bayraklardan birinin yeşil olması, bu ayaklanmanın devrimciliğine, haklılığına ve meşruiyetine zerre kadar helal getirmez.

Kürtler Kemalizm ve TKP adlı kitabında, bir zamanlar TKP’nin merkez komite üyesi olduğu da anlaşılan Kürt Ömer Ağın’ın ayaklanmayı ‘sahiplenişi’ ilginçtir. Kürt ve İslam düşmanı TKP’ye gönül veren ‘Kürt komünisti’ Ağın’ın, kendini Şeyh Said Ayaklanmasıyla ilişkilendirmesi, ayaklanmaya katılan binlerce Kürt arasından arayıp bulduğu Şeyh Said’in katibi, kendi deyimiyle “komünist ve ateist Fehmi Bilal” üzerinden olabilmektedir ancak. Aydınlanmacı aklı ve gönlü, Şeyhlerin önderlik ettiği Kürt ezilenlerinin ayaklanmasını sahiplenmeye razı olmadığından, ezilenleri “brüt” olarak kabul edemediğinden, gerçekliği aklına ve gönlüne göre düzenleyerek, ezilenleri ‘fazlalık’larından arındırarak ‘net’leştirir.

Ağın’a göre “gerek sınıfsal düşünceleri ve gerekse dini inançları bakımından Şeyh Said’den farklı” düşünen katibi Fehmi Bilal “politik sorumluluğunu üstlenmişti” (Ağın 2006, s. 38). O, “komünist katib”den yola çıkarak ayaklanmanın niteliği üzerine de fikir yürütür: “İsyanda yer alan güçler ve isyanı yönetenler farklı siyasi düşüncelerden ve farklı sosyal katmanlardan oluşur. Yöneticilerin içinde Fehmi Fırat gibi ateist ve sosyalist kişiler olduğu gibi, Şeyh Said gibi dindar kişiler de vardır” (A.g.e., s. 42). TKP’li Ağın, “komünist Fehmi Fırat”ın varlığından hareketle, ayaklanmaya, kendisinin de destekleyebileceği “farklı sosyal katmanlar“ın katıldığına kanaat getirir, ama bu farklı sosyal katmanların ne olduğunu söyleyemez. O, önce Fehmi Bilal’i Şeyh Said’le ayaklanmadaki konumu ve önemi açısından eşitler; fakat bu ona kafi gelmediğinden, birkaç sayfa sonra “komünist ve ateist” katibi “dindar” Şeyh Said’in önüne koyarak onun “[p]olitik lider”i (A.g.e., s. 51) yapar! Eh, liderliğine “komünist Fehmi Bilal”i terfi ettirdiği, bileşimine “farklı sosyal katmanlar”ı eklediği ayaklanma, TKP’li Ağın için biraz olsun sahiplenilebilir hale gelmiştir artık!

Ağın’ın, Şeyh Said Ayaklanmasının “politik lideri” yaptığı Fehmi Bilal, Özsoy/Eriş’e göre ise “[y]urtsever-sosyalist görüşleriyle ayaklanmada yer alan özgün bir sima”ydı (Özsoy/Eriş 2007, s. 147). “İstiklal Mahkemesi”ndeki sorgusunda “ayaklanma sırasında esirlere yardım ettiğini” “[h]içbir şahsa, hiçbir çocuğa cebir” Aybars 1997, s. 320) etmediğini anlatan, Ağın’ın ayaklanmadaki “politik lider” “komünist Fehmi Bilal” ayaklanma sonrasında yurtdışına gider, sonra memleketine geri döner ve bir yursever olarak, ölene kadar orada yaşar.

Ağın, partisi TKP gibi, “şeyhlerin 1925 şubatında patlak veren dinci ayaklanması”nı savunamayacağı için, onu hayaline göre kurgular. Ezilenleri ve mücadelelerini “brüt” olarak savunamayanlar, onları bir operasyondan geçirerek ‘temiz’lerler, ‘steril’ hale getirirler. Ağın gibiler, ezilenleri savunabilmek için muhakkak laik Aydınlanmacıların vesayetine ihtiyaç duyar.

Ezilenlerin kurtuluş ideolojisi Marksizm, Şeyh Said Ayaklanması örneğinde, ezilenlerin devlete karşı verdikleri savaşımlarında, onların mücadelelerini kayıtsız şartsız destekler. Ezilenlerin Marksizmine göre, devleti düşman belleyen ve silahını ona doğrultan her ezilen bölüğü, kafasının içindeki düşünce ne olursa olsun, desteklenir. Ona göre, TC’ye düşman her silahlı kalkışmada, bu kalkışma mücadele bayrağına ne yazarsa yazsın, muhakkak bir hayır vardır!

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

Ağın, Ömer (2006): Kürtler, Kemalizm ve TKP. İstanbul

Aybars, Ergün (1997): İstiklal Mahkemeleri -1920-1927. İstanbul

Aydın, Osman (2006): 1925 Kürt Ulus Hareketi. İstanbul

Behrendt, Günter (1993): Nationalismus in Kurdistan. Vorgeschichte, Entstehungsbedingungen und erste Manifestationen bis 1925. Schriften des Deutschen Orient-Instituts. Hamburg

Bruinessen, van Martin (1993): Kürdistan Üzerine Yazılar. İstanbul

____ (2001): Türklük, Kürtlük, Alevilik. Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri. İstanbul

____ (2003): Agha, Scheich, Staat. Politik und Gesellschaft Kurdistans. Berlin

Internationale Presse Korrespondenz (1925): Rote Gewerkschaftsinternationale Deutsche Ausgabe. Wien

Kahraman, Ahmet (2003): Kürt İsyanları. Tedip ve Tenkil. Kürt Tarih ve Kültürü Dizisi: 4. İstanbul

Kayaoğlu, Metin (2006a): Biz Hangi Tarihin Mirasçısıyız? Bir Tarih Anlayışı İçin Anahatlara Doğru. Teori ve Politika. Sayı: 39. İstanbul, s. 5-84

____ (2006b): Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin… Teori ve Politika. Sayı: 40. İstanbul, s. 5-60

____ (2007a): Marksizmin Kaypakkaya’da Özgülleşen Devrimci Diyalektiği. Teori ve Politika. Sayı: 42-43. İstanbul, s, 37-118

____ (2008a): Laiklik Marksizmin İlkesi Olamaz. Teori ve Politika. Sayı: 45. İstanbul, s. 327-339

Kaypakkaya, İbrahim (2004): Seçme Yazılar. İstanbul

Kutschera, Chris (2001): Kürt Ulusal Hateketi. İstanbul

Mumcu, Uğur (1995): Kürt-İslam Ayaklanması 1919-25. İstanbul

Olson, Robert (1989): The Emergence of Kurdish Nationalism and the Sheikh Said Rebellion, 1880-1925. Austin

Özsoy, Felat / Eriş, Tahsin (2007): Öncesi ve Sonrasıyla. 1925 Kürt Direnişi (Palu-Hani-Genç) İstanbul

Toker, Metin (1994): Şeyh Sait ve İsyanı. Ankara

Tunçay, Mete (1989): T.C.’nde Tek-parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931). İstanbul

 
 


[1] Bu yazıda, yabancı kaynaklardan yapılan alıntıların çevirisi yazara aittir.

[2] Wolf, köylü ayaklanmalarının en yoksullar ve topraksızlar tarafından değil de, aksine kendi toprağı olan ve bu toprağı aile emeği ile işleyen ‘orta’ köylülük tarafından çıkarıldığının sıkça tespit edilen bir olgu olduğunu belirtir: “Onlar, bir ayaklanma için zaruri olan aktivitelere, asgari oranda da olsa serbest bir alan sunacak iç nufüza sahip yegane grupturlar” (Wolf 1969b, s. 291-293, akt. Bruinessen 2003, s. 618).

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar