Ana SayfaArşivSayı 24-25Marksizmin Krizi ve Günümüzün Gerilimleri

Marksizmin Krizi ve Günümüzün Gerilimleri

12 Eylül döneminde Ankara’da işkencede katledilen yiğit devrimci Hasan Asker Özmen’in anısına

Çetin Konuk

Emperyalist sistem dünya üzerindeki hakimiyetine zarar verebilecek her şeye karşı her ülke içinde sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik saldırısını yoğunlaştırmıştır. Bunların başında özelleştirme, demokrasi, fırsat eşitliği, ideolojilerin sonu, endüstri ötesi toplum, koloniciliğin bitişi ve küreselleşmeyle dünyanın karşılıklı bağımlılık içinde iç içe evrensel bir bütünlüğe ulaştığı, sınıf çatışmasının son bulduğu politika ve savları gelir.

SSCB’nin dağılması ile birlikte; milyonlarca insanın din ve milliyet bayrağı altında, Marksizmden ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere isyan etmesi; burjuva politikacıların ve teorisyenlerin Marksizmin sonunu ilan etmeleri; “politik Marksizm” açısından halen üstesinden gelinememiş bir sorunlar yumağı oluşturuyor. Burjuva politikacıları “Marx öldü, kapitalizm yaşıyor“, “Toplumsalizm çöktü” diyorlar ve “İdeolojilerin Sonu“nu ilan ediyorlar. Ayaklanan insanların dilinde “Marksizm” ve “Komünizm” baskının, zorbalığın sembolü olarak kullanıldı.

19. yüzyılın ikinci ve 20. yüzyılın ilk yarısında işçi hareketi varolan sisteme karşı radikal karşı duruşlar sergilerdi. Ama bugün öyle değil. Bu dönemlerde işçi hareketi kendini bütün toplumun sorunlarına karşı sorumlu hissederdi. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri karşısında böyle bir konumları vardı. Bugün ise işçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını vuruyor. Buna karşılık “Yeni Toplumsal Hareketler” diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış hareketi barışa ulaşmak için barıştan başka şeyler uğruna da mücadele etmek gerektiği sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi “Üçüncü Dünya”nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon Ormanlarının imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmazken, emperyalizme karşı tavır almış oluyor. Son yirmi-otuz yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerden geldi. Entellektüel bakımdan da, daha önce işçi hareketinin gösterdiğine benzer bir teorik canlılık gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin dünyayı kavrayışımızda getirdiği katkıları hatırlamak bile yeter.

Politik Marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık ortada duruyor. Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas teorik katkı yaptıkları alanlar Marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı özellikle Anarşist ve Ütopik Toplumsalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizmde kaynak arayanlar ise, çoğu kez, Marksizmin bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda kalıyorlar. Marksizm açısından sonuç; politik mücadele tarihinin, evrensel doğruların kaba ve basit bir tekrarı haline dönüştürülmesi oluyor…

Evet, bugün Marksizmin bir krizinden söz etmek gerekiyor. Dünyada yaşanan gelişmelerin ışığında Marksizm, toplumsalist hareketlerce ciddi eleştirilere tabi tutulmak durumundadır. Günümüz dünyasında yaşanan ilişkileri sınırlı olarak anlamak, dünyanın gerçek hareketini ve bunun Marksizmin önüne koyduğu ciddi sorunları da görmemek anlamına gelir. Kriz, gelişmenin kendisi ile tanımlanmalıdır. Marksizmi savunanların her yeni gelişmeyi “Marksist kalıplara” uydurma çabalarının yarattığı gerilimler ve çatışmalar krizi ortaya çıkarmaktadır.

Marksizmin kapitalizm eleştirisi, kapitalist sistemde yer alan uzlaşmaz karşıtların mücadelesinin sonucunda varacağı sınıfsız toplumu tespit eder. Marksizmin eleştirisi de, sınıf ve iktidar kavramları çerçevesinde anlaşılabilir. Bu yazıda, Marksizmin yeterince ilgi görüp görmediği ve bunun yarattığı kriz üzerinde durulmayacak. Gelişen dünyada, her gelişme ile birlikte ortaya çıkan yeni mücadele alanları ile ortodoks Marksizmin bu alanlara bakışından kaynaklanan gerilimlerinden kaynaklanan kriz üzerinde yoğunlaşmaya çalışacağız. Post-Marksizmin politik alanda açtığı kanalların tümden reddi veya tamamen kabulüne dayanan sorunsallar üzerinden de ilerleyeceğiz. Şu zorunluluğu ve gerçekliği kavramak durumundayız: “daha önce gerçek olan her şey gerçek dışı olur, zorunluluğunu yitirir, var olma hakkını, ussal niteliğini yitirir; can çekişen gerçekliğin yerini yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır.”[1]

Yeni gelişmelerle birlikte kökünden değişen yeni koşullar bilincimizde içselleştirilemediği gibi, dar pratiğin eski duvarları arasına sıkışılarak çözümün felçleşmesine de yol açılmıştır. Zira teorik karışıklığın egemen olduğu bir dönemde, Marx’a dayanarak pratiğin önemine vurgu yapanlara Lenin, “bu, cenaze sahibine gözün aydın demeye benziyor” demişti.

‘Yeni Toplumsal Hareketler’ ve mücadele alanları

Marksizm diğer toplumsalist akımlar karşısında gerçekten zafer kazanmıştı. Bu zaferin kefareti Lenin sonrası Marksistlerin kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu. Son yıllarda Marksizmin “entellektüel cazibesini” yitirmesiyle birlikte, sağ’ın Marksizme yönelik saldırısı “Marksizmin ölümünü” ilan etme şeklinde oldu. “Marksist solun” uzun zaman uzağında durduğu ve kendi dışında kabul ettiği “Yeni Toplumsal Hareketler“in varlığı bir başka gelişmeyi daha yarattı. “Yeni Sol” bunları kendi alanına taşıdı.

“Yeni toplumsal hareketler” kapitalizmin gelişimine bağlı “çok sayıdaki belirleme”den[2] biri olarak tanımlanmalıdır. Bütün siyasal görünümler ve ‘siyasal oluşumlar’ üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Marksizmde “Siyasal oluşumun zorunluluk ve biçiminin kesin olarak nerede temellendiğini görebiliyoruz: üretim ajanları ile üretim araçları arasındaki bağlantı kiplerini oluşturan Verbindungen (birleşim) düzeyinde; mülkiyet, zilyetlik, tasarruf, vb. ilişkileri düzeyinde.”[3] Böylece Marksizm, üretim ilişkilerini bir bütün olarak değerlendirirken bütünü de sınıf ilişkilerinin temeli olarak sunmaktadır. Yani bütündeki her şeyin bazı tezahürleri aracılığıyla bunların temelindeki olguyu, sınıf ilişkilerinin temeli olarak ayırt etmektedir. Temel uzlaşmazlığı, politika ve bilim kavramlarını birbirine karıştırmadan, burjuva üretim ve yeniden üretim ilişkileri çerçevesindeki bir bütünlükle almak gerekir.

Ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu “Yeni toplumsal hareketler” iktisadi ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması gerekmezken ve de Marx’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar, uluslar karşısında nötr olduğunu belirlemişken, nasıl oluyor da bu harekeketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde barındırıyorlar ve kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal eleştiriler getirebiliyorlar?

“Yeni Sol” açısından “Yeni toplumsal hareketler” varlıklarıyla Marksizmin” iki tekeline son vermiş görünüyorlar. Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirmiş görünmektedir. Marksizm kendi alanında en çok eleştiriyi buradan almaktadır. Marksizmin bilim nesnelerindeki ayrımından sonra öncellerinden farklılaştığı yer teker teker bireylerin kurtuluşlarının dışlandığı sınıf mücadelesidir. Bu anlamıyla Marksizm, bir bilim olarak; toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını tutarlı bir şekilde açıklamalıdır. Fakat bugün bu “yeni toplumsal hareketler” karşısında Marksizm politik üstünlüğünü “yitirmiş” görünmektedir.

Marksizm, feminizm, barış ve çevrecilik gibi “paradigmaları” kendi sistemi içinde özümleyebilmiş değildir. Örneğin Marksizmin kadın sorununa ilişkin belirli bir saptaması yoktur. Marx için kadın cinsiyetinden önce işçidir. Marksizmin kapitalizm ve sınıf kavramlaştırmalarına, kadın hareketi; erkeklerin kadınların üretici ve yeniden üretici emeğini kontrol ettikleri bir toplumsal cinsiyet çiftiyle (patriyarkal bir anlayışla) karşılık veriyor. Feminizm, bu alanda, varolan sistemin eleştirisinde yaygın Marksist anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi. Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalayarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı görüşündeydi. Marx’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlıyordu. Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir ‘özne’ olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin en büyük teorik katkılarından biri Engels’in beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun toplumsal masraflarını azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor, aksine güçlendiriliyordu. Kadın hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Ve kadın hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir ‘özne’ ortaya çıktı.

Temel problem bugün de, Marx’ın 17. ve 18. yüzyıl için belirttiği emekçiler ordusunun yöreselliklerine ve ulusallıklarına göre bölünmesi ve “tek ortak özelliğin acı çekme duygusu” olarak ortaya çıkması hadisesidir. Bu durum bugün çıplak bir şekilde bu koca enternasyonal emekçiler ordusunun politik ve düşünsel olarak parçalandığı anlamına geliyor. Nitekim kapitalist sömürü ve barbarlığa son verme nihai hedefinden kopan, ama düne göre çok daha fazla acı çeken milyarlarca emekçi ordusu, bugün “küresel emperyalizme” karşı refleks duygusunun ağırlığı içinde, dinsel ve ulusal (dar milliyetçilik anlamında) bir tepki sürecine girmiştir. Sonuçta bu tepkiler büyük oranda manipüle edilerek emperyalizmin arabasına bağlanmıştır. Demek ki devrimin güncelliği sorunu, devrimin düşünsel evriminin yeniden üretilmesi üzerinden anlam kazanarak daha da güncelleşecektir.

Gorz, bu soruna keskin bir yaklaşımla girer: “Marksizm buhranda, çünkü işçi hareketi buhran içinde. Son yirmi yıl boyunca üretici güçlerin gelişmesiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi arasındaki ip koptu, bunun nedeni kapitalizmin iç çelişkilerinin dev boyutlara ulaşmaması değil, tersine bu çelişkiler hiçbir zaman bu denli çarpıcı olmamıştı.”[4] Çelişkinin keskinliğine rağmen Gorz’a göre işçi sınıfı mücadelede özne olarak varlığını yitirmiş, buna karşılık barış hareketi gibi bir hareket tek taraflı silahsızlanma önerileriyle reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karakter ve mücadele sergilemiştir. Örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar emperyalist ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.[5]

Marksizm zorunluluklardan söz eder: “Tarihsel olaylar da, aynı şekilde, büyük çapta raslantıların hükmü altında görünürler. Ama raslantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktır.”[6] Sadece bu gözlemler bile farklı düzeyde soruları gündeme getirmektedir. “Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir”. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler. Ama “yeni toplumsal hareketler” içinde insanların iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı yer almadığı ileri sürülüyor. Bu durumda sınıfsal değilse bu hareketleri nereye yerleştireceğiz? Buradan bakıldığında iktisadi ilişkiler içindeki konum belirleyici olmadığına göre, ekonominin belirleyiciliği ilkesini korumak nasıl mümkün olabilir? Marx’ın devrim ve ekonomik zorunluluk arasındaki zorunlu ilişkide dediği “bu ne kadar kesinse öteki de o kadar kesindir”[7] sözü nasıl tanımlanmalıdır.

Yeni mücadele alanları ve gerilimler

Yeni mücadele alanlarının ortaya çıkması ile birlikte, Marksistler dogmatik yaklaşımlar sergilemiş, Marksizmle bu hareketler arasında gerilimler ortaya çıkmıştır. Marksizmin “asli görmediği” ya da her zaman siyasal sınıf mücadelesinin doğal araçları – yedekleri olarak değerlendirdiği mücadele alanlarını, Yeni Sol, asli mücadele alanları haline getirmiştir. Sadece sınıf mücadelesi alanına hapsedilmeye çalışılan Marksizmde bu tip art-alan mücadeleleri, sınıf mücadelesinin özeliklerini bire bir taşımadığından gözardı edilmiştir. Oysa “yeni toplumsal hareketler”in, var olan dünyanın zaten doğal-ideolojik birer parçası olması nedeniyle verili meşrulukları, bu mücadelelere öne geçmeleri için yeterli olanağı vermiştir. Bu gerilimlerden faydalanan ise post-Marksistler olmuştur.

Post-Marksizmin siyasal kimliği ve çözümleri, Marksizm tarafından genellikle devrim sonrasına havale edilen art mücadele biçimleri aracılığıyla kazanılmıştır. Aslında 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında köle ticareti, kadın ve çocukların çok ağır şartlarda çalıştırılması, bunların yanı sıra kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi talepler Marksistler için ne ise, bugün de sanayileşmiş ve globalleşmiş dünyanın çevre sorunları, kadın sorunu, ırkçılık gibi kavramları da odur. Ancak I. Enternasyonal döneminin heyecanı ve politik beklentileri ile 20. yüzyıl başında Bolşevik devriminin yanı sıra Avrupa’da bir devrim beklentisi, bu alanları oldukça geri plana atmaya yetmiştir.

Post-Marksistlere göre, Marx’ın ortaya koyduğu kavramlar ortaya konulan tarihsel dönemler dışındaki dönemlere uygulanamazlar. Yani Marksizmde tanımlanan temel sınıfların; yani burjuvazi ve proletaryanın siyasal rolleri tanımlandıkları dönemdeki rolleriyle sınırlıdır. “Tarihsel aracılık toplumda karşı karşıya gelen iki büyük sınıfın bilinçlerinde ve politik eylemlerinde yer alıyordu: burjuvazi ve proletarya. Anamalcı dünyada bunlar yine temel sınıflardır. Bununla birlikte, anamalcı gelişim bu iki sınıfın yapı ve işlevlerini öyle bir yolda değiştirmiştir ki bunlar artık tarihsel dönüşümün etkenleri olarak görünmezler.”[8]

Laclau ve Mouffe’un tezleriyle “yeni toplumsal hareketler” çatışma alanlarına taşınmakta ve bu alan üzerinden açık cephe ilan edilmektedir. Ne var ki, post-Marksizm, çoklu antagonizmalara bağlı kalmakla politik alanda politik ilerlemeci bir konumda yer alırken Marksizm tüm mücadeleleri temel antagonizmaya bağlaması ve burada kurduğu ilişkilendirmede yaşadığı sıkıntılar ile tarihsel ilerlemeci konumda kalmaktadır. Her ikisi arasında bağ kurulması zorunludur.

Marksistlerin kendi ideolojik tutumlarının bu alanlarla ilişkilendirilmesi problemi üzerinde durması gerekiyor: Ancak, siyasal mücadelenin bugünkü gibi pek zayıf olduğu konjonktürlerde, “yeni toplumsal hareketler”in mücadelelerine karşı ideolojik tutumlar almadan, bunların içinde kaybolmamak için önlemler alınmalıdır. Başka bir deyişle günümüzün ayırt edici özelliğinin, yaşanan tüm değişmelerin, düşünce sistemimizde anlamlı olacak bir izahını yapabilir olmak durumundayız.

Sınıftan bireye

Post-Marksizm barış, çevre, feminizm vb. “art mücadele” alanlarının kapsamını şöyle belirliyor: ırk-cinsiyet, yurttaşlık hakları-demokratik haklar… Hepsi de başlangıç olarak bireyi temel alan çoğul antagonizma alanlarını yaratıyor. Bu alanlarda politik olarak gösterilen atılımlarda Marksizmin sınıfa dayalı antagonizması “tanımlanamaz” olarak kalıyor.

Yeni Sol’un belirlemelerinde, tabiyet ilişkilerinin belirlediği antagonizma alanları ve tahakküm ilişkilerinden kaynaklı belirlenen antagonizmaların ya da “yeni toplumsal hareketler”in önem kazanmasıyla toplumsal muhalefet odaklarının Marksizmde tanımlanan siyasal sınıf mücadelesi anlayışından kurtulması demokratik değerlere tanınan öncelikle açıklanabilir. Marksist siyasal sınıf mücadelesinde, politik mücadele araçları olmak durumunda olan alanlar, Yeni Sol’da asli unsurlar olarak belirlenmişlerdir. Yeni Solcu birçok kuramcıya göre Marksizm 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarına ait, artık geçerliliğini yitirmiş olan yapıyı temel alır.

Bilimin nesnesinde yapılan devrim soyut bir biçimde devlet, sınıflar, sınıf mücadelesi kavramlarına ilişkin ‘belirlenimli ve sınırlı‘ terminolojisini de yaratmıştır. Terminoloji teorinin sınırlarına bağlıdır. Bu nedenle terminolojideki kavramlar bilimin belirlenmiş olan kavramlarının geri dönülmezliğine bağlıdırlar. Marx ve Engels’in Gotha ve Erfurt Programları eleştirisi, Marx’ın, “işçi sınıfının siyasal hareketinin sonal amacı, kuşkusuz politik iktidarı bu sınıf için ele geçirmektir”[9] sözleri; zora dayalı devrim düşüncesi ve proletarya diktatörlüğünü, bilimin zorunlu sonuçları arasında kabul etmek gerekliliğine bağlı, politik bir açıklamadır

Bu yaklaşıma ilişkin olarak Gorz yazılarında temel olarak proletaryayı, teknolojik gelişmeleri değerlendirerek; ekonomik ve toplumsal bir unsur olarak “soyu tükenen sınıf”; politik olarak da, “asla tarihte özne olamamış bir sınıf”, “işçi sınıfı iktidar olmaz”, ifadelerinde temellenen bir biçimde değerlendirmiştir.

Engels’e göre “İktisat nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; bu ilişkiler her zaman, nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.” Bu nedenle Marksizm, klasik iktisatçılardan farklı olarak özgürlük-eşitlik kavramlarını var olan sınıflar arasındaki antagonizmaya bağlı olarak inceler ve insanlar arası ilişkiler bu antagonizmaya bağlıdır. Gelişmenin yarattığı art mücadele alanları temel uzlaşmazlığa bağlı tanımlanabilir. Marx, “Kapitalist üretim süreci, kendi bağıntısı içerisinde ya da bir yeniden üretim süreci olarak düşünüldüğünde, yalnız meta üretmekle, artı-değer üretmekle kalmıyor aynı zamanda kapitalist ile ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor[10] diyor.

Laclau ve Mouffe‘un post-Marksist çerçevesine göre, yeni bir sol ancak “bir ‘evrensel sınıfın’ ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçildiği takdirde olanaklı olacaktır.”[11] Marcuse, Habermas ve Horkheimer’da ise, Marksist kavramların artık açıklayıcı olmaktan uzak olduğu vurgulanır. Marcuse’da, sınıflar artık özelliklerini yitirmiş, evrensel hale gelen meta biçimiyle çalışan nüfusun bütünüyle karşı karşıya gelmiştir. Bu yeni karşılaşma biçimi de çatışan sınıfların birbirleriyle kaynaşması sonucunu doğurmuştur. Bunun ana nedenlerinden birisi, Marksizmin “mutlak olarak” işçi hareketinin alanına hapsedilmesidir. Gelişmenin yarattığı her yeni hareket kitaba uydurulmak anlayışıyla Marksizmle hesaplaşmak ve onun kavramlarına dayanmak zorunda kalmıştır.

Marksist devrim kuramı ile devrim pratikleri arasındaki ayrım ampirik olgularla Marksizme indirgenir. Marksist kuram mutlak doğruysa pratikleri de başarılı olmalıydı. Yeni Sol’un Marksizm ve sosyalizmler süreciyle kurduğu ilişki ampirisist idealizm cephesinde yer alır.[12]

Post-Marksistlere göre, tükenen işçi sınıfı ile birlikte, sınıflar arası mücadele de gününü doldurmuştur. Öyle ise bireyler üzerinden gelişen rekabet, iyi yönetilen bir toplumu doğurur. Böylelikle kapitalizmin iç dinamiği, teker teker bireylerin yöneldiği kendiliğinden hedeflerle yaratılmış olan işbölümüyle-kolektif çıkara doğru gelişir. Toplumsal çıkar kolektif çıkar olarak bireysel çıkarlarla düzenlenen özgürlüklerin varlık bulabileceği sivil toplum alanının gerçekleşmesinin koşullarını beraberinde yaratır. Laclau ve Mouffe da “antagonizmayı” burada yani tabiyet ilişkilerinin kırılmaya başladığı yerde bulmaktadır.

Marcuse’a göre de birinin diğerine baskın çıkamadığı sınıf ya da siyasal sınıflar olmadığına göre sınıflararası kategorisi de bir uzlaşmazlık olamaz. İdeolojik düzeyde nesneler olmadığına göre, sınıflara karşılık gelmesi gereken ideolojinin bireylerde de aranmaması gerekir. O halde yalnızca bireysel öznelerin bireysel ideolojilerinden söz edebiliriz. “‘Toplum‘ kategorisinin kendisi toplumsal ve politik alanlar arasındaki çatışmayı anlatıyordu (…) İşleyim toplumunun (sanayi toplumunun) artan bütünleşmesiyle, bu kategoriler eleştirel imlemlerini yitirir ve betimleyici, aldatıcı ya da işlemsel terimler olurlar.”[13] Kapitalizmin gelişmesi ve teknoloji meta biçimini evrensel hale getirmiştir. Evrensel meta, antagonizmayı, işçi sınıfını ortadan kaldırmıştır, ama kapitalizmin değişimi “Meta biçimi evrensel hale geldiği ve önceleri görece özerkliğini koruyan maddi ve ‘yüksek’ kültür dallarının birleştiği için kapitalizmin zorunlu çelişkisini onun en yoğun yerde gözler önüne serer: Çalışan nüfusun bütününe karşı sermaye.[14] Marx Annenkov’a yazdığı bir mektupta, toplumsal ilişkileri ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak; “Demek ki, insanların içinde üretim, tüketim ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler, geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, üretim biçimlerini ve üretim biçimiyle birlikte bu belirli üretim biçiminin zorunlu ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler”[15] diye belirlerken ekonomik zorun belirleyiciliği içindeki bireylerin davranışını sergiler. Bireyler ancak içinde oldukları ekonomik ilişkilerin zoru ile hareket eder.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, Gorz çelişkilerin “derinliğini” belirleyip sınıf mücadelesinin olmadığından söz ederken, “devrimci meşruiyet artık işçi sınıfının tekelinde değildir”[16]diyen post-Marksistlerle buluşmaktadır. Günlük olayların ampirik yorumundan kalkarak sınıfın artık devrimci niteliğinin kalmadığını, Marsizmin de bu değişimin ideolojisi olmaktan çıktığını ifade eder. “Merkezi bir çatışma vardır, ama merkezi bir cephe yoktur, sınıf mücadelesine benzer uzlaşmazlıklar vardır, ama hegemonya yeteneğine sahip sınıf yoktur.”[17] Böylelikle Gorz işçi sınıfını yok sayarak Marx’tan aktarır: “Bireylerin, belirli sınıflara bu bağımlılığı, özel bir sınıf çıkarını artık egemen sınıfa karşı üstün kabul ettirmek zorunda olmayan bir sınıf oluşmadıkça ortadan kaldırılamaz.”[18] Marx’ın bu sözünün anlamını yitirdiğini belirterek tüm sınıfların yok oluşunu müjdeleyen toplumsal katmanlardan söz eder.

Devlet ve iktidar

Marx’ın, “Bütün devrimler bu mekanizmayı parçalayacakları yerde onu yetkinleştirmişlerdir” sözlerini Lenin, Marksist devlet öğretisinin en önemli önermesi olarak görmektedir. Laclau-Mouffe ve Gorz’da ise, Marksizmin dile getirdiği kavramların tam tersine; siyasal sınıf hareketinin reddedilişinden sınıfın inkârına varılır. Merkezi olmakla birlikte devletin bir aygıt olmak yerine işlevler aracı biçiminde tanımlanmasıyla da kolektif iktidar olarak devlet iktidarının sınırları ortadan kaldırılır ve sınıflar-üstü devlet kavrayışı yaratılır.

Habermas’a göre Marksist kavramlar, kapitalizmin global çağında kolayca uygulanabilecek karşılıklar bulamazlar. Bu kavramlar ancak 19. yüzyıl kapitalizmiyle sınırlıdır; Küreselleşmiş kurumları, teknolojisi ve bürokrasisi tarafından 19. yüzyıl kapitalizmi yok edilmiştir. Marx’ın ekonomi politik eleştirisi 19. yüzyıl burjuva toplumuna dönük bir eleştiriydi. Dolayısıyla “Marksist teorinin iki anahtar kategorisi, yani sınıf mücadelesi ile ideoloji, artık öyle kolaylıkla uygulanamazlar.”[19] Yani kuramla içinde yaşadığımız gerçeklik arasında bir uygunsuzluk vardır. Marx dönemi kapitalizmin, toplum ilişkilerinin anlatıldığı ve bugüne kadar sabit kaldığı izlenen kuramın yerine, “Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin yerine çalışma ve etkileşim arasındaki daha soyut ilişkinin geçirilmesi gerekir. Üretim ilişkileri öyle bir düzen gösterirler ki, kurumsal çerçeve bu düzlemin üzerinde ancak liberal kapitalizmin açınım evresi sırasında kenetlenebilmişti -bu daha önce veya daha sonra böyle olmamıştır.”[20]

Marx’ın döneminde tanımlanan, sınıflar ve sınıf çelişkilerinin yapısı merkezi devlet yapısı tarafından çözülmüştür. Sınıf yapıları ve sınıf çelişkileri, kurumsal dönüşümlerin sonucunda yerini bireylerden oluşmuş bir topluma bırakmıştır. Fakat sınıfların varlığı ortadan kalkmamış, kapitalist tahakküm ilişkisinin sonuçları arasında belirleyici bir fail olmamak koşuluyla yerini almıştır. Sınıfsal çıkarlar, geç kapitalizmin kurumsal dönüşümü sürecinde genelleşmiş çıkarlara dönüşmüştür. Habermas’a göre, “Bu, sınıf çelişkisinin ortadan kaldırılması değil fakat gizlenmesi anlamına gelmektedir. Sınıflara özgü farklılıklar hâlâ alt-kültürel gelenekler biçiminde ve yalnızca yaşam düzeyinde ve yaşama alışkanlıklarında değil, politik anlayışlarda da bunlara uygun düşen farklılıklar biçiminde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.”[21] Küreselleşmiş kapitalizm ile birlikte, Marx’ın altyapı-üstyapı arasında kurduğu ilişki, toplum ve hukuk kendini klasik burjuva devlete göre düzenlemediği için bozulmuştur. Bunun sonucunda iktidar ilişkisi değişmiş, burjuva kolektif iktidarı da politikanın hedefi olmaktan çıkmıştır.

Habermas’a göre, Marx’ın eleştirisi 19. yüzyıl ekonomi politiğinin meşruluk temelini esas alıyordu. Fakat artık düzenin meşruluğu, üretim ilişkilerinden ve bu ilişkilerin belirlediği hukuki ve siyasi ilişkilerden değil, üretim dışı ilişkilerden belirlenmektedir. “Çünkü daha ziyade ilk üretici güç: tekel altına alınmış bilimsel ve teknik ilerlemenin kendisi, bir meşruluk temeli haline gelmiştir. Bu yeni meşruluk biçimi açıkça eski ideoloji biçimini yitirmiştir.”[22] Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açıldığı bir dönemde, baş döndüren gelişmelerin toplumsal süreçler üzerindeki derin etkisi kapitalizmin yeni ve “küresel” süreci olarak ortaya çıktığında kafalarda şimşekler çakmıştı, ama ne oluyor demeye kalmadan nesnel-tarihsel süreç rolünü oynamaya çoktan başlamıştı bile. Kapitalizmin çelişkisi böylece tekniğin hükmünü sürdürmekte olduğu günlük yaşam alanlarına kaymıştır.

Lenin’e göre Gotha Programı eleştirisi, “Marx’ın tüm devrimci öğretisini özetlemektedir”. Marx’ın bildirisi büyük ölçüde “adil paylaşma, özgürlük, eşit hak, devletin özgür kuruluşu, toplumsal sorun ve birey kavramlarının reddedilmesi, zora dayanan devrim ve zora dayanan devrimle sınıfın ilişkisinin kurulması” üzerinde durmaktadır. Yine Lenin şöyle der: “Tüm Marx ve Engels öğretisinin temelinde, (bu) zora dayanan devrim düşününü -ve bu düşünün ta kendisini- sistemli bir biçimde yığınlara aşılama zorunluluğu yatar.”[23] Marx, Engels ve Lenin’in ısrarla reddettikleri, kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmadıkları kavramlar, bütün politik metinlerinde göstermeye çalıştıkları şey, yeniden üretim sürecinde yer alan siyasal sınıf mücadelesinin zora dayandığı olgusuydu. Kaldı ki Marx, burjuva tarihçiler ve iktisatçılardan farklı olarak yaptığı yeni şeyler arasında “sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını”[24] da göstermektedir.

Temel antagonizmanın sonu mu?

“Yeni toplumsal hareketlerin” çatışması öznelerince kabul edilmiş olan sembollerle sağlanan günümüzdeki geniş iletişim ağıyla oluşturulan “iletişisel eylem”dir.[25] Habermas’a göre, bu “birbirleriyle konuşan insanların amacı bir tür anlaşmaya ulaşmaktır”.[26] Bu ilişki Laclau ve Mouffe’da bağımlılık ilişkilerinin çözülmesinde belirir. Etkileşim ilişkisi, nihayet egemen ideolojinin yargılandığı ve özneler arasında geçen “çarpıtılmamış bir iletişim ya da ussal bir söylemin üstün fikrini”[27] içeren bir eylemdir. Habermas’a göre, günlük hayatta kader birliği içinde bulunan öznelerin iletişimleri sınıf çatışmasının önüne geçmektedir.

Habermas, bireyler arasında ideolojik yargılarla oluşan bağımlılık ilişkilerinden hareketle, birey ve demokrasi kavramları arkasında sınıf ve iktidar kavramlarını sorgular. Sorgulama, ‘yeni bir özgürlük felsefesi” olarak “Yeni toplumsal hareketler”, art mücadele alanları aracılığıyla yerine getirilmektedir. Marksist ontoloji “yeni toplumsal hareketler” temelindeki ontolojiye feda edilir. Marx insanların eylemlerini gerçekten belirleyen güdülerin tarihsel olayların hiç de son nedenleri olmadıklarını belirler ve bunların gerisinde başka belirleyici güçlerin bulunduğunu belirtir. Habermas’a göre ise sınıf mücadelesi kenarda yürüyen bir karşıtlıklar çatışmasıdır. “Yeni bir çatışma sahası, (…) kitle iletişim araçlarıyla yönetilen bir kamusal alan sisteminde ortaya çıkabilir.”[28] Sınıf mücadelesi yeni kapitalizm tarafından tarafsızlaştırılmaktadır. Bu alanda “yalnızca diyaloğa bağlı bir düşünmenin politik erkini belirleyen ilişkilerden”[29] bahsedebiliriz. Diyaloğa bağlı düşünme tarzında temel, birey olgusudur. Habermas bu nedenle de bireyi temel almaktadır; “bir kurtuluş modeli olarak (…) toplumlar da dilde bastırılan, atlanan ya da çarpıtılan eşitsiz iktidar ilişkilerini ussallaştıran ideolojiler yayarlar.”[30]

Ortak problemi Laclau ve Mouffe bir cümleyle özetliyorlar: “Tabiliğe karşı mücadele tabiyet durumunun kendisinin sonucu olamaz.”[31] Bütün tabiyet ilişkileri (toplumsalizmler de dahil) tahakküm ilişkileri sisteminde yer alır. Öyleyse Marksizmin şemalarıyla iktidar mücadelesine girişmek bir fasit dairede yol almakla eş anlamlı olmalıdır.

Yeni Sol, fasit daireden çıkmak için ampirisist epistemolojiye, ampirisizm ise ideolojik bilgiye yönelir. Ampirisizmin kategorileri bir bütün olarak Yeni Sol’u ideolojik bilgide birleştirir. Siyaset ve ontoloji kültürel alanların varlığı açısından ele alınır. Birliklerini aynı verilerden yola çıkarak tesis ederler. Marksizmin bir sonucu olarak toplumsalizmden, bütün Marksist kategoriler çıkarsanır. Günümüz kapitalizminden toplumsal “bedenin”[32] çıkarsanması, antagonizmanın ortadan kaldırılmasına yol açar.

Laclau ve Mouffe, “yol ayırımında duruyor” dedikleri sol için şunları söylüyorlar: “Geçmişin apaçık doğruları -klasik analiz ve politik muhasebe biçimleri, çatışan güçlerin doğası, solun mücadele ve hedeflerinin anlamı doğruların üzerine kurulduğu zemini parçalayıp geçen bir tarihsel dönüşümler çağının ciddi bir meydan okuyuşuyla karşı karşıya (…) hem toplumsalizmin hem de toplumsalizme götürecek yolların bütün bir kavranış tarzı üzerine gittikçe ağırlaşan bir soru işareti düşmüş durumda.”[33] Laclau ve Mouffe’a göre, Marksizmin toplumsalizmler mücadelesi yöntemleriyle birlikte toplumsalist iktidarların da çöküşü, toplumdaki karşıtlıkların klasik uzlaşmazlık metinlerinde ifade edilenden daha geniş bir alana yayılması gerektiğini gösteriyor. Marksizmde tanımlanan uzlaşmazlık teorisinin nesnel olmadığı iktidarlar pratiğiyle de kanıtlanmıştır.

Antagonizmayla tanımlanan mücadele biçiminin yerini basit ve farklılaşmamış olan bireysel mücadele biçimleri almıştır. Basit, farklılaşmamış mücadele biçimleri somut bir birliğin etkenleri olarak var olurlar. Böylece öznenin ideolojik varlığı, daha doğrusu ideolojik bilgisi tahakküme karşı koymada bütünle kesişir. Dolayısıyla özne, çalışanlar cephesinden sermaye cephesine yönelen tepkide kişisel tabiyet farklılıkları eridiği ölçüde yeni antagonizma içerisinde yer alır. Her bir öznenin boyun eğdiği yer olarak tabiyet ilişkisi bir rıza göstermek biçiminde anlaşılmamak koşuluyla özne üzerinde kurulan bütünsel tahakkümle özdeştir. Bütün tabiyet ilişkilerini açıkça ve belirgin bir tarzla içeren tahakküm, bütün tabiyet ilişkilerinin birliğidir. Görüldüğü gibi, tabiyet ilişkileri mutlaktır. Çünkü “tabiyet ilişkisi içinde özneyi kuran bir toplumsal ilişkinin dönüştürülmesini hedefleyen bir hareket tarzıdır.”[34] Tabiyet ilişkisi insan doğasını önceleyen ya da var eden bireysel hakların fark gözetilmeden yok edilmesiyle kurulur.

Bu nedenle başkaldırının şartlarının oluşturulması hem antagonizmanın nedenlerini hem de antagonizmanın ortadan kaldırılması için gereken verili durumu yaratır. Laclau ve Mouffe kavramlarını şöyle tanımlıyorlar: “Tabiyet ilişkisinden, bir failin bir başkasının kararlarına boyun eğdiği ilişkiyi anlayacağız (…) Bundan farklı olarak antagonizma yerleri haline dönüşmüş tabiyet ilişkilerine baskı ilişkileri diyeceğiz. Son olarak, kendilerinin dışındaki bir toplumsal failin perspektifine ya da yargısına göre gayri meşru kabul edilen ve demek ki belirli bir toplumsal formasyonda edimsel olarak var olan baskı ilişkilerine tekabül edebilen ya da etmeyebilen tabiyet ilişkileri dizisine tahakküm ilişkileri diyeceğiz.”[35]

Yeni Sol’da antagonizma emek-sermaye alanından çıkar; üstyapısal ideolojilere karşı ‘siyasal mücadele‘de, üstyapı kurumlarına karşı değil, üstyapısal ideolojiye karşı mücadeleye dönüşür. Laclau, bu yaklaşımı hakkında şunları söyler: “Açık ki sivil toplum da pek çok baskı ilişkisinin ve sonuç olarak antagonizmaların ve demokratik mücadelelerin yeridir. Az ya da çok sonuçları olan, Althusser’in ‘ideolojik devlet aygıtları’ analizi gibi teoriler, egemenlik alanındaki bu yer değiştirme fenomenlerinin düşünülebileceği bir kavramsal çerçeve yaratmaya çalışmışlardır.”[36] Devletten görece özerk olan ideolojik aygıtların sınıf mücadelesinin sonuçları anlamında ve üretim dışı alanlarda sınırlı ve sınırsız çelişkilere yol açıyor olması temel bir argüman kabul edilir; çelişki ideolojilerin sınırsız alanında bulunur.

Devlet ve devlet aygıtlarına karşı gerçekleştirilebilecek ‘klasik’ mücadele yerine sınırsız çelişkinin ve antagonizmanın ürediği üretim dışı alanlarda üstyapı ideolojilerine karşı yürütülecek mücadele geçirilmelidir. “Antagonizmaların ve mücadelelerin türeyebileceği toplumsal ilişkiler çokluğu buradan kaynaklanır”[37] diyen post-Marksistlere göre “Devletin müdahale ettiği bütün alanlarda, toplumsal ilişkilerin politikleşmesi sayısız yeni antagonizmaya temel oluşturmaktadır.”[38] Toplumsal ilişkilerin politikleştiği yer ideolojinin kendini tek kategori olarak sunduğu yeniden üretim ilişkileridir. Her şey ilk ve son olarak bu alanlarda cereyan eder.

Önemsenecek iki görüş var: Birincisi; ‘Marksizm artık bütün yaşanan sorunları kapsayabilecek bir teori görevi göremez; bunu başarabilecek başka bir teoriye ihtiyaç var’ şeklinde ifadelendirilebilir. İkincisi, ve bizim de paylaştığımız görüş ise, bütün tarihsel yeniliklerin, onlarla bağlantılı sorunların ve teorinin bu alanları izlemede gösterdiği geriliklerin Marksizm tarafından kategorik aşılabilirliği şeklindedir. Bunun tarih bilimi ayağıyla ilgili olarak, “sermayenin tarihsel hareketi” ve “sermayedeki genişlemeler” ya da “sermayedeki bölünme” gibi kavramsal belirlemelerin yol açıcı olabileceği kanısındayız. Demek ki politkanın dar zemini ve kırılma noktası, teorinin zayıflığında bulunmuyor, ama onun dogmatik-statik bir yorumundan ileri geliyor. İlk çıkış noktamız teoriyi yenilemek ve onun ‘değiştirici gücü’nü yeniden gösterebilmektir.

 

 


[1] Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”; K. Marx, F. Engels, Seçme Eserler, C. 3, Sol Yay., s.413.

[2] K. Marx, Grundrisse, Çev.: Sevan Nişanyan, İstanbul 1979, Birikim Yay., s.168.

[3] L. Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s.243.

[4] A. Gorz, Elveda Proletarya, Çev.: Hülya Tufan, İstanbul 1986, Afa Yay., s.9.

[5] Fransa’nın Pasifik’teki atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı sabotaj yapmıştı.

[6] F. Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”, Seçme Eserler, Sol Yay., s.446.

[7] K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Çev:. Sevim Belli, Sol Yay., s.10.

[8] H. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan / İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler, Çev.: Aziz Yardımlı, İstanbul 1997, İdea Yay., s.9.

[9] Marx, “F. Bolte’ye mektup (23 Kasım 1871)”; Karl Marx, Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar-II, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s.55.

[10] K. Marx, Kapital, C-I, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1986, Sol Yay., s.594.

[11] E. Laclau, C. Mouffe, Hegemonya ve Toplumsalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim Yay., s.1. Baskı, İstanbul 1992, s.10.

[12] Althusser’e göre böyle bir sonuç ya kurgusal idealizmdir ya da ampirisist idealizmdir. Çünkü bilgiyle gerçek yer değiştirmiştir: “Gerçeği düşünceye indirgeyerek, ‘gerçeği düşünmenin sonucu gibi tasarlayarak’ düşünce ile gerçeği –Hegel’le birlikte– karıştırırsak, kurgusal idealizme; gerçekle ilgili düşünceyi gerçeğin kendisine indirgeyerek, düşünceyi gerçekle karıştırırsak da ampirisist idealizme. Her iki durumda da, bu ikili indirgeme bir öğenin öbürü içerinde iz düşürülmesi ve gerçekleştirilmesinden ibarettir: gerçek ve onunla ilgili düşünce arasındaki ayrımın, ya düşüncenin kendisi içindeki bir ayrım olarak (kurgusal idealizm), ya da gerçeğin kendisi içindeki bir ayrım olarak (ampirisist idealizm) düşünülmesi.” (L. Althusser, a.g.e., s.123).

[13] H. Marcuse, a.g.e., s.10.

[14] H. Marcuse, Karşıdevrim ve İsyan, Çev.: Gürol Koca, Volkan Ersoy, İstanbul 1998, Ayrıntı Yay.,s.21.

[15] Marx’tan Paris’teki P. V. Annenkov’a; Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: 3, Sol Yayınları.

[16] E. Laclau, C. Mouffe, a.g.e., s.72.

[17] A. Gorz, Kapitalizm, Toplumsalizm, Ekoloji, Çev.: Hülya Tufan, İstanbul 1988, Ayrıntı Yay., s.125.

[18] K. Marx , Alman İdeolojisi, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., s.92

[19] J. Habermas, ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim, Çev.: Mustafa Tüzel, Kabalcı Yay., İstanbul 1993, s.52.

[20] A.g.e., s.56.

[21] A.g.e., s.53.

[22] A.g.e., s.54.

[23] V. I. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev.: Süleyman Arslan, Ankara 1989, Bilim ve Toplumsalizm Yay., s.33.

[24] Marx, “Weydemeyer’e mektup (5 Mart 1852)”; Karl Marx, Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar-I, a.g.e., s.75.

[25] J. Habermas, ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim, a.g.e., s.39.

[26] D. McLellan, İdeoloji, Çev.: Ercüment Özkaya, Ankara 1999, Doruk Yay., s.108.

[27] A.g.e., s.109.

[28] J. Habermas, a.g.e., s.61.

[29] A.g.e., s.74.

[30] D. McLellan, a.g.e., s.106-107.

[31] E. Laclau, C. Mouffe, a.g.e., s.187.

[32] L. Althusser, a.g.e., s.97.

[33] E. Laclau, C. Mouffe, a.g.e., s.7.

[34] A.g.e., s.188.

[35] A.g.e., s.189.

[36] A.g.e., s.220.

[37] A.g.e., s.198.

[38] A.g.e., s.199.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar