Ana SayfaArşivSayı 24-25Devrimciler ve Mücahitler

Devrimciler ve Mücahitler

Cemal Poyraz

11 Eylül saldırısı, düşman olarak değerlendirilen kişi, kurum ve devletlere karşı politik şiddet kullanımına verilebilecek gelmiş geçmiş en mükemmel tarihsel örneklerden biridir. Zira politik şiddet kullanımından sonra gerçekleşmesi arzu edilen birtakım temel beklentiler, ritmik bir uyumla birer birer ortaya çıkmıştır. Söz konusu beklentiler beş ana başlık altında toplanabilir: Düşmanın politik, askeri ve ideolojik gücüne atfedilen “yıkılmazlık miti”ni dağıtmak ya da en azından sarsmak; politik şiddeti uygulayan örgüte ve örgütün genel çevresine moral ve coşku vermek, serpilmiş ölü toprağını temizlemek; sözü dinlenir, dikkate alınır bir politik güç merkezi olarak mücadele yürütülen alanda tanınmak; mümkün olan en geniş muhalefet potansiyellerini mobilize ederek -ve becerilebilirse aktif hale gelmiş muhalefet üzerinde hegemonik bir yetkiye sahip olunarak- düşmanı yalıtmak ve saydam hale getirmek, “ara konumlar”ın kendi arkalarında yedeklenmesini sağlamak ya da daha iyisi “ara konumlar”ı sorgulanır hale getirmek ve son olarak düşmanın bilinçli ya da bilinçsizce fakat “nesnel olarak” takmakta olduğu “maske”yi indirmek.

11 Eylül saldırısının sonrasında yukarıdaki beş beklentinin tümü layıkıyla gerçekleşmiş bulunmaktadır. Artık “ABD’nin çöküşü/sonu” üzerine yorumlar eskisiyle kıyaslanmayacak şekilde şevkle ve inançla yapılmakta, onun farklı referanslarla “tek dişi kalmış canavar” ya da “kağıttan kaplan” oluşuna dair imgeler sarsılmaz bir kanıta sahip olmanın getirdiği özgüvenle coşkuyla ifade edilmektedir. 11 Eylül’den itibaren El Kaide, ABD’nin doğrudan muhatap aldığı, tüm dünyaya “resmen” düşman ilan ettiği ve büyük bir mücadeleye giriştiği ve bu bakımlardan “simgesel değeri”, “maddi değeri”ne nazaran kat be kat fazla bir politik örgüt statüsündedir.

Düşmanın maskesini düşürme/indirme fikri, düşmana karşı politik şiddet uygulayarak onu savaş makinesini harekete geçirmeye tahrik etmek ve böylelikle düşmanın topluma yansıyan yanıltıcı görüntüsünün ardındaki asli özünü ortaya sermek olarak tanımlanabilir. Maske indirmek, devrimciler için aleni olanı toplum ya da halk için de aleni kılmaktır. Bu açıdan Almanya’da RAF’ın sosyal demokrat hükümetin altında yatan tek-boyutlulaştırıcı devlet hakikatini, Türkiye’de THKP-C’nin ise sağlanmış olan “suni denge”nin ardında mevzilenmiş devletin “gizli faşist” karakterini görünür kılmak için uyguladıkları şiddet, ilgili taraflar açısından birer maske indirme uğraşısı olarak değerlendirilmişlerdir.

11 Eylül’ün ardından ABD’nin muazzam savaş aygıtını kullanıma sokması ve pervasızca saldırganlaşması, dünyanın dört bir yanında ABD’nin emperyal barbarlığının bir kez daha izlenebilmesine olanak sağladı. Mızmız liberallerin, kederle, esenlikli ve refah dolu yeni dünya düzeninin sonunu duyurmaları ve “demokrasi hamisi” ABD’nin artık eski bir hatıra haline geldiğini düşünmeleri, maske indirme işleminin başarısına ilişkin yeterli bir kriterdir.

Batı’da ABD karşıtlığı, savaş karşıtlığı şekline büründü. ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi belli başlı merkezlerde yoğun katılımlı eylemler gerçekleştirildi. Küreselleşme karşıtı olarak adlandırılan muhalefet odakları, savaş karşıtı kampanyanın motor gücü durumundaydı. Hiçbir biçimde Bin Laden/El Kaide ya da Taliban ile politik bir özdeşleşme ya da gönül yakınlığı ifade edilmedi. Fakat buna rağmen bu iki güç arasında asılı kalma durumu, bir bütün olarak ezilen yığınların yararına işledi.

11 Eylül’den sonra Doğu’da ve Güney’de iki çeşit tepki ortaya çıktı. Bunlardan ilki, tam bir örnek olarak İran devletinin gösterdiği bin Laden ve Taliban’a karşı (“Usame, ABD ajanıdır”), fakat Müslüman Afgan halkının yanında olmak. İkincisi ise Pakistan, Endonezya, Malezya ve Nijerya gibi ülkelerde yükselen bin Laden ve Taliban sempatisi.

Türkiye’deki bazı İslamcı çevreler

Akit (şimdiki adıyla Vakit), düzendışı bir mecraya akma dinamikleri zayıf bir politik İslami anlayışın hakim olduğu bir yayın organıdır. Politik İslami proje, kültürel simge ve kodların dışsal zorlamalardan arındırılmış bir ortamda “özgürce” ifade edilebileceği bir kamusal alanın yaratılmasıyla sınırlandırılmıştır. “Laik rejim” ile kendi arasında kurduğu eleştirel mesafe, geri dönülmez kırılma noktalarının ortaya çıkmasına mani olur. “Oligarşik güçler”in politik İslami çevre ve hareketlere ve bunun yanında İslami düşünce ve değerlerin ses bulduğu toplumsal katmanlara uygulamış olduğu toplumsal baskıya, söz konusu çevre ve katmanların “Kemalist sistem”e dahil edilmesinin sağlayacağı yararlılıklara işaret edilerek karşı çıkılır. İçinden geçmekte olduğumuz konjonktürde yaşanmakta olan krizin, “28 Şubat süreci” ile beraber “millet”in “devlet”e küstürülmesinin neticesinde patlak verdiği ve millet ile devletin barıştırılmadığı sürece krizin aşılamayacağı iddia edilir. Fakat tepkiselliğin düzendışı bir kanala yönelmemesi konusunda oldukça duyarlıdır. Devrimcilere yönelik abartılı bir husumet besler, “kızıl tehdit” algısı aşırı gelişmiş ve saldırgandır. Devrimcileri, “laik sistem”in uzantısı ve “laik sistem”den bile beter “ateistler” olarak sınıflandırır. İktidarla çatışmaya meyilli bazı İslami grupların devrimcilere kontrollü bir sempatiyle yaklaştıkları düşünülürse, Akit’in agresif tavrı iktidarla nihai barışık ve dost olmanın sonucu olarak değerlendirilebilir.

Akit’in ABD’deki saldırıya getirdiği yorum da ikircimli ve çelişkili olmuştur. Bir rahatlamanın, sevincin ve intikam almış olmanın getirdiği coşkunun izleri ilk günden itibaren gazetenin manşetlerinde (tabii bu manşetlerin arasında en çarpıcı olan “Yakan da Yanar”dı) okunabilir. Pek çok günahın sahibi Batı’nın İslam’a dönük nefretinin cisimleşmiş hali “Büyük Şeytan” ABD’nin hak ettiği cezayı alması, takdir-i ilahi mertebesinde bir vakadır. Fakat bu muazzam vaka, Akit için, yine de bir terördür. “Masum siviller”in ölümü kabul edilebilir değildir. ABD ile yaptıkları stratejik işbirliğinden ötürü devasa bir kin besledikleri TC devletinin büyüklerinin, saldırı sonucunda intikam ibresinin kısa bir dönem açıkça “İslam medeniyeti”nin tümüne doğru dönmesi karşısında yaptıkları “İslam terör dini değildir” babındaki açıklamalara şevkle sarılır Akit. Bu konuda benzer düşüncedeki Batılı politikacıların fikirlerine de yer verir. Düzen ile düzen-dışı arasındaki müphem sınırı atlamaktan imtina eder ve geri çekilir. Giderek “solcu” Ecevit’in 1990’larda yaptığı ABD eleştirilerini manşete taşır ve bu şahıstan kendi kendisiyle tutarlı olmasını talep ederek, politikasını devlet güçlerinin ilkeli davranma hassasiyetine indirger.

Afganistan’a yapılacak olan askeri operasyona karşı çıkış gerekçesine bakılırsa, Akit’in her zaman için babasının iyiliğini ve galip gelmesini isteyen fakat bu isteğini hırçın bir biçimde dile getirdiği için değeri bilinmeyen ve dışlanan bir oğul halet-i ruhiyesiyle davrandığı düşünülebilir. “Operasyon”a Türkiye’nin lojistik destek sunacağı açıklığa kavuştuktan sonra Akit şu soruyu sorar: “Körfez yetmedi mi?” 17 Ağustos depremi sonrasında “İslamcı kızlarımız”ın düzenledikleri faaliyetlerde taşıdıkları “7.4 yetmedi mi?” dövizlerinden aşırma bu manşetin altında şöyle bir mantık serilidir: “Bir koyup üç alacağımız” söylenen Körfez savaşında ABD bizi arkadan hançerledi ve büyük zarara uğradık. ABD dost ve müttefik değil, “kancık ve hain” bir ülkedir. Türkiye’de yaşanan “Şubat krizi”nin asıl sebebi de budur: Körfez savaşında ABD’nin ihanetiyle katmerlenen ekonomik iflas.

Akit, taşıdığı paraya tamah etmez, imanı kuvvetli imajına ters bir biçimde TC devletinin ekonomik rasyonalitesine seslenir. Akılcı hesaplar yapmasını ve kar-zarar denklemini doğru kurmasını salık verir. Afganlı Müslümanlarla dayanışmayı, verimlilik analizinin sonucuna indirger. Şayet TC, Akit’e bu işten karlı çıkılacağına dair güvence verirse, Akit daha fazla konuşmayacaktır.

İbda Hareketi’nin “gönüldaşı” olan Yeni Nizam dergisi eylemi büyük bir şevkle sahiplenmiştir. Eylemi ABD’nin yoz ve bireyci kültürünün çöküşünün miladı olarak selamlar. Mirzabeyoğlu ile Bin Laden arasındaki yaklaşım ve karakter benzerliklerine işaret edilir.

Sol hareket

ABD mezaliminin ABD’ye yönelecek her türden saldırının nedeni olduğunu öne süren çevre ve yapılar, heterojen ve gönülsüz bir birlik oluşturmaktadırlar. Bu çevre ve yapılar, ilk olarak 11 Eylül saldırısına dönük geliştirmiş oldukları tavırları ölçüt alınarak iki büyük öbeğe ayrılabilirler. 11 Eylül saldırısını, özgün politik konumlanışlarının getirdiği çeşitli farklı gerekçeler doğrultusunda “kınayan”lardan oluşan ilk öbek, “kınamayan”ların meydana getirdiği ikinci öbeğe nazaran çok daha kalabalıktır. “Kınayanlar”-“kınamayanlar kategorilerinin reformist-devrimci sınıflandırmasına bire bir tekabül etmemesi ise durumun tahlilini ve ilgili faillerin tasniflenmesini zorlaştırıcı bir unsurdur.

Kınayanlar

11 Eylül saldırısı genel olarak iki ayrı tür gerekçe öne sürülerek kınanmıştır. Bunlardan ilki ahlaki gerekçe olarak isimlendirilebilir. Dile getirilen ahlaki ret, “masum siviller”in öldürülmesinin uygunsuzluğu ve ilkesel bir şiddet-karşıtlığı gibi önsel kabullere dayanmaktadır. Saldırının ertesinde belleklere kısa sürede yerleşiveren Gandhi’nin “göze göz ikimizi de körleştirir” düsturu, kızışmış tarafları Habermasvari bir ideal iletişime davet eder ve sükunet dolu eşitlikçi tartışma mekanlarının varlığını varsayar. Kısaca öldürmek kötüdür ve kötülüklerden sakınmak için taraflar arasında uzlaşımsal kesişmeler sağlanabilir. Bunun yanında eylemin kınanmasında bir de politik gerekçe kullanılmıştır. Saldırıya dönük politik itiraz, masum sivil retoriğine ya da şiddetin çıkmaz yol olduğu iddiasına yaslanmaz. Politik red, şiddet kullanımının zamansız ya da erken olduğunu düşünür sadece. “Göze göz hepimizi körleştirir” saflığına kapılmaktansa, ideolojik birikimin faziletlerini öğütlemeyi yeğler. Siyasi ve askeri erk sahibi burjuvazinin tepkiselliğini onunla eşitsiz bir konumda iken uyarmak hayırlı neticeler doğurmayacaktır. Saldırının ezilenlerin “işine yaramayan”, egemenlerin saldırganlaşma potansiyellerinin serbest kalmasına sebebiyet verecek ve ezilenlerin üzerine çullanıverecek bir karşı-terör dalgasını tutuşturacak bir eylem çeşidi olduğunu ilan eder.

11 Eylül saldırısına Türkiye’den ahlaki tonlarda karşı çıkan özneler arasında ÖDP, HADEP ve kimi dernek ve demokratik kitle örgütleri (Halkevleri, İHD, TMMOB vs.) sayılabilir.

ÖDP, saldırıdan kelimenin tam anlamıyla ürpermiştir. En ağır kelimelerle saldırı derhal kınanır. Saldırının birkaç gün ertesinde düzenlenen basın açıklamasında saldırı “akıldışı” ve “insanlıkdışı” ilan edilir. Şiddetin olabilirliğine dair en ufak bir ima dahi göze çarpmaz. Daha çok kaotik bir şiddet sarmalının dünya barışını tehlikeye sokacağından ve “Avrupa’da yerleşikleşmiş çokkültürlü, çokkimlikli, çokinançlı toplumsal yaşamların” ciddi tehditler ve baskılanmalara maruz kalacağından duyulan endişe dile getirilir. Böylesi bir vurgu, Türkiye solunda ÖDP’den başka hiçbir siyasal öznenin yapmadığı cinstendir. ÖDP, Avrupa demokrasisinin çokkültürlü dekorunun ikircimli ve aldatıcı doğasını ifşa etmektense, liberal sol ünvanını bir an olsun terk etmeme inatçılığıyla o dekorun kesinlikle bozulmamasını ve hatta tahkim edilmesini hedeflemektedir. Avrupa demokrasilerinin sunduğu uygun ve somut toplumsal projelerin göreceği zararlar dolayısıyla şiddete karşı çıkış, “küresel sistem”in normal gidişatından duyulan memnuniyeti sergilemeye yönelik tersten politik bir argüman olarak da değerlendirilebilir.

Bunun yanında ÖDP, HADEP, SİP ve EMEP’in savaş çığırtkanlığına karşı ortak hareket edeceklerine dair kamuoyuna sundukları deklarasyonda, savaşın Batı Avrupa’daki “çokkültürlü yaşama vereceği zararlar” hususundaki duyarlılığın iletilmesi, ÖDP’nin sol politik alanda kapladığı hacmin hesaplanmasında bir ipucu rolü oynayabilir.

11 Eylül saldırısına politik gerekçelerle karşı çıkanlar arasında başta gelen siyasi yapılar PKK, EMEP, SİP ve TKP(ML) olmuştur.

SİP’in gerçekleştirilen saldırının ertesinde konuya ne şekilde yaklaşacağını kestirmek için elde istenmediği kadar fazla veri vardı aslında. SİP kimseyi şaşırtmaz. Nitekim beklenen oldu. SİP, emperyalist ABD’nin ve “emperyalizmin gayri meşru çocuğu olan dinsel gericiliğin” ikisine de ayrım gözetmeksizin aynı mesafede durmanın zorunluluğunu özel bir biçimde vurgulamak konusunda dikkatli bir çabaya girişti. Tıpkı Saddam’ın ABD emperyalizminin ve siyasal İslamın ordunun eseri olması gibi… Öyleyse basit ve her zaman işletilmeye hazır bir tümdengelimsel çıkarım şeması izleyebiliriz. 1. adım: “Bütün gericilikler kardeştir.” Elbette, kimsenin bu önsel önermeye bir itirazı olamaz! Öyleyse 2. adımı atıp kuşkusuz Lenin’in bahsettiği anlamda olmayan bir “somut durumun tahlili”ni yapabiliriz: “Bu anlamda şeriatçı-aşiretçi gericilerin her türden kapitalist tarafından ve komünizme karşı beslenmiş olmalarında bir çelişki yoktur.” Ve SİP’in hayli sofistike durum tahlilinden türeyen politik doğrultu, 3. adım: “Bizim ise bu iki barbardan birini tercih etmemiz mümkün değildir.” 4. ve son adımda ise, sloganlaştırılmış sarih bir sonuca varılır: “Sloganımız ‘kahrolsun emperyalizm, kahrolsun şeriat’ olmak durumunda. Bu iki uca aynı anda vurma yeteneği taşımayan bir solun geleceği yok. Daha doğrusu bu boğucu tabloyu yırtabilmenin yolu iki tarafa da birden vurmayı gerektiriyor.” Kapalı devre işlem tamamlanmıştır.

EMEP ise emperyalizm ve radikal İslami muhalefet karşısındaki ihtirazi vurguyu bariz bir biçimde ilkine yapar. Evrensel gazetesinde EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in yazdığı gibi, “Ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir terör eylemi, en büyük teröristin emperyalizm olduğu gerçeğini gizleyemez.” (Evrensel, 14 Eylül 2001) Bir gün önce İhsan Çaralan’ın yazısı da aynı minvaldedir: “Bir grubun ya da geri bir ülkenin terörü sadece gelip geçicidir ve uzun vadede bir kıymeti harbiyesi olmaz.” (Evrensel, 13 Eylül 2001) Oysa ki “(ABD’nin) ‘mantıklı savaş’ı manyak terörden milyon kez daha tehlikeli, daha insan düşmanıdır”(Aydın Çubukçu, Evrensel, 15 Eylül 2001)

Bunun yanında Çaralan’ın 11 Eylül saldırılarına dönük itirazı, politik ret olarak sınıflandırdığımız tavır açısından tipiktir. “Kimin işine gelir?” başlıklı yazıda Çaralan şunları söyler: “…bu saldırılar sadece ABD’nin, İsrail’in ve öteki emperyalistlerin işine gelir. Halklar açısından asıl olan da bu.”(Evrensel, 12 Eylül 2001)

Devrimci Demokrasi gazetesi, 11 Eylül saldırılarını ahlaki ve politik reddin her ikisini de barındıran ifadelerle kınamıştır. “Devrimci Bakış” köşesinde şunlar yazılmaktadır: “Bu saldırıda insanların yaşamını kurtarmak için kendilerini feda eden Amerikan proletaryasının özverili evlatları itfaiyeciler başta olmak üzere, Türkiye’nin çeşitli milliyetlerinden emekçileri, emeğini satmaktan başka sistemin günahları karşısında sorumlu olmayan insanların ölümü karşısında büyük bir üzüntü ve taziye duygusu taşımaktadırlar. Bu duyguları içtenlikle paylaşıyoruz ve sivil kitleleri hedef alan bu tür saldırıları esefle kınıyoruz.” (Devrimci Demokrasi, 1-16 Ekim 2001)

Böylelikle Marksizm ve şiddet arasındaki uzun ve köklü geçmişe sahip şüpheli ilişkinin kapısından içeri adım atmış oluyoruz.

Anarşist Emile Henry’nin 1894’te Paris’te bir kafeye bomba koyduktan sonra “kimse masum değil!” diye haykırdığı anlatılır. Sartre da en az Henry kadar acımasızdır. Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” adlı eserine yazdığı önsözde Sartre şunları söyler: “Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır. Geriye kalan ölü bir adamla özgür bir adamdır.”

Sıradan ya da gelişkin bir Marksist, yukarıdaki yaklaşımlarla aynı başlık altında değerlendirilmek istemeyecektir. Politik Marksizmin tarihsel karakteristikleri açısından Blanqui ve Narodnikler birer “devrim simyacısı” olarak, Henry ve Sartre ise “öfkelerini dizginlemeyi beceremeyen amatör küçük burjuva devrimciler” olarak adlandırılacaklardır. Bu tip amatör özgeci tepkiler, ya hiçbir fayda sağlamadığı ya da daha kötüsü egemenlere eşi bulunmaz fırsatlar sunduğu için eleştirilecektir.

Günümüzde “intihar saldırısı” gerçekleştirmiş olan 11 örgüt arasında hiçbir pratik-politik Marksist örgütün bulunmaması, politik Marksizmin şiddetin çeşitli biçimleriyle kendi arasına koymuş olduğu barajın daha net bir şekilde anlaşılması bakımından çarpıcı bir ampirik olgudur. Bu örgütler şu şekilde sıralanabilir: Tamil Kaplanları (Sri Lanka ve Hindistan), Hamas (Filistin), İslami Cihad (Filistin), Hizbullah (Lübnan), İslami Cihad (Mısır), Gamaya İslamiya (Mısır), Silahlı İslami Grup/GIA (Cezayir), Hindistan Uluslararası Barbar Khalsa (Hindistan), PKK (Türkiye), DHKP-C (Türkiye), El Kaide (Afganistan). Görüldüğü üzere yukarıdaki örgütlerin büyük bir kısmı Ortadoğu adı verilen bölgede yoğunlaşmakta ve radikal İslamcı bir duruş arz etmektedir. İntihar saldırısının yöneldiği hedefler açısından İslami örgütlerin pek bir ayrım yapmadığı, İslami güç ve duyarlılıkla ancak politik bir ilişki kuran örgütlerin ise öncelikle kolluk kuvvetlerine yöneldiği söylenebilir.

11 Eylül’den sonra bu 11 örgüte bir örgüt daha eklendi: Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC). FHKC, Marksizm’den etkilenmiş sosyalist bir örgüt. Önderleri Ebu Ali Mustafa’nın İsrail Ordusu tarafından katledilmesine misilleme olarak İsrail Turizm Bakanı, azılı bir siyonist olan Zeevi’ye FHKC tarafından suikast yapıldığı gün, bir FHKC militanı Gazze’de bir intihar saldırısı gerçekleştirdi. FHKC’nin intihar saldırısındaki hedef, Hamas ve İslami Cihad’ın aksine oldukça seçiciydi: İsrail askerleri. Oysa ki FHKC, daha önceden Hamas ve İslami Cihad’ın düzenlediği intihar saldırılarının her türlüsünü eleştirmekteydi. Hedefteki seçiciliğe karşın bu eylem tarzını nasıl yorumlamak gerekir?

Hamas ve İslami Cihad, gerçekleştirdikleri intihar saldırılarını devamlı “halkın yüzde 80’inin destek verdiği” gerekçesiyle savunuyorlardı. Aslında bu çok da hatalı bir saptama değil. Gerçekten de Hamas ve İslami Cihad, son yıllarda Filistin Halkının geniş ölçüde sempatisini kazandı ve adlarını kimi çevreleri ürkütecek kadar duyurdular. FHKC, FKÖ içinde 1992 Oslo Barış Antlaşması’ndan günümüze uzlaşmacı tavra muhalif bir odak olarak, halkın “bireysel terör”e ve “intikam eylemleri”ne olan sıcak yakınlaşma eğilimini görmezden gelemezdi. Bu bağlamda 11 Eylül saldırısının, FHKC’nin önceden sahip olduğu politik ve etik zincirlerden kopuşması yönünde güçlü bir katalizör görevi üstlendiği anlaşılıyor.

FHKC’nin açtığı kanaldan başka pratik-politik Marksist örgütlerin de akma ihtimali var mı? Evet. Bu Marksizmden vazgeçme anlamına mı gelecektir? Hayır. Marx, Lenin ve hatta Mao’nun hayal etmekte dahi zorlanacakları bir eylem tarzı olarak intihar saldırısı ya da genel olarak “bireysel terör”, öyle anlaşılıyor ki zamanımızın politik atmosferine hayli uygundur. Öyleyse ultra-öncü politikaların kitlelerce kabul gördüğü, kitlelerle temasa geçmenin tersten gerçekleştiği bir dönemi mi teneffüs etmekteyiz? Küresel stratejiler çıkarmak elbette olanaksız fakat birtakım etkileyici örnekler göz önüne alındığında çeşitli bakımlardan bu soruya evet yanıtı verilebilir.

Kınamayanlar

11 Eylül saldırısı devrimci yapıların büyük çoğunluğu tarafından kınanmamıştır. Bunlar arasında yer alan Vatan dergisi ile Atılım gazetesi ve ayrıca başka bir terim bulamadığımız için mecburen solda saydığımız İP üzerinde birtakım gözlemlerde bulunacağız.

İşçi Partisi, 11 Eylül eyleminde “doğu’nun yükselişi” tezlerinin ampirik doğrulanışını görerek umutlandı. İP, dünyasal jeo-stratejide keskin ve giderek yırtıcı hale ulaşan devletler arasında çatışma/saflaşma tablosu çizdi. İP’in meziyeti, kendi tezlerine aykırı olguları (örneğin Rusya ve Çin’in ABD karşıtlığının hiç de İP’in beklediği oranda gönüllü olmadığı açıkça görüldü) yok sayma anlamında ideolojist tutumunun politik uzantılarını göğüslemeye cüret edebilmesindedir. İP, eylemi bırakalım kınamayı, çekincesiz sahiplendi.

Bu eylem vesilesiyle görüldü ki, İP’in “doğuculuğu” kendisinin militan haller alan laisizminin en azından kimi kritik evrelerde önüne geçebilmektedir. Öküz dergisinde kendisine sorulan bir soruyu “Taliban’la şu an aynı cephedeyiz” şeklinde yanıtlayan Perinçek, doktrinarizminin nasıl da esneyebileceğini göstermiş oluyordu. Fakat asıl ilginç olan şudur ki, bu esnemeler o büyük rasyonalist mantığın çözülmesi şeklinde değil, yeniden üretilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Vatan dergisi, 11 Eylül eylemini, ölüm orucu sürecinde sergilemiş olduğu kendini geniş sol cepheden yalıtıcı taktiğinden geri adım atma konusunda bir imkan olarak gördü. “Solu sol olmaktan çıkaranlar” başlığı altında neredeyse her sayısında eleştiri yönelttiği reformist sola şimdi “birlikte hareket etme” çağrısı yapmakta idi. Bu açıdan 11 Eylül eyleminin Türkiye solunun gittikçe artan mesafelerle birbirinden ayrılan iki ayrı öbeğinin yakınlaşması için az da olsa bir fırsat sunduğu düşünülebilir. Vatan dergisinin 11 Eylül eylemi dolayısıyla olsa da, uzlaşmaz bir doğrusallıkla yürüttüğü politik süredurumcu tavrının sorgulanmaya açık bir hal alması olumlu bir gelişme sayılabilirdi.

Vatan dergisi, eylemi ve ardından Taliban’ı en açık şekilde savunan bir konumlanışa sahipti. Bin Ladin ve Taliban’ı “şeriatçı kimlikleri”nden ötürü eleştirenleri politikayı ideolojiye kurban etmekle suçlamaktan da geri durmadı. Fakat bunun yanısıra 11 Eylül eyleminin hedef ayırt etmez niteliğinin devrimciliğe uzaklığını ve Taliban/Bin Ladin’in ABD tarafından “kullanılanlar cephesi”nde yer aldığını vurgulayarak, söylemini dengede tutmaya özel bir önem verdi.

Atılım gazetesi ise Taliban ve Ladin’i bu tip bir ifşa etme yoluna gitmedi. Net bir biçimde Taliban’ın bugünkü politik anlamı üzerinde durdu. Atılım gazetesinde her ne kadar “ABD tarafından yaratılmış olsa da ya da Afganistan halkına orta çağdan kalma gerici-feodal baskı uygulamakta olsa da” Taliban’ın Afganistan’da yürütülen savunma savaşının emperyalist canavarlığa verilecek bir yanıt olduğu ifade edildi. Bu bakımdan Vatan dergisine nazaran daha belirgin bir tavra sahip oldu.

Ayrıca Atılım gazetesi, 11 Eylül’den dersler çıkarma konusunda en gayretli devrimci yayın organı görüntüsü verdi. Devrimci kitlenin ölüm orucu sürecinde yüzünü daha fazla ‘içeriye’ döndüğü saptamasının yapıldığı bir yazıda, “yön kaybı”nın aşılması için 11 Eylül eyleminin yol göstericiliği üzerinde durulmaktadır: “Belirli bir hedefe kilitlenmiş, güçlü bir motivasyonla donanmış insanın, Pentagon’u bile yıkabileceğini görmüş bulunuyoruz. Yönü-hedefi belli, güçlü bir iradi çıkışla çatışmanın seyrini değiştirebiliriz. Antifaşist devrimci güçlerdeki moral kırıklığını yenebilir, yeni bir mücadele enerjisi açığa çıkartabiliriz.” (“Analiz”, Atılım, 20 Ekim 2001)

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar