Ana SayfaArşivSayı 42-43Sınıf Mücadelesi ve 71 Devrimciliği

Sınıf Mücadelesi ve 71 Devrimciliği

Mustafa Atmaca

71’i hazırlayan en temel neden; sınıf mücadelesinin 1960–70 yılları arasındaki gelişimidir. 1965–70 yılları arasındaki Türkiye toplumu ezilenlerinin, özellikle işçi sınıfının gelişen ve olgunlaşan sınıfsal tavrı üniversiteli solcu gençliği de etkilemiştir. Ancak, sosyalist solun Türkiye koşullarına ilişkin devrim öngörüleri teorik olarak daha çok Kemalizm’den etkileniyordu. Bu yanlış eklemlenme, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı 70’li yılların başında gençlik hareketinin sınıfla bütünleşmek yerine onun öncüsü gibi davranmasına neden olmuştur.

71 öncesinde kalın hatlarıyla görünen; işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin, genel olarak ilk defa ayakları üzerine doğrularak sınıf tavrı ve gücü göstermiş olmalarıdır. Sınıf mücadelesinden etkilenen ama sınıftan kopuk olan gençlik hareketinin önderlerinin, silahlı bir karşı duruşa varacak ölçüde cesaret göstererek canlarını vermekten çekinmeyecek kararlılıkta olmaları ezilenlerde büyük bir özgüven yaratmıştır.

71 devrimciliğinin belirgin özelliği, Cumhuriyet iktidarlarının temel toplumsal sorunları çözme vaadinin 50 yıllık süredeki çözümsüzlüğüne olan sınıfsal tepkinin yanında yer alarak, ancak sınıfla bütünleşemeyerek, bir kesiminin silahlı bir karşı duruş sunmuş olmasıdır. 71 devrimciliğinden çıkarılacak diğer sonuçlar bunun yanında tali nitelikte kalır. 71 devrimciliğinin teorik beslenmesinin ana damarı Kemalizm’in sol bir yorumuydu. Türkiye sosyalist ve komünistlerinin bu teorik beslenmeleri hala temel sorun olmaya devam etmektedir. Genel olarak; Marksizm’in aydınlanmayla, özel olarak Türkiye sosyalistlerinin Kemalizm’le olan teorik ilişkilerini tamamen ayırmaları gerekmektedir. (Teori ve Politika’nın bu konudaki tavrı dikkat çekicidir.)

71 devrimciliği üzerine Teori ve Politika 41’de çıkan yazılar 71’in önemli sonuçlarını ayrıntılı olarak inceliyor ve büyük çoğunluğuna katılıyorum. Detaylara girmeden sınıf mücadelesinin olgunlaşması ve 1960–70 arasındaki süreçte uç vermesini değerlendirmeye çalışacak, 71 hareketinin sınıfla olan bağlantılarına da kısaca değineceğim.

Emperyalistler arası Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın (1. Dünya Savaşı) tutmayan hesaplarından birisi de yutmak istediği Osmanlı İmparatorluğu’ndan ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Ülkeyi işgal eden silahlı emperyalist güçlerin kapısına varıp avuç açmayı temel ekonomik politika olarak uygulayan Cumhuriyet yöneticileri, kazandıkları egemenlik haklarını yavaş yavaş bu emperyalist güçlere geri vermişlerdir. Cumhuriyet yöneticilerinin seçtikleri “Karma ekonomi” politikaları sermaye ve sermayedar yaratarak kalkınmayı amaçlıyordu. İş Bankasını kurup devlet eliyle sermaye birikimi ve sermayedar sınıfı yaratma gayretleri, bu politikayı yaşama geçirme çabalarıdır.

Kapitalizmin anahtar sözcükleri olan ilerleme, kalkınma ve sanayileşme, Cumhuriyet yöneticilerini de derinden etkilemişti. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki önemli sanayileşme tartışmaları hep sermaye birikimi engeline takıldığından tarımdan başka sanayileşme alanı bulunamamıştır.

Kuruluşunun ilk on yılının kapitalizmin en büyük bunalımına (1929) ve arkasından gelen ikinci on yılının 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na denk gelmiş olması, Kurtuluş Savaşı sonrası derin bir yoksulluğa gömülü olan Türkiye’de; Cumhuriyet iktidarlarının en temel meselesi olan, sermaye bulma ve kapitalist yaratarak kalkınma ütopyası, 50’li yıllara kadar gerçekleşme olanağı bulamamıştır.

1950 sonrası, emperyalizmin yeni baş patronu ABD oldu. ABD, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının yıkımından etkilenmediği için elinde biriken hacimli miktarda sermayeyi dünyanın ezilen halklarına, kendine tam bağımlı hale getirmek için kredi ve borç olarak verdi. Sosyalist Blok’un ideolojik ve teknolojik etkisini kırmak için de girdiği bu yarışta ortaya attığı “sosyal devlet” tezi kapitalizmin geçirdiği derin bunalımları halklar nezdinde hafifletmek amacı güdüyordu. ABD sermayesi diğer taraftan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında yerle bir edilmiş Avrupa’ya akarak üretimi geliştirdi (Marshall Planı). ABD, geri bıraktırılmış ülkelerin (“üçüncü dünya”) sanayileşme ve kalkınma (sanayi yoluyla sermaye birikimi yaratılması) isteklerine ithal ikameci sanayileşme alanında izin verdi.

1950’de iktidara gelen DP, özellikle Avrupalılarla olan emperyalist bağımlılık ilişkisinin yönünü, emperyalizmin yeni patronu bu ülkenin de özel gayretleriyle ABD’ye çevirdi. Bu dönemde yapılan ikili anlaşmalarla DP iktidarı ülkeyi emperyalizme tam bağımlı hale getirdi. DP iktidarı ABD emperyalizmine teslimiyet karşılığı aldığı kredi ve borçlarla 1954 yılı seçimlerine kadar idare etti. DP, 1954–57 arası dönemi zorlanarak, 1957–60 dönemini de muhalefeti zorbalıkla sindirerek iktidarını 1960 yılına kadar sürdürebilmiştir. ABD’nin ülkeyi rehin almak için verdiği borç ve kredilerle iktidarda kalabilen DP, özellikle görünür ve güdümlü yatırımlara yönelmeyi tercih etmiştir. ABD’den aldığı kredilerin önemli bir kısmını halkı hoşnut edip iktidarını sürdürebilmek için görünen yatırımlara yöneltmiştir. ABD’li uzmanlar denetiminde dünyada benzeri zor bulunacak şekilde Türkiye ulaşımının yüzde 95’i karayolu üzerine kaydırılmıştır. Alınan kredilerin geri kalanı da montaj sanayicisine verilmiştir. DP’nin ağırlıklı olarak ABD kredileriyle sürdürdüğü iktidarı, Cumhuriyet yöneticilerinin hayallerine bir nebze derman olacak olan ithal ikameci sanayileşmeyi, 1950’li yıllarda onu uygulamaya başlayan geri bıraktırılmış birçok ülkeden yaklaşık 20 yıl sonraya, 70’li yıllara erteledi. Ancak bu sefer de kapitalist sistemin derin krizlerinden biri daha devreye girdiğinden bu politika ancak çok kısa süre uygulama şansı bulabildi.

Tarımda sanayileşme, sermayesizlik nedeniyle 50’li yıllara kadar önemli bir gelişme kaydedemedi. 1950’den sonra tarım, montaj sanayisinin de etkisiyle kısmi olarak makineleşti. Tarıma akan kısmi sabit sermaye yatırımları (traktör vb.) tarım emekçilerine olan talebi azaltarak kente olan göçü hızlandırdı. Marx bu gerçeği söyle açıklamaktadır: “Kapitalist üretim tarım alanına el atar atmaz ve bu alanı ele geçirdiği ölçüde, tarımda kullanılan sermaye birikimi ilerlemekle birlikte, tarım emekçisine duyulan talep mutlak olarak azalır. … Tarımsal nüfusun bir kısmı işte bunun için sürekli olarak kent ya da manifaktür proletaryasına dönüşme noktasında ve bu dönüşüm için uygun koşulları bekler durumdadır.”[1]

1950’lerde yoğun bir şekilde başlayan kırdan kente göç olgusu 90’lı yılların başında doygunluk noktasına varıp yavaşlamıştır. Kırdan kente olan bu göç, 1960’larda en yoğun dönemini yaşamıştır.

Sermaye birikimi ve sınıfların netleşmeye başlaması açısından 1960–1970 yılları arasındaki 10 yıllık süre önemlidir. 1990’lı yıllarda büyük çapta tamamlanan kırdan kente göç olgusu Türkiye’deki sınıf yapısının konumlanması ve gelişmesi açısından belirleyici bir öneme sahiptir. 1950–70 yılları arası için kırdan kente göçün hızını Garbis Altınoğlu şöyle ifade etmektedir:

“Türkiye’de de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, 1950’lerden başlayarak nüfusun kentlere akışı hızla artmış, 1950-70 döneminde kır nüfusu sadece yüzde 39 dolayında büyürken, kent nüfusu yüzde 163,5 oranında büyümüştü.”[2]

Kırdan kente göç olgusu Batı’da kapitalizmin gelişmeye başladığı 1700’lü yıllarda başlayıp, 150–200 yıllık bir sürede 1900’lü yıllarda doygunluk noktasına varmıştır. Kapitalizmin manifaktür döneminden fabrika türü üretime geçtiği döneme denk gelen bu yıllarda kente gelen kır ezilenlerinin çok büyük bir bölümü burjuva sınıfının ucuz emek talebi karşısında sanayi emekçisi olmuşlardır. Bu koşullar, işçi sınıfının keskin çizgilerle ortaya çıkmasında da etken olmuştur. Batılı ülkelerde kırdan iş amacıyla göç eden emekçi, kentli olmuş, içinde şekillendiği derin ve acımasız koşullarda yandaş ve yoldaşlarıyla aşağılanmadan kurtularak birlikte mücadeleyi öğrenip sınıf bilinci kazanmıştır. Türkiye’deki benzer sürecin birinci kısmı olan kentli olmak (Batı’daki benzer sürecin tamamlanmasından 100 yıl sonra) yaklaşık olarak 40 yılda tamamlanmıştır. 40 yıllık hızlı süreç kentlerin etrafında gecekondular oluşturmuş, başını sokabilecek bir yer bulabilen kır ezilenlerinin büyük çoğunluğu, seyyar satıcı veya sanayi alanı dışındaki hizmet veya “ayak işleri”ne yönelmek zorunda kalmışlardır.

Sermaye birikiminin olmadığı kapitalist ülkelerde sınıf netliği de yoktur. Bu durumda, egemen güçler, genellikle toplumsal bütünlüğü sağlayarak ezilen kitleleri sorunsuz yönetebilmek için din ve milliyetçilik birleştiricisine ihtiyaç duyarlar. Ezilenlerin ekonomik sorunlarını çözemeyen egemenler, sınıf mücadelesinin uç vermesini önlemek için otoriteye şartlandırılmış, devletin kutsallığı ve dokunulmazlığını öne çıkaran abartılı bir devlet ideolojisini araç olarak kullanırlar.

Kültürel değişim olarak “kentlileşmek”, en genel anlamda feodal kültürden kopmak anlamına gelmektedir. Kente gelen kır ezilenlerinin büyük çoğunluğu kent ve kır kültürü arasında sıkışmıştır. Bu anlamda artık o ne kentlidir ne de köylü; kenttedir ama kültürel olarak kentli değildir, artık köylü de değildir. Bu sıkışmış kitleler; devletin “dini bütün, milliyetçi, devletine-milletine bağlı insan” ideolojisiyle afyonlanarak uyuşturulup, acıları ve sefilliklerinin nedenini kaderlerinde aramaları sağlanmıştır.

27 Mayıs 1960 ilk askeri darbesi, cumhuriyetin kuruluşundan beri yürürlükteki 1924 Anayasası’nı değiştirerek yaptığı 61 Anayasası ile toplumsal özgürlüklere nispi olanak tanıyor olmasına karşın, sivil yönetimlerin her zaman askerlerin vesayetinde olmaları temel kuralının kurucusu olmuştur.

Kentte iş bulabilen kır ezilenlerinin çok azı Batı’daki sanayi emekçisine benzer şekilde sınıf bilincine varabilmiştir. Ancak 60’lı yılların ortasından itibaren önemli bir uyanış ve sınıf bilinci gelişmesi yaşanmaya başlandı. Türkiye tarihinde ilk kez işçi sınıfı gücünü tüm Türkiye egemenlerinin kolay unutamayacakları şekilde bu dönemde gösteriyordu. Bahsettiğimiz ve Türkiye işçi sınıfı hareketinde gerçek bir dönüm noktasını temsil eden olay, 15 -16 Haziran 1970 olaylarıdır. Ali Dehri, Teori ve Politika’nın geçen sayısındaki yazısında işin önemini şöyle anlatıyor:

“…1965 sonrasında nicel yönden büyüyen işçi sınıfının, ekonomik hakların kazanılması ve sendikalaşma çizgisindeki eylemleri önemli bir gelişme gösterdi.

“…Bu dönemde işçi eylemlerinin zirvesi, 15-16 Haziran 1970’te İstanbul ve Kocaeli’nde gerçekleşen ve sıkıyönetim ilanıyla sonuçlanan Büyük İşçi Direnişi’dir. AP hükümetinin DİSK’i hedef alan sendikalar kanunundaki değişiklik girişimi, DİSK’in çağrısıyla başlayıp, Türk-İş üyesi pek çok işçiyi de içine alan bir eyleme dönüştü. Yaklaşık 80.000 işçinin katıldığı bu yürüyüş eylemi iki gün sürdü. İstanbul’un Beyoğlu, Anadolu ve İstanbul yakalarıyla, İzmit eylemlere sahne oldu. İşçiler kendilerini durdurmaya çalışan polisleri püskürttüler, ordu barikatlarını aştılar. Üç işçinin ölümüyle sonuçlanan olaylarda, başta Dev-Genç olmak üzere sosyalistler işçilerin yanında yer aldılar. Gelişmelerden ürken DİSK yönetimi, mücadeleyi sona erdirme çağrısında bulundu ve sonrasında sorumluluğu üzerine almadı. İşçi hareketi, sendikal alanda DİSK’e yönelerek, gelişmesini 12 Mart 1971’e kadar sürdürdü.”[3]

61 Anayasasının sağladığı yasal kolaylıklar 71’i hazırlayan tali etmenler içinde sayılabilecek bir olgudur. Bu anayasanın yürürlüğe girmesiyle Demokrat Parti’nin iktidara gelebilmek için kullandığı seçim vaadi sonucu kurulan Amerikan tipi sendikacılıktan sınıf sendikacılığına geçilebilmiş, DİSK kurulmuştur. Yine TİP bu dönemde kurulmuş, başlangıcı sosyalist olmasa bile daha sonradan sosyalist bir partiye dönüşerek Türkiye tarihinde ilk ve son kez meclise 15 milletvekili sokabilmiştir.

1960’lı yıllara gelindiğinde Batı kapitalizmi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasındaki nispi rahatlama dönemini geride bırakıp yeniden ekonomik ve yönetsel krize doğru ilerlemeye başladı ve 70’li yılların başında yeni bir krize girdi. Bir yandan ezilen kitlelerin sürekli afyonlanmasını sağlayan ideolojik abartılar ve ücretlerin düşmesi sonucu kitlelerin ayılması, diğer yandan sosyalist blokun varlığının solcu ve sosyalist kitleleri etkilemesi, “soğuk savaş” vb. politikalar, kitleleri muhalefete doğru sürüklüyordu. Burjuva devletin ideolojik temel kurgusu olan “Sosyal devlet ve temsili demokrasi”yi halklar yutmamaya başlamıştı. 1968’de önce Fransa’da daha sonra tüm Avrupa ülkeleri ve dünyanın önemli birçok ülkesine yayılan üniversite ve gençlik direnişleri başladı. Bu hareketlerin ana nedeni, çoğu kez sunulduğu gibi üniversitelerdeki akademik ve demokratik talepler değil, kapitalizmin devlet biçimi olarak kurgulayarak uygulaya geldiği “ulus devlet”in geri tepmelerinden birisi olarak görülmelidir. Kapitalist Batı ülkeleri 68 Olaylarından önemli dersler çıkararak kitlelere demokratik bazı tavizler vermek zorunda kalmışlardır. “Katılımcı demokrasi ve sivil toplum” söylemlerini dillendirmeye ve süre içinde yürürlüğe koymaya başladılar.

1960’lı yıllarda (yukarıda bahsettiğim üzere) Türkiye; kırla kent arasında yoğun bir ezilenler hareketiyle karşı karşıya, ekonomisi dışa bağımlı, sanayisi montaj, işsizliği had safhada ve sınıfsal konumlanışı henüz netleşmemiş bir yapıdadır. Tanımlanan koşullardaki Türkiye’de bir yandan da Cumhuriyetin 50. yılına yaklaşılmıştır. Cumhuriyet yönetimlerinin uzun yıllar boyu gerçekleşmeyen vaatleri, ülke politikasının temel sorunlarını çözememeleri, 70’li yılların önüne derin kriz ve sorunlar yumağı olarak yığılmıştır.

Bu yıllarda üniversite eğitimi almak bir statü ve ayrıcalık sayılıyordu. Çocuğunu üniversiteye sokabilen ezilen sınıftan bir aile, “okumuş adam” olacak çocuğuyla fukaralıktan kurtulacağı ümidini taşıyordu. Sınıfsal konumlanışın artık uç vermeye başladığı 1965–70 yılları arasındaki ortam ve 1968 olayları üniversite gençliğini de etkiliyordu. Gençliğin sol kesiminde sosyalist kültür ve sınıf bilincine yönelik kulaktan dolma bilgiler yaygın, birikimli sosyalist sayısı azdı. Üniversite gençliği 61 Anayasasının da verdiği kısmi özgürlükler gereği kendini Batı üniversite gençliği gibi hissetmek ve davranmak eğilimindeydi. Marksist-sosyalist yayınların ortaya çıkması ve kısmi okuyucu kitlesi bulması 1970’den sonra ağırlıklı olarak solcu üniversite gençliğinde başladı.

Cumhuriyet ideolojisi; “izm” olduğu genel kabul görmeyen Atatürk’ün nutuklarına dayandırılan, Atatürk’ün etkilendiği Fransa İhtilalinin tepeden inmeci (Jakoben) anlayışı üzerine oturmaktaydı. Bu ideolojinin Marksist/komünist ideolojiye olan karşıtlığı, Türkiye’nin emperyalizmin silahlı gücünü temsil eden NATO’ya katılmasıyla birlikte sosyalistleri iç düşman olarak bellemeye kadar varmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Lenin’in Sovyetler Birliği ile kurulan sıcak ilişkiler, ülke içindeki sosyalistlere “Türkiye’ye komünizm getirilecekse onu da biz getiririz” despotluğu şeklinde yansıyordu. Bu nedenle komünistlerle mücadele etmek üzere “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulmuştur. Komünizm sözcüğü ideolojik şartlandırmayla küfür ya da hakaret sözcüğü haline sokulmuştur. Bu faşist ideolojik anlayışın derin etkileri, ezilenlerin sosyalizm ve komünizmle tanışmasında önemli bir engel yaratmıştır. Cumhuriyet’in devlet ideolojisi ve sola bakışı başından beri yukarıda söylediğim gibiydi. Kemalizm’in sol versiyonu bu temel yaklaşım gölgesinde ve sınıftan ziyade devleti yandaş gören bir anlayış olarak 71 devrimcilerini çok etkilemişti.

Sınıf bilincinin gelişmediği, sınıf örgütlerinin henüz rüştünü ispat edecek durumda olmadığı, sınıf partisi olarak (sayılabilirse) TİP’in yeni kurulduğu 71 öncesi koşullardaki üniversitenin sosyalist solcu gençliği adeta kendini halkın ve ezilenlerin fedaisi olarak görme eğilimindeydi. Türkiye’nin düzenini Marksist analize göre incelediği düşünülen yazarlar; Kemalizm’in sosyalizmle bağdaşır olduğunu, sosyalist mücadelede müttefik olarak seçilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Sosyalizme giden yolda burjuva demokratik devriminin ordu gibi Kemalist bir gücü destek almadan yapılmasının imkânsız olduğunu söyleyerek Marksist ideolojiyi sulandırıyorlardı. Bu sol Kemalist düşünürlerin sosyalizm sınırları sonuç olarak “kapitalist olmayan yoldan kalkınmayı” öneriyordu. Başlangıçta hemen hepsi TİP içinde olup sonradan yolları ayrılan sosyalist gruplar büyük ölçüde Kemalizm’den etkilenmişlerdir. Daha sonraki ayrılıklarda silahlı mücadeleyi seçenlerin çoğu, bu düşüncenin çok uzağına gidebilecek zamanı bulamadan katledildi. Silahlı mücadeleye katılmayan diğer gruptaki siyasi hareketlerin büyük çoğunluğu Kemalizm’den medet umar teorik beslenmeyi günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Günümüzde “at izinin it iziyle karıştığı” ‘ulusal sol’ politikaların taşıyıcıları daha çok onlar olmuştur.

71 devrimciliği değerlendirilirken asıl ayrımın silahlı mücadeleyi kabul edenler ve etmeyenler şeklinde yapılması görüşü birazcık kaba düşse de doğruya daha yakın görünüyor. Silahlı mücadeleyi başlatan THKO, THKP-C ve daha sonra TKP-ML, Türkiye tarihinde ilk kez düzene karşı silahlı sol isyan hareketi başlatmışlardır. Bu durum, resmi devlet ideolojisinin otorite, korku ve baskı üzerine olan gücünün zayıflatılması açısından büyük bir öneme sahiptir. 71 devrimciliğinin Türkiye devrimci hareketindeki temel önemi, buradadır düşüncesindeyim.

Silahlı mücadeleye başvurmuş olmalarına rağmen devrim yapma eyleminin teori ve pratiğinin çok uzağında olduklarını 71 devrimcilerinin çoğu yaşamlarını vererek ispatlamışlardır. 71 devrimcilerinden cesaret alıp bayrağı yere düşürmeyen devrimciler 80’de daha büyük bir mağlubiyet alarak bugün sadece bayrağı elde tutmaya çalışan devrimciler konumuna düşmüşlerdir. Bu iç karatıcı tabloyu düşünmek ve sorgulayarak sosyalistlerin soyunu kurutmaya çalışan nedenleri ortadan kaldırmak için Lenin’in, “Ders çıkarmak için nedenlerini analiz edecek kadar temellerine inmeyi bildiğimizde bir yenilgi her zaman için bir zaferden daha zengin bilgilerle doludur, çünkü sonuçları, bizi şeylerin özüne inmeye zorlar. Ciddi bir kriz bunu haydi haydi yapar” sözü, sosyalistlerin başuçlarına asacakları bir eylem kılavuzu olmayı hak eder güzelliktedir. “Teori ve Politika”cı dostların bu konudaki çabalarını bu sözün yerine getirilmesi olarak algılıyorum ve yaptıklarını önemsiyorum. Ders almak için daha fazla yenilgi beklemeyelim.

 

 


[1] K. Marx, Kapital (1. cilt), Sol Yayınları, Ankara1997, s. 612

[2] Garbis Altınoğlu, “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi”, Teori ve Politika 41,s. 17

[3] Ali Dehri, “12 Mart 1971: Darbeler Zincirinin Özgün Halkası”, Teori ve Politika 41, s. 71

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar