Ana SayfaArşivSayı 44Kaypakkaya Bir Kopuşun Yaratıcısıdır

Kaypakkaya Bir Kopuşun Yaratıcısıdır

Erdener Demirel*

“Kaypakkaya bir kopuşun yaratıcısıdır.”[1] Başlık olarak kullandığım bu cümle, Teori ve Politika yazarlarından Metin Kayaoğlu’na ait; dolayısıyla bu derginin okurlarına yabancı gelmemiş olmalı. Kaypakkaya’ya bakış açımı ifade edecek daha iyi bir başlık bulamazdım… Evet, Kaypakkaya bir kopuşun yaratıcısıdır. O, ’71 çıkışıyla sadece parlamentarist-reformist “sol”a devrimci bir darbe indirmekle kalmamış, ideolojik olarak ülkemizde revizyonizme karşı amansız bir savaş açarak, Marksist-Leninist kopuşu yaratmıştır. Bu anlamda, Kaypakkaya’dan, “50 yıllık revizyonizm ve reformizm”den kopuşun adı olarak bahsetmek hiç de abartılı olmayacaktır.

Teori ve Politika’nın, “71 devrimciliği ve İbrahim Kaypakkaya” genel başlığı ile Kaypakkaya’yı konu etmesi, unutturulmak istenen, görmezden gelinen bir gerçeği en azından tartışmaya açması, buna zemin hazırlaması anlamlı ve önemlidir. Teori ve Politika, birilerini rahatsız ederek gerçeklerin su yüzüne çıkmasına katkıda bulunuyor. Burjuva liberal aydınlar, her renkten revizyonist ve reformistler, 71 sürecini değerlendirirken hep yok sayarlar Kaypakkaya’yı. Bunu anlıyoruz. Çünkü Kaypakkaya onları tam can alıcı yerlerinden vurmuş, “kırmızı çizgi”lerini silip süpürmüştür. Ancak Kaypakkaya’yı yok sayanlar, sansürleyenler sadece bu kesimlerle sınırlı değil, Türkiye Devrimci Hareketi’nin büyük bir kesimi de onu görmezlikten gelir. Küçük burjuva akımlar için bunun nedeni hiç kuşkusuz Kaypakkaya’nın Marksist-Leninist çizgisidir. Ancak bu kesimlere göre çok daha ileride olan akımlar için neden, “Her şey benimle başladı” sözüyle ifade edilebilecek dar grupçu ve inkarcı zihniyettir. Burada daha çok bu ikinci kesim üzerinde durmak gerekiyor. İşte bu nedenle, Teori ve Politika’nın, Kaypakkaya şahsında aslında komünist hareketin 52 yıl sonra tekrardan canlanıp canlanmadığını tartışmaya açması en çok da inkarcı kesimi rahatsız edecektir.

Kaypakkaya’yı dönemdaşlarından ayırıyoruz. Onu, tartışma konusu olan dönemin devrimci odaklarını temsil eden Mahir Çayan ve Deniz Gezmişlerden ayırmak haksızlık olmaz. Davaya bağlılık ve silahlı mücadeleyi temel almada aralarında bir fark yoktu, ancak bunların dışında benzerlikleri de yoktu. İlk göze çarpan hususu şöyle ifade etmek mümkündür. TC devletinin tahlili, Kemalizm ve ulusal sorun gibi meselelerde Mahir ve Denizler “50 yıllık oportünizm”den kopamazken, Kaypakkaya, statükoya neşter vurmuştur. Bir tarafta ordudan umudunu kesmeyen, Mustafa Kemal’i / Kemalizmi “devrimci” görüp toz kondurmayan ve ulusal sorunda sosyal şovenizmin etkisinden kurtulamayanların genel varlığı, diğer tarafta ise Leninist devlet tahlili, ulusal soruna Marksist-Leninist bakış açısıyla, Kemalizmin ipliğini pazara çıkaran Kaypakkaya! Henüz 23 yaşındaki Kaypakkaya, kimsenin o yıllarda cesaret edip tartışma konusu dahi yapmadığı bu “hassas” konularda kabuk bağlamış yarayı kanattı ve cerahatın boşalmasını sağladı.

Türkiye Devrimci Hareketi, bugün Kemalizm ve ulusal sorunda büyük mesafeler katetmişse eğer, bunu başkasına değil Kaypakkaya’ya borçludur. Kemalizmin çok cılız da olsa bazı ilerici yönlerini görmezlikten gelse de, Kemalizmin hangi sınıfların ideolojisi olduğunu ortaya çıkaran ilk o olduğu gibi, bu topraklarda Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunan, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey değildir” diyen yine Kaypakkaya’dan başkası değildi. Kaypakkaya’nın TKP(ML)’yi kurduğu zaman dilimi içerisinde ve daha yıllar sonra, kimlerin Kemalizm hakkında ve ulusal sorunda ne söyleyip söylemediği belleklerde tazeliğini koruyor. Bu meselelerde Kaypakkaya’nın görüşleri o kadar nettir ki, onu yok sayanların çoğu dil ucuyla da olsa Kaypakkaya’yı dönemdaşlarından ayıran bu nitel farkı kabullenmek zorunda kalıyorlar. Kaypakkaya’nın farkı, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm gibi konularda da tartışılmaz niteliktedir. Çünkü onu “küçük burjuva köylü devrimcisi” olarak görenler, “Kaypakkaya, proletaryanın tarihsel rolünü kavramadı, devrimin merkezine köylülüğü koydu, anti-kapitalist sosyalist bir perspektife sahip değildi” vb. iddialarda bulunurlar. Tüm bu iddialara, okuru sıkma pahasına da olsa, Kaypakkaya’dan alıntılar yaparak cevap vermek istiyorum.

Öncelikle, Kaypakkaya’nın Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ile ilgili bazı tespitlerini dinleyelim:

“Bu bölgede [Kürecik] sınıflar henüz kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış değildir. Ege’de ve Trakya’da gördüğümüz gibi köylüleri ücretli işgücü yoluyla sömüren zengin köylülere (köy burjuvazisine) pek rastlanmaz… İkinci olarak şunu belirtelim. Bu bölgede, Urfa, Mardin ve Diyarbakır ovasında görüldüğü gibi, köylüleri yarıcılık, ortacılık, angarya ve benzeri yollarla sömüren toprak ağalığı bulunmamaktadır. Köylüler genel olarak ‘özgür’ küçük üreticilerdir.”[2] “Yine köylülerin birçoğu, özellikle yoksullar, Antep, Adana, İstanbul ve Malatya’ya göç ediyorlar. Göçenlerin sayısı oldukça artma göstermiştir.”[3] “Bölgede ticari kapitalizm, özellikle son yıllarda hızla gelişme göstermiş, emperyalist tekellerin ve işbirlikçi büyük sermayedarların malları köylere kadar sokulduğu gibi, köylülerin malları da her gün artan ölçülerde pazara taşınır olmuştur.”[4] “Toprak ağalığı yavaş yavaş ve uzun bir süreç içinde kapitalist çiftlikler haline gelmekte ve bu arada köylü üzerindeki feodal egemenlik ve sömürü biçimleri uzun bir süre devam etmektedir. Hatta toprak ağasının toprağında çalışan köylü, ücretli işçi haline geldiği zaman bile, eski toprak ağası olan yeni ‘çiftlik beyi’, köylü üzerindeki eski ayrıcalıklarından (örneğin angarya çalıştırma gibi) bir kısmını korumaktadır ve bu, gelenek şeklinde yerleşmektedir. Köylü usulü hal tarzı veya devrimci hal tarzı ise, güçlü bir köylü isyanıyla feodal mülkiyeti ve onun üzerinde kurulu olan feodal ilişkileri kökünden kazımak, yerle bir etmektir.”[5] “[İ]şbirlikçi kapitalizm feodalizmi hiçbir zaman ‘köylü usulü’ halledemez.”[6] “’Yarı-feodal kalıntı’ ifadesi anlamsızdır. Zaten ‘yarı-feodal’ ilişkiler kalıntıdır, feodalizmin kalıntısıdır.”[7]

Görüldüğü gibi Kaypakkaya, yaşadığı coğrafyada gerçekleri arama peşindedir. Çorum ve Malatya-Kürecik bölgelerinde sınıfların tahliline ilişkin yaptığı çalışmalar, onun “somut koşulların somut tahlili” ilkesine bağlılığını gösterir. Kaypakkaya, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin analizlerinde doğru yolda ilerler; adını koymasa da, ülkemizde kapitalizmin “Prusya yolu”ndan geliştiğini ifade eder. Feodalizmin “köylü hal tarzı veya devrimci hal tarzı” ile kökünden kazınacağını belirtir, ancak ülkemizde “toprak ağalığı[nın] yavaş yavaş ve uzun bir süreç içinde kapitalist çiftlikler haline” dönüştüğünün altını çizer. Doğru yolda ilerleyen Kaypakkaya, buna rağmen, Mao Zedung’un tüm yarı-sömürge ülkeler için yaptığı ve feodal kalıntılardan ötesini ifade eden “yarı-feodal” tespiti ve öngördüğü “halk savaşı” stratejisinin etkisinden kurtulamaz, dolayısıyla doğru sonuca varamaz. (Mao için, yarı-sömürge ülkelerde araştırmaya gerek yoktu, bu ülkeler otomatik olarak yarı-feodaldi ve bu ülkelerde devrimin rotası kırlardan şehirlere doğru olacaktı!) Yarı-sömürge Türkiye’de, “somut koşulların somut tahlili”ne ilişkin çalışmalarıyla Mao’nun hazır formüllerinin etkisine girmemiş olan Kaypakkaya, daha sonra kendi tahlilleriyle çelişerek “Halk savaşı”nı savunmakla yanlış bir viraja sapar. Mao Zedung’dan etkilenmesinin nedenlerine daha sonra değineceğim. Burada kısaca da olsa MKP ve TKP/ML’ye değinmek gerekir.

“Yarı-feodal” terimi, Mao’da feodal ilişkilerin hakim olduğu anlamına gelirken, Kaypakkaya’da “feodalizmin kalıntıları”nın varlığı anlamına gelir. MKP ve TKP/ML, Türkiye ve T. Kürdistanına Kaypakkaya’nın değil, Mao’nun anlayışıyla bakar ve feodal kalıntılardan öte, bu topraklarda feodal ilişkilerin hakim olduğunu savunurlar. Kaypakkaya, 35 yıl önce kapitalizmin geliştiğini, toprak ağalığının yavaş yavaş ve uzun bir süreç içinde kapitalist çiftlik beyliği haline dönüştüğünü ifade etmesine rağmen, MKP ve TKP/ML, bugün kapitalizmin Edirne’den Hakkari’ye tüm bölgelere girdiğini görmezden gelerek, Türkiye’ye feodal ilişkilerin damgasını vurduğunu iddia ediyor ve iktidarın “halk savaşı” yolu ile kırlardan şehirlere doğru parça parça alınacağını savunuyor. Bu iki akımın “yarı-feodal” tespitleri, “somut koşulların somut tahlili”ne dayanmıyor; şimdiye kadar Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını araştırmaya yönelik ciddi hiçbir çalışmalarının olmaması başka ne anlama gelir? Kırsal bölgelerde, “Kızıl siyasi iktidarlar”ın (KSİ) yaşayabileceği, yani “iç pazarın vazgeçilmez bir parçası haline henüz gelmemiş” bölgeler hangileridir? Böyle bölgeler var mıdır gerçekten? Bu sorular bir dizi halinde sıralanabilir. Tüm bu sorulara cevap vermeleri gerekirken, bu arkadaşlar, Mao Zedung’un yarı-sömürge ülkeler için belirlediği formüllere “ihanet” etmemek için, araştırmaya gerek duymazlar. Onlara göre, Türkiye’ye kapitalist ilişkilerin damgasını vurabilmesi için feodalizmin illa ki “köylü hal tarzı” ile tasfiye edilmesi gerekiyor, başka yol yok!

MKP ve TKP/ML’nin bugün ciddi bir analize girişmeleri, meta ekonomisinin Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar girdiği, toprak sorununun –bir sorun olmayı korusa da– temel sorun olmaktan çıktığı, işçi sınıfının nüfusunun gün geçtikçe büyüdüğü gibi gerçekler ile yüz yüze gelmeleri anlamına geliyor. Tabii böyle bir analizin sonuçları da doğal olarak, “halk savaşı”nın gereğinin tartışılmasına neden olacaktır.

Kaypakkaya, araştıran, inceleyen, sorgulayan bir önderdi. Onun özellikle bu yönleri örnek alınmalıdır. 1976’da Koordinasyon Komitesi (KK), yönelimi, Kaypakkaya’nın bıraktığı yerden devam ettirdi. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin bir araştırmaya girişerek, Kaypakkaya’nın eksikliklerini tamamladı ve hatalı tespitini düzeltti. Kaypakkaya’nın “somut koşulların somut tahlili” ilkesine verdiği önemi kavramayan, Mao’nun yarı-sömürge ülkeler için yazdığı reçetelerde direten, KK’nın çalışmaları sonucu vardığı tespitleri “ihanet” sayarak ayrılan Partizan çevresi, zamanla tam dogmatizme sürüklendi. MKP ve TKP/ML, gün geçtikçe de inandırıcı olmaktan hızla uzaklaşıyorlar. Türkiye’nin realitesi, kırlardan koparıp metropollere çektiği bu iki yapının tutarsız görünmelerine neden oluyor. Toprak ağalarının güçlü olduğu, “Urfa, Mardin ve Diyarbakır ovasında” olmamaları; çalışmalarının daha çok İstanbul, İzmir, Mersin gibi şehirlerde olması inkar edilebilir mi? Son birkaç yıldır Nepal’i Türkiye’ye örnek göstermeleri, birbirine hiç benzemeyen (yarı-sömürge olmaları dışında) bu iki ülkeyi birbirine benzer göstermeye gayret etmeleri ve böylece “Halk savaşı”nın geçerliliğini savunmaları ise bir başka tutarsızlık göstergesi…

Kendisine yönelik eleştirilere ilişkin bizzat Kaypakkaya’yı dinlemeye devam edelim:

“İhtilalci İşçi-Köylü Partisi adlandırılması niçin yanlıştır? Çünkü, bizim gerçek niteliğimizi, nihai hedefimizi belirtmiyor. Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut koşulları bize köylülük ile ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi esas görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında’ bulunmaktadır. Ve kapitalist toplumun temelinin korunmasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya giden bir sınıftır. Oysa, proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayiin özel ürünü ve esas ürünüdür. Modern sanayiin gelişmesiyle birlikte gelişir ve güçlenir. Geçmişi değil, geleceği temsil eder. Özel mülkiyetin korunmasını değil, kesinlikle ortadan kaldırılmasını ister. Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih, işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, bilimsel olarak yanlıştır.”[8]

Bu cümleler, başkasına değil, “küçük burjuva köylü devrimcisi” diye eleştirilen Kaypakkaya’ya ait. Köylülüğün tahlili ve proletaryanın stratejik öneminin vurgulanması kısaca bundan daha net yapılamaz. Köylülüğü “yok olmaya giden bir sınıf” olarak gören Kaypakkaya’nın, devrimin merkezine köylülüğü koyup koymadığına siz karar verin artık. Kaypakkaya, ülkemizin sosyo-ekonomik yapısının tahlilinde yanlış bir sonuca gitti, köylülüğü temel aldı, ülkemizin gerçekliğine uymayan, kırlardan şehirlere doğru gerilla savaşını devrimin rotası olarak belirledi. Fakat onun Mao Zedung’un “Halk savaşı” anlayışından etkilenmesi ve taktiksel hatası ile, devrimin merkezine köylülüğü koyduğu, proletaryanın tarihsel rolünü kavramadığı eleştirisi farklı birer konu. Birincisine tamam, ama ikincisine kesinlikle hayır! Kaypakkaya, köylülüğün temel güç rolü oynamasına “geçicidir” demiştir, bu durumu koşullara bağlamıştır ve daima işçi sınıfının öncülüğünün altını çizmiş ve bunun nedenini de açıklamıştır. Bu noktada Mao ile kesinlikle zıtlaşır.

Burada anlaşılması gereken esas mesele veya cevaplanması gereken asıl soru şudur: Türkiye’de kapitalizm az gelişmiş, sanayileşme çok geri, işçi sınıfı cılız, nüfusun ezici çoğunluğu kırsal bölgelerde yaşıyor olsaydı vs. köylülük devrimde temel güç rolü oynayabilir miydi, oynayamaz mıydı? Belirtilen bu koşullarda köylülük proletaryanın öncülüğünde temel güç rolü oynayabilirdi. Gözlerimizi yarı-sömürge Nepal’e çevirelim. Kaypakkaya’yı, köylülüğü temel güç gördüğü için, “köylü devrimcisi” olarak damgalayanlar, feodal ilişkilerin güçlü ve nüfusun ezici çoğunluğunu yoksul köylülerin oluşturduğu dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Nepal’de yaşıyor olsalardı, nasıl bir yol izleyeceklerdi acaba? NKP(M)’nin [Nepal Komünist Partisi (Maoist)] küçük-burjuva Maocu devrimci çizgisi nedeniyle, devrimi daha ileri taşıyamayacağı, kapitalizmin, milli burjuvazinin özgür gelişmesini savunacağı şimdiden belli. Hedefleri, yarı yolda durmadan proletarya diktatörlüğüne, sosyalizmin inşasına geçiş olmayacak, sanayileşmiş “güçlü” bir Nepal olacaktır.

Ancak, bir gerçeği görmemiz gerekiyor; o da NKP(M)’nin, köylülüğü temel güç görmesinin, devrimin rotasını kırlardan şehirlere doğru belirlemesinin Nepal’de gerçeklere uygun olduğudur. Nepal’deki 12 yıllık silahlı mücadele bunu kanıtlamıştır. Nitekim, bu özellikten dolayı başkent birçok kez kuşatılmıştır. Kısacası, Nepal’e benzer ülkelerde köylülük temel güç olabileceği gibi, o ülkenin coğrafi yapısına göre taktiksel olarak kırlardan şehirlere doğru bir rota da izlenebilir. Tüm yarı-sömürge ülkelerde devrimlerin Çin tipinde olması gerekmediği gibi, Rusya tipinde de olmayacağı bir gerçektir. Komünistler, kopyacılık yerine “somut koşulların somut tahlili”ni yapmalı ve ona göre hareket etmelidir. Kaypakkaya’nın Mao’dan etkilenerek “Halk savaşı”nı, eşdeyişle Çin tipini Türkiye’ye uyarlamaya çalışmasının eleştirilmesine tamam, ama onun proletaryanın tarihsel rolünü kavramadığı, işçi sınıfının önderliğini savunmadığı iddialarına bir kez daha hayır! Bunun altını tekrar çizmekte yarar var.

Ayrıca Kaypakkaya’yı yıllardır “proletaryanın tarihsel rolünü kavramadı” diye eleştiren “proleterciler”in, bugün hala, işçi sınıfı içerisinde örgütlülük anlamında bir arpa boyu ilerleyemediklerini ilk önce kendilerinin görmesi gerekmez miydi. Ülkemiz devrimci hareketi artık o kadar marjinalleşti ki, kimin nerede, hangi kesimler içerisinde örgütlenmeye çalıştığını çok iyi görebiliyoruz. Her şey söylendiği veya yazıldığı gibi değil!

Kaypakkaya’ya kulak vermeyi sürdürelim:

“Bugüne kadar, kendisine köylü partisi adını veren partiler olmuştur. Fakat bunlar genellikle, sonuçta burjuva demokrasisini en son sınırlarına kadar genişletmek isteyen partilerdi. Sosyalizmi ve komünizmi amaçlayan partiler değil. Yani küçük-burjuva demokratlarıydı. Proletarya partileri de, koşulların gerekli kıldığı durumlarda burjuva demokrasisini son sınırlarına kadar genişletmek ister ve bunun için aktif ve kararlı mücadele eder ama bunu, proleter demokrasisine geçişin (yani proletarya diktatörlüğüne geçişin) bütün önkoşullarını yaratmak için yapar. Orada durmak ve onunla yetinmek için değil. Peki, yoksul ve aşağı-orta halli köylülerin de proletarya ile birlikte proletarya demokrasisi için mücadele etmesi neyi gösterir? İşçi sınıfı ile bunların arasında bir fark olmadığını mı? Hayır! Yalnız, kapitalizmin temelleri yıkılmadıkça, bu köylü tabakalarının kesin kurtuluşlarının da olanaksız olduğunu, bunların kesin kurtuluşunun proletaryanın kurtuluşuna bağlı olduğunu: Öte yandan, bunlar, proletaryanın vazgeçilmez rolü olmadan, burjuva demokrasisinden bir adım bile öteye ilerleyemezler. Bugün ülkemiz koşullarında ise, proletaryanın önderliği olmadan, değil proletarya demokrasisine geçmek, burjuva demokrasisini bile son sınırına kadar genişletemezler.”[9]

Kaypakkaya, proletaryanın tarihsel rolünü kavramada ve durmaksızın proletarya diktatörlüğüne, sosyalizmin inşasına geçiş konusunda ML bir çizgiye sahipti. Şimdi bu uzun alıntılardan sonra bazıları, bunların cımbızla çekilmiş olduğunu iddia edebilir. Kaypakkaya’yı hata ve eksikliklerini ortaya koyarak sahiplenenlerin, cümleleri cımbızlamaya ihtiyacı yoktur. TKP/ML Hareketi, Maoculuğun Kaypakkaya üzerindeki etkilerini hiçbir zaman inkar etmedi! Bugün hala Kaypakkaya’yı Hareketin bakış açısıyla değerlendirenleri “yazıların içinden Marksizm-Leninizmin ilkelerine uygun düşen önerme ve saptamaları adeta cımbızla seçerek sunma yoluna başvurmak”la[10] suçlayanların kendileri, Kaypakkaya’nın Marksizm-Leninizmin ilkelerine uygun düşmeyen kısacık bir paragrafını her defasında önümüze atmalarına ne demeli? Üç-beş cümlelik bu kısa paragraf dışında ellerini güçlendirecek hiçbir şey yok, dolayısıyla yazılarının toplamı ortalama 500 sayfa eden Kaypakkaya, cımbızlanan birkaç cümle ile “küçük-burjuva” oluyor.

Garbis Altınoğlu’nun yazdığı gibi Kaypakkaya, “en pespaye revizyonistler” gibi, “kendi burjuva liberal program ve çizgilerinin üzerine bir Marksizm örtüsü çekmekte, hatta yer yer ‘oportünizme ve revizyonizme’ atıp tutmakta” olan biri değildi, olamazdı da. G. Altınoğlu’nun Kaypakkaya’yı daha önce saygın bir Marksist olan ancak sonra döneklik eden Kautsky, komplocu Troçki, ihanetin simgesi Kruşçev, usta tahrifçi Mao gibi kaşarlanmış revizyonistlerle yan yana getirmesi hayli ilginç. Hepsi uluslararası arenada ciddi şahsiyetler olan bu kişilerin, Marksizmi çarpıtacak kadar ustalaşmış olduğu, halkımızın deyimiyle “işin kurdu” olduğu ortadayken, Marksizm-Leninizmi henüz yeni kavrayan ve kavradıklarını ülkemiz revizyonistlerine karşı bir silaha dönüştüren genç bir devrimci olan Kaypakkaya’nın böyle işlere soyunmak için vakti gelmiş olamazdı. Kaypakkaya, ne olursa olsun, Marksizm-Leninizmle, onu tahrif edecek kadar içli dışlı olamamıştı, ama bugün G. Altınoğlu ve benzerlerinin, tecrübeleriyle, birikimleriyle bu işi yapabilecek seviyede olduğunu söyleyebiliriz.

Kaypakkaya, tüm yazıları incelenerek değerlendirilmelidir. Onun tüm yazıları incelendiğinde Maoizmin kırıntıları bulunacaktır, ama genel görüşlerine Marksizm-Leninizmin damgasını vurduğu da görülecektir. Maoist kırıntılardan her daim cımbızla çekilerek önümüze atılan birkaç cümlelik paragrafta Kaypakkaya şunları yazıyor: “Bugün egemen sınıflar kimlerdir? Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları. Bunlar demokratik halk devrimiyle ‘egemen’ konumlarından alaşağı edildiği zaman egemen sınıflar kimler olacaktır? Esas bakımdan işçi sınıfı, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, ulusal burjuvazinin devrimci kanadı. Bu ittifak içindeki egemen sınıf ise, proletarya olacaktır. Açıktır ki, demokratik halk iktidarının egemen sınıfları arasındaki çelişme, artık eski anlamdaki egemen sınıflar içindeki çelişmeden bütünüyle farklıdır. Ve devrimci halkın kendi içindeki, ‘halk içindeki’, antagonist olmayan ve barışçı yöntemlerle çözümlenebilen çelişmedir.”[11] Kaypakkaya’yı “küçük burjuva” olarak görenlerin, anti-kapitalist bir perspektife sahip olmadığını iddia edenlerin varları-yokları işte bu kısacık paragraftır. Daha fazlasını bulmak için arama-tarama yaptıklarına eminiz, ama nafile.

Ulusal burjuvazinin “devrimci” veya “sol” kanadından sosyalizme karşı düşmanca tavırlar içerisine girmemiş, tecrit edilerek geçici bağlaşımlar yapılabilecek kesimler olabilir. Hatta bunlar içerisinde sosyalizmi destekleyenler de olabilir. Ancak, burjuvazi, “sağ” ve “sol” ayrımı yapmaksızın genel olarak ezilmesi gereken karşı-devrimci bir sınıftır, sosyalist devrimin hedefidir. Kaypakkaya’nın proletarya ile orta burjuvazinin “devrimci” kanadı arasındaki çelişkiyi “antagonist olmayan” bir çelişki olarak dile getirmesi elbette yanlıştı. Burada orta burjuvazinin “devrimci” kanadı hakkında birkaç cümleyle yaptığı saptama, onun tüm yazıları içerisinde, Maoculuktan gelen ve genel olarak Marksist-Leninist görüşlerine gölge düşüren en ciddi yanlıştır. Çünkü Kaypakkaya, Mao’nun tersine özel mülkiyetin “kolektif mülkiyet”e dönüştürülmesini, yani burjuvazinin tasfiyesini net bir şekilde belirtir, bunun için durmadan proletarya diktatörlüğüne, sosyalizmin inşasına geçişi savunur:

“Yine bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris Komünü tipinde, Sovyet tipinde vb. bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte, nihai olarak her türlü devleti kaldırmak amacındadır.”[12] “Demokratik halk diktatörlüğü gerçekleştirildikten sonra, önderliği elinde tutan proletarya, yoksul ve aşağı orta köylülerle birleşerek, durmaksızın proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmeli ve sosyalizmin inşasına girişmelidir.”[13] “Ne komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları, ne de ulusal burjuvazi, ne demokratik halk devrimiyle, ne de sosyalist devrimle tamamen ortadan kaldırılabilir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü gerçekleştikten ve hatta üretim araçlarının tamamının kolektif mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da, ideolojik ve kültürel alandaki varlıklarını devam ettirirler. Proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin nedeni budur. Bunların kaynağını, Lenin yoldaş ‘Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’ adlı yapıtında göstermiştir.”[14]

Kaypakkaya’nın orta burjuvazinin “devrimci” kanadı hakkında yazdığı ve görüşleri içerisine sızmış Maocu bu kısacık paragrafın, onun çizgisine damgasını vurduğunu iddia etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Tüm dönemdaşları gibi Kaypakkaya da ÇKP’nin etkisinden kurtulamamış, ancak o, süreçten en az tahribatla çıkmıştır. ÇKP ve önderi Mao Zedung’un aksine Kaypakkaya, kesinlikle anti-kapitalist bir perspektife sahiptir, çünkü o, durmadan proletarya diktatörlüğüne geçişi ve böylece özel mülkiyetin / burjuvazinin tasfiyesini savunur. ÇKP ve Mao Zedung’la arasında bu konularda herhangi bir benzerlik yoktur. Bunu daha iyi görmek için, Mao’dan bazı alıntılar yapmakta fayda var. Mao Zedung’un devrimde bazen tüccarların, bazen köylülerin önderliğini savunduğuna ve proletaryanın tarihsel rolünü görmezlikten geldiğine burada girmeyeceğim. Okunduğunda Mao Zedung’un göze ilk çarpacak yönü, proletaryanın tarihsel rolünü görmezlikten gelişidir. Kaypakkaya’yı ise biliyoruz artık, proletaryanın tarihsel rolü hakkında yazdıkları gayet açık ve nettir. Şimdi yapacağım alıntılar, Mao Zedung’un Leninist kesintisiz devrim, proletarya diktatörlüğü, anti-kapitalizm perspektifine sahip olup olmadığına ilişkin; böylece, Kaypakkaya ile arasındaki nitel farkları da görmüş olacağız. Öncelikle söyleyelim, bu alıntılar kesinlikle cımbızla çekilmiş nitelikte değildir. Mao Zedung’tan, kendisinin anti-Marksist-Leninist çizgisini kanıtlamak için çok daha fazla aktarma kolaylıkla yapılabilir.

Kaypakkaya, demokratik devrimden sonra durmaksızın proletarya diktatörlüğüne, “sosyalizmin inşasına girişilmelidir” derken Mao Zedung bakın neler söylüyor:

“Devrimci dönem içinde, karşı-devrimci güçleri tamamen devirebilmemiz ve Çin’deki hem karşı-devrimci, hem de emperyalist güçleri tamamen devirebilmemiz, devrimin zafere ulaşmasından sonra ise, üretimi hızla yeniden inşa edip geliştirebilmemiz, yabancı emperyalizmle baş edebilmemiz için, Çin’i büyük bir sosyalist devlet haline getirebilmemiz için, Partimizin aynı zamanda şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazinin bizimle işbirliği yapabilecek mümkün olduğu kadar çok temsilcisi, aydını ve siyasi grubu ile de birleşilmesi gerekir.”[15] “Ancak, milli burjuvazi, emperyalizme karşı, birleşik cepheye katıldığı taktirde, işçi sınıfı ve milli burjuvazi ortak çıkarlara sahip olacaklardır. Burjuva demokratik devrim döneminde halk cumhuriyeti emperyalist ve feodal mülkiyet dışındaki özel mülkiyeti kamulaştırmayacak ve milli burjuvazinin sanayi ve ticaret işletmelerine el koymak şöyle dursun, onların gelişmesini teşvik edecektir. … Demokratik devrim aşamasında emek ile sermaye arasındaki mücadelenin bir sınırı vardır. Halk Cumhuriyetinin iş kanunları, işçilerin çıkarlarını koruyacak, ancak milli burjuvazinin kar etmesini ve sanayi ticaret işletmelerini geliştirmesini de önlemeyecektir.”[16] “Ülkemizde işçi sınıfıyla milli burjuvazi arasındaki çelişme halk içindeki çelişmeler sınıflamasına girer. Genel olarak ikisi arasındaki sınıf mücadelesi, halkın saflarındaki bir sınıf mücadelesidir, çünkü Çin milli burjuvazisinin ikili bir niteliği vardır. Burjuva demokratik devrimi döneminde, milli burjuvazi hem devrimci hem de uzlaşmacı bir niteliğe sahipti. Sosyalist devrim döneminde, milli burjuvazinin kar amacıyla işçi sınıfını sömürmesi onun niteliğinin bir yanını, buna karşılık Anayasayı desteklemesi ve sosyalist dönüşümü kabul etmesi de diğer yanını oluşturur… Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme sömürenle sömürülen arasındaki çelişmedir ve niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’in somut koşullarında, iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa, uzlaşmaz olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir ve barışçı yöntemlerle çözülebilir.”[17]

Epeyi uzun oldu ama önemli bölümlerdi. Görüldüğü gibi, Mao Zedung’un demokratik devrimden sonra sosyalizme geçme diye bir derdi yoktur, bunu kendisi de açıkça itiraf ediyor zaten. Mao’nun hedefi milli (orta) burjuvazinin gelişmesinin önünü açmak, yani güçlü kapitalist bir Çin yaratmak. Bir taraftan kapitalistler kar edecek ve gelişecekler, diğer taraftan iş kanunları ile işçilerin çıkarları korunacak! Buna bugünkü İsveç’i örnek verebiliriz, ancak İsveç’te işçi ve emekçiler en çok sosyal haklara vs. sahip olsalar dahi, bu İsveç’in burjuva bir cumhuriyet olduğu gerçeğini değiştirmez. Karşı-devrimci kapitalist orta burjuvazinin sosyalizmi destekleyeceğini de ancak Mao gibi revizyonistler iddia edebilir –eğer bahsettiği sosyalizm bizim bildiğimiz “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” şiarının hayat bulduğu sosyalizm ise.

Mao’dan okumaya devam edelim: “Ekim Devrimi burjuvaziyi devirdi; bu, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı. Bütün ülkelerin burjuvazisi bu devrime kara çalmak için veryansın ediyor, onun hakkında tek bir iyi şey söylemiyordu. Rusya’daki burjuvazi karşı-devrimci bir sınıftı; o sırada devlet kapitalizmini reddediyor, işi yavaşlatma ve sabotaj eylemleri örgütlüyor ve silaha sarılıyordu. Rusya proletaryası için burjuvazinin işini bitirmekten başka çare yoktu. Bu başka ülkelerin burjuvazisini kızdırdı, ve onların saldırgan bir dil kullanmasına yol açtı. Çin’de ise biz milli burjuvazimize nispeten daha yumuşak davrandık; onlar kendilerini biraz daha rahat hissediyor ve siyasetimizde bazı iyi şeylerin olduğuna inanıyorlar.”[18]

Mao’ya göre, Rusya’da burjuvazi karşı-devrimci ama Çin’de öyle değil; bu da herhalde kapitalistlerin Çinli olmalarından kaynaklanıyor! Rusya’da devrimci proletarya demokratik devrimden sonra durmaksızın proletarya diktatörlüğüne geçişi, sosyalizmin inşası için burjuvaziyi hedef alıyor –Kaypakkaya’nın da savunduğu gibi!– doğal olarak da burjuvazi karşı-devrimci rolünü oynuyor. Çin’de ise hedef, burjuvaziyi tasfiye etmek, proletarya diktatörlüğünü kurup sosyalizmin inşasına girişmek değil; Mao Zedung ve ÇKP’nin “yumuşaklığı” burada. Böyle “yumuşak” davranan “komünistler”e burjuvazi de “yumuşak” davranır, kendilerini rahat hissetmeleri için çaba harcayan ÇKP’ye neden sert davransınlar? Mao Zedung ve ÇKP böylece başka ülkelerin burjuvazisini de kızdırmıyor.

Proletarya diktatörlüğü yerine Mao Zedung şunları söylüyor:

“Bu yeni demokratik cumhuriyet, eski demokratik biçim olan ve zaten günü geçmiş bulunan burjuva diktatörlüğü altındaki eski Avrupa-Amerikan tipi kapitalist cumhuriyetten farklı olacaktır. Diğer taraftan SSCB’de daha şimdiden gelişip serpilmeye başlayan proletarya diktatörlüğü altındaki Sovyet tipi sosyalist cumhuriyetten de farklı olacaktır… bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde üçüncü bir devlet biçimi, yani yeni demokratik cumhuriyet kabul edilmelidir. Bu biçim, belli bir tarihi dönem için geçerlidir ve bu yüzden bir geçiş biçimidir; ama gene de zorunlu bir biçimdir ve bundan vazgeçilmez. Dolayısıyla, çeşitli tipteki devlet sistemleri siyasal iktidarlarının sınıf niteliğine göre üç temel biçimde özetlenebilir: 1) Burjuva diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler; 2) Proletarya diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler; 3) Birkaç devrimci sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler.”[19] “Yeni demokratik anayasal yönetim nedir? Çeşitli devrimci sınıfların hainler ve gericiler üzerindeki ortak diktatörlüğüdür. Bir zamanlar biri şöyle demişti: ‘Yiyecek bir şey varsa herkes paylaşsın.’ Sanırım yeni demokrasinin ne demek olduğunu buna dayanarak gösterebiliriz. Nasıl ki, herkesin eldeki yiyeceği paylaşması gerekiyorsa, iktidarın da bir tek parti, grup ya da sınıfın tekelinde bulunmaması gerekir.”[20]

Tüm bu alıntılarda Mao tarafından ifade edilenler, bugün Marksizm-Leninizmin “üçüncü nitel aşaması” olarak gösterilen Maoizmin “nitel katkıları”ndan bazıları! Marksizm-Leninizmi az buçuk bilenler Mao’nun en önemli meselede Marksizm-Leninizme “nitel katkı”da mı bulunduğu, yoksa Marksizm-Leninizmin özünü tahrif mi ettiği sorusuna çok rahat cevap verebilirler. Benim bu alıntılarda dikkati çekmek istediğim, Mao ile Kaypakkaya arasındaki farktı. Görüldüğü gibi, Kaypakkaya, ne onu “küçük burjuva” olarak değerlendirenler, ne de onu “Maoist komünist” olarak göstermeye çalışanların öne sürdüğü gibi, hiç de Maoist değildir.

Sonuç olarak…

“Her şey kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir.” Kaypakkaya da bu Marksist yöntemle değerlendirilmelidir. Kaypakkaya’nın siyasal arenaya çıktığı dönemde ülke içinde ve uluslararası arenada durum neydi, sürece hangi güçler damgasını vuruyordu, vs.? Tüm bunlara bakarak bir sonuca gitmek gerekiyor. Kaypakkaya’ya gelince bu yöntemden vazgeçmemek lazım. İkiyüzlüce hareket edenler için Kaypakkaya’yı “küçük-burjuva”, “Maocu” olarak damgalamak basit ve buna bir de cımbızlama yeteneklerini eklersek her şey tamam oluyor! Kaypakkaya elbette eleştiriden muaf değildir; onun da hata ve eksiklikleri vardı. Bunu kimse inkar edemez, Stalin yoldaşın deyimiyle “Sadece ölüler hata yapmaz”.

Kaypakkaya’nın, kendi bilimsel tahlillerini bir kenara itip, devrimin rotasını kırlardan şehirlere doğru (“Halk savaşı” ile) belirlemesi ve orta burjuvazinin “devrimci” kanadının devrimci halk içerisinde olduğunu belirtmesi yanlıştı. Bunlar, Kaypakkaya’nın Marksist-Leninist görüşleri içerisine sızmış Maoist kırıntılardı. Evet, Kaypakkaya üzerinde Maoizmin etkileri vardı, ancak kim o dönem Mao Zedung ve ÇKP’den etkilenmemişti ki?…

Kaypakkaya, “50 yıllık revizyonizm ve reformizm”in ideolojik olarak hakim olduğu, Marksizm-Leninizmi savunan tek bir hareketin olmadığı topraklarda gelişen gençlik hareketi içerisinde bir devrimci olarak tarih sahnesine çıktı –bir komünist olarak daha 24’ünde katledildi. Uluslararası arenada Sovyet revizyonizmi hakim, onun karşısında duran ve ideolojik mücadele yürüten ise, Sovyet revizyonizmine karşı olan herkes tarafından Marksizm-Leninizmi savunduğu kabul edilen Mao Zedung ve ÇKP’si. Latin Amerika ve Asya ülkelerinde güçlü gerilla savaşlarının yürütüldüğü bir dönem. Sovyet revizyonizmine karşı Mao Zedung rüzgarının estiği yıllar. Bu yıllarda gerek Sovyet revizyonizmine, gerekse Mao Zedung’un maskelenmiş revizyonist fikirlerine karşı Marksizm-Leninizmi savunan, her türden revizyonizme karşı mücadele yürüten kimse yoktur. Dönem, “Mao Zedung Düşüncesi’ni savunmayan Marksist-Leninist olamaz” dönemiydi. Genç Kaypakkaya, böylesi bir dönemde ortaya çıkmış ve tercihini dünya devrimci hareketi gibi Sovyet revizyonizmine karşı Marksizm-Leninizmi “savunan” Mao Zedung ve ÇKP’si tarafında yapmıştır. Kimsenin Mao Zedung’un gerçek yüzünü deşifre edemediği bu koşullarda, “Kaypakkaya neden bunu yapmadı” diye sorması absürd olur. Enver Hoca dahi Maoizme karşı ideolojik mücadeleye, Kaypakkaya katledildikten yıllar sonra girişti. Herkes gibi Enver Hoca da Mao’yu Marksizm-Leninizmin “savunucusu” olarak görüyordu; bu bir gerçek. Teori ve Politika’da Garbis Altınoğlu, ilk olarak kısaca koşullara değiniyor ve hemen sonra AEP için şunları yazıyor: “AEP’nin, henüz siyasal olarak karşı-devrim saflarına geçmemiş olduğu koşullarda Halk Çini ve Mao Zedung’un ÇKP’siyle Sovyet revizyonizmine ve sosyal-emperyalizme karşı yaptığı taktiksel ideolojik-siyasal bağlaşma nedeniyle, Maoizme karşı açık bir ideolojik savaşıma girişmekte gecikmesi de uzun erimde revizyonizmin ve ona tepki olarak gelişen küçük-burjuva ‘sol’ sapmanın yıkıcı ve saptırıcı etkilerinin daha da büyümesine yardımcı olacaktı.”[21] Gecikmeye çok gecikti Enver Hoca. Mao’nun yaşadığı son anlarda Maoizme karşı ideolojik mücadeleyi başlatması daha sonra Maoistler tarafından “dönek” olarak suçlanmasına da neden oldu.

Enver Hoca’nın da Mao’yu Marksizm-Leninizmin “savunucusu” olarak gördüğü yıllarda, genç Kaypakkaya’nın Maoizmden etkilenmesi, Mao’ya hayranlığı ve böylelikle bazı hatalara sürüklenmesi doğaldı. Ancak Kaypakkaya’nın çizgisine esas olarak damgasını vuran Maoizm değil, Marksizm-Leninizmdi. Ulusal sorun, Leninist devlet anlayışı ve sınıfların tahlilinde Marksist-Leninist bakış açısına sahip olduğu gibi, Kaypakkaya, proletaryanın tarihsel rolünü kavradı, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi savundu. Bunun için, “Kaypakkaya, bir kopuşun yaratıcısıdır”. Ülkemiz devrimci hareketinden hiçbir akım (bugünkü inkarcılar dahil) Kaypakkaya basamağına basmadan Marksizm-Leninizm sınırlarına girememiştir.

H. Fırat’ın, Teori ve Politika’nın 41 sayısında “71 Devrimciliği, Kaypakkaya ve Sonrası” başlığı altında okurlarına sunduğu ve 1989 yılında kaleme aldığı TDKP değerlendirmesi, örnek açısından aydınlatıcıdır. H. Fırat, THKO’nun TDKP’ye evrimleştiği yıllarda Kaypakkaya’nın referans alındığının altını çiziyor. Kurulduğunda sadece silahlı eylemlere girişen, fokocu-maceracı bir çizgiye sahip olan THKO, yıllar sonra Kaypakkaya’dan öğrenerek (her ne kadar kendileri kabul etmedilerse de!) Marksizm-Leninizmin sınırları içerisine girmiştir.

Kaypakkaya, kopuşun adıdır. TKP/ML Hareketi, bu kopuşu, 1976’da sosyo-ekonomik yapıya ilişkin yaptığı doğru tespitle ve 1979 yılında Enver Hoca’nın uluslararası öncülüğünde Mao Zedung’u mahkum etmesiyle (ülkemizde hiçbir hareket “MZD”ni bağımsız olarak mahkum etmemiştir) sağlamlaştırmıştır. Kaypakkaya revizyonist duvarı çatlatmış, TKP/ML Hareketi ise son darbeyi indirmiştir.

Bugün Kaypakkaya’nın sadece düşman karşısındaki tavrıyla, “ser verip sır vermeme” geleneğinin yaratıcısı olarak anılması inkarcı bir yaklaşımdır. “Her şey benimle başladı” anlayışı devrimci değildir. “Kaypakkaya, Mahir ve Deniz’lere göre Marksizm-Leninizmden daha çok etkilenmişti” değerlendirmesi (iyi niyetli de olsa) eksiktir. Ki böylesi değerlendirmelerin bazen işin özünü geçiştirmeye yönelik oportünistler tarafından kullanılan yöntemler olduğunun da altını çizmekte yarar var.

Faşist diktatörlük tarafından “dönemin tehlikelisi” olarak görülen ve işkencede katledilen komünist önder İ. Kaypakkaya’yı saygıyla anıyorum.

                
3 Mart 2007
 


* 1 Nolu F Tipi Cezaevi / Tekirdağ

[1] Metin Kayaoğlu, “Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin”, Teori ve Politika 40, Kış 2006, s. 59

[2] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, İstanbul 1992, s. 3-4

[3] A.g.e., s. 8

[4] A.g.e., s. 18-19

[5] A.g.e., s. 54

[6] A.g.e., s. 54

[7] A.g.e., s. 114

[8] A.g.e., s. 109

[9] A.g.e., s. 61

[10] Garbis Altınoğlu, “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi”, Teori ve Politika 41, Bahar 2006, s. 24

[11] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 109

[12] A.g.e., s. 66

[13] A.g.e., s. 273

[14] A.g.e.., s. 109-110

[15] Mao Zedung, Seçme Eserler, C. 4, s. 401

[16] A.g.e., C. 1, s. 196-7

[17] A.g.e., C. 5, s. 443

[18] A.g.e., C. 5, s. 356

[19] A.g.e., C. 5, s. 352

[20] A.g.e., C. 5, s. 413

[21] Garbis Altınoğlu, a.g.e., s. 12

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar