Ana SayfaArşivSayı 24-25Marksizm Ömrünü Doldurmuş mudur?

Marksizm Ömrünü Doldurmuş mudur?

Marksizm Ömrünü Doldurmuş mudur?*

 

Douglas Kellner

Çeviri: Sina Güneyli

Marksizmin krizleri, yirminci yüzyıl boyunca düzenli olarak patlak vermiştir. Kriz kavramının, Marksçı [Marxian] teori içindeki kaynakları, kapitalizmin çöküşü ve sosyalizmin zaferi nosyonlarıyla bağlantılı olan “kapitalizmin krizi” teorileridir. “Kriz” teriminin kendisi, bozulma, çöküş veya hastasını, bu durumda Marksizmi ölüme götürebilecek bir sonal hastalık imkanını çağrıştıran tıbbi bir mecazdır[1]. “Kriz” terimi, Georges Sorel, Karl Korsch ve diğerleri tarafından yüzyılın başında Marksizme sokulmuştur (Gouldner 1980’e bakınız). Son yıllarda, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, Marksizm döneminin bittiği ve teorinin şimdi ömrünü doldurmuş olduğu yolunda pek çok iddia ileri sürülmüştür. Böylece, Marksizmin krizinin çöküşle sonuçlandığı ve hastanın öldüğü, Marksizmin artık çağımızda geçerli bir teori veya politika olmadığı ileri sürülmüştür[2].

Marksizmin krizi söyleminin uzun bir geçmişi vardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında, İkinci Enternasyonal’in, Marksist partilerin ve bireylerin savaşı durdurmaktaki başarısızlığı, örgütlü bir hareket olarak Marksizmin politik etkinliğini tartışma konusu yapmıştır. Savaştan sonra Avrupa devrimlerinin tamamlanmasındaki başarısızlık, Marksizmin yeni krizlerini üretmiş, faşizmin zaferi Marksist hükümetleri, partileri ve militanları yok olma tehdidi altında bırakmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, demokratik kapitalist olduğu söylenen ülkelerde işçi sınıfının bütünleşmesi ve kapitalizmin stabilizasyonu Marksizmin ömrünü doldurmuşluğuna işaret eder görünmektedir[3]. Dolayısıyla, kapitalizm gibi Marksizm de yüzyıl boyunca kriz içinde bulunmuştur.

Ancak, kapitalizmin pek çok krizden sağ çıkmasına benzer şekilde Marksizm de pek çok krizden sağ çıkmıştır. Marksist eleştirmenlerin çabucak kapitalizmin ölümünü ilan etmeleri gibi, Marksizmin eleştirmenleri de cerbezeli bir şekilde Marksizmin ölümünü öngörmüşlerdir. Dahası, tam da kapitalizmin çeşitli krizlerinin kapitalist sistemi belli şekillerde (emperyalizm, örgütlü kapitalizm, devlet kapitalizmi, refah devleti, tüketici toplumu, ulusötesi kapitalizm, teknokapitalizm, v.b.) kuvvetlendiren yeni hayatta kalma stratejileri ortaya çıkarmış olması gibi, Marksizmin krizleri de periyodik olarak Marksçı teorinin gelişmesine ve iyileşmesine yol açmıştır. Gerçekten de, Marx’ın tarihsel materyalizmi doğal olarak tarihsel bir teoridir, ve tarihsel materyalizmin kategorileri, yeni tarihsel koşullar ve durumlar ortaya çıktıkça revizyona ve geliştirilmeye gerek duyar. Revizyon, Marksçı diyalektiğin hayat merkezidir, ve orijinal teorinin ilkelerini sorgulayan koşullar ortaya çıktıkça, teori geliştirilmeye, yeniden yapılandırılmaya, ve hatta ömrünü doldurmuş veya yetersiz özelliklerin terkedilmesine gerek duyar.

Kuşkusuz, Marksizmin bittiği, özellikle eski taraftarlarınca düzenli olarak ihbar ve ilan edilmiştir. Soğuk Savaş döneminde, bütün bir eski Marksist kuşak “başarısızlığa uğrayan Tanrı”yı ihbar etmiş, ve Sidney Hook ve başkaları 1940’larda hareketin öldüğünü beyan etmişlerdir. Derrida’nın (1993) hatırlattığı gibi, 1950’lerde Fransa’daki entellektüeller tarihin sonunu ve Marksizmin ömrünü doldurmuşluğunu ilan etmişlerdir; benzer “ideolojinin sonu” söylemleri ve “postendüstriyel toplum” teorileri bu onyılda, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Marksizmin sonunu ilan etmek üzere ortaya çıkmışlardır. 1960 sonrası, eski ütopyacı umutlardan vazgeçme döneminde pek çok eski taraftar Marksizme saldırmıştır. The Postmodern Condition (1984 [1979]) kitabında, eski Marksçı radikal Jean-François Lyotard bütünselleştirici tarih teorileri ve büyük özgürleşme anlatıları döneminin bittiğini ileri sürmüştür. Daha önce, eski Marksist teorisyen Jean Baudrillard, The Mirror of Production (1974) kitabında, Marksizmin kapitalist gelişmeyi ve ideolojiyi yansıttığını ve radikal bir özgürleşme teorisi olarak yetersiz olduğunu beyan etmişti. Baudrillard, sonraki L’échange symbolique et la mort adlı kitabında (1976), postmodern, medya, benzetim ve hipergerçeklik toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte politik ekonominin ve Marksizmin sonunu beyan etmiştir[4]. Gerçekte, postmodern teorinin başarısı, taraftarlarının Marksizmin ömrünü doldurmuş olduğu yolundaki iddialarına dayandığından büyük ölçüde asalakçadır; bu postmodernistleri en ileri radikal sosyal teorisyenler olarak konumlandırır.

Son yıllarda, pek çok kitap ve makale Sovyet komünizminin çöküşünün nihai olarak Marksizmin sonuna işaret ettiğini ileri sürmüştür. Francis Fukuyama’nın meşhur kitabı Tarihin Sonu [The End of History] (1992), gerçekte, Marksizmin sonunu ileri sürer. Yine, kuşkusuz, çok sayıda egemen basın organında ve düşünce dergisinde Marksizmin ömrünü doldurmuşluğunu beyan eden pek çok makale çıkmıştır. Bu konumlara karşı benim iddiam, Sovyet komünizminin çökmesinin Marksizmin bir çürütülmesi olmadığı ve Marksizmin ölümü anlamına gelmediğidir. İlk önce, Marx/Lenin/Stalin ve sonraki Sovyet liderleri arasında önemli kopukluklar olduğunu, böylece komünizmin çökmesinin suçunun Marx’ın kendisine ve ismiyle bağlantılı doktrine yüklenemeyeceğini ileri süreceğim. İkinci olarak, Marx’ın değil, Rousseau, Hegel ve Sağ Hegelcilerin Sovyet totalitarizminin ve modern totaliter devletin manevi ataları olarak okunmasının daha uygun olduğunu ileri süreceğim. Dahası, Marx’ın sosyalizm ve demokrasi kavramının, Sovyet komünizmi ile, Leninizm ile, Stalinizm ile, veya her ne ad verilirse Sovyetler Birliği’nde ve uydularında çökmüş olan bürokratik kolektivizm sistemi ile dramatik olarak bağdaşmadığını ileri süreceğim. Yine, Stalinizmin yenilgisinin Marx’ın ilkeleri ile uyumlu olduğunu veya Marx’ın ilkelerince doğru çıkarıldığını ve Marksçı teorinin, Sovyet komünizminin çöküşünün açıklanması ve çağdaş tarihsel gerçekliğin anlaşılması için önemli teorik kaynaklar sağlayarak, Sovyet komünizminin ve imparatorluğunun aydınlatıcı bir çözümlemesini ve eleştirisini sağladığını ileri süreceğim. Son olarak, Marksizmin çağımızı teorileştirmek ve eleştirmek için gerekli kaynaklara sahip olmayı sürdürdüğünü, ve Marksçı politikanın çağımızda ilerici veya radikal politikanın en azından bir parçası olduğunu ileri süreceğim.

Marksçı Gelenekteki Kopukluk

Marksizm onyıllarca dönemin tarihsel felaketleriyle suçlanmıştır. Açık Toplum ve Düşmanları [The Open Society and Its Enemies] (1963 [1945]) adlı kitabında, bilim felsefecisi Karl Popper totaliter devletin kaynaklarının Platon, Hegel ve Marx’ın politik felsefelerinde olduğunu ileri sürmüştür. Bu nakarat, 1970’lerde, Marx gibi “üstat düşünürlerin” komünizmin ve diğer totaliter toplumların kötülüklerinden sorumlu olduğunu ileri süren, Fransız “yeni filozoflarının” sevgililerinden biri olan, eski Maoist André Glucksmann tarafından yinelenmiştir. Yine, kuşkusuz, Soğuk Savaş boyunca antikomünistler dönemin bütün problemlerini Karl Marx ve izleyicilerinin felsefesine dayandırmaya çalışmışlardır.

Kuşkusuz, bu tür polemikler umutsuzca idealisttir ve tarihte fikirlerin rolünü büyük ölçüde abartır. Modern dünyanın kötülüklerinin ve özellikle Sovyet komünizminin yörüngesinin suçunu Marx’a yüklemek, Sovyetler Birliği’nde Marx’ın hatta Lenin’in düşündüğü tarz sosyalizmin gelişmesini engelleyen maddi ve toplumsal koşulların üzerini olduğu kadar, Marx, Lenin, Stalin ve sonraki Sovyet liderleri arasındaki önemli farklılıkların da üzerini örter. Böylece, önce Sovyet komünizmi felaketinin suçunu Marx’a yüklemenin neden yanlış olduğunu gösteren bazı gerekçeler sunacağım ve daha sonra Sovyet Komünizminin neden başarısız olduğunun Marksçı çözümlemesinin bir özetini vereceğim.

Sosyalist gelişmenin temeli olan birleştirici bir Marksçı teori hiçbir zaman olmamıştır. Marksizm, her zaman, komünist partilere muhalif olarak sosyalist partileri izleyenlerle komünist partileri izleyenler arasında, İkinci Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasındaki ayrımlarda kurumsallaşan bölünmüş bir mirasa sahip olmuştur. Sosyalizmi kurmanın hem demokratik-reformist ve hem de ayaklanmacı-devrimci stratejileri kendi teori ve politikalarının meşrulaştırılması için Marx’ın metinlerine ve pratiğine başvurabilirlerdi, fakat bilindiği gibi, Üçüncü Enternasyonal’in Leninistleri kendilerinin sadık Marksistler ve klasik Marksizmin gerçek mirasçıları olduğunu ilan ederlerken, İkinci Enternasyonal’in Sosyal Demokratları, daha 1890’larda Eduard Bernstein ile başlayarak, Marksizmden uzaklaşmışlardır.

Vladimir Lenin ve Bolşevikler, 1917’de Marksizm adına bir devrimi fiilen gerçekleştirdiler ve Marksizmi resmi devlet ideolojisi haline getirdiler. Ancak, Marksizm ve Leninizm arasındaki bu tarihsel olarak rastlantısal bağlantı, Marx ve Lenin arasındaki derin farklılıkları gizlememelidir. Lenin, profesyonel devrimcilerden oluşan gizli bir partinin oluşumunu savunmuş ve şiddet uygulayan bir ayaklanmaya ve öncü bir partiye devrimin araçları olarak ayrıcalık tanımıştır. Marx, tersine, halk demokrasisine ve işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca işçi sınıfının kendi etkinliğiyle sağlanabileceği ilkesine bağlıydı. Marx ve Friedrich Engels, “Komünist Manifesto”yu komünist hareketin fikir ve amaçlarını açıkça ilan etmek üzere yayınladılar, ve her ikisi de, sosyalizmle ne kastettiklerinin modeli olarak, popüler halk egemenliği ile damgalanan Paris Komünü’nü işaret ettiler. Aykırı olarak, Lenin ve Bolşevik parti bir kez iktidarı ele geçirince, Komünist Parti Merkez Komitesi kendini devrimin öncüsü ilan etti, ve iktidar ve egemenlik gerçekte partinin elinde yoğunlaştı.

Gerçekte, pek çok yerde Marx, sosyalizme giden demokratik bir yol ilan etmiş ve her zaman sosyalizmi demokrasi ile eşitlemiştir. Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesi üzerine 1843’teki erken yorumu, demokrasiyi en yüksek hükümet biçimi olarak desteklemiş ve mutlakiyetçi devlete ve bürokratik hükümete güçlü bir eleştiri yöneltmiştir. 1848 devrimi sırasında, Marx, sosyalizme giden iki aşamalı yolda, burjuva-demokratik hareketle ve burjuvazinin ilerici unsurlarıyla ittifak kurmuştur. Birinci Enternasyonal İşçi Derneği’nde yaptığı konuşmada, Marx, iş gününün kısaltılması kanununun kabulünü ve işçilerin birlikte hareketini işçi sınıfının politik ekonomisi için iki büyük zafer olarak ilan etmiştir. Marx, 1871’de Paris Komünü üzerine konuşmasında, “işçi sınıfının kurtuluşu için keşfedilmiş en son biçim” olarak Paris Komünü’nün yurttaşlarının kullandığı halk egemenliğini desteklemiştir. Yine, 1872’de Hague’de Enternasyonal’e yaptığı konuşmasında, Marx, pek çok gelişmiş ülkede, sosyalizme demokratik yoldan geçişin olanaklı olduğunu ilan etmiştir.

Kuşkusuz, Marx her zaman bir bağlamsal politika teorisine sahip olmuş ve böylelikle belli bağlamlarda devrimci sınıf savaşını ve ayaklanmayı desteklemiş, diğer bağlamlarda sosyalizme giden daha demokratik ve reformist bir yolu savunmuştur. Böylece, Marx’ın kendi yazılarında, farklı sosyalizm kurma teorileri için destek bulunabilir. Ancak, kilit metinlerinde, Marx işçilerin özetkinliğini halk egemenliğinin yeri olarak destekleyen tutarlı bir demokrattı. Marx bir parti devletini ve komünist bir bürokrasiyi asla savunmamıştır, ve kuşkusuz fikirlerinin Sovyetler Birliği’ndeki bozulmasından dehşete düşerdi, dolayısıyla Sovyet komünizminin başarısızlıklarını Marx’a yüklemek saçmalıktır.

Gerçekte, Lenin ve Joseph Stalin arasında da önemli farklar vardır. Stalin partinin demokratik merkeziyetçiliğini yok ederek tek adam kuralını getirmiş ve bütün politik düşmanlarını ve muhalefeti tam anlamıyla imha etmiştir[5]. Lenin, devrimi yapacak ve sonra devleti yönetecek bir öncü partiyi desteklerken, hiziplere izin vermiş, parti içinde demokrasiyi yaşatmış, bazen seçim yenilgisine uğramış, ve kendisinin ve Bolşeviklerin “demokratik merkeziyetçilik” dediklerini yaşamıştır. Erken bir Leninist metin State and Revolution [Devlet ve Devrim] bile tümüyle popülisttir, sosyalizm modeli olarak Marx’ın Paris Komünü üzerine metnini izlemekte ve 1905 ve 1917’nin Sovyetlerini veya işçi konseylerini sosyalist inşanın gerçek organları olarak övmektedir. Lenin’in, Stalin’in denetleyebileceği devrimci bir bürokrasi kurduğunu, fakat Stalinizmin, merkeziyetçi olsun olmasın, herhangi bir tür demokratik sosyalizmle ilgisinin olmadığını kabul etmek gerekir. Böylesi bir rejim feodal Çarlığa bir geri dönüştür ve Marx’ın sosyalizm görüşüyle çok az ilgisi vardır. Sonraki kolektif bürokratik Sovyet liderliği de, her zaman şiddetle antibürokratik olan Marksizmle bağdaşmıyordu.

Bu nokta, tartışmamıza teğet geçmekle birlikte, 20. Parti Kongresindeki Stalin eleştirisine rağmen, sonraki Sovyet liderliğinin esasen Stalinizmi devam ettirdiğine inanıyorum. Belki de, gerçek reform için az bulunan uygun anlardan biri, Marx’ın görüşüne daha yakın bir diğer tür sosyalizmin olanaklı olduğu Kruşçev döneminde ortaya çıkmıştı. Böylesi bir sosyalizm, işçilerin 1953’te Doğu Almanya’da, 1956’da Macaristan ve Polonya’da ayaklanmasında, 1956’da ve 1958’de Sovyetler Birliği’nde Stalin’in suçlanmasında, komünist dünyanın her kesiminde reform hareketinde ve 1967-1968’in “Prag Baharı” sırasında “insan yüzlü sosyalizm” hareketinde temelleniyordu. Ancak, Mihail Gorbaçov ortaya çıkana kadar, Kruşçev sonrası liderlik, reform ve gerçekten demokratik bir sosyalizm yaratılması hayallerini bastırmış, ve sistemden derin bir yabancılaşmaya, yozlaşmaya, ekonomik verimsizliğe ve durgunluğa ve Sovyet komünizminin eninde sonunda çöküşüne neden olan devlet sosyalizminin baskıcı Stalinist bürokratik biçimini kuvvetlendirmiştir. Gorbaçov geldiği zaman, sistemde reform yapmak için çok geçti, ve Gorbaçov’un görevinden alınması Sovyet komünizminin önceki biçiminin başarısızlığına işaret ediyordu[6].

Her durumda, Marksçı teorinin Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik komünizmin hezimeti için neden suçlandığını anlamak zordur. Sovyet komünizminin günahlarını Marx’a yükleyen polemik, Marksizm içinde farklı gelenekler ve politik eğilimler olduğuna dikkat etmemektedir. Örneğin, Rosa Luxemburg, biri olmadan diğerinin var olamayacağını ileri sürerek, sosyalizmi demokrasiyle yakın bir şekilde birleştirmiştir. Rosa Luxemburg, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin deformasyonu olarak gördüklerinin erken bir eleştirmeniydi. Benzer şekilde, I. Dünya Savaşı sonrası devrimci hareketin konsey komünistleri, Herbert Marcuse’un ve Frankfurt Okulu’ndaki yoldaşlarının, Korsch’un (hayatının büyük bölümünde) ve diğer pek çok Batı Marksisti denilenin yaptığı gibi, tutarlı bir biçimde, işçi demokrasisi olarak sosyalizm görüşünü desteklemişler ve özgürlükçü bir sosyalizm kavramını savunmuşlardır. Bu teorisyenler, genellikle Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin deformasyonunu eleştiriyorlardı ve genellikle sosyalizmin demokratik bir uyarlamasını destekliyorlardı. Böylece, Marksizmi Sovyetler Birliği’nin bürokratik kolektivizmine eşitlemek tarihsel olarak yanlıştır ve entellektüel dürüstlüğe sığmamaktadır.

Modern Totaliter Devletin Manevi Ataları

Bu bölümde, modern totaliter devleti meşrulaştırıcı ideolojiler sunanların Karl Marx değil, Jean-Jacques Rousseau ve Sağ Hegelciler olduğunu ileri sürmek istiyorum. Radikal demokratik teoriyi Rousseau’ya yükleyenleri de içeren, pek çok Rousseau okuması mümkün olmakla birlikte[7], yazılarında, Rousseau’nun açıkça modern totaliter devletin babası unvanıyla nitelendirilmesini gerektiren pasajlar vardır. Rousseau’da, Sovyet komünizminin en kötü aşırılıklarının önceden meşrulaştırılmasını sağlayan, totaliter devletin en baskıcı pratiklerini meşrulaştıran çok çarpıcı pasajlar vardır. Örneğin, Toplum Sözleşmesi [The Social Contract] (1987 [1762]) kitabında, bireylerin “özgür olmaya zorlanması” fikri gibi veya yabancılaşmanın üstesinden gelmenin bireylerin özgürlüklerini kazandıkları topluluğa tam teslimiyeti gerektirdiği paradoksu gibi -daha sonra Hegel ve Stalin’in alıp kullandığı önermeler- çok sayıda kışkırtıcı ifade vardır.

Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı doktrinine karşıt olarak, Rousseau egemenlik gücünün bölünemez olduğunu da savunur. Rousseau’nun, halkın egemenlik gücünün bölünmezliğini tesbiti son derece demokratik görünmekle birlikte, gerçekte, özellikle sansürü ve herkesin kabul etmek zorunda olduğu birleştirici bir sivil dini savunduğunda ve meşrulaştırdığında, tehlikeli bir fikirdir. Rousseau’nun teorisinde hiçbir basın özgürlüğü kavramı ve insan haklarıyla ilgili hiçbir şey yoktur. Gerçekte, Rousseau’nun kolektivist kavrayışında gerçekten hiçbir bireysel hak ve özgürlük kesinlikle yoktur.

Aykırı olarak, Marx, sahip olduğumuz basın özgürlüğünün en parlak savunularından bazılarını yazan bir gazete editörü ve gazeteciydi. 1842’de yazılmış bir dizi gazete yazısında, Marx, Prusya devletinin “sansür direktifine” saldırmış ve basın özgürlüğünü şevkle savunmuştur. Marx, basın özgürlüğünün “kendisi … özgürlük fikrinin, bir pozitif iyinin cisimleşmesidir, diğer yandan sansür özgürlüksüzlüğün bir cisimleşmesidir” diye yazar (Marx and Engels 1975, 154). Dahası, “özgür basının özü, özgürlüğün karakterli, rasyonel ahlaki özüdür. Sansürlü bir basının karakteri, özgürlüksüzlüğün karaktersiz canavarıdır; uygarlaşmış bir canavardır, güzel kokan bir fiyaskodur” (Marx and Engels 1975, 158). Son olarak, Marx,

Özgür basın bir halkın ruhunun her yerde bulunan uyanık gözüdür, bir halkın kendisine olan inancının cisimleşmesidir, bireyi devlete ve dünyaya bağlayan açık halkadır, maddi mücadeleleri entellektüel mücadelelere dönüştüren ve onların kaba maddi biçimlerini idealleştiren bir cisimleşmiş kültürdür. Özgür basın bir halkın kendine karşı dürüstçe günah çıkarmasıdır, ve günah çıkarmanın bağışlatıcı gücü iyi bilinir. Özgür basın bir halkın kendini görebileceği bir ruhsal aynadır, ve kendi kendini inceleme bilgeliğin ilk koşuludur. Özgür basın, her eve hava gazından daha ucuza sağlanabilecek olan devlet ruhudur. Özgür basın çok yönlüdür, her yerde bulunur, her şeyi bilir. Özgür basın gerçek dünya hakkında her zaman bilgi toplayan ve daha büyük bir manevi zenginlikle gerçek dünyaya geri dönen ve gerçek dünyanın ruhunu yenileyen ideal dünyadır (Marx and Engels 1975, 164-165)[8].

diye yazar; basın özgürlüğünün bundan daha açık bir savunusunu bilmiyorum.

Sovyet komünizminin basın özgürlüğüne izin vermemesi tarihsel bir anomali ve Marx’ın felsefesinden bir sapmadır. Marx’ın yazılarında sansürü meşrulaştıracak hiçbir şey yoktur, diğer yanda Rousseau sansür için argüman sağlamaktadır. Hepsinden kötüsü, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi‘nde,

Egemen, inanmayan birini zorlayamamasına karşın, bunlara inanmayan birini ülkeden sürebilir. Egemen, onu inanmadığı için değil, insanlarla birlikte olmayı sevmediği için, yasaları ve adaleti içtenlikle sevemediği için, ve gerektiğinde görevi için hayatını feda edemediği için sürebilir. Eğer, birisi bu aynı dogmaları halk önünde kabul ettikten sonra bunlara inanmıyormuş gibi davranırsa bu kişi öldürülmelidir; o en büyük suçu işlemiştir: yasalar önünde yalan söylemiştir (1987 [1762], 102).

yazdığında olduğu gibi, halka sivil bir din yüklenmesini desteklemesidir.

Kuşkusuz, Marx’ta buna benzer hiçbir fikir yoktur, böylece Rousseau’nun görüşleri toplumsal baskının sonraki biçimlerini meşrulaştırmakta, Marx’ın gerçekten daha demokratik teorisinden daha ileri gider. Dahası, Marx çalışması boyunca özgür bireyselliğin gelişimini desteklemiş, ve diğer iddiaların yanı sıra, sosyalizmin bireyselliği daha tam olarak geliştireceği ve gerçekleştireceği temelinde, sosyalizmin kapitalizme karşı üstünlüğünü savunmuştur. Ayrıca, Rousseau’nun lükse saldırması ve sadeliği ve tutumluluğu övmesi komünizmin baskıcı eşitlikçiliğinin iyi bir meşrulaştırılmasını sağlar ve Marx’ın kendisinin Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları‘nda ve diğer yerlerde saldırdığı bir “kaba komünizm”i anımsatır.

Dolayısıyla, komünist totaliter toplumlar için meşrulaştırıcı bir ideoloji sağlayan Marx değil, Rousseau’dur. Dahası, Hegel ve Sağ Hegelciler modern totaliter devletlerin meşruluğunun sağlanmasında Rousseau’yu izlemişlerdir. Hegel için, devlet, akıl ve özgürlüğün vücut bulmasıydı, ve bunu tanımak ve devletin emirlerine boyun eğmek yurttaşın göreviydi. Sağ Hegelciler, devlet otoritesine boyun eğmenin zorunluluğunu ileri sürmekte üstadı izlemişler, Marx ve diğer Sol Hegelciler, demokrasi isteyerek ve Hegel ve izleyicilerinin savunduğu kendi zamanlarının otoriter devletlerine saldırarak bu konuma karşı tartışmaya girişmişlerdir. Sağ Hegelciler, demokrasinin kaos üreteceğini ve yalnızca dinin onayladığı güçlü bir devletin düzeni ve istikrarı sağlayabileceğini ileri sürmüşlerdir. Böylece, politik teori açısından, diğer düşünürlerin fikirleri modern totaliter teori ve pratikle daha yakından bağlantılıyken, Sovyet komünizminin ve diğer otoriter komünist rejimlerin dehşetinden ötürü Marx’ı suçlamak dürüstlük değildir ve yanıltıcıdır.

Yine, daha önce ileri sürdüğüm gibi, politik felsefeler, en fazla, politik eylemlere ve rejimlere meşruiyet sağladıklarından ve genellikle olayların olmasına “neden” olmadıklarından, tarihsel felaketleri özgül bir teoriye yüklemek haksızlıktır. Başlıca politik olaylar üst-belirlenmiştir ve seyrek olarak, eğer olurlarsa, yalnızca fikirlerin ürünüdürler. Kuşkusuz, Bolşevik devrimi Marksizm adına yapılmıştır, fakat bu yalnızca Lenin’in etkili rolünden ve Lenin’in ve diğer kilit Bolşeviklerin, kendi Marksizm anlayışlarına sahip, son derece adanmış Marksistler olmaları gerçeğinden kaynaklanan tarihsel bir anomalidir. Marksizmi kabul eden ülkelerin çoğunda Marksizmin farklı uyarlamaları geliştirilmiş olmakla birlikte, Marx, Lenin ve diğer Marksistlerden etkilenen sonraki komünist devrimler Marksizmi meşrulaştırıcı bir ideoloji olarak kabul etmişlerdir. Ne var ki, Marx bir parti devletinin gelişimini asla savunmadığından ve gerçekte tam karşıtının, bireylerin halk egemenliğini kullandığı özgür bir toplumun oluşturulmasını kuvvetle tavsiye ettiğinden, Marksizmin kendisi bu toplumlarda gelişen baskı biçimleri için meşrulaştırma sağlamamıştır.

Sovyet Komünizminin Eleştirisine Doğru

Marksçı teorinin ve geleneğin, Sovyet komünizminin meşrulaştırılmasına bulaşmayıp, tam tersine, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin deformasyonunun en güçlü eleştirilerinden bazılarını sağladığına inanıyorum. Tarihsel olarak, Sovyet sisteminin ve klasik Marksizmden uzaklaşmasının ilk ve en güçlü eleştirisini üretenler Marksçı teorisyenlerdir. Bunlar arasında, Fransız Arguments grubundan İtalyan “otonom” Marksistlerine, eski Doğu Alman teorisyen Rudolf Bahro’ya (1978) kadar olan eleştirmenler olduğu gibi, Luxemburg, Korsch, Troçki, Frankfurt Okulu ve sonraki Troçkist ve Maoist ilhamlı eleştirmenler de vardır. Dahası, Marksçı teorinin, Sovyet komünizminin çöküşünün bir analizi için ve bürokratik komünizmin neden işlemediğinin değerlendirilmesi için kaynak sağlamayı sürdürdüğüne inanıyorum[9].

Marksçı teori, geleneksel olarak, tarihte toplumsal sınıfların rolünü çözümleyen bir sınıf teorisi olmuştur. Bu açıdan, Sovyetler Birliği’nde komünizmin çökmesinin nedenlerinden birinin, yönetici sınıfın yozlaşması ile ilgili olduğu söylenebilir. Sovyet bürokrasisinin ayrıcalıkları, toplumu yöneten “yeni sınıf” eleştirilerine esin kaynağı olmuştur. Dizginsiz bir yozlaşmanın, büyük ölçekte akraba kayırmanın, ve yönetici elitin halk yığınlarından yabancılaşmasının görüldüğü Brejnev döneminin aşırılıklarından sonra, Sovyet komünizmi sisteminin, yozlaşmış bir parti eliti tarafından yönetilen, bir bürokratik kolektivizm sistemi olduğu açıktı[10]. Bu sistem, aynı zamanda, katı, merkezi planlarla, merkezi plancılar ve yöneticiler arasında hazırlanan keyfi anlaşmalarla yönetilmesiyle ve ezilen işçi sınıfının işe direnmesiyle, son derece verimsizdi. Sovyetler Birliği’ndeki ve uydularındaki baskı biçimleri, rahatsızlığı ve mücadeleyi yoğunlaştırmakla sonuçlanan, artan bir üzüntü ve yabancılaşma üretmiştir.

Klasik Marksçı kavrayışta, sosyalizmin yabancılaşmış emeğin üstesinden geleceği varsayılıyordu, fakat Sovyet sisteminde sosyalizm, işçiler için, sonunda kitle direncine ve mücadelesine, ve en sonunda komünizmin çöküşüne yol açan, yeni yabancılaşma biçimlerine neden oldu. Marcuse’un Sovyet Marksizmi‘nde (1985 [1958]) ileri sürdüğü gibi, üretim araçları ulusallaştırıldı fakat sosyalleştirilmedi, “doğrudan üreticilerin” denetimine verilmedi[11]. İşçilerin ezilmesi ve mücadelesi gerçeği, Sovyet sisteminin bir işçi devleti olduğu şeklindeki komünist ideolojinin çürütülmesini sağladı, ve işçilerin bu sisteme karşı mücadelesi Marksçı sınıf mücadelesi teorisinin çarpıcı gücünü dramatik biçimde doğruladı.

Sovyet sisteminin Rus demokratik sosyalist bir eleştirmeni olan Boris Kagarlitsky, “1970’lerde kitlelerin ortalama kültürel düzeyinin yönetici elitin kültürel düzeyinden yüksek olduğunu” ileri sürmüştür (1990, 292). Bu açıdan, yükselen eğitim ve tüketim düzeyi sistemin karşılayamayacağı kadar yüksek beklentilere neden olmuştur. Marcuse (1985 [1958]) daha önce, teknolojik rasyonaliteyi sisteme içerme gereksinmesinin, eleştirel bilincin üretilmesine yardımcı olacağını ileri sürmüştü, ve Bahro (1978) toplumsal uyuşmazlıkları körükleyecek, giderek çoğalan, öznel daha iyi bir yaşam gereksinmesini betimlemek için, artık bilinç kavramıyla katkıda bulunmuştu. Komünizmin hem Sol ve hem de Sağ eleştirmenleri, kötümser biçimde, eski Sovyetler Birliği’nde ve onun Doğu Avrupa imparatorluğunda Stalinizmin onyıllarının, toplumsal değişme potansiyelini körlediğini ileri sürmüş olmakla birlikte, bu teşhisin doğru olmadığı, ve bunun klasik Marksçı kitle politikası kavramının geçerliliğinin sürdüğünün, ve toplumsal değişmenin desteklenmesinde kitlelerin etkinliğinin öneminin işareti olduğu ortaya çıktı.

Sovyet komünizminin çökmesinin, yine Marksçı teori tarafından betimlenebilecek diğer nedenleri vardı. Marcuse (1985 [1958]) üretim araçlarına sahip olan bir yönetici sınıfla, üretim araçlarını denetleyen bir yönetici sınıfı ayırmıştır, bu ayrım izlenerek, Sovyet elitinin üretim araçlarına sahip olmaması gerçeğinin, yeni bir sistemde üretim araçlarına gerçekten sahip olabilecekleri veya üretim araçlarından yararlanabilecekleri umuduyla, bu elitin üyelerini Sovyet sistemini terketmekte daha duyarlı yaptığı ileri sürülebilir. Sosyalizmin amacının, üretici güçleri geliştirmek olduğu ideolojisi de, bürokratik kolektivist bir sistemden piyasa sistemine geçişin hızlanmasına katkıda bulunmuş olabilir. Eğer Sovyet sisteminin verimsizliği kanıtlanmışsa, üretim güçlerini geliştirmenin öneminin önceliği ideolojisi, bazı eski Sovyet komünistlerini, bütün söylenenlere rağmen, üretim güçlerini geliştirmekte kapitalizmin belki de daha iyi bir sistem olduğuna karar vermeye yöneltmiş olabilir.

Kuşkusuz, Sovyet sisteminin başarısızlığa uğramasının, burada detaylarına giremeyeceğimiz kadar karmaşık, pek çok ekonomik, politik ve ideolojik nedeni vardır. Soğuk Savaş sırasında Batı ile askeri rekabet Sovyet sistemini aşırı yüklemiş, ve ulusötesi kapitalizmin yükselmesi, Sovyet bloğunu dünya ticaretinden koparmış ve küresel kapitalizm sistemine oranla zayıflatmıştır. Dahası, Sovyet ekonomisi son derece merkeziydi, tüketici taleplerine ve yerel koşullara cevap vermiyordu; bu sistem (örneğin fotokopi makinesi ve bilgisayar gibi şeyleri engelleyerek) önemli yeni teknolojilerin edinilmesinde başarısızlığa uğradı; Sovyet eğitim sistemi ve sağlık sistemi verimsizdi; kayıtsızlık ve yozlaşma, üretkenliği ve verimi düşürüyordu; ve halk yığınları, denetledikleri varsayılan fakat denetlemedikleri bir sisteme derin biçimde yabancılaşmışlardı.

Üstelik, Sovyet komünizmi, Marx’ın ve klasik Marksistlerin sosyalist mirasın vazgeçilmez bir parçası olduğuna inandıkları, burjuva devrimci geleneklerin kazanımlarını edinmekte başarısızlığa uğramıştır. İşaret edildiği gibi, pek çok klasik Marksist, gerçek sosyalizme sahip olmak için gerçek demokrasinin gerekliliğini görmüştür. Üstelik, tam da Sovyetler Birliği deneyimi, halk egemenliğinin gerçek bir demokrasinin kilit bileşeni olarak değerlendirilmesine ek olarak, burjuva kuvvetler ayrılığı (Montesquieu) kavramının ve bir denetim ve denge sisteminin de gerçek bir demokrasinin kilit bileşenleri olarak görülmesi gerektiğini akla getirir. Sovyet komünizmi tümüyle totaliterdi, ve devlet her şeyi denetliyordu. İktidarın devlet aygıtında merkezileşmesiyle, toplum durgunlaştı ve dumura uğradı. Hiçbir sosyalist halk çemberi, hiçbir sivil toplum, hiçbir ekonomik özgürlük, hiçbir kültürel özgürlük yoktu, böylece durgunluk başladı ve halk ve toplum bu nedenle acı çekti.

Böylece, kuvvetler ayrılığının ve sosyalist bir halk çemberinin yaratılmasının, gerçek bir demokratik ve sosyalist toplumun bütünleyici parçası olduğu görülür. Sovyet sisteminin başarısızlıklarına ve değişim mücadelelerine, çok yetersiz ve çok geç kalmış önlemlerle yanıt vermesi, Gorbaçov yönetiminin trajedisiydi. Sistemin hayatta kalması, kendini yeniden üretmesi için glasnost (yani, kültürel özgürlük ve açıklık, sosyal bilimlerde denemeler, eleştiri ve entellektüel özgürlükler) açıkça gerekmekle birlikte, Gorbaçov, Sovyet sistemine yeniden canlılık kazandıracak tarihsel vizyon ve hayal gücünden yoksundu. Benzer şekilde, perestroyka (yani, sistematik bir ekonomik, politik ve toplumsal yeniden yapılandırma süreci), Sovyetler Birliği’nin hayatta kalması için açıkça gerekliydi, fakat Gorbaçov ve destekçileri gerekli yeniden yapılandırmayı tamamlamakta başarılı olamadılar, ve bazı eleştirmenler, nihai olarak Gorbaçov’un kendisinin, Marx’ın 1850’ler gibi erken bir tarihte eleştirdiği “Bonapartizmi” yeniden üreterek, yukarıdan otoriter bir değişme modelini seçtiğini ileri sürmektedirler (Callinicos 1991, 48 ve izleyen sayfalara bakınız).

Sovyet komünizminin çöküşü, sosyalizmin ölü olduğunu değil, fakat yalnızca demokratik sosyalizmin işleyebileceğini ve sosyalizmin, yalnızca gerçek demokrasiyle, Batı ve Doğunun demokratik kapitalist toplumlarına gerçek bir alternatif sunabileceğini gösterir. Sosyalizm, işçilerin kendi kendilerini yönetmelerini ve toplumun ve devletin bütün işlerine demokratik katılımlarını gerektirir, ya da diğer durumda sosyalizm yalnızca ekonomiyi rasyonalize etmenin ve modernleştirmenin bir aracı olan bir diğer ekonomik sistemdir. Komünizmin çöküşünden çıkan ders, yalnızca demokratik sosyalizmin, yurttaşlarının desteğini kazanmakta başarılı olabileceğidir. Sonuç olarak, çağımızda hem kapitalizme ve hem de devlet komünizmine pozitif alternatifler oluşturabilecek kaynaklara sahip olan demokratik sosyalist ve devrimci Marksçı gelenektir.

Yine -küresel ve bütünselleştirici teorileri yasaklayan postmodern eleştirilere karşı- Sovyet komünizminin ciddi çöküşünün anlamlandırılmasının, eşlik eden problemleri ve krizleriyle birlikte şimdi içinde olduğumuz Soğuk Savaş sonrası dünyanın dönemsel yeniden yapılandırılmasının betimlenmesi için, Marksçı teorilerin gerekliliğini kanıtladığını ileri süreceğim. Komünizmin yıkılmasında kitlelerin rolü, kitle politikalarının geçerliliğinin sürdüğünü gösterir ve mücadelelerin yayılması ve kitle ayaklanmalarının önemi hakkındaki Marksçı teorileri doğrular. 1848’te, Marx ve kuşağı bir dizi kitle ayaklanması yaşamış, ve bu Marx’ı bir dünya devrimi sürecini teorileştirmeye götürmüştür. Belli açılardan, 1989, 1848’den bu yana en önemli yıldır, ve bu yıl içinde benzer şekilde, aşağıdan başlayan ve Sovyet bloğunda bir ülkeden diğerine ve en sonunda Sovyetler Birliği’nin kendisine sıçrayan bir devrimler dizisi sergilenmiştir. 1989’un olayları 1789, 1848, 1905 ve 1917-1918’in devrimci mücadele mirasının uyumlu bir parçasıdır ve Marksçı kitle politikasının, ayaklanma ve devrim teorilerinin geçerliliğinin sürdüğünü göstermiştir.

Böylece, Marksçı sınıf perspektifinden ve devrimci perspektiften bakıldığında, hem burjuva devrimci geleneklerin ve hem de Marksçı devrimci sosyalist mirasın ilerici mirasını kendi sistemine içermekte başarısız olduğundan, Sovyet tarzı komünizme karşı ayaklanmalar olmuştur. Ancak, Marksçı teori hem bu olayları açıklayabilir ve hem de politik teorisinin kilit öğelerinin bu olaylarda doğrulandığını görür. Böylece, tarih teorisinin ve politik çözümlemesinin belli yönleri -şimdi çağdaş gelişmeler ışığında problemli görünen yönler- problemli olsa bile, Marksçı teorinin bugün yararlı olmayı sürdürdüğüne inanıyorum. Radikal teorimizde ve politikamızda yeni düşüncelere gereksinmemiz olduğunu da ileri sürmekle birlikte, yine, Marksizmin radikal proje için vazgeçilmez kaynaklar sağlamayı sürdürdüğünü ileri süreceğim. Ancak bu fikir Marksçı teorinin kendisinin eleştirel ve tarihsel eğilimleriyle tümüyle tutarlıdır, ve Marksçı teorinin ömrünü doldurmuşluğuna ve terkedilmesine değil, gelişmesine ve yeniden yapılandırılmasına işaret eder.

Ortodoks Marksizmin Sonu

Buraya kadar olan bölümde, Marksizmin en yakın krizinin nihai olmadığını ve Marksizmin hala, çağdaş tarihin bir değerlendirmesini yapabilecek ve radikal toplumsal dönüşüm stratejileri üretebilecek, teorik ve politik kaynaklara sahip olduğunu ileri sürdüm. Bir anlamda, teorinin revizyonunu ve geliştirilmesini gerektiren yeni olaylar ortaya çıktığı sürece, Marksizm krizdedir. Marx’ın kendisi ve izleyen Marksistler, tarihsel gelişmeleri değerlendirmek ve orijinal teorideki eksiklikleri tamamlamak üzere, her zaman teoriyi gözden geçirmişler ve yeniden yapılandırmışlardır. Bu anlamda, “Marksizmin krizleri”, teorilerini sorgulayan anomaliler ve olaylarla karşılaşan bir sosyal teorinin tipik durumunda olduğu gibi, Marksçı teorinin ömrünü doldurmuşluğunun o kadar çok işareti değildir.

Dolayısıyla, Marksizmin krizde olması ve Marksistlerin krize tepki olarak teoriyi yeniden yapılandırmaları olağan dışı bir şey değildir. Bu Herbert Marcuse’un bütün hayatını adadığı işti ve diğer pek çok Marksist de, Marksizmin krizlerine teorinin önemli ölçüde, bazen olağanüstü şekillerde geliştirilmesiyle yanıt vermiştir[12]. Genelde, krizler, Marksist teorinin geliştirilmesi için bir fırsat verirler. Krizler, bir toplumsal sistemin veya teorinin zayıflamasına ve çökmesine veya iyileşmesine ve kuvvetlenmesine yol açan sorgulamalara neden olurlar. Marksizmin krizleri, olaylar öngörüleri yalanladığında veya teorinin geliştirilmesini veya gözden geçirilmesini dayatan tarihsel değişmeler ortaya çıktığında, küresel toplumtarihsel teorilerin tekrar tekrar maruz kaldığı periyodik olaylar arasındadır. Marksizm gibi teorilerin bir kriz sırasında sorgulanmasını, sık sık teoriyi iyileştiren tartışmalar izler. Sonuç olarak, Marksizmin krizleri, Marksizmin çöküşüne ve geçersizliğine işaret eden başarısızlıklarıyla zorunlu olarak ilgili değildir, fakat daha çok teoriyi genişletme, geliştirme ve kuvvetlendirme fırsatlarına işaret eder.

Yine, Sovyet komünizminin çöküşü, belki de belli bir Marksizm anlayışının şimdi sona ermiş olduğunu söyleyebileceğimiz kadar çığır açıcı bir olaydır. Tarihin hareketini teorileştirdiğini ileri süren, tarihin sosyalizmin zaferini garantilediği ve kapitalizmin çöküşünün ve sosyalizme ve komünizme geçişin kaçınılmaz olduğu görüşünde olan “ortodoks Marksizm” anlayışından söz ediyorum. Bu Marksizm biçimi, tarihin “bilimsel” bir çözümlemesine dayandığını ileri sürer ve kesinlik, dogmatizm ve ortodoksluk özellikleri sergiler. Ortodoks Marksizm, Sovyetler Birliği’nde sistemleştirilmiş ve farklı uyarlamalarla bütün dünyaya dağıtılmıştır. Ortodoks Marksizm, proletaryanın devrimci yeteneği ve kapitalizmin devrimci bir proletarya tarafından yıkılacağının kesinliği ile ilgili doktrinlerden kaynaklanıyordu. Ortodoks Marksizm, böyle bir sosyalizm biçiminin Sovyetler Birliği’nde üretilmekte olduğunu ve sosyalizmin dünya ölçeğindeki zaferinin Sovyet komünizminin başarısıyla garantilendiğini ileri sürüyordu. Bu ortodoks Marksizm anlayışının sosyalizmin kurulmasında korkunç sonuçları olmuştur. Tarihin kendisinin sosyalizme götürdüğü ve insanın tarihin akışının bir parçası olduğu inancı, tarihsel eğilimlere ve tarihin yönünü ve akışını okuma iddiasındaki parti liderlerinin emirlerine teslimiyete yol açmıştır. Ortodoks Marksizm, kibir ve dogmatizm yaratmış ve baskıcı toplumları meşrulaştırmakta kullanılabilecek bir Marksizm anlayışı üretmiştir. Bu ortodoks Marksizm anlayışı, şimdi, tümüyle ömrünü doldurmuştur, ve ardından onunla bağlantılı olan Marksizm-Leninizmin ve “bilimsel Marksizm”in itibarını düşürmüştür. Yine, açık olan, dogmatik olmayan, daha ılımlı ve tereddütlü olan eleştirel bir Marksizmin, çağımız için eleştirel bir teori ve radikal bir politika geliştirmek için gerekli teorik ve politik kaynakları sağlamayı sürdürdüğünü ileri süreceğim[13].

Marksizmde “canlı ve ölü olan” sıralanırken, Marksçı yöntem ve teori birbirinden ayrılmalı, teorinin hem bir kemer sistemi ve hem de özgül teorik ve politik konumlar içerdiğinin farkında olunmalıdır. İleri sürdüğüm gibi, Marksçı araştırma yöntemi son derece tarihsel bir yöntemdir, böylece Marksçı kavramların ve teorilerin gelişmesi yöntem tarafından saptanır. Marksçı yöntemi ayrıntıyla sergilemek ve geçerliliğinin sürdüğünü belirtmek bu bölümün sınırlarını aşar[14], fakat burada yalnızca herhangi bir tarihsel olayın bir araştırma yönteminin ömrünü doldurmasına nasıl neden olacağının açık olmadığını, böylece bu yazının amacı için Marksçı yöntemin geçerliliğinin sürdüğünü göstermenin zorunlu olmadığını söyleyeceğim. Sadece, Marksçı teorinin bazı yönleri ve klasik Marksizmin belli bir uyarlaması şimdi ömrünü doldurmuş olsa bile, en azından bazı Marksçı yöntem anlayışlarının yararlı olmayı sürdürdüğünü ileri süreceğim.

Klasik Marksizmde, teori ve pratik arasında ve teorinin bütün özgül öğeleri arasında etkileyici bir birlik vardır. Kapitalizm eleştirisi, toplum ve tarih teorisi, çözümleme yöntemi, sosyalizm ve devrim kavramları, ve teori ve pratik arasındaki ilişki; klasik Marksizmde bunların hepsi muntazam biçimde birbirine uyar. Şimdi problemli ve tarihsel olarak geçersiz görünen, Marksçı teorinin, klasik Marksçı teorinin hayati noktası olan proleter devrimi teorisi gibi bazı yönleriyle, tam da bu klasik sentezdir[15]. Frankfurt Okulu’nun 1930’lardaki (Kellner 1989a’ya bakınız) çalışmasından beri, Marksistler proleter devrimi kavramını sorgulamışlar ve var olan tarihsel gerçeklikler ve mücadeleler, ve Marx’ın adını ve sosyalizmi belki de illegal olarak benimseyen Sovyet komünizmi gibi hareketlerin başarısızlığı ışığında Marksçı teoriyi yeniden yapılandırmaya girişmişlerdir.

Bugün, tam da gerekli olan, çağdaş gerçeklikler ışığında Marksizmin yeniden yapılandırılması ve yeniden düşünülmesidir. Eleştirel Marksizmin özel zorluğu ve fırsatı, kapitalizmin ve şimdi ortaya çıkmakta olan yeni teknokapitalizm sisteminin yeniden yapılanmasının bir değerlendirmesini sağlamasıdır (Kellner 1989a’ya bakınız). Marksçı teorinin bu muazzam görev için en iyi perspektiflere ve kaynaklara sahip olduğunu, ve Marksçı teorinin çağımızda sosyal bir teori ve radikal bir politika geliştirmek için gerekli güçlü kaynakları sağlamayı sürdürdüğünü ileri süreceğim. Çünkü, Marksçı teori, gerçekte, kökü mevcut toplumsal sistemin politik ekonomisinde olan, bir kapitalizm teorisidir. Ekonomi değişikliklere uğradığından, ve ekonomik faktörler toplumsal yaşamın bütün yönlerinde kilit rol oynamayı sürdürdüğünden, kapitalizm teorisi radikal bir sosyal teorinin zorunlu bir bileşenidir. Marksizmin yerini alabilecek hiçbir rakip ekonomik teori veya kapitalizm eleştirisi ortaya çıkmadığından, Marksizm hala radikal sosyal teorinin vazgeçilmez bir parçasıdır.

Yine, Marksçı teorinin, kapitalizmin güncel krizlerini ve yeniden yapılandırılmasını teorileştirebilmek için, yeni kategoriler ve çözümlemeler geliştirmesi zorunludur. Bu süreç, (Offe 1985, Lash and Urry 1987 gibi) bazı teorisyenler için, örgütsüz bir kapitalizmi belirtiyor görünürken, bazen “post-Fordizm” diye betimlenen ve yeni çözümlemeler gerektiren, kapitalizmin bir yeniden organizasyonunu da içerir. Pek çok Marksist, Marksçı politik ekonomiyi güncelleyerek, gerçekten bu çözümlemeleri yapmaktadır. Ek olarak, Marksçı sosyal teoride, kültürel teoride ve felsefede, düşünülebilecek her akademik disiplinde, toplumsal yaşamın bütün alanlarının yeni Marksçı çözümlemelerini sağlayan muazzam gelişmelerin olduğu, geçmiş onyıllarda iyi bir şekilde belgelenmiştir (Ollman and Vernoff 1982, 1984 ve 1986’ya bakınız). Bu çabalar, çağımızda yeniden yapılandırılmış bir Marksizmin vazgeçilmez bileşenlerini sağlar[16].

Gerçekten de, bu perspektiften, Marksizmi ve diğer modern teorileri eleştirerek belli bir dereceye kadar kültürel sermaye ve etki sağlayan moda postmodern teorilerin sınırlılıklarını görebiliriz[17]. Böylesi eleştiriler, daha komünizmin çöküyor olduğu, kapitalist sistemin kendini yeniden yapılandırıyor olduğu, ve yeni olanakların ve problemlerin artan bir ivme ve aceleyle tarih sahnesine çıkıyor olduğu bir anda “tarihin sonunu” ilan ettiler. Böyle bir durumda “tarihin” sona erdiğini söylemek tamamen saçmadır. Baudrillard’ın “politik ekonominin sonu” kavramı, kapitalizmin kendini küresel düzeyde yeniden yapılandırıyor olduğu bir zamanda, aynı derecede, saçmadır. Gerçekten de, tam da anın yeni sosyoekonomik, politik ve kültürel düzenlemelerini kavramsallaştırmak ve çağımızın giderek artan küresel nitelikteki (örneğin küresel borç krizi; küresel çevre krizi; Körfez savaşı ve eski Yugoslavya’daki, eski Sovyetler Birliği’ndeki ve dünyanın diğer yerlerindeki krizler gibi yerel politik çatışmaların küreselleşmesi) politik problemlerine çözüm aramak için yeni teorilere ve politikalara gereksindiğimiz sırada, makro ve sistemsel teorilere yapılan saldırılar aynı derecede sakatlayıcıdır. Böylece, Marksizmin çağımızın eleştirel bir teorisini geliştirmek için gerekli kaynakları içerdiğini, ve ilk elde kanıtlanabilir bir biçimde Marksçı teorinin bir çarpıtılması olan Sovyet komünizminin politik çöküşü nedeniyle, Marksizmi terketmenin basite indirgeyici ve verimsiz olduğunu ileri süreceğim.

Sosyalizmi Yeniden Düşünmek

Yalnızca Marksizmin en ideolojik bir düşmanı, ya da bilgisiz bir sözde entellektüel, Marksçı teorinin ömrünü doldurduğunu ciddi olarak ileri sürebilir. Fakat, Marksçı politika için ne söylenebilir? Marksizm, bir teori olarak kanıtlanabilir biçimde canlı ve iyi olmakla birlikte, Marksist politikanın debelendiği görülmektedir. Geçmiş onyıllarda teorinin muazzam bir gelişmesi söz konusuyken, Marksist politikada kararlı bir düşüş olması ve çağdaş politik hareketlerde Marksist söylem ve pratiğin rolünün azalması, bugün Marksizmin kaderinin bir garipliğidir. Bazı Marksist radikaller, bugünkü bağlamda sosyalizm söyleminin terkedilmesinde ısrar etmişler, ve kapitalist Batı ülkelerinde sosyalist partilerin güç ve etki yönünden hızla zayıfladığının görüldüğünü ileri sürmüşlerdir. Emek mücadelelerinin ve klasik olarak Marksist teori ile bağlantılandırılan sınıf politikası tarzının da zayıflamakta olduğu görülmektedir, böylece tam da sosyalizm ve devrim söyleminin terkedilmesinin mi gerektiği sorusu ortaya çıkar.

İzleyen tartışmada sosyalizmin ve toplumsal değişmenin yeniden düşünülmesi gerektiğini kabul edeceğim, fakat yine Marksçı politik teorinin ömrünü doldurmuş olmadığını ileri süreceğim. Marksçı politik teorinin devam eden politik geçerliliği, kısmen, onun sınıf üzerindeki yoğun ve kararlı odaklanması nedeniyledir. Sınıfsal politika teorisinin, Marksçı teorinin hem kalıcı bir katkısı olduğuna ve hem de çetin bir sınırlılığı olduğuna inanıyorum. Son on iki yıl içinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde, ve neredeyse dünyanın her yerinde, zengin ile fakir, sahip olanla olmayan arasında artan sınıf farklılıkları olmuştur. Toplumsal sınıfların ve sınıf mücadelesinin ömrünü doldurmuşluğunu ilan etmek, tatsız sınıf gerçekliği karşısında mutlak olarak yanlıştır.

Yine de, klasik Marksçı devrim teorisinin ayrıcalık verdiği sınıf, proletarya, veya endüstriyel işçi sınıfı, endüstriyel Batı ülkelerinde (endüstriyel emeğin giderek daha çok ihraç edildiği Üçüncü Dünyada olmamakla birlikte) zayıflamakta olan bir sınıf kesimidir. Frankfurt Okulu’ndan başlayarak, Marksçı teorisyenler, proletaryanın, Marx’ın orijinal devrimci teorisinde olduğu gibi, devrimci bir özne olarak iş görüp göremeyeceğini sorgulamışlardır (Kellner 1984 ve 1989a). Yine, klasik Marksizmin sınıfın önceliğini abarttığı, ve cinsiyet ve ırkın önemini küçümsediği yaygın olarak kabul edilmiştir. Kuşkusuz, baskı, ekonomik çeperden ve iş yeri çeperinden çok daha fazla alanda ortaya çıktığından, geleceğin radikal bir politikası sınıf kadar cinsiyet ve ırkı da değerlendirmelidir.

Ne var ki, sınıfın merkeziliğini ve sınıf politikasının önemini küçümsemek yanlıştır. Fakat, bugün, bir radikal politika, orijinal Marksçı teoriden daha fazla çokkültürlü, daha fazla ırk ve cinsiyet odaklı, ve daha geniş tabanlı olmalıdır. Böylece, bir Marksizm biçiminin sona erdiği görülüyor: endüstriyel işçi sınıfının, proleter devriminin Marksizmi. Marksizm, başından beri işçi sınıfı devrimiyle tanılanmıştır, ve Marksçı esinli devrimler, kendilerini işçi sınıfı devrimleri olarak tanımlayarak, meşrulaşmışlardır. Kuşkusuz, gelecekteki bir Marksizm, proletarya kavramından ve endüstriyel işçi sınıfına devrimin ve sosyalizmin kurulmasının öznesi olarak ayrıcalık tanımaktan uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Çünkü, yeni teknolojiler geliştikçe ve endüstriyel proletarya küçüldükçe, toplumsal değişmenin yeni özneleri araştırılmalıdır[18].

Fakat, hala, Sovyet imparatorluğunun ve Sovyetler Birliği’nde komünizmin çöküşünün, dünya tarihsel bir politik güç ve politik gerçeklik biçimlendiricisi olarak Marksizmin sonu anlamına gelip gelmediği sorusu ortada durmaktadır. Bu dramatik olaylar dizisi, bir son darbe midir, Marksizmin kendine gelemeyeceği bir kriz midir, politik bir güç olarak Marksizmi temelli yalanlayan ve sona erdiren tarihsel bir olay mıdır? Komünizmin çöküşü, basitçe, Marksçı politikanın işlemediğini mi gösterir?

1950’lerin sonlarından 1970’lerin sonlarına kadar olan olağanüstü zaferler dizisinden sonra, Marksçı politikanın geçmiş onyıldaki başarısızlığını teorileştirmemiz ve yakın tarihten uygun dersler çıkarmamız gerekiyor. Fakat Marksist politikanın çöküşünde, bir dizi engeli tek başına kanıt olarak tanımlamak için erkendir. Uzun dönemde, Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet imparatorluğunun çöküşünün Marksçı proje için olumlu mu, olumsuz mu olduğunu hala bilmiyoruz. Devletçi komünist toplumların fiili parçalanmasına ve eski Sovyet imparatorluğunda piyasa ekonomilerinin uygulamaya sokulmasına neden olması kadar, kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin en iyi ekonomik sistem olarak ideolojik bir kutlamasını sağlaması kuşkusuz olumsuz bir olaydı. Böylece, kapitalizmin ekonomik ve politik karşı ağırlığı, alternatif bir dünya sistemi, kapitalist ekonomiyi muzaffer duruma getirerek, ortadan yok oldu.

Yine, Sovyet komünizminin çöküşünün, kapitalist ülkeler için yeni çatışmalar ve krizler yaratacağı ileri sürülebilir. Dünya ölçeğindeki kapitalist ekonomi, Soğuk Savaşın meşrulaştırdığı muazzam askeri harcamayla besleniyordu. Soğuk Savaşın ve komünist düşmanın sonuyla birlikte, bu düzeyde bir devlet kaynaklı harcama artık haklı çıkarılamaz, ve muazzam ulusal açıkların ve sermaye kıtlığının artan baskısıyla birlikte, bu son, kapitalizmin yeni krizlerine neden olabilir. Ayrıca, kapitalist ülkeleri, en azından bir ölçüde birleştiren ortak komünist düşmandı, şimdi aralarında rekabet patlak verebilir ve bu rekabet, komünist imparatorluğun parçalanmasından sonra eski Yugoslavya’da ve Sovyetler Birliği’nde açıkça görülen patlamalar ve istikrarsızlıklar kadar, kapitalistler arası yeni bir çatışma ve kriz dönemi de başlatabilir.

Ayrıca, Marksçı teoriyi temelden çarpıtmış olan bir toplumsal sistemin ölümü, özgürlüğü, demokrasiyi ve insan mutluluğunu artıracak yeni bir sosyalizm türüne kapı açmıştır. Bu bağlamda, gerçekte var olan kapitalist toplumlar bu kadar derin bir dönüşüm gereksinmesi içindeyken, sosyalizm kavramından vazgeçmek için erkendir. Sosyalizm kavramının demokratik kapitalist toplumlarda politikalara nüfuz etmek ve tam istihdam, sağlık hizmeti, çalışma haftasının kısaltılması, iş yerinin, medyanın ve toplumun diğer alanlarının demokratikleştirilmesi gibi özgül politika taleplerinde bulunmak için bir pratik kılavuz olarak hala kullanılabileceğini ileri süreceğim. Yine, daha radikal demokratikleşme talebi için sosyalist fikirler kullanılabilir, ve yine gerçekten demokratik bir sosyalizmle, toplumun bütün sınıflarının özyönetime katılacağı ve bazı klasik Marksizm anlayışlarında olduğu gibi işçi sınıfının ve diğer herhangi bir sınıfın hiçbir ayrıcalığının olmayacağı belki ileri sürülebilir.

İkinci olarak, Marksçı kavramlar, dizginsiz bir kapitalizmin problemlerini göstermekte ve kapitalizmin düzenlenmesini ve toplumsal denetimini haklı çıkarmakta kullanılabilir. “Serbest piyasanın” ekonomik zenginliğin ve benzer şekilde insan özgürlüğünün kaynağı olarak pazarlandığı bir dönemde, piyasa kapitalizminin Marksçı eleştirisi bunların sınırlılıklarını gösterir. Kapitalizm, dünyanın her yerinde inanılmaz bir acı üretmiştir, ve Marksçı eleştiriler kapitalizmin sınırlılıklarına, kapitalizmin düzenlenmesi gereğine, ve en sonunda toplumun daha iyi örgütlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmekte kullanılabilir. Sermaye birikiminin maksimize edilmesi zorunluluğunu halkın gereksinmelerinin üzerinde tutması, kapitalizmin, çok sayıda insanın desteğini kazanacak toplumsal bir değişmeyi meşrulaştırma çabalarındaki radikal bir söylemin saldıracağı yapısal sınırlılıklarından biridir.

Belki de en önemlisi, Marksçı özgürleşme görüşü, daha özgür ve daha demokratik bir toplum mücadelesini canlandırmayı sürdürmelidir. İş gününün kısaltılması ve boş vakitlerin artırılması konusundaki Marksçı talep, teknolojinin daha az çalışmayı mümkün kıldığı bir dönemde özellikle geçerlidir, ancak kapitalizm daha çok iş yüklemeyi sürdürmektedir[19]. Marx’ın özgürleşme ve bireyin tam gelişimi görüşü, teknolojik gelişmenin bugünkü düzeyine uygundur, ve süregelen toplumsal baskıyı ihbar etmek için eleştirel bir duruş noktası sağlayabilir. Marksçı görüşün, toplumsal yaşamın demokratikleştirilmesi üzerindeki vurgusu, demokratik devrimin dünya ölçeğinde zafere ulaşmış göründüğü ya da en azından zafere ulaşmasının mümkün göründüğü bir zamanda, yerinde bir vurgudur.

Toplumsal yaşamın bütün alanlarını içeren daha kapsayıcı bir demokrasi görüşüne sahip olduğundan, Marksçı demokrasi ve özgürlük anlayışının liberal anlayışa tercih edilir olduğunu ileri süreceğim. Paris Komünü’nde uygulanan ve Marx ve Engels tarafından toplumun özyönetim modeli olarak övülen halk egemenliği, ekonomik demokrasiyi olduğu kadar toplumsal ve politik düzeyde gerçek halk egemenliğini de içerir. Gerçekte var olan sosyalist toplumlar, sosyal demokrasiyi hiçbir zaman geliştirmemiş olmakla birlikte, en azından bir miktar işyeri demokrasisi var olmuştur. Aykırı olarak, liberal kapitalist ülkelerde, demokrasi fiilen periyodik oy kullanmakla sınırlıdır ve toplumsal alanda gerçek bir halk egemenliği ve işyerinde demokrasi neredeyse hiç yoktur.

Böylece, klasik liberalizmin temsili demokrasi nosyonu, demokrasiyi oy kullanmaya eşitlemesi, kavrayışı çok ciddi olarak sınırlandırır, ve zenginliklerini ve güçlerini seçim süreçlerini denetlemekte kullanan tutucu güçlerin kolayca manipüle ettiği zayıf bir demokrasiye götürür. Klasik liberal özgürlük kavramı da, özgürlük çoğunlukla piyasada ve politik popülarite yarışmalarında bireysel seçme özgürlüğüyle sınırlandırılarak, daraltılmıştır. Özgür bir yaşam sürmek için ekonomik bir temel sağlamayan kapitalist toplumlarda, nüfusun büyük çoğunluğunun gerçekten özgür olup olmadığı sorusu da ortaya çıkmaktadır. İş bulma, ümitsizlik, sağlık hizmeti, çevre krizi, ve ekonomik çöküş olasılığı konularında sürekli endişe duyan bir insanın “özgür” olduğu nasıl söylenebilir? Theodor Adorno’nun endişesiz bir yaşam talebi, gerçekte var olan kapitalist güvensizlik ve endişeye karşı eleştirel bir işaret olarak geçerlidir.

Yine, eski komünist toplumların, burjuva haklar, bireysel özgürlükler ve demokrasi geleneğini, hiçbir zaman bazı Marksist klasiklerin vurguladığı ölçüde içermedikleri kabul edilmelidir. Liberalizmin ilerici mirasını kendine yeterince maletmekteki başarısızlık, liberal eleştirilere, ve gerçek özgürlük ve demokrasiyi yalnızca liberalizmin sağladığı inancına karşı, Marksçı politik teoriyi savunmasız bırakmıştır. Marksizmin, kendini bu politik değerlerin destekçisi olarak koyması gerekirdi, fakat az gelişmiş bir Marksçı politik felsefe ve sosyalist rejimlerde gerçekten var olan politik baskı, Marksizmin baskı ile ve liberalizmin özgürlük ve demokrasi ile özdeşleştirilmesine yol açmıştır.

Son olarak, liberalizmin bireyciliğine karşı -mikro politikayı vurgulayan, postmodern denilen politikalara karşı da olduğu kadar- kitle mücadelesini, radikal sistemsel değişmeyi, ve sistemin temelden yeniden yapılandırılmasını talep eden Marksçı kitle politikası kavramlarının tam da daha önce Marksçı teoriyi geçersizleştirdiği ileri sürülen, Doğu Avrupa’daki ve eski Sovyetler Birliği’ndeki mücadelelerde an’laştırıldığı ileri sürülebilir. Bu bölgelerdeki dramatik kitle mücadeleleri ve ayaklanmaları, temel toplumsal değişmelere (ancak, bunların pek çok yönden gerici olduğu ortaya çıkabilir) neden olmuştur. Mikro politika, böylesi bir sürece katkıda bulunabilir, ancak kısmen Marksizm ile bağlantılandırılan kitle politikası döneminin sona erdiğini ileri sürmek için erkendir.

Gerçekte, Marksçı politik teori, tamamen farklı politik hareketler arasında koalisyon oluşturulmasına yardımcı olabilecek değerleri dile getirir ve temellendirir. Değişimin çağdaş özneleri olarak, kendi başına “yeni toplumsal hareketlerin” desteklenmesi, bu hareketlerden bazılarının gerici, bazılarının en iyisinden liberal, ve bazılarının gerçekten ilerici olduğu gerçeğinin üzerini örter. Rakip politik hareketleri değerlendirebilmek ve belli hareketleri belli amaçlar etrafında birleştirebilecek değerleri ve idealleri sağlayabilmek için geniş bir politik perspektife gereksinmemiz var. Jesse Jackson’ın hatırlattığı gibi, koalisyon politikası, sonra birlikte daha yüksek demokratik politik dönüşüm zeminine geçebilecek ilerici hareketleri birleştirebilecek ortak zemini keşfetmeyi gerektirir.

Yine, Marksçı toplumsal değişme teorisinin, kapitalizmin çöküşünü sosyalizmin zaferi için zorunlu bir koşul saymasının gerekip gerekmediği sorusu ortaya çıkar. Kapitalizm onyıllarca ciddi krizler yaşamıştır, fakat çoğunlukla öncekinden daha güçlü olarak çıkmıştır, ve şimdi komünizmin çöküşünden sonraki problemli zaferinin içinde, çöküşten uzak görünmektedir. Yine, Marksçı devrim teorisinin ölüm çanını çalmak için de erken olabilir. Neden, kapitalizmin kendisinin, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya gibi en “gelişmiş” kapitalist ülkelerdeki kapitalizmin çökmeyeceğine inanılsın? Japon kapitalizmi ciddi bir kriz içindedir, ve ABD kapitalizminin, açık ve borç problemlerine, bankacılık ve finans krizlerine, artan cinayet ve şiddetle, hastalık ve sağlık hizmetlerinden yoksunlukla ve yaygın bir ümitsizlik duygusuyla damgalanan çöken şehirlerdeki yaşam krizine bir çözüm bulup bulamayacağı açık değildir. Ve son olarak, tam da içinde yaşadığımız çevre, doğanın kendisi, kapitalist suiistimale başkaldırabilir ve Dünya gezegeninde türlerin hayatta kalmasını garantilemek için başka bir toplumsal örgütlenme biçimini zorunlu kılabilir.

Kapitalizm, böylece çökebilir, veya en azından dünyanın pek çok yerinde işlemeyebilir, belki de bir alternatif olarak sosyalizme -fakat bu kez daha demokratik ve çokkültürlü bir sosyalizme, veya halen teorileştirilmemiş ve belki de yalnızca tarihsel deneyim sürecinde ortaya çıkacak olan yeni sosyalizm biçimlerine- dönüşebilir. Doğu Avrupa’daki ve eski Sovyetler Birliği’ndeki piyasa kapitalizmi deneylerinin başarısızlığı, çağımızın ciddi problemlerine birçok çözüm getirebilecek olan yeni sosyalist deneyleri yeniden canlandırabilir.

Bu problemlerle ve kapitalist toplumun krizleriyle ilgili olarak, toplumun kapitalist örgütlenmesine ve birikim sürecine karşı koymak için hala Marksçı teoriyi kullanabiliriz. Devlet komünizminin ve bunun bürokrasi problemlerinin azimli eleştirilerini geliştirdiğimiz kadar, piyasaları ve bunların yıkıcı etkilerini nasıl hafifleteceğimizi de yeniden düşünmeliyiz. Kapitalist enternasyonallere karşı, enternasyonalist düşünüş gereğinin üzerinde yeni bir vurguyla sosyalist enternasyonalizmin yeniden diriltilmesine de gereksinmemiz vardır. Yalnızca, Üç Taraflı Komisyon’un değil, Masterricht’in ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATT) da uluslararası kapitalist sınıfın çıkarlarını savunan örgütler olduğu görülmektedir. Benzer biçimde, sosyalistler ve diğer ilericiler, uluslararası bir düzeyde örgütlenmeli, ve ekonominin, çevrenin, ve günlük yaşamın problemleriyle ilgilenmek ve kapitalizme çekici alternatifler üretmek için küresel olarak düşünmelidirler.

Yine, son olarak, yeni düşünüşün ve politikanın gerekliliğini ileri süreceğim. Son birkaç yıldır komünist dünyadaki olaylar, hem Soğuk Savaşın antikomünist mitlerini ve hem de komünist dogmayı çürütmüştür, ve yeni bir politik düşünüşü gerektirmektedir. Pek çok tutucu, liberal, ve Solcu düşünüş, komünist dünyadaki dramatik başkaldırıyı öngörmekte başarısızlığa uğramıştır. Ayrıca, tek bir politik ideolojinin, çağımızın şaşırtıcı problemlerine yanıtlarının olup olmadığı açık değildir. Geçmiş yılların dramatik değişmeleri, kalıcı ve hatta yoğunlaşmış problemleri göz önüne alındığında, yeni politik düşünüşe gereksinmemiz vardır, birçok eski düşünüşten kurtulmamız, zamanımızın yeni ve halen değişmekte olan politik gerçekliklerini teorileştirmemiz gerekmektedir.

Böylece, belki de sosyalizm kavramını yeniden düşünmemiz ve yeniden yapılandırmamız gerekiyor. Kuşkusuz, şimdi ömrünü doldurmuş ortodoks Marksizm dediğim Marksizmin dile getirdiği sosyalizm kavramı terkedilmelidir: tarihin garantilediği bir sosyalizm, kaçınılmaz olarak sosyalizm, tarihin telosu olarak sosyalizm. Belki de, sosyalizm tarihsel bir güçten daha çok, normatif bir ideal olarak, tarihteki bir eğilimden daha çok, var olan topluma eleştirel alternatifler sunan bir model veya düzenleyici bir ideal olarak görülmelidir. Bu sosyalizm modeli, çözümlememizin önerdiği gibi, var olan kapitalist toplumları eleştirmekte, politika kılavuzu olarak ve belli politikaların doğrulanmasında, ve var olan toplum örgütlenmesine radikal bir alternatif sunmakta kullanılabilir. Sosyalizm, ilerici toplumsal değişme üretme potansiyelini korumak için tarihsel gelişmelerin ışığında yeniden düşünülmelidir.

Marksizmi Yeniden Yapılandırmak

Çağımızın problemleriyle uğraşmak için, Soğuk Savaş sonrası yeni politik teoriye ve pratiğe gereksinmemiz olduğunu, ve Marksizmin yalnızca böylesi yeni teorilerin ve politikaların bir parçası olabileceğini kabul etmeye hazırım. Yine, geçmişin geçerli politik ve teorik perspektiflerine ve kaynaklarına dayanmamız gerekiyor, ve Marksizmin bugün radikal teori ve politika için yaşamsal kaynakları sağlamayı sürdürdüğünü ileri süreceğim. Yine, postmodernistlere karşı, Aydınlanma geleneğinin günümüz için önemli kaynaklar sağladığını ileri süreceğim, ancak, bu görüşün açılması başka bir yazının çıkış noktasını oluşturur. Kısaca, klasik Aydınlanma teorisinin, Marksçı teorinin, feminizmin, ve günümüzün diğer ilerici teorik ve politik akımlarının en iyi taraflarını alan yeni teorik ve politik sentezlere gereksinmemiz olduğuna inanıyorum. Ancak, böylesi yeni sentezlerin kilit yönleri Marksçı gelenekte bulunmaktadır, ve Marksçı geleneği erkenden terkedenler, Marx’ın gününden beri değerli olan ve görülebilir gelecekte de böyle olmayı sürdürecek olan bir gelenekten yüz çevirmektedirler. Dolayısıyla, Marksizm henüz ömrünü doldurmamıştır. Aksine, Marksçı teori, çağımızda eleştirel teori ve radikal politika için kaynak ve dürtü sağlamayı sürdürmektedir.

Öyleyse Marksizm nereye? Kesinlikle, klasik biçimlerinde olduğu gibi, bir ana teoriye veya anlatıya değil. Ancak, Marksizm, bugün, önemli bir toplumsal araştırma yöntemi ve eleştirel sosyal teori ve radikal politika için hala kullanılabilecek olan teorik perspektifler, kavramlar ve değerler kümesi olmayı sürdürmektedir. Kapitalist bir toplumda yaşamayı sürdürüyoruz, ve kapitalist toplumda yaşadığımız sürece Marksizm geçerliliğini sürdürecektir. Yeniden yapılandırılmış bir Marksizm, garantisiz, teleolojisiz, ve temelsiz bir Marksizm, önceki uyarlamalardan daha açık, daha hoşgörülü, daha şüpheci, ve daha ılımlı olacaktır. Yirmi birinci yüzyılın Marksizmi demokrasinin, özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin gelişmesine yardımcı olmalı ve yalnızca zenginlerin ve güçlülerin çıkarlarını savunan tutucu ideolojilere karşı saldırı düzenlemelidir. Muazzam sınıf eşitsizliği, insanlık acısı ve baskı var oldukça, Marksizm gibi eleştirel teorilere ve geleneğin ilham verdiği radikal toplumsal değişme görüşlerine gereksinme olacaktır. Marksizm, ya kapitalizm kabusu en sonunda sona erdiğinde ya da kendi felsefesini ve yaşam tarzını üretecek, demokratik ve özgür bir toplum ortaya çıktığında ortadan kalkacaktır. Marksizm böyle bir projeye ilham vermişse, bu doktrin mutlu bir biçimde ömrünü doldurabilir, ve Marksçı gelenekteki insanların acıları ve mücadeleleri boşa gitmemiş olur.

Bu nosyon, Marksizmi korumak ve çağımızda bir kez daha yeniden yapılandırmak için son bir nedene işaret eder: Marksçı mirasın gerçekten ilerici ümitleri ve düşleri için hayatlarını verenlere sadakat. Radikal geleneğe sadakat, bu geleneğin sezgilerine dayanmayı, bu geleneğin hatalarından ve başarısızlıklarından öğrenmeyi, ve radikal teorilerini ve politikalarını bu geleneğe uygun olarak yeniden yapılandırmayı gerektirir. Kendini geçmişin teorik ve politik kaynaklarından koparan moda postmodern nihilizm, hem çağdaş teori ve politikayı sakatlar ve hem de kibirlice Stalinimsi bir tarzda, geçmişin fikirlerini, politik mücadelelerini, özverilerini ve kahramanlıklarını “tarihin çöp tenekesine” atar. Böylesi bir mutlak olumsuzlama yerine, Hegel ve Marx’ın uyguladığı diyalektik olumsuzlama ve ortadan kaldırma (Aufhebung) gelenekle bağlantı kurmanın ve çağdaş dönemde radikal teorilerimizi ve politikalarımızı yeniden yapılandırmanın daha üretken bir yolu olmayı sürdürmektedir.

 

 

Referanslar

Bahro, Rudolf. (1978) The Alternative in Eastern Europe. London: New Left Books.

Baudrillard, Jean. (1974) The Mirror of Production. Saint Louis: Telos Press.

Baudrillard, Jean. (1976) L’échange symbolique et la mort. Paris: Gallimard.

Best, Steven, and Douglas Kellner. (1991) Postmodern Theory: Critical Interrogations. London and New York: Macmillan and Guilford Press.

Blackburn, Robin, et al. (1991) After the Fall. London and New York: Verso.

Callinicos, Alex. (1991) The Revenge of History. University Park: Pennsylvania State University Press.

Della Volpe, Galvano. (1978) Rousseau and Marx. London: Lawrence and Wishart.

Derrida, Jacques. (1993) “Specters of Marx: The State of the Debt, the Work of Mourning and the New International“, “Whither Marxism?” konferansında sunulan makale, University of California at Riverside, Nisan 1993.

Fukuyama, Francis. (1989) “The End of History?” The National Interest, 16 (Summer), 3-18.

Fukuyama, Francis. (1992) The End of History. New York: The Free Press.

Gorz, André. (1982) The Farewell to the Working Class. Boston: South End Press.

Gorz, André. (1985) Paths to Paradise. Boston: South End Press.

Gouldner, Alvin. (1980) The Two Marxisms. New York: Seabury Press.

Habermas, Jürgen. (1975) Legitimation Crisis. Boston: Beacon Press.

Kagarlitsky, Boris. (1990) The Dialectic of Change. London: Verso.

Kellner, Douglas. (1977) Karl Korsch: Revolutionary Theory. Austin: University of Texas Press.

Kellner, Douglas. (1984) Herbert Marcuse and the Crisis of Marxism. London and Berkeley: Macmillan and University of California Press.

Kellner, Douglas. (1989a) Critical Theory, Marxism, and Modernity. Cambridge and Baltimore: Polity and Johns Hopkins University Press.

Kellner, Douglas. (1989b) Jean Baudrillard: From Marxism to Postmodernism and Beyond. Cambridge and Palo Alto: Polity and Stanford University Press.

Lash, Scott, and John Urry. (1987) The End of Organized Capitalism. Cambridge: Polity Press.

Lyotard, Jean-François. (1984) The Postmodern Condition. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Marcuse, Herbert. (1985 [1958]) Soviet Marxism. New York: Columbia University Press.

Marx, Karl, and Friedrich Engels. (1975) Collected Works. New York: International Publishers.

Miller, James. (1984) Rousseau: Dreamer of Democracy. New Haven: Yale University Press.

Offe, Claus. (1985) Disorganized Capitalism. Oxford: Basic Blackwell. Ollman, Bertell, and Edward Vernoff. (1982, 1984, and 1986) The Left Academy: Marxist Scholarship on American Campuses. Vol. 1, New York: McGraw-Hill; Vols. 2 and 3, New York: Praeger.

Popper, Karl. (1963 [1945]) The Open Society and Its Enemies. New York: Harper and Row.

Rousseau, Jean-Jacques. (1987 [1762]) The Social Contract.

Schorr, Juliet. (1992) The Overworked American. New York: Basic Books.

 
 


* Douglas Kellner, “The Obsolescence of Marxism?”, Whither Marxism? Global Crises in International Perspective, edited and with an introduction by B. Magnus and S. Cullenberg, Routledge, 1995, ss. 3-30.

[1] Habermas, “kriz” teriminin tıbbi anlamda, “hastalığın, organizmanın kendi kendini iyileştirici güçlerinin kendine gelmek için yeterli olup olmadığının kararlaştırıldığı evresiyle ilgili olduğuna” dikkat çeker (1975, 1). Bu anlamda kriz, bir görüngünün hayatta kalmasını tehdit eder ve krizden kurtulamayan bir görüngünün var olmasının sona ermesini gerektirir.

[2] ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan yeni Hegelci Francis Fukuyama, Berlin Duvarının yıkılmasından ve Sovyet imparatorluğunun çöküşünden sonra “tarihin sonu”nu ilan etti. Fukuyama “Batı liberal demokrasisinin nihai zaferini” ve “ekonomik ve politik liberalizmin utanmaz zaferini” beyan etti (1989, 3). Derrida’nın (1993) hatırlattığı gibi böylesi iddialar 1950’lerden başlayarak Soğuk Savaş boyunca düzenli olarak tekrarlanmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nde komünizmin çökmesinin Marksizmin ömrünü doldurmuşluğuna işaret edip etmediği sorusu ortaya çıkmaktadır.

[3] Marksizmin bu krizlerinin ve Batılı Marksist teorisyenlerin bu krizlere tepki verme biçimlerinin betimlemesi için, Marksizmin bir dizi krizine tepki olarak Marksçı teoriyi yeniden yapılandırmaya girişen Herbert Marcuse üzerine olan kitabıma (Kellner 1984) bakınız.

[4] Baudrillard için Kellner 1989b’ye bakınız.

[5] Bolşevizm ve Stalinizm arasındaki tarihsel farklılıkların bir özeti için Lewin’den “parti daha önce görülmemiş tarzda bir örgüt oldu: Lenin zamanındakinden tümüyle farklı, son derece merkezi ve seferberliğe, sıkıyönetime ve kontrola dayalı bürokratik politik bir yönetim” diyen bir alıntıyla sona eren Callinicos 1991, 21-37’ye bakınız.

[6] Callinicos (1991), Mart 1989’daki Halk Vekilleri Meclisinin kuruluşu için şunları söylemektedir: “reformcuların, muhafazakarlara karşı mücadelelerinde halk desteğine bir başvuruydu. Bu adım, aygıt içindeki farklılıkları daha geniş bir kitleye taşıma kararı, glasnost sürecinde gerçek bir dönüm noktasını, Stalinist rejimlerin devrimci yenilgisinin gerçekten olanaklı hale geldiği anı” (49) gösteriyordu. Gorbaçov döneminde, belki de gerçek bir radikal reform anı var oldu, fakat belki de sistem reforme edilemeyecek kadar bozulmuştu ve onu yıkacak yeterince devrimci güç var olmadı. Bu, Ağustos 1991’deki başarısız komünist darbeyle ve Gorbaçov rejiminin izleyen çöküşüyle ve Marksizmi ve sosyalizmi terkeden Yeltsin’in ve reformcularının iktidarı ele geçirmesiyle desteklenen bir iddiadır.

[7] Örneğin, Della Volpe (1978), Rousseau, Marx ve sosyalist geleneğin yakınlığını vurgular; diğer yandan, Miller (1984) demokratik teori ve politika için Rousseau’nun önemini vurgular.

[8] Marx, “Basın özgürlüğünün yokluğu, diğer bütün özgürlükleri asılsız hale getirir. Vücudun organlarının birbirini etkilemesi gibi, özgürlük biçimleri de birbirini etkiler. Belli bir özgürlük sorgulandığında genel olarak özgürlük sorgulanır. Özgürlük yokluğunun hangi alanda egemen olacağı saf şans konusu olduğundan, bir özgürlük biçimi reddedildiğinde, genel olarak özgürlük reddilir, ve böylece yalnızca bir varoluş görüntüsüne sahip olabilir. Özgürlük, ifadesini matbaa mürekkebinde de, mülkiyette de, vicdanda da ya da politik bir toplulukta da bulsa özgürlük olarak kalır” (Marx and Engels 1975, 180-181) demektedir. Basın özgürlüğünün bu aşırı savunusunun, erken Marx’tan idealist bir kalıntı olduğu biçiminde bir itiraz yükseltilebilir, fakat gerçekte Marx,1850’lerde ve 1860’larda gazetecilik yoluyla kendini desteklemiş ve basın özgürlüğünü savunmaktan asla vazgeçmemiştir. 1871’de Paris Komünü üzerine yazısında, Komüncüleri tartışmalarının değerlendirmelerini yayınladıkları ve basın özgürlüğünü ilan ettikleri için övmüştür, ve bu konu Marx’ın yaşam boyu ilgilendiği ve bağlandığı bir konu olarak kalmıştır.

[9] Örneğin, Callinicos 1991’deki ve Blackburn et al. 1991’deki tartışmalara bakınız.

[10] Bu iddia, Max Shachtman ve diğerleri tarafından 1940’lar gibi erken bir tarihte ileri sürülmüştür.

[11] Sovyet Marksizmi‘nin 1985 Columbia University Press yeni baskısındaki girişte dikkat çektiğim gibi, Marcuse, Sovyet Marksizmini ve klasik Marksizmden uzaklaşmasını sistematik olarak çözümleyen ve eleştiren ilk Frankfurt Okulu üyesiydi. Marcuse, Sovyet komünizminin çöküşünü öngörmemekle birlikte, Gorbaçov’un neden olduğu “liberalleştirici eğilimleri” de önceden görmüştür.

[12] Bu, Marcuse üzerine (Kellner 1984) ve Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisi üzerine (Kellner 1989a) kitaplarımın ana temasıdır.

[13] Bilimsel ve eleştirel Marksizm arasındaki fark için Gouldner 1980’e bakınız.

[14] Marksçı yöntemin az ya da çok savunulabilir birçok farklı uyarlaması olduğu için; örneğin eleştirel ve bilimsel Marksizmin yöntemlerini birbiriyle karşılaştıran Gouldner 1980’e bakınız. Frankfurt Okulu’nun ayrıntılı bir şekilde tartıştığı gibi, Marksçı toplumsal araştırma yönteminin geçerliliğinin sistematik bir savunusu için Kellner 1989a’ya bakınız; Marksizmin Frankfurt Okulu uyarlamasının sınırlılıklarına da dikkat çekmiştim.

[15] Klasik Marksçı teorinin sınırlarının ve en önemli parçası olarak proleter devrimi teorisine bağlılığının bir tasviri için Karl Korsch: Revolutionary Theory (Kellner 1977) kitabıma bakınız.

[16] Geçmiş yirmi yılda birçok akademik disiplinde Marksçı teorinin gelişimine yapılan katkıların bir dokümantasyonu için Ollman and Vernoff (1982, 1984, ve 1986) tarafından derlenen üç ciltlik The Left Academy‘ye bakınız.

[17] Postmodern teori için Kellner 1989b’ye ve Best and Kellner 1991’e bakınız.

[18] Bu problem, Frankfurt Okulu’nun ikilemiydi. Bu açmazın politik etkileri için Kellner 1989a’ya bakınız.

[19] Toplumu iş çevresinde örgütlemeyi sürdürmenin saçmalığı konusunda Schor’un “The Overworked American” adlı kitabına 1992 ve Gorz 1982 ve 1985’e bakınız.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar