Ana SayfaArşivSayı 24-25Marksizmin Bunalımı

Marksizmin Bunalımı

Marksizmin Bunalımı*

Louis Althusser

Çeviri: Ayhan Özkan

İçinde bulunduğumuz durum üzerine kısa bir bakışla kendimi sınırlayacağım. Çünkü Doğu Avrupalı sürgünlere duyduğumuz ilgi sadece bilgi edinme ihtiyacına ve bir dayanışma duyurusuna dayanmıyor. Doğu ülkelerinde olup bitenler, bizi de doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü orada olan, aynı zamanda bize de oluyor. O ülkelerde olup bitenler, bizimle yakından ilişkilidir; bakış tarzlarımızı, mücadele hedeflerimizi, teorimizi ve pratiğimizi etkiler.

Çok kısa bir zaman içinde görüşlerimi, oldukça kaba ve şematik bir biçimde, aslında gerekli olan ayrıntılara girmeden sunacağım için şimdiden özür dilerim. Ama belki bir süreden beri. söz edilmeye başlandı. Açış konuşmasında Rossana Rossanda da bu kavramı kullandı.

Bazı kavramlar, toplumsal mücadeleler tarihinde öylesine şüpheli bir rol oynarlar ki, bunları kullanmakta çekingenlik duyulur. Bir yüzyıl boyunca, “Marksizm’in bunalımı” kavramı, işçi hareketinin düşmanlarınca tekrar tekrar kullanılmıştır ama kendi amaçlan için, işçi hareketinin çöküşünü ve ölümünü kehanetle ilan etmek için. İşçi hareketinin güçlükleri, çelişkileri ve başarısızlıklarından, burjuvazinin sınıf emelleri yönünde yararlanmışlardır. Bugün de, Sovyet kamplarının dehşetini ve bunların Marksizm’e karşı yarattığı sonuçları sömürüyorlar. Gözdağcılığın da bir yeri vardır sınıf mücadelesinde.

Bu göz korkutmanın meydan okuyuşunun karşısına, “Marksizm’in bunalımı” kavramını alarak ama ona çöküş ve ölümden tamamıyla farklı bir anlam vererek çıkmalıyız. Terimden korkmamız için bir neden yok. Marksizm başka bunalımlar da yasadı: örneğin, İkinci Entemasyonal’ in “iflası” ve sınıf işbirlikçiliğine teslim oluşu. Ama ayakta kaldı Marksizm. Bu kavramı kullanmaktan korkmamalıyız: Marksizm’in bugün tekrar bir bunalım içinde bulunduğu ve bu bunalımın çeşitli sonuçlara açık olduğu, birçok göstergeden bellidir. Herkesin görebildiği bir şey bu. Düşmanlarımız da görüyorlar ve durumdan yararlanmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama biz bu şaşırtma taktiklerine alışığız. Bunalımı kendimiz de görmekle kalmıyoruz; uzun bir süredir içinde de yaşıyoruz.

Nedir Marksizm’in bunalımı? Dünya tarihi düzeyinde kavranması gereken ve Marksist geleneğe bağlı devrimci örgütlerin içinde bulunduğu zorluklar, çelişkiler ve ikilemlerle ilişkili bir olgu. Sadece Uluslararası Komünist Hareket’in birliği sarsılmıyor, sadece onun geleneksel örgütleri parçalanmıyor. Aynı zamanda, geleneksel strateji ve pratikleriyle tüm tarihi de sorgulanıyor. Paradoksal bir şekilde, emperyalizmin, tarihinde gördüğü en ciddi krizi yaşadığı, işçi sınıfının ve halkın mücadelelerinin tahmin edilemeyen düzeylere ulaştığı bir anda, çeşitli komünist partiler de kendi ayrı yollarında yürüyor. Farklı strateji ve pratikler arasındaki çelişkinin, Marksist teori üzerinde kendi etkisini yaratması, bu derin bunalımın ancak ikincil bir yanıdır.

“Kopan” Bir Şey

En doğrudan, en görünür düzeyde bu bunalım, Mirafiori’li işçi dostlarımızın dün burada yaptıkları türden belirlemelerde ifade edilmiş oluyor. Şunu söylediler: bir çoklarımız için, işçi hareketi tarihinin dünü ile bugünü arasında bir “kopukluk” oldu; onun geleceğini de belirsizleştiriyor bu. Alışılmış bir şekilde geçmişle bugünü “bütünleştirmenin”, 1917 Ekimi’yle, Sovyet Devrimi’nin dünya çapındaki muazzam rolüyle ve Stalingrad’la Stalin rejimin dehşetini, Brejnev sisteminin baskısını “bütünleştirmenin” mümkün olmayışı, bugün bir olgudur artık. Aynı konuşmacılar, alışılmış olduğu gibi, geçmişle bugünü bir arada tutmak mümkün değilse, bunun nedeninin, kitlelerin zihninde “ulaşılmış bir ideal”, sosyalizm için yaşayan bir örnek bulunmayışı olduğunu söylediler. Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalist ülkeler olduğu söylendi bize, ama yine de bizim için, sosyalizm çok farklı bir şey.

Tabii bu basit gerçek, farkedilmemiş değildir: SBKP’nin Yirminci Kongresi’nin yarattığı şok etkisine yol açtı; Batılı Komünist Parti önderlerinin yinelenen. açıklamalarında da ifade edildi ve onları “sosyalizmin tek bir modeli yoktur”, “modeller fikrini reddediyoruz” gibi duyurular yapmaya yöneltti. Bütün bunlar doğrudur ama kitlelerin sorusuna bir cevap getirmez. Çünkü sadece “sosyalizme giden birçok yol” bulunduğunu söylemekle, bugünkü durumu kavramayı umamazsınız. Son kertede kaçınamayacağınız başka bir soru çıkar karşınıza: Başka bir yoldan ulaşılan bu “farklı tip sosyalizm”in, varolan. sosyalizm biçimleriyle ayni sonuca varmasini engelleyecek olan nedir? Bunun cevabi da, başka bir soruya dayanir: Sovyet sosyalizmi, neden ve nasil Stalin’e ve bugünkü rejime yol açmıştır?

Ama bu son, temel soru, uygun bir şekilde cevaplandırılmamıştır henüz.

Yaşadığımız bunalımı ağırlaştıran özel bir koşul var. Sadece Komünist hareketin tarihinde bir şey “kopmadı”, sadece SSCB Lenin’den Stalin ve Brejnev’e “geçmedi”. Marx’a dayanma iddiasındaki sınıf mücadelesi örgütleri olan komünist partilerin kendileri de, bu dramatik tarihin bir açıklamasını yapmış değiller – hem de Sovyet Parti’sinin Yirminci Kongresi’nden yirmi yıl sonra! Ya yapmak istemediler, ya da yapamadılar. Suskunluk ya da siyasi nedenli kaçınmalar var. Fazlasıyla bildiğimiz gülünç açıklamalar var (“kişiye tapma”, “sosyalist meşruiyetin ihlâli”, “Rusya’nın geri kalmışlığı” bir de bize durmadan” verilen güvence: “SSCB, demokrasinin temellerini kurdu – biraz bekleyin, çiçek açacak”). Ama bütün bunların ardında, çok daha ciddi bir şey yatıyor: Marksizm adına yapılan bir tarihin, gerçekten doyurucu Marksist bir açıklamasını getirmenin son derece zor oluşu (sorunu ciddi olarak ele alan herkes, bunu çok iyi bilir) ve belki de, teorik bilgimizin bugünkü düzeyinde imkânsız oluşu. Eger bu hayali bir zorluktan ibaret değilse, Marksist teorinin sınırlarını ve bu sımırların ötesindeki büyük güçlükleri gösteren bir durumu yaşıyoruz demektir.

Marksizm’in bunalımının, Marksist teoriyi de kapsadığını söylememiz gerekir: teorik düzeyin dışında, rastlantı ve dramlann salt tarihsel alanında yaşanmıyor sadece. Marksistler olarak, Marksist teorinin bir yerlerde saf haliyle varolduğu, doğrudan doğruya bir “eylem kılavuzu” sayıldığı tarihsel mücadelelerin ve bunların sonuçlarının zorlu sınavına katılmadığı ve uzlaşmalara’ girmediği yolundaki bir düşünceyle yetinemeyiz. Marx’ın da usanmadan belirttiği gibi, bir teori olan Marksizm’i, kendi adına yapılan tarihten sorumlu tutmak, çok idealistçe olurdu: tarihi yapan, Marksist bile olsalar, “fikirler” değildir; bir kişiyi ya da bir örgütü tanımlayan öz bilinç de (Marksist adının alınması) değildir. Ama Marksist teorinin, Marksizm’den esinlenen ya da kendilerine Marksist diyen örgütlerin eylemlerinin önemli ya da belirleyici bir rol oynadığı bir tarihte içerilmediğini ve zorlanmadığını söylemek de, aynı ölçüde idealistçe olurdu. Bir Marksist ancak, pratiğin teoriye öncelliği görüşünü ciddiye alır ve Marksist teorinin, esin verdiği ya da kendisini kılavuz alan bir siyasi pratikte, bunun araç ve amaçlarında içerildiğini kavrar. Bu içerilmenin biçimleri ve etkileri, zorunlulukla yansır teoriye, çatışmaları, değişmeleri ve etkileri, farklılıkları ve sapmaları kışkırtır ya da giderir: bu biçim ve etkilerin de siyasi bir boyutu vardır. İşte bu anlamda, Fernando Claudin, bundan sekiz yıl önce, Uluslararası Komünist Hareket’in bunalımını analiz etmek için, bir “teorik kriz”den söz etmişti; biraz önce de Bruno Trentin, örgütsel sorunları (parti ve sendikalar arasındaki ilişki), teorik anlamı ve önemi olan sorunlar olarak koydu.

Bugün bence, olabildiğince siyasi anlamıyla, Marksizm’de bir teorik bunalımdan söz etmek zorundayız. Ancak böylece, sözkonusu bunalımın Marksist teorinin kendisine yaptığı etkileri açıklayabiliriz. Özellikle, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’den devralınan ve değişmez sanılan bir dizi ilke üzerinde şüpheler doğmuştur. Uluslararası Komünist Hareket’in bunalımının yarattığı şok etkilerinden kaçamayacağımız, fazlasıyla açıktır – bu etkiler ister Çin Sovyet çatışmasındaki gibi belirgin, isterse Çekoslavakya’nın işgalinden bu yana Sovyet ve Batı Komünist Partilerinin arasındaki gibi örtük olsun. Aynı şey. “proletarya diktatörlüğü” gibi çok önemli ilkelerden gürültülerle ya da sessizce ve hiçbir teorik ya da siyasi neden göstermeden vazgeçilmesinin ve bugünkü mücadelelerde yer alan bulanık bakış açılarının getirdiği sorunların yarattığı şoklar için de geçerlidir. Belirgin siyasi çıkmazlar, stratejilerin çeşitliliği ve çelişikliği, kullanılan dil ve kaynakların farklılığından doğan karışıklık – bütün bunların, Marksist teoriyi de etkilemesi zorunluluk olan, gözükür bir siyasi anlamı vardır. Gerçekten de bunlar, Marksist teori için bir dizi sorun çıkarmıştır; sadece bugünkü tarihsel duruma değil, onun kendi niteliğine de ilişkin olarak.

Marksizmin Bunalımına Üç Tepki

Marksizmin, düşmanlannca kullanılmasını bir kenara bırakacak olursak, çok şematik olarak bu bunalıma üç tepkinin varolduğunu söyleyebiliriz.

1. Belli Komünist Partiler için tipik olan birinci tepki, gözleri yummak ve sessiz kalmaktır: Dogu Avrupa’da, Kitlelerin ve genç insanların ilgisizliğine rağmen Marksizm, resmi teori ve ideoloji olmaya devam etmektedir. Marksizm’in bunalımı, resmi olarak kabul edilmemekte, düşmanların bir icadı sayılmaktadır. Bazı partiler de sorunu ele alıyorlar ve seçilmiş belli noktalarda mesafeli bir tavrı benimsiyorlar ya da başka noktalarda bir dizi “sıkıcı” formülü “terkediyorlar”. Ama her zaman, görünümü koruyorlar: bunalımı adıyla anmıyorlar.

2. İkinci tepki, bunalımın solunu eriten bir tavır. Onu yaşıyor, sonuçlarına katlanıyor, ama aynı zamanda, işçi ve halk hareketlerinin gücüne güvenmek için gerçek nedenler arıyor. Bir çok soru ve şüpheyi de yanısıra getirdiği halde, hiçbirimiz bu tepkiden tamamen kaçınamayız. Ancak, böylesine önemli bir tarihsel olgu üzerine asgari bir düşünüş olmadan yaşayıp gitmek de mümkün değildir: işçi hareketinin gücü bir gerçektir, bu doğru; ama tek başına, uygun bir açıklamanın, bakışın ve düşünsel boyutun yerini tutamaz.

3. Üçüncü tepki tipi ise, sorunu, kesinlikle tarihsel teorik ve siyasi bir bakış açısıyla görmek, böylece bunalımın niteliğini, anlamını ve sonuçlarını -ne kadar güç olsa da- bulmaya çalışmaktır. Bunu başarırsak, başka bir tarzda konuşmaya başlayabiliriz ve uzun tarihimizden yola çıkarak, “Marksizm bunalımdadır” demek yerine, şunu söyleyebiliriz: “Sonunda Marksizm’in bunalımı patlama noktasına ulaştı! Sonunda, bütünüyle görünür oldu! Sonunda bu bunalımda varolan hayati önemdekı ve canlı bir şey, yine bu bunalımla serbest kalabilecek!”

Bu, soruyu paradoksal bir şekilde koymak değildir sadece, ne de onu rastgele, başı üzerine çevirmektir. “Sonunda” kelimesini kullanmakla, bence canalıcı olan bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Marksizm’in bunalımı, yeni bir olgu değildir, bir kaç yıllık bir tarihi yoktur. Çin Sovyet çatışmasıyla kamuoyuna yansıyan, Batılı ve Sovyet Komünist partilerinin arasındaki “farklılıklar”la derinleşen Uluslararası Komünist Hareket’in bunalımıyla da başlamış sayılmaz. Hatta, SBKP’nin 20’nci Kongresi bile, bunalımın başlangıç tarihi olarak alınamaz. Ancak Uluslararası Komünist Hareket’te patlak veren bunalımla kamuoyunun dikkatini çekmiş olsa da, aslında Marksizmin bunalımı, çok daha eskidir.

Yolu Kesilmiş Bir Bunalım

Eğer Marksizmin bunalımı patlama noktasına ulaştıysa, eğer çok uzun bir sürecin sonunda, artık görünür hale geldiyse, bunun nedeni, patlamasını engellemiş olan biçimler altında kuluçkada bekletilmiş olmasıdır. Tarihe dönmeye çalışarak bunalımın ilk adımlannı ya da nedenlerini daha da eski bir dönemde bulmazsak, çok şematik olarak diyebiliriz ki, bizim için Marksizm’in bunalımı, otuzlarda ortaya çıkmıştır – ve anında bastırılmıştır. Kendi çelişkileriyle yaşamış olan Marksizm’in, otuzlarda yolu kesildi, Stalinizm’in tarihsel denetiminin dayattığı bir çizgi ve pratik çerçeve içindeki “teorik” formüllere hapsedildi. Stalin’in, Marksizm’in sorunlarına kendi üslubuyla getirdiği “çözûmler”, bunalımı hem durdurdu hem de kışkırttı ve besledi. Hem bir açıklığı hem de çelişkileri barındıran. Marksizmi tahrif etmekle Stalin, onda ciddi bir bunalıma yol açtı, ama aynı zamanda, bu bunalımı durdurdu ve patlamasını engelledi. Bugün yaşamakta olduğumuz durumda, bu nedenle bir kazanç da görülebilir: uzun ve trajik bir tarihin sonunda bunalım, gerçekten patlamış, taze bir bakış edinmemizi gerektiren koşullar oluşturmuştur ve Marksizm’e yeni bir hayat kazandırılmasının imkânını sağlamıştır. Şüphesiz her bunalım, yeni bir gelecek ve kurtuluş vadetmez. Bunalımın kavranması da, bu geleceğin oluşması için yeterli bir güvence değildir. İşte bu nedenle, Marksizm’in bunalımının “patlamasını”, SBKP’nin 20’nci Kongresi’ne ve Uluslararası Komünist Hareketin bunalımına varan bir tarihe bağlamak, yanlıştır. Bunalımı “patlama”ya götûren ve onu canlı bir güce dönüştüren koşulları anlamak için, sorunun öbür yüzüne de, sadece ölmekte olana değil, doğmakta olana da bakmalıyız: önceden görûlmeyen ve yeni tarih kuvvetleri, potansiyelleri barındıran kitlesel bir işçi ve halk hareketinin gücü. Eğer bugün, Marksizmin bunalımını, muhtemel bir özgürleşme ve yenilenme ile bir arada düşünebiliyorsak, işte bu kitle hareketinde yatan tarih yapma gücü ve yeteneği sayesindedir. Bizi, sımsıkı kapalı tarihimize bir hava deliği açmaya zorlayan, bu hareket oldu. Tekrarlanan hamIeleri (Halk Cephesi ve Direniş gibi), yenilgileri ve zaferleriyle (Cezayir, Vietnam) ve nihayet, 68 Mayısı’nda Fransa’da, Çekoslavakya’da ve dünyanın başka yerlerindeki mücadelelerde gösterdigi cüretle, yığılmış bulunan engelleri kaldırarak, bunalımdaki Marksizme gerçek bir/ özgürleşme şansı sağladı.

Ancak, bu ilk özgürleşme işaretleri, aynı zamanda uyarıcı bir nitelik taşımaktadır. Geçmişe, sapma ve ihanet olarak gördüğümüz tavırlara sırtımızı çevirmekle yetinemeyiz. Yaşadığımız bunalım bizi, Marksizmle ilişkimizi değiştirmeye ve dolayısıyla Marksizmin kendisinde bir şeyleri değiştirmeye zorluyor.

Her şeyi Stalin’in oynadığı role yüklemekle sorunu halletmiş olmayız. Tarihsel, siyasi ve hatta teorik geleneğimizi, Stalin adlı bir kişi ya da onun egemen olduğu bir dönem tarafindan yozlaştırılmış, saf bir miras gibi göremeyiz. Marksizmin kökeninde, sadece yeniden keşfedilmesi gereken bir “saflık” yoktur. 1960’larda bir sınav dönemi yaşadık. Hepimiz, kendi tarzlarımızda, “klasiklere döndük”, Marx’ı, Lenin’i ve Gramsci’yi yeniden okuduk: onlarda, Stalin tipi formüller ve pratiklerle dondurulmuş olan canlı bir Marksizm bulmaya çalıştık. Bunları yaparken, tüm farklılıklarımıza rağmen, hepimiz kendi yollarımızda, aslında gözükür olan bir şeyi kabul etmek zorunda kaldık: bizim teorik geleneğimiz, “saf” değildir; Lenin’in fazla aceleci davranarak söylediğinin tersine, Marksizm, “çelikten bir blok” değildir, kendi zorlukları, çelişkileri ve boşlukları vardır ve bunlar da bunalımda, kendi çaplannda bir rol oynamışlardır -İkinci Enternasyonal’de ve hatta, Lenin henüz hayattayken, Üçüncü (Komünist) Enternasyonal’in başlangıcında.

Marksizmin Çelişkileri

Bundan dolayı, şunu söyleme gereğini duyuyorum: Tarihte ve mücadele içinde, Marx, Lenin, Grarnsci ve Mao hakkında oluşturduğumuz belli bir görüşü, derinlemesine gözden geçirmek, bizim için hayati bir gerekliliktir. Partililerimizin ideolojik birliğini sağlama isteğinden kaynaklandığı açık olan bir görüş bu; eleştirel çabalarımıza rağmen çok uzun bir zaman bel bağladığımız, hâlâ da bazen tutunmak ihtiyacını duyduğumuz bir görüş. Seçmiş olduğumuz bu yazarlar, emsalsiz ve paha biçilmez bir teorik ögeler kümesi sağladılar bize. Ama Lenin’in çok açık bir sözünü de unutmamalıyız: Marx “bize köşe-taşlannı verdi…” Klasiklerin hiçbiri, bize, birleşik ve tamamlanmış bir bûtün vermedi; zorluklar, çelişkiler ve boşluklarla karışmış olarak bir dizi sağlam ilke ve analizden oluşan çalışmalar bıraktı. Şaşırtıcı bir yanı yok bunun. Kapitalist toplumlardaki sınıf mücadelesinin koşul ve biçimleri hakkında bir teorinin başlangıçlarını sağlamış olsalar bile, bu teorinin “saf” ve tamamlanmış bir şey olarak doğduğunu düşünmek anlamsızdır. Ayrıca, bir materyalist için, saf ve tamamlanmış bir teori fikri, ne anlama gelebilir? Egemen ideolojinin kıskacını ve ağırlığını haber veren, sınıf mücadelesinin koşul ve biçimleri üzerine bir teorinin, bu ideolojiyle bağlarını koparma mücadelesi veriyor olsa bile, onun .izlerini taşımaktan, daha ilk andan itibaren tamamıyla kaçınabilmiş olacağını nasıl düşünebiliriz? Bu teorinin, kendi siyasi ve ideolojik tarihinde, egemen ideolojinin herhangi bir karşı darbesinden ya da etkisinden kaçınabilmiş olduğunu nasıl düşünebiliriz? Bu ideolojiden kopuş, bir mücadeledlr, ama hiçbir zaman sonu gelmeyecek bir mücadele – öğrenmek için ödememiz gereken pahalı bir bedeldir bu gerçek. Klasik yazarlann yayımlanmamış yazı ve notları bile ortaya çıkanlmakta bugün; haklannda, gerek duyulan belli bir görüşün doğrulanmasına çalışılıyor. Ama dürüst olalım ve bilinmeyen diyarlara ilerleyen bu insanların, nitelikleri ne olursa olsun, sadece birer insan oldukiarını kavrayalım: araştırıyor ve buluyorlardı, ama aynı zamanda yanılgılara düşüyorlar, sürekli bir düzeltme ihtiyacı duyuyorlar ve tüm araştırmaları boyunca hatalar yapıyorlardı. Bu yüzden, eserlerinin, kendi “zamanları”nın fikirlerinin izini taşımasında, zorluklar, çelişkiler ve boşluklar içermesinde şaşılacak bir şey yoktur.

Bu zorlukların varolduğunu kavramanın ve bunları eksiksizce ve açıkça hesaba katmanın bugün için önemi büyüktür; çünkü bunlardan bazıları, bugünkü bunalımın temel noktalarıyla doğrudan ilgilidir.

Sömürü, Devlet ve Sınıf Mücadelesi

Marx’ın kendi eserinde, özellikle Kapital‘de varolan teorik birlik, büyük ölçüde kurgusaldır (bunu açıkça görmeye başladık). Sözünü ettiğim sadece, Marx’ın, metaların bir analiziyle, dolayısıyla -birçok sorun çıkaran- değerin analiziyle başlamayı (“bütün bilimlerde… her başlangıç zordur”) gerekli bulmuş olması değil. Belki daha önemlisi, bu başlangıcın ve Marx’ın gerçek bir teoride bulunması gerektiğini düşündüğü türden bir düşünsel birliğin etkileri. Bu etkilerin en önemlilerinden biri, artık – değer sorunuyla ilgilidir. Kapital‘in Birinci Kitap – Birinci Bölümü’nde, artık – değer hesaplanabilir, emek – gücünün ürettiği değerle, aynı emek gücünün yeniden üretimi için gerekli malların (ücretler) değeri arasındaki (değer) farkı olarak tanımlanır. Artık – değerin bu aritmetik anlatımında, emek – gücü, salt ve basitçe, bir mal olarak belirir. Böyle bir anlatımın, Marx’ın izlediği sunuş düzeniyle uyumlu olduğu açıktır. Bu yüzden de; seçmiş olduğu “başlangıç noktası”na ve bunu izleyen daha sonraki ayrımlara (sermayenin, kendi değerinin bir bölümünü sürekli olarak mala aktarması, emek – gücüne yatırılan değişken sermaye) bağımlılıdır. Artık – değerin hesaplanabilir bir nicelik olarak sunulması, ona elkonulmasının koşullarını (yani emeğin koşullarını) ve emek – gücünün yeniden üretiminin koşullarını tümüyle gözardı, etmektedir. Dolayısıyla, Marx’ın başlangıç noktasını, yaptığı başlangıcı ve ayrımlarını kabul etsek bile, artık – değerin bu şekilde sunulması, çok güçlü bir sapma eğilimi yaratabilir: Çünkü artık – değerin bu (aritmetik) anlatımı, bütünsel bir sömürü teorisi olarak alınabilir ve böylece, emeğin ve yeniden üretimin koşullarını ihmal etmemize yol açabilir. Oysa Marx, bu koşulları ele almıştır – ama kitabının başka bölümlerinde, “somut” ya da “tarihsel” denilen bölümlerinde; ve bu bölümler, sunuş düzeninin dışında kalır (iş günü, manüfaktür ve modern sanayi, ilksel birikim, vb. konulan işleyen bölümlerdir bunlar). Doğal olarak bu, belli pratik sonuçlar doğurmuş olan, “sunuş düzeni”ne bağlı önvarsayımları ve kavramları bir soru haline getirir. Gerçekten de, ciddiyetle düşünülmesi gereken sorular var. Artık – değerin aritmetik anlatımının bütünsel bir sömürü teorisi olarak alınması biçimindeki bu yanlış anlama, Maıksist işçi hareketi tarihinde, sömürünün koşul ve biçimlerinin doğru bir şekilde kavranmasına bir engel oluşturmamış mıdır? Sömürünün (hesaplanabilir salt bir nicelik olarak) ve emek gücünün (basit bir meta olarak) sınırlı bir biçimde kavranışının, sınıf mücadelesinde, ekonomik ve siyasi mücadeleler arasında yapılan klasik ayrıma katkısı olmamış mıdır? Dolayısıyla, her iki mücadele biçiminin de sınırlı olarak kavranmasında ve bunun, işçi sınıfının ve kitle hareketlerinin biçimlerinde oluşabilecek bir genişlemeyi engellemiş ve engellemekte olmasında payı yok mudur?

Marx’ta başka zorluklar ve anlaşılması güç noktalar da vardır. Örneğin felsefe, özellikIe de diyalektik hakkında, yeterli bir açıklık getirilmiş değildir. Diyalektik üzerine Marx, kelime anlamlarıyla alınamayacak kadar şematik ve üzerinde düşünmeye elverişsiz ölçüde belirsiz bir kaç formül önermiştir sadece. Marx ve Hegel diyalektiği arasındaki ilişki de bir sorundur. Ne kadar soyut ve felsefi görünse de, birçok tehlike taşıyan bir sorundur bu: Zorunluluğun ve tarihin kavranışı; tarihin biçimlerinin kavranışı (bir anlamı ve amacı var mı? Kapitalizmin çöküşü kaçınılmaz mı? vb.), yani sınıf mücadelesinin ve devrimci eylemin kavranışı. Nitekim, Marx’ın suskunluğu ve yazılarından felsefi sonuçlara varmanın zorluğu, -Lenin ve Gramsci gibi istisnalar dışında- pozitivizm ve evrimciliğin yolunu açmış, Stalin’in SBKP (B)’nin Kısa Tarihi’nde “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” üzerine yazdığı bölümle, bunların biçimleri, otuz yıl boyunca dondurulmuş olarak kalmıştır.

Başka bir örnek, Marx ve Lenin’de, çok büyük önemi olan iki teorik boşluk vardır. Biri devletle, öbürü de sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin örgütlenmesiyle ilgilidir.

Açıksözlülükle belirtmek gerekir: “Marksist devlet teorisi” diye bir şey gerçekten yoktur. Gerçi Marx ve Lenin, sorunu atlamış değillerdir; tersine, siyasi düşüncelerinin odağında bu konu yatar. Ama klasik yazılarda, devletin sınıf mücadelesi ve sınıf egemenliğinin ilişkisinin biçimleri üzerine tartışmalar dışında (aslında temel noktalar gerçekten de bunlardır, ama analiz edilmeden bırakılmışlardır), sadece, devletin burjuva kavranışlanndan kaçınma yolunda, tekrarlanan bir uyarı bulabilirsiniz. Olumsuz bir saptama ve tanımdır bu. Marx ve Lenin, çeşitli “devlet biçimleri” olduğunu belirtirler. Ama devlet, sınıf hakimiyetini nasıl güvence altına alır, devlet aygıtı nasıl işler? Ne Marx ne de Lenin, bu sorulan analiz etmeye girişmediler. Lenin’in 11 Temmuz 1919’da Sverdlov Üniversitesi’nde yaptığı Devlet Üzerine adlı konuşma, bu gözle okunduğunda, dokunaklı bir etki uyandınr. Israrla şunu vurgular Lenin: bu, zor ve çok karmaşık bir sorundur… Bıkmadan tekrarlar: devlet, özel bir makinadır, özel bir aygıttır. “Özel” terimini sürekli kullanarak Devlet’in, öbürlerine benzemeyen bir makina olduğunu açıkça belirtmeyi amaçlar. Ancak, “özel”in burada ne anlama geldiğini söylemeyi başaramaz. (Aynı şey, “makina” ve “aygıt” terimleri için de geçerlidir.) Gramsci’nin hapishanede yazdığı küçük denklemleri okuyunca da, benzer bir duyguya kapılırsınız, (Devlet = baskı + egemenlik, diktatörlük + egemenlik, zor + konsensus, vb.) Bunlar, bir devlet teorisinden çok, bir arayışın ifadeleridir – Lenin’den olduğu kadar “siyasal bilim”den ödünç alınmış terim’lerle, işçi sınıfının devlet gücünü ele geçirmesini amaçlayan bir siyasi çizginin arayışı. Lenin ve Gramsci’nin cazibesi, klasik olumsuz tanımı dönüştürmeye çalışmış olmalanndan gelir – ama el yordamıyla ve başansızlıkla.

Oysa “devlet” konusu, işçi ve halk hareketi için hayati bir önem taşımaktadir bugün: çünkü devletin “sönmesi”nin kesinlikle sözkonusu olmadiği, tersine, partiyle içiçe geçmişliği sayesinde gittikçe güçlendiği Doğu Avrupa ülkelerini anlamamız gerekmektedir; çünkü halk güçlerinin, iktidarı elde ederek, devletin devrimci, demokratik bir dönüşümü ve giderek sönmesi için nasil çalışmalan gerektiği sorusu vardır önümüzde.

Bunun gibi, Marksizm’in mirasında, sınıf mücadelesi örgütlerinin, özellikle siyasi partilerin ve sendikaların da gerçek bir teorisini bulamazsınız. Şüphesiz, partiler ve sendikalara ilişkin siyasi, dolayısıyla pratik tartışmalar vardır, ama bunların işleyişini (ve kusurlu işleyiş biçimlerini) kavramamızı sağlamaya yetecek hiçbir şey yoktur. Marx’tan önce işçi sınıfı, kendi gelenekleri ve burjuva örgütlenmelerinden kalkınarak (gerektiğinde askeri modelden de yararlanılıyordu) sendikal ve siyasi örgütlerle teçhizatlanıyordu. Bu biçimler, esas olarak korundu ve değiştirildi: bütün tarihleri boyunca varlıklarını sürdürdüler. Hem Batı’da hem de Doğu’da, ağır bir sorunla, bu örgütlerin devletle ilişkisi sorunuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu sorun, Doğu’da bu örgütlerin devletle içiçe geçmesi, açık bir içiçe geçme sorunudur. Batı’da ise bir içiçe geçme riski olarak beliriyor; çünkü burjuva devlet, işçi sınıfının mücadele örgütlerini kendi içinde eritme çabasından hiçbir zaman vazgeçmez ve çoğu kez başarır da.

Kitle İnisiyatifleri

Ne var ki, Marksist teorinin bu iki “boşluğu”, bizim için belirleyici önemdeki sorularla yakından ilişkilidir. Devletin özellikle bugünkü emperyalist toplumlarda görülen devletin niteliği nedir? Parti ve sendikaların niteliği, işleyiş tarzı nedir? Devletle Parti’nin sonuçta içiçe geçmesi tehlikesinden nasıl kaçınabiliriz? Burjuva Devletinin “yıkılması” gereğini ve devrimci devletin “sönmesi”nin hazırlanmasnı ne şekilde kavrayarak bu süreci hızlandırabılırız? Sınıf mücadelesi örgütlerinin nitelik ve işleyişini nasıl ele alabilir ve değiştirebiliriz? Parti hakkında “işçi sınıfının partisi” ya da “önder parti” biçimindeki geleneksel Komünist imajı nasıl dönüştürebiliriz? Bu partinin. ideolojisini, pratikte başka partiler ve hareketlerin de varolduğunu kavramasını sağlamak üzere nasıl dönüştürebiliriz? Ve her şeyden öte, geçmiş ve geleceğe ilişkin soruların en önemlisi: kitle hareketiyle, geleneksel sendika parti ayrımını aşan ve böylece, genellikle ekonomik ve siyasi alanlar ayrımına -hatta bunları “birbiriyle toplayarak” bile- uyum gösteremeyen kitleler arasında insiyatiflerin gelişmesine izin veren ilişkiler, nasıl kurulabilir? Sendika ve partilerin dışında, kendıliğinden doğan ve mücadeleye vazgeçilemez bir unsur katan (ya da katabilecek olan) kitlesel halk hareketlerinin giderek fazlalaştığını görüyoruz. Kısacası, halk kitlelerinin talep ve beklentilerini nasıl cevaplandırabiliriz? Olumlu ya da olumsuz biçimlerde, örtük ya da açık bir biçimde, nesnel ya da öznel olarak, aynı temel sorular çıkıyor karşımıza: devletle, sendikalarla, kitle hareketleri ve insiyatiflerle ilgili sorular. Ama iş cevaplara gelince, kendimizden başka güveneceğimiz kimse yok.

Şüphesiz, bu sorular yeni değil. Marksistler ve devrimciler, geçmişteki kritik dönemlerde de bunlan sormaya çalıştılar kendilerine. Ama yine de, bu sorular unutuldu ya da hasır altı edildi. Ancak bugün, daha önce görülmemiş bir ölçüde ortaya çıkıyorlar ve en önemlisi, Italya’da, Ispanya’da ve başka yerlerde gördüğümüz gibi, kitlesel boyutta, pratikte getiriliyorlar. Bugün şunu söyleyebiliriz: kitle hareketi olmadan, kitle insiyatifleri olmadan, biz bu soruları açıklıkla koyamazdık; kitle insiyatifleri nedeniyle, canalıcı siyasi sorular haline geldi bunlar. Ayni şekilde, eğer Marksizm’in bunalımı patlama noktasına ulaşmasaydı, yine bu sorulan açıkça koyamayacaktık.

Yeni Bir Dönüşüm

Şunu da belirtmek gereklidir: Hiçbir şey “önceden” kazanılmaz ve hiçbir şey bir günde oluşmaz. Herhangi bir parti ya da sendikada -“güven” verici görüntülerin ardında- Marksizm’in bunalımına uygulanan “ambargo”, uzun bir zaman sürebilir. Doğulu ya da Batılı bir kaç aydının tehlike çiğliği atması önemli değildir; bir cevap gelmeyebilir buna. Asıl önemlisi, işçi hareketinin ve halk hareketinin, bölünmüş ve açmazda görünse de. hiçbir zaman bu kadar güçlü ve kaynakları ve insiyatifleri bakımından bu kadar zengin olmadığıdır. Önemli olan nokta, bu hareketin, Uluslararasi Komünist Hareket’in ve Marksizmin bunalımının anlamını kavramaya başlamasıdır: bu anlam, hem varolan tehlikelerin boyutluluğunu ve bunalımın derinliğini hem de bu bunalımın temsil ettiği tarihsel özgürleşme şansını içerir. Tarihi boyunca Marksizm, birçok bunalım ve dönüşüm yaşamıştır. Marksizm’in, “Ulusal Hedef”e bel bağlamış olan İkinci Enternasyonal’in çöküşünden sonra geçirdiği dönüşümü hatırlamak yeterlidir. Bugünkû bunalımda da, kaynaklarını kitlelerin mücadelelerinde bulan benzer bir dönüşümle karşı karşıyayız Bu dönüşüm, Marksizm’e bir yenilenme getirebilir, teorisine yeni bir güç kazandırabilir, ideolojisini, örgütlenmelerini ve pratiklerini değiştirebilir, işçi sınıfına ve tüm çalışan insanlara toplumsal, siyasi ve kültürel bir devrimln yolunu açabilir.

Hiç kimse, bunu başarmanın son derece güç olduğunu inkar etmeyecektir; ama ne kadar güç olursa olsun, mümkündür.

 


* L. Althusser ve diğerleri, Devrim-Sonrası Toplumlarda İktidar ve Muhalefet [Konferans, Kasım 1977, Venedik], İstanbul 1984, Metis Yay., ss. 243-57

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar