Ana SayfaArşivSayı 24-25Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde

Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde

Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde

İki ricat bir huruç

 

Metin Kayaoğlu

Engels, Marx’ın öldüğü gün Eduard Bernstein’a ve ertesi gün F. Adolf Sorge’ye yazdığı mektuplarda, Marx’ın yokluğunun etkilerini şöyle öngörüyor: “Onun geniş ufukları, onunla birlikte, gelecek uzun yıllar için sahneden çekilip gidecek. Geride kalan bizler, henüz o yetenekte değiliz. Hareket, kendi yolunda yürüyecek, ama onun şimdiye dek kendisini nice yıpratıcı hatalı yollardan kurtarmış olan sakin, zamanında yapılmış, enikonu düşünülmüş müdahalelerini özleyecek.”[1] “Proletarya hareketi sürüyor ama, kritik anlarda Fransızların, Rusların, Amerikalı ve Almanların, ancak durumun dahiyane ve çok yönlü bilgisine sahip olan birinin vereceği berrak ve tartışma götürmez öğüdü edinmek için kendiliklerinden yüzlerini döndükleri merkezi nokta artık yok. Yarı aydınların, küçük yeteneklerin -hilekarların değilse- elleri serbest kaldı.”[2]

Taslak‘ın “Giriş”inde, Engels’in kaygısı, 1990’lı onyılın başlarının özgülünde paylaşılmıyor ve “serbesti bize kaygıdan çok umut veriyor. Çünkü, artık olmayan merkezi noktalar çoktandır yeterli ve iyi öğütler vermekten uzaklardı” deniyordu.[3] Oysa şimdi herhalde yine kaygı duymanın zamanıdır, çünkü ‘serbest’ kalındığı halde Marksizm bakımından sorunlar bitmedi, artarak sürüyor.

Günümüzde, Marksizm adına ya da “yeni” bir Marksizm adına, veyahut post-Marksizm adına öne sürülen, fakat dramatik bir şekilde etkisiz, birçok görüş var. Tam bir kaotik “çokluk” ortamının ortasında, kudret ve gücünü öne çıkarmış bir odağın beliremediği bir atmosferde, “ne bir yönelim, ne bir sınıflandırma şeması, ne bir yol gösterici ilke, ne de bir çıkış noktası öneriliyor”.[4]

Genel hareket ve düşünme tarzımız, kuşatma altındaki Bizans’ta meleklerin cinsiyetine dair tartışma gibi algılanabilir. Sanki somut gerçekle değil, onun düşünsel yansımalarıyla, hatta yansımaların bizim taraftaki örnekleriyle uğraşıyoruz. Evet, bu şüpheyi doğuracak yönlerimiz var. Ancak savaşların genellikle karşı karşıya gelen güçlerin kapışması tarafından tayin edildiği bir yanılgıdır; savaşlarda, saf-içi mücadele sonucu tayinde ‘öncel’ bir öneme sahiptir. Konsolidasyon düzeyi yüksek bir tarafın yenilgisi de savaşı da farklı olur. Kuşatılmış Bizans’ta ve kuşatan Osmanlı’da iç mücadelenin ne kadar önemli olduğunu ve en azından, kat be kat güçlü Osmanlı’nın iç çelişkilerinin, kuşatmanın tarzı, seyri ve akıbeti hakkındaki fikirlerin ne ölçüde tayin edici olduğunu tarih okumaları gösterir. Marksizmin de teorik-pratik bir yapı olarak hasımlarıyla mücadelesinin, karşıda üniformasıyla duranlar yanında, Lenin’in birçok kez söylediği gibi, bir iç mücadele olarak belirdiğini biliriz. Marksizm, çoğu kez, ‘düşman’ saldırıları altında bunalırken, tam da aynı nedenle kendi içinde mücadeleler yaşamıştır.

1. Dar- ve post-Marksizm

Marksizmin, günümüzde, on yıl öncesine göre daha da ağırlaşarak süren krizi karşısında, teorik olarak iki başlıca tepki gelişmiş bulunuyor. Bir tepki, Marksizmin artık geçerliğini yitirdiğini ve onun ötesine geçilmesini öneriyor. Bu, genel olarak ‘post-Marksizm’ olarak adlandırılıyor. Diğer tepki, Marksizmi savununuyor. Ancak, bu eğilimin savunduğunun, Marksizmin günümüzdeki ihtiyaçlarına yanıt olmaktan uzak bir Marksizm olduğu ileri sürülecek ve bu tepkide dile gelen Marksizm anlayışı ‘dar-Marksizm’ olarak adlandırılacaktır.

Gerçekte, günümüzde bütün Marksist akım ve örgütlerin varlığında temsil olunan Marksizm’ler’ darlıkla malul. Dünya yüzünde hiçbir akım, Marksizmi bilim-felsefe-politika bütünlüğüyle temsil etmeye yakın değil. Ancak burada belirtik ve özel bir terim olarak kullanılan ‘dar-‘ ile, Batı’da varlığını sürdüren ve son birkaç onyılın giderek belirginleşen krizli ortamında Marksizmin sorunlarına belli bir tarz tepki gösteren ve belirgin olarak teorik bir akım olduğu söylenebilecek, ama sınırlarını çizmenin her zaman kolay olmadığı genel ve yer yer heterojen bir eğilim kast ediliyor. Dar-Marksizmi, esasen Laclau-Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji‘de[5] ortaya koydukları ‘post-Marksizm’e karşı hala ilk yerini koruyan bir eser, Ellen Meiksins Wood’un Sınıftan Kaçış‘ı[6] temsil ediyor. Bu kitap, Marksizme ilişkin inancı ve onu ağır zamanlarda savunmaya ayrılmış her türlü saygıyı hak eden bir enerjinin varlığı dışında, esasen yetersiz ve görüşleri karşısında muhataplarının (post-Marksistlerin) önemli birtakım uğraklarda haklı olduğu bir nitelik arzediyor. Sınıftan Kaçış, yayınlanması (1985) üzerinden geçen on beş yılı aşkın süreden sonra bile hala dar-Marksistler yanında, genel ideolojik ve politik saldırılardan bunalarak canhıraş bir şekilde dayanaklar arayan çok sayıda sosyalist ya da Marksist akım nezdinde önemli işlevler görmeyi sürdürüyor.

Dar-Marksizm, Marksizmin hem tarihsel hem teorik bir eğiliminin günümüzdeki mirasçısıdır. Dar-Marksizmin, hem tarihen hem güncel olarak, politik bir yönü de bulunuyor; fakat dar-Marksizm, teoride genel olarak Marksist iken, politikada Marksist değil ve bu yüzden, ondan söz ederken, genellikle onun Marksist olmayan politik niteliğini saymıyor, dar-Marksizmi sadece bir teorik ya da ideolojik akım olarak ele alıyoruz. Gerçekte, bir kopmadan söz etmek de gerekmeyebilir; dar-Marksizmin genel olarak Marksizmin Marx-Engels şahsında bile varolan ancak sonraki dönemde giderek belirginleşen bir başlıca eğilimi olduğunu saptamak bizim bakış açımız bakımından önemlidir. Zira, Teori ve Politika‘nın ve öngelen çalışmaların başta gelen uğraşlarından birini, bu akım oluşturmaktadır. Bu belirlemeyle, dar-Marksizmin gerçekte o kadar da ‘dar’ olmadığını ortaya koymak mümkün olabiliyor. Dar-Marksizm diye andığımız eğilimin atasının, idealist bir felsefi yönelimi, devrimci olmaktan uzak ve çekilmeci bir politik karakteri, felsefi ya da politik anlaşılmış bir ‘tarih bilimi’ni temsil etmek bakımlarından ayırt edilebilir olduğunu böylece güvenle söyleyebiliriz.

Dar-Marksizm, genel olarak Marksizmin değişebilir yönlerini değiştirmemekte, değişemez yönlerini değiştirmekte beliren bir ana çizginin sahibi oluyor. Dar-Marksistler, karakteristik olarak, yanlış yerde doğru ilkeyi, doğru ilkede yanlış yeri savunuyor. Bilim alanında Marksizmin politik önermelerini, politik alanda bilimsel önermelerini savunuyorlar. Mesela, sosyalizm için mücadeleyi gerekçelendirmek için bilim alanına müdahele ediyor ve üretim ilişkilerini üretim güçleri karşısında belirleyici kılıyorlar. Teori ve Politika‘da temsil olunduğu söylenebilecek Marksizm eğilimi, dar-Marksistler karşısında bazı alanlarda ‘aşırı-‘, başka bazı alanlarda ‘post-Marksist’ bir konumda yer alacaktır. Ama bu ‘diyalektiği’ dar-Marksizmin sergilemediğini söylemek haksızlık olur. Teori ve Politika‘da temsil olunduğu söylenebilecek Marksizmin post-Marksist konumda yer aldığı momentlerde dar-Marksistler genellikle ultra-dar olurken, bizim aşırı-Marksist konumda olduğumuz momentlerde dar-Marksistlerin post-Marksistler arasından ayırt edilemediği görülmektedir. Dar-Marksizmin Marksist olmak bakımından en kayda değer vasfı, ideolojik duruşunun sağlamlığıdır. Bunun dışında, politik, felsefi ve bilimsel olarak, yani Marksizmin temel bileşenleri bakımından dar-Marksizm, Marksizmin hiç de iyi ya da başarılı bir temsilcisi değildir. Dar-Marksizmin, dünyasal bir eğilim olarak önemsemek gereken özelliği, günümüz dünyasında Marksizmi teorik olarak tanınabilir/ tanınmış ve kabul görmüş bir tarzda ve entellektüel alanda temsil etmesidir. Marksizmin uluslararası teorik dünyada temsili dar-Marksizm tarafından ifa edilmektedir ve onunla yarışacak başka bir eğilim söz konusu değildir. Dar-Marksizmin bu özelliği, onun ideolojik direşkenliğinden daha önemli ve aynı zamanda tehlikelidir. Çünkü, Marksizmin krizde olduğu önermesi doğruysa, krizin dar-Marksizmin tarzıyla aşılamayacağı ortada olsa gerektir. Krizi görmeyen, gördüğünü ısrarla reddeden bir eğilimin onunla baş etme konusunda uygun bir konum alması beklenemezdi zaten. Ancak, ne olursa olsun, dar-Marksizmin kendisi de krizin içinde yaşamaktadır. Bu gerçek, dar-Marksizmin, alttan alta ve ilan etmeden eldekileri değiştirmeye girişmesine neden oluyor. Gerçeğin içinde oluş, onunla uygun olmayan bir iç-ilişki kurmayanları daha kontrolsüz yakalar. Marksizmin, temel önemde çeşitli kavram ve kategorilerinin, tarihsel meşrebin de vazettiği bir şekilde, yavaş yavaş elden çıkarılmasının nedeni, krizle bu ilişkilenme tarzıdır. Dar-Marksizmin, aslında o kadar da ‘dar’ olmadığına ilişkin argüman varlığını bu ifadelerde bulur.

Dar-Marksizm, genel olarak teorik nitelikleriyle temayüz etmiş kesimlerin Marksizmin karşılaştığı sorunlara verdiği bir refleksi, dolayısıyla ilginç bir şekilde, akademistik teorinin bütün sığlık sorunlarını da yansıtan bir şekilde temsil ediyor. Dar-Marksistlerin ‘eski’ dönemle ilgili bağlantıları ilginç semptomlar içeriyor, ancak bunun öne çıkarılması, belki bugünün dar-Marksizminin tam da bugüne özgü ‘darlıkları’nı ifade etmeyi çarpıtabilir ve ‘eski’ dönemin ayrımları baskın hale gelebilir. Marksizmin tarihsel idealist anlaşılışı, Marksizm içinde öteden beri güçlü bir eğilimdir; bugün bu eğilim, Marksizme egemen konumda bulunuyor.

Marksizmi, üç temel bileşeni olan bir bütünsel yapı olarak kabul etmeye yanaşmamak konusunda, dar-Marksistlerle post-Marksistlerin pek çoğu hemfikir. Onlar için Marksizm, ya kapitalizme özgü bir bilimdir ve kapitalizm sürdükçe kapitalizm tarafından ‘salgılanacaktır’; ya da genellikle post-Marksistler için Marksizm, kapitalizmin bir dönemine özgü bir bilimdir, ve o dönem geride kaldığı için Marksizmin “sonrası”na geçilmelidir. Bu yaklaşımların aynı temel teorik argümanlardan hareket ettiğini göstermek çok zor olmamalı. Ancak, günümüzde birçok tartışmanın bu çerçevede sürdüğünü görmek, Marksizmin savunusu açısından ibret verici oluyor. Marksizmi kapitalizmin bilimi ya da işçi sınıfının ideolojisi olarak tanımlamak, birbiriyle aynı temeli paylaşan bir temel teorik yönelimdir. Marksizm, ne sadece bir bilim ve sadece kapitalizme özgü bir bilimdir; ne de işçi sınıfının yegane ideolojisidir. Bir ideolojinin, başka bir ideolojiye önsel bir üstünlüğü olamaz; bir ideolojik algı konusu olarak Marksizmin de, bir ideoloji olarak işçi sınıfı içindeki başka ideolojilerle yarışmada ideoloji olmak bakımından bir peşin üstünlüğü yoktur.

Genel adlandırmaya uyarsak, “modernizm”le “post-modernizm” arasında kurulan ikilikte Marksizmin kendine seçeceği bir taraf yoktur. Marksistlerin, post-modernizme karşı kendilerini modernizmin -ultra-sol da olsa- bir versiyonu olarak kurmaları için herhangi bir neden olamaz. Dar-Marksizm olarak ifade edilen Marksist eğilim, genel olarak bu anlamda konumlanmış bulunuyor. Dar-Marksizm, açıkça, deyim yerindeyse, Marksizmin modernizme özgü şekillenmelerini ona özgü, onun özüne ilişkin bir model mertebesine çıkararak post-modernist dönemde yaşatmaya çalışmanın adı oluyor; burada bir anakronizm söz konusudur. Ancak dar-Marksizm, esas olarak, modernizme özgü tarihsel Marksizmin daha çok Batı Marksizmi olarak adlandırılan eğiliminin ortodoks kanadını anlatıyor ve bu bakımdan bir gerçek karşılığından bahsetmek ve hakkını teslim etmek gerekiyor. Dar-Marksizm, modernleşme ile birlikte, beklenebileceği üzere, Marksizmin Avrupa-merkezci ve aydınlanmacı bir eğilimidir de…

Post-Marksistler ile dar-Marksistlerin her ikisi de Marksizmi bir modernleşme ideolojisi olarak algılamakta ve determinizmi -ya Marksizmden ya da Marksizmle birlikte- kovmak bakımından ortak. Dar-Marksistlerin “determinist olmayan bir Marksizm” anlayışındansa, post-Marksistlerin “determinist bir Marksizm” anlayışı yeğdir. Bu bağlam, determinizmin Marksizmdeki anlaşılış ve ortaya konuluşunda modernizmin bütün etki ve bulaşıklığına rağmen, belirleyici bir nitelik arzeder.[7] Dar-Marksizm, modernizme özgü tarzına rağmen, yine modernizmle kopmaz bağlar içinde olduğu ileri sürülen determinizmin elden çıkarılmasında gayet geniş meşreplidir. Tarihsel zorunluluk argümanının bittiğinin post-Marksistler tarafından savunulduğu biliniyor, fakat dar-Marksistler de, insan-özneye biçtikleri yer gereği, bu konuda en az onlar kadar militan bir pratik sergiliyor. Monthly Review editörleri, bunu adeta bir övgü vesilesi yapıyor.[8] Fakat dar-Marksizm, bilim ile politikanın bir uygulama ilişkisiyle bağlanması konusundaki görüşlerini sürdürmekte, bu konudaki modernizmde, ısrarlıdır.

Post-Marksistler esasen, tarihsel materyalizmin kavram ve kategorilerinin artık geçersiz olduğunu ileri sürer. Onlara göre, (alt)yapı-üstyapı ayrımı, toplumsal gerçeği üretim tarzları temelinden anlamak, üretici güçlerin önceliği, sınıf mücadelesi, kapitalizmin yerini zorunlu olarak -bir politik geçiş dönemiyle- sınıfsız topluma bırakacağı, devletlerin niteliği gibi görüşler artık geçerli değildir. Buna karşılık dar-Marksistler de, tarihsel materyalizmin en azından yukarıda sayılmış kavram, kategori ve vargılarını öteden beri revize etmişti. Tarih bilimini felsefe-politika karışımı bir teoriye çevirmeyi, II. Enternasyonal’in mekanik ve ekonomist tarih ve toplum anlayışını reddetmek adına mazur göstermeye çalışan dar-Marksizm, lafzi düzeyde ortodoks bir tutumu, ortodoks olmayan bir pratikle birlikte götürür.[9]

“Eski” politik alanın daraltılması ya da öznenin politik alan dışına çıkarılarak toplumun tüm düzeylerine, hatta üretim alanına kadar yayılması, dar-Marksistlerle post-Marksistlerin ‘anlayış düzeyinde’ ortak olduğu hususlardan birini teşkil ediyor. Bu, özel bir vurgu gerektirirse, Marksizmin Leninizm tarafından ediniminin kategorik reddi anlamına geliyor. Dar- ve post-Marksizmin bu oydaşması hangi temel kabuller üzerinde yükseliyor? Sistematik olmasa da her biri temel nitelikte olan birkaç husus şöyle sıralanabilir: Altyapı-üstyapı, üretim – yeniden üretim, üretim güçleri – üretim ilişkileri, maddi emek – manevi emek ikilileri birbirine ikincilerin galebe çalmasında yaklaşır.[10]

Gelişmenin hem dar-, hem de post-Marksistler nezdinde felsefi, bilimsel ve politik karşılığına, Negri ve Hardt’ın özdeyiş niteliğindeki şu sözlerinden çıkılarak ulaşılabilir: “Maddi emek, maddi-olmayan emekle karışır ve maddi-olmayan emek halini almaya başlar.”[11] Post- ve dar-Marksizm, günümüzün ‘manevi’ ağırlığına teslim olmakta ortak. Hangi ‘devrimci’ gerekçeyle yapılırsa yapılsın, ‘maneviyatçılar’ materyalizme felsefi antipatilerinin sonuçlarını nihayet rahatça devşirme imkanına kavuşmuş oldular. Ancak maneviyatçılığın bir de politik yanı var. Böylece politik açıdan ne olmuş oluyor? İşte post-Marksist yanıt: “Mücadele tamamen açıktır. Sermaye ve emek uzlaşmaz biçimde doğrudan karşı karşıya gelmiştir. Bu, komünizmin her tür politik teorisinin temel koşuludur.”[12] Wood’a göre de, çağdaş kapitalizmde devlet artık aradan çekilmiştir: “Kapitalizme karşı savaşmak, otokratik bir iktidara karşı savaşmaya benzemiyor. Sermaye iktidarı çok daha yaygın. Devrimlerin ileri kapitalist toplumlarda değil de, kapitalizmin, daha eski sömürü biçimleriyle yan yana yaşadığı ve devletin, hala sınıfsal baskının oldukça görünür bir aracı olduğu toplumlarda yaşanması, tesadüf değil. Kapitalizm, devleti dolaysız sınıf sömürüsünden öyle ayırdı ki, kapitalist iktidarın yoğunlaştığı bir nokta bulmak zorlaştı.”[13] Böylece politik süreçler iktisadi olana doğru yayılarak “politik düzeyin özgüllüğü” iddialarına alan kalmamış ve bu iki süreç yaklaşarak iktisadi olanın bilinçli özne tarafından belirlenimi imkanlı hale gelmiştir. Dar-Marksistler ve post-Marksistler açısından söz konusu iki sürecin birbirine yaklaşması, emek ile sermaye arasındaki politik perdenin şeffaflaşmasına ve politikanın ayrı bir düzey olarak varlığının -henüz yok olmasa bile- zayıflamasına yol açmıştır.

Proletaryanın çağdaş bileşimi konusunda da genel olarak post-Marksistlerle dar-Marksistlerin uzlaştığı görülüyor. Her ikisi de oldukça yaygın bir proletarya tanımı yapıyor. Negri ve Hardt’a göre, “Sermayenin yönetimi altında bağımlı konumda olan, sömürülen ve üretim yapan herkes” işçidir ve “Proletarya, her zamankinden daha genel toplumsal emek figürüdür.”[14] Monthly Review‘a göre ise, emek bugün daha da fazla bir “toplumsal etmen”dir.[15]

Post-Marksizm etkileşim bakımından dar-Marksizme göre özgül bir yer işgal ediyor. Teoriyle -kategorik olarak problematik de olsa- canlı bir ilişki kurabilmesiyle; tarihsel gelişmelerin nesne edinilmesi konusunda -genel olarak ‘günoğlu’ bir yönelim içinde olsa da- atak bir tutum sergilemesi ve verimliliğiyle; politik konjonktürle -etkisizleşecek bir dağınıklığa cevaz verir bir tarzda olsa da- onun içinden olmaya gayret ettiği bir pratik-politik ilişki kurmaya yönelik varoluşuyla post-Marksizm, gerçek gerçeğin Marksizme özgü edinilmesinde bir dolayım işlevi görüyor. Bu, her şeyden önce tarihsel bir işlev, çünkü post-Marksistler uzağımızdan konuşmuyorlar ve tanışık bir dünyanın figürleri olarak beliriyorlar. Bir mecazla anlatmak gerekirse, post-Marksizmle dar-Marksizm bize eşit uzaklıkta, ama Marksizmin bir ideo-politik-kültürel varoluş olması bakımından, biz dar-Marksistlerle aynı sınırlar içindeyken; Marksizmin bir teorik-politik bütünsel yapı olması bakımından, yani ideoloji-aşırı bir perspektiften, dar-Marksistler, bizlerin post-Marksizmle paylaştığımız kosmosda yoklar. Bir başka bakımdan, kategorik ifadelendirmesi zor birçok etmen bağlamında, politik sektörde post-Marksizm, dar-Marksizmin pratik-politiğe kapalı doktriner dünyası göz önüne alınırsa, bizim temsil ettiğimiz Marksizmle çatışan ya da örtüşen unsurlar olarak ama aynı platformu paylaşıyor. Tüm bu yönler, post-Marksizmle zorlu ve hakiki bir mücadeleye girişmeyi zorunlu kılıyor. Post-Marksizm ideolojik reddi dikkate almayacak kadar yüksek bir duruşa sahip ve özgüvenli. Kendi evimizin düzene sokulmasınde dışta etkiliğin -ve bu etkilik dolayısıyla içte etkililiğin, yani ‘referansla etki’nin- ne kadar tayin edici olduğunu biliyor olmamıza rağmen, bu kez Marksizmin dışa yönelik etkisinin erimesi ve uçuculaşması ihtimaliyle karşı karşıya kalınıyor. Marksizm, dışarıdan esas olarak dar-Marksizm nezdinde biliniyor. Dar-Marksizm belirlenimli bir Marksizmin, tarihsel teorik ve politik varlığın rantıyla bile olsa -Marksizm kendi dışındaki dünyada kolayca yabana atılacak bir ağırlık değildir- anlamlı bir süre boyunca ‘işi götürebilir’, ama bu arada, eğer dünya ölçeğinde müdahaleler olmazsa -‘bir’ odaktan müdahale imkanı, içinde bulunduğumuz merkezkaç döneminde gündemde bulunmuyor- tarihsel olarak dar-Marksizm tarafından temsil edilen Marksizm, görkemli kabuğunda kuruyacak, dar-Marksizm bir yandan kabuğu kırarak dışarıya dal vermeye uğraşırken kolunu kaptıracaktır. Oysa Marksizm, yarattığı teorik ve politik, ama asıl olarak teorik-politik militanların eyleyişiyle her arazide at koşturabilmeli, her deryada kulaç atabilmelidir. Teorik-politik militanların yolunu kaybetme ihtimalleri her zaman vardır, ancak “Nirvana’ya ulaşma”nın sonsuz yolu açık araziden, bilinmeyen denizlerden geçer. Arkadan gelen teorik-politik militanlar, yolunu kaybedenin izini sürmezler.

“Gerçekçiler” ve “avunanlar”

Batı Marksizminin referans kabul edilen bazı kesimleri Marksist olma iddialarından vazgeçmiş bulunuyor. Batı Marksizminde çok önemli bir yeri bulunan New Left Review dergisi, ‘tarihsel Marksizm’le ilişkilerini artık çok kayıtlı bir tarzda ortaya koyuyor. Fransa’da E. Balibar, dünyayı değiştirme nosyonundan vazgeçmeyi öğütlüyor. Bu süreç, Laclau ve Mouffe’un çalışmaları ve kendilerini açıkça adlandırmalarıyla başlamıştı: Post-Marksizm. Sürecin son aşamasını Negri ve Hardt’ın İmparatorluk başlıklı kitabında görüyoruz. Post-Marksizm, seyriseferini sürdürüyor.

Editörü Perry Anderson tarafından kaleme alınan bir yeni dönem bildirgesi niteliğindeki yazıyla, dünya solunun en önemli iki teorik dergisinden biri kabul edilen New Left Review yeni pozisyonunu ortaya koyuyor. Anderson’ın durum saptaması şöyle: “Geçtiğimiz onyılın temel özelliği, neo-liberalizmin egemenliğini itirazsız bir biçimde pekiştirmesi ve evrensel düzeyde yayılmasıdır.[16] “Reformasyondan beri ilk kez, Batı’nın düşünce dünyasında kayda değer sayılabilecek, sistematik rakip görünümünde bir muhalefet hareketi yoktur. (…) Değil Batı’da, dünyanın herhangi bir yerinde muhalefete rastlamak artık çok güç. (…) Neo-liberalizm, tüm yerkürede bölünmez bir şekilde hüküm sürüyor; hem de dünya tarihindeki en başarılı ideoloji olarak.”[17]

Anderson’a göre Sol’un durumu nedir? “Sosyalizm yaygın bir ideal olmaktan çıktı. Marksizm artık Sol’un kültüründeki egemen akım değil. Hatta sendikacılık bile büyük ölçüde çözüldü.”[18] “Ender istisnalar olmakla birlikte, işçi sınıfı yirmi yıldan uzun bir süredir en ufak bir kıpırdanış sergilememiştir ve işçi sınıfının bu durumu ekonomik ya da ideolojik değişimlerin basit bir sonucu değildir.”[19]

Anderson’a göre dar-Marksizm “bir tür avunma olarak tanımlanabilir. Bu durumda ilkesiz bir uyum sağlama söz konusu değildir; önceki idealler terk edilmemiştir, hatta sadakatle yeniden savunulmaları mümkündür.”[20]

“Avunanlar” ne diyor? İşçi sınıfına yeni stratejiler belirlemek için elverişli bir zaman! Anderson’ın yazısına karşı bir not kaleme alan ve dünya solunun en önemli diğer dergisi Monthly Review‘un editörleri kendilerince anlaşılmış bir Marksizmi savunuyor.[21] Monthly Review‘a göre, birçok ülkede yaşamsal emek hareketleri vardır, ayrıca umut vaat eden bazıları da sıradadır. Monthly Review editörleri dikkatle kaydediyor: Yapılan anketlere göre, işçi sınıfında sınıfsal bilinç artmakta ve birçok ülkede genel grevler olmaktadır.

Monthly Review editörleri başka ne diyor? Anderson’a karşı Marksizmin klasik genel önermelerini bile savunamıyorlar. Sosyalizmin kaçınılmazlığı tezinin, politik bir vaat olmadığını anlatamıyorlar. Marx’ın üretici güçlerin önceliğine ilişkin tezine karşı yegane donanımları, bu tezin kapitalizme teslimiyeti vazettiği, politik mücadeleyi öngörmediği şeklinde. Monthly Review editörleri, kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapıyorlar. Ama tüm duruşun ardındaki teorik temel, ağır bir idealizm. Onlara göre her şey bizim mücadelemize bağlıdır. Bu, politik bir bildiri olsaydı söylenecek hiçbir şey olamazdı; fakat herhangi bir politik hareketle bağı olmayan bir derginin, maneviyatına zarar vereceği militanları olmayan bir teorisyenler grubunun bu tür -Anderson’ın deyişiyle- “avuntu”lara ihtiyaç duymalarının, diğer şeyler yanında teorik bir açıklaması da vardır. Onların anladığı Marksizm, idealist bir felsefeye, proletaryaya ait bir bilimsel teoriye ve pratik-devrimci oluşu gözetmeyen bir politik tutum açıklamaya dayanan bir ‘bütün’den müteşekkildir.

Monthly Review editörleri, 1848 devrimleri ve Paris Komünü konjonktürü ile devrimci kitle hareketlerinin görülmediği dönemleri ayırma ve örneğin Komünist Manifesto ile Kapital‘i ayrımlaştırma tahammülü bile gösteremeyecek denli savunmacı bir geri noktadan hareket ediyorlar.

Anderson’a göre, “Bugün gerçekçi bir sol için tek başlangıç noktası, tarihsel yenilgiyi açıkça kaydedip kabullenmektir.”[22] “Moral etkisi ne olursa olsun, dünyanın doğru ve tam bir tarifi” zorunludur.[23]

Pratik-politik Marksist akımlar

Pratik-politik Marksistler, bilinçleriyle dar-Marksizmin nüfuzundayken, eylemli varlıklarıyla post-Marksizmin de bulunduğu alandadır. Pratik-politik Marksistler, ideolojik yönelimleri itibarıyla bugün genel olarak dar-Marksizm ‘safında’ yer alıyor. Bunun geçmişte de böyle olduğu söylenebilir, fakat ‘okullu Marksizmler’ döneminin tarihin derinliklerine gömülmesi sürdükçe, pratik-politik Marksist akımlar teorik açıklama gereksinimlerini hemen kolayca ve hazır olarak buldukları dar-Marksizm torbasından gideriyorlar. Pratik-politik Marksistler ve devrimciler, tam da tanımlarına uygun olarak, her günkü gerçeğin içinde devrimci bir duruş sergileyebildikleri için, aynı gerçeği ‘gören’ post-Marksistleri birçok hususta ‘haklı’ çıkarıyorlar.

Buradaki sorun, Marx’ın bir yerde yazdığı gibi, eski, modası geçmiş yaklaşımların, ulaşılan yeni biçimlerin içinde kendilerini yeniden ortaya koymaları ve sürdürmeleri[24] mi, yoksa, yeni yaklaşım ve varoluş tarzlarının eski ve modası geçmiş biçimlerle ortaya konmaya ve sürdürülmeye çalışılması mı olduğudur. Pratik-politik Marksist hareketleri ne şekilde değerlendirmek gerekiyor? Bu, burada yanıtı verilemeyen bir sorudur. Ancak, bütün belirsizliğe rağmen, pratik-politik Marksist akımların esasen ‘eski’ döneme özgü öznelik niteliklerini -eğer gerçekten varsa- ‘yeni’ döneme taşımalarının çok zor olduğu öngörülebilir. Bütün varlıklarını ve mücadelelerini geçmişteki koşullarda biçimlendirmiş olan pratik-politik Marksist akımların, konjonktürün dünyasına açıklıklarına rağmen, kendilerini yeni koşullara aynı özne nitelikleriyle taşımaları zordur.

Dünya yüzünde epeyce zayıf olarak seyreden pratik-politik Marksizm, bilişine bakmadan söylenebilir, ‘post-‘ların bulunduğu alandadır. Pratik-politik Marksizm, tam da konjonktürde bir Marksist politik eyleyiş gerçekleştirdiğinden, gerçeği olduğu gibi, hiçbir ideolojik giydirmeye girişmeden ‘yaşama’ durumundadır ve böylece, pratik-politik Marksizm, bu bakımdan dar-Marksizme göre oldukça ‘ileride’dir. Daha doğrusu, pratik-politik Marksizm, ‘post-‘ların işaret ettiği bir alanın politik karşılığını varlığıyla somutluyor. Pratik-politik Marksizm, ‘an’ın gereklerine özel duyarlığı sayesinde ve nedeniyle, modernist söylemi aşma eğilimleri konusunda en ileri noktada.

2. Yeni bir dönemde Marksizm

Yeni bir bütünsellik

Marksizmin sorunlar içinde, hatta bunun bir kriz adlandırmasını hak edecek boyutta olduğu tartışmaları sonucu, ‘Marksizmle ilgili kesimler’de ortaya çıkmış görüşleri birkaç başlık altında belirlemek mümkün görünüyor. İlk görüş, verili Marksizmi, şu ya da bu palyatif önlemlere ve revizyonlara tabi tutmak ve onu bir kaleyi savunur gibi savunmaya koyulmak olarak belirlenebilir. Sorunun örgütlenme ve önderliğe ilişkin olduğu görüşü de bu bağlamda değerlendirilebilir. İkinci görüş, büyük anlatıların devrinin artık kapandığı düşüncesiyle, Marksizmi diğer anlatılarla bir hiyerarşik düzenlemeye tabi tutmadan, geçerli olduğu kısmi alana koymak olarak ortaya çıkıyor. Üçüncü bir görüşü, omurgasını ya da çatısını Marksizmin ya da bir başka yapının oluşturduğu ve önceki dönemde anlaşılandan farklı ve kapsayıcı yeni bir bütünlük tanımlamak oluşturuyor. Sosyo-politik pratiğin çözümü, yukarıda anılan tepkilerin birçoğunu kesen bir başka görüş olarak saptanabilir.

İlk görüş, geniş anlamda dar-Marksizm başlığı altında çalışma boyunca işleniyor. Pratiğin çözümü şeklinde belirlenebilecek olan görüş, bu çalışmanın da paylaştığı, ama ayrıştırılması ve soyutlanması gereken bir niteliğe sahip oluşuyla kayıt altına alınmalıdır. İkinci görüş, bazı örneklerde ilk görüşle ilan edilmemiş ama fiili bir uzlaşma gerçekleştiriyor, bazı örneklerde ise üçüncü görüşle uzlaşıyor. Eleştirel bir görüş açısından, mesela dar-Marksist açıdan, ikinci ile üçüncü görüşün gerçekte aynı anlamda olumsuz olduğu iddia edilebilir. Bekleneceği üzere, post-Marksistler, ikinci ile üçüncü görüş alanında dağılmış bulunuyor. Negri’ye göre tek bir paradigma zaten istenmemeli. “Çokluk”un tek bir bütünsel ilkeye sığdırılamaz yapısı, günümüzde mücadelenin avantajıdır. Burada, daha çok üçüncü görüş ile pratiğin çözümü görüşü üzerinde durmak tercih edilmektedir. Ya da asıl olarak, istenilen anlamda kurulmuş bir üçüncü görüşün, pratiğin çözümünü de içereceği ileri sürülecektir.

Marksizm, bugün, gelişmeleri izleyecek ve üzerinde oydaşma sağlanmış bir teorik çerçeveye sahip değil. Dünyada dikkate değer bir politik Marksist odak olsaydı, onun kabul ettiği Marksizm anlayışı, dünyanın diğer bölgelerindeki Marksistler için temel bir referans olurdu. Tarihsel Marksizmin, konvansiyonalist bir temeli olduğu böylece ifade edilmiş oluyor. Ekim devriminin zaferi üzerinde yükselen Lenin dönemi Kominterni, bu bakımdan bir ‘altın çağ’ niteliği arzediyordu.

Bugün, dünyanın her bir yerindeki Marksist öznelerin kendilerini kaygısızca yoğunlaştıracakları bir toplumsal-sınıfsal, politik -hatta teorik- hareket dinamiği de yok. Gelişen her yeni olay, Marksistlerin Marksizm üzerine dikkatini dağıtıcı etki yapıyor. Halbuki soyut olarak düşünüldüğünde bugünkü ihtiyaç, bütün her şeyi bir yana itip, tek bir şeye odaklanabilme özgürlüğüdür. Ancak bu sadece soyut bir ihtiyaçtır. Gerçek ilişkilerin dağıtıcı ortamında birleştirici faaliyet çok zordur. Taslak, bunu gördü, ve bu yüzden, bir merkezileşme değil -bu gerçekçi olmazdı- sektörel dağılım modeli çizdi.

Marksizmin çok parçalı olduğu ve bunun süreceği kesin gibidir. Genel olarak Marksizm alanının düşman politik okullara bölündüğü dönem, kayda değer komünist hareket kalmaması sonucu, geride kaldı. Ama Marksizm alanının hala çeşitli teorik eğilimleri barındırdığı, hatta bu konuda bir ‘zenginliğin’ yaşandığı söylenebilir. Başka bir dönemde bir hayıflanma vesilesi olabilecek bu durum bugün belki bir hayra işaret olacaktır. Haug, 1985’te, “Dünya Marksizminin çok-merkezliliği(nin) artık geriye döndürülmesi imkansız bir gerçeklik haline gelmiş” olduğunu söylüyordu.[25] Haug’dan on beş yıl sonra, Marksizmin olmasa bile genel olarak Sol düşünce dünyasının durumunu epeyce başka bir yerden P. Anderson da değerlendirir. Anderson’a göre, tek tek Sol yazarlar önemli eserler ortaya koymuştur, ancak bunlar Sağ’ın yazarlarının tam tersi bir özellikle, tutarlı bir bağlam içinde değildir. Onları tek bir paradigmanın içinde zorla birleştirmek tasavvur dahi edilemez. Farklı yöntemlerin, ilgilerin ve vurguların alanı son derece geniştir. Sonuçta, sosyal toplamı onu oluşturan entellektüel parçalardan daha az olan bir teorik enerji ve üretkenlik ortaya çıkmıştır.[26]

Murray Bookchin “Komünalist Karar Anı” (Ağustos 2001) başlığını taşıyan yazısında, üçüncü görüşe ilişkin bir özgül öneri getiriyor. Ona göre, Marksizmle anarşizmin bir tür üst-birliğinin sağlanması gerekir. Bookchin, Marksizmin ya da diğer ideolojilerin basitçe canlandırılmasının ya da onlara ideolojik ölümsüzlük bahşedilmesinin nafile olacağını yazıyor: “Toplumun çoğunu hala evrimleşen ve meydan okuyan kapitalist sistemin karşısına potansiyel olarak çıkaracak, genelleşmiş konulara sistematik olarak yönelme kabiliyetine sahip yeni ve kapsayıcı bir görüş açısı gereklidir.”[27] Bookchin, “Komünalizm” adını verdiği ideolojisinin, Marksizm ve anarşizmin “en iyi taraflarını” bünyesinde buluşturacağını ileri sürüyor: “(Komünalizm) Marksizmden felsefe, tarih, ekonomi ve politikayı bütünleştiren, rasyonel olarak sistematik ve tutarlı bir sosyalizm oluşturmaya ilişkin temel projeyi alır. (…) Anarşizmden hiyerarşinin yalnızca özgürlükçü sosyalist bir toplumda üstesinden gelinebilecek temel bir problem olarak kabul edilmesinin yanı sıra onun devletçilik karşıtlığını ve federalizme olan bağlılığını alır.”[28] Bookchin’in yeni bütünlüğünde Marksizme verdiğini söylediği yerin ilan ettiğine nazaran ‘fazla’ olduğu ileri sürülebilir, ama Bookchin, bu önerisiyle yeni bir bütünlük anlayışı ortaya atmış oluyor.

Haug, bildirisinde, ihtiyacı şu sözlerle ortaya koyuyordu: “Marksizmin öyle bir düşünceye ihtiyacı var ki, bu, birbirinden farklı olmakta devam eden, ama yine de bir birlik içine sokulabilen sorun ve hareketler arasında birbirine eklemlenmiş ilişkilerden bir bağlam kurabilsin.”[29] Genel olarak Haug ve Bookchin’in düşünce evreninde yer alan, ama kapsayıcılığıyla öne çıkan bir başka görüş, (1994’de) Arif Dirlik tarafından geliştiriliyor. Dirlik’e göre, kurtuluş sorunu, Marksizm de içinde olmak üzere, tek bir teori tarafından içerilemez.[30] Dirlik, Marksizmi reddetmediğini, fakat ona dönük bir “özeleştiri” olduğunu ifade ettiği görüşlerini şöyle anlatıyor: “Marksizmi kapalı bir sistem olarak açıklayan, bütünlük iddialarına rağmen, diğer bütün toplumsal kategorileri şu ya da bu Marksist kategoriye indirerek ortadan kaldıran kategorik indirgemecilik ile yönlendirilen bütünselleştirici yöntemleri reddediyorum.”[31] Ancak Dirlik, burada kalmıyor; o, alternatif bir bütünsellik öneriyor: “Bütünselleştirici yöntemler, kapitalizmle bütünlüğü içinde karşılaşmak için, ve daha önemlisi, (…) toplumun ve kurtuluşun kapitalizm (ve kapitalizmi örnek alan bir Marksizm) sorunsalında içerilmeyen sorunlarını birleştirmek üzere kapitalizm ötesine geçmek için zorunludur. Ancak bu alternatif bütünselleştirme biçimi, a priori kategorik varsayımlarla sınırlı olmaktan daha çok, açık uçlu (yani tarihsel) olmalıdır. Bu, bütünlük arzusunu ve bütünlüğü tarihsel olarak formülleştirme sürecinde kategorileri dile getirme zorunluluğunu koruduğundan, basit bir çoğulculuk değildir.”[32]

Dirlik, bütünlüğü iki ayrı boyutta ele alıyor: Tarih bilimi ve kurtuluş mücadelesi. Marksizm, ona göre, tarih bilimini modernleşmenin etkilerinden kurtararak yeni bir bütünlükte kurmalıdır. Bu, Marksizm-içi bir bütünlüktür. Dirlik’e göre, kurtuluş sorununda gerek duyulan bütünlük, Marksizmin de içinde yer alacağı bir bütünlük olarak kurulmalıdır. “Marksizm, kurtuluş mücadelesi sürecinde kendini yeniden tanımlamalı, ve bütünlük kavrayışını bu tür mücadelelerin ufkunda ortaya çıkabilecek olan daha geniş bütünlüklerin içine yerleştirmeye (…) hazırlanmalıdır.”[33]

Althusser, ünlü eseri Kapital’i Okumak‘ın adıyla bir anlamda Marksizmin sorunlarının çözümüne ilişkin bir yolu işaret etmiş oluyordu: Sorunları Marx’a dönerek ve onu yeniden okuyarak anlayabilir ve çözüm yoluna böylelikle sokabiliriz. Bununla sınırlamak, elbette Althusser’in eserinin kapsamına haksızlık olur. Ancak, bugün Marksizmin sorunlarıyla uğraşmanın temel ilkesi olarak ‘klasikler’e dönmek gerektiği kabul edilemez. Marksizm, kendine mündemiç değildir; Marksizm, Haug’un deyişiyle “bitmemiş / süren bir kongre gibidir”. Gerçekleşmiş teorik ve tarihsel Marksizm, geleceğin Marksizmini teorik ve tarihsel olarak içeremez. Günümüzdeki her şeyin Marx’ta bulunabileceğini söylemek tipik bir skolastizmdir. Günümüzün birçok sorununa ‘çare’yi, geçilmiş olanların yeniden arşınlanması yanında, “Marksizm içinde, kullanılmış olanlardan çok daha yararlı, henüz geçilmemiş olası patikalar”dan[34] bulabileceğimiz gerçeğini ifade etmekten daha fazlasına cesaret edebilmeliyiz. Biz bugün tarihsel ve teorik klasik Marksizmin topraklarının dışına çıkabilmeli, bilinmeyen ve tehlikeli topraklara atılabilmeliyiz.[35]

Marksizm, Dirlik’in ikinci anlamında da kurucu ve merkez olacak yeni bir bütünlük oluşturma perpektifiyle ele alınmalıdır. Bu bütünlük anlayışı, Marksizmin bileşenleri üzerinde de bütünsel etkiler yapacaktır. Ancak, bu yeni oluşturma çabasında, tarih biliminin, Marksizmin bütünlüğünde olduğu gibi, temeli teşkil edeceği görülüyor. Burada önerilen, bir yeni-Marksizm değil. Önerilen, yeni bir dönemde Marksizmdir. Söz konusu olan, ne aritmetik bir eksiltme işlemidir -örneğin Leninizmi çıkararak Marx’a dönmek-, ne de bir toplama işlemidir -bugüne kadar sorunsuz gelen Marksizme yeni bir katkı eklemek.[36]

Devrimci politik hareket

Sorunların aşılmasının ve karmaşadan çıkılmasının “politik pratiğe dayandığını -ya da dayanması gerektiğini-, ihtiyaç duyulan normatif standartların böyle sağlanacağını ileri sürmek mümkün”.[37] Fakat bütün taraflarca en kolay kabul edilen gerçeğin, politik Marksizmin dünya ölçeğinde ağır bir gerileme yaşıyor olması, pratik çözümü bir seçenek olarak eritiyor. Baltas, bunun başta gelen nedenlerinden birini, pratiğe yön veren teorinin durumuna bağlıyor: “Bugün solun siyasi pratiklerini yönlendiren çeşitli teoriler o kadar farklı şekillerde, o kadar çeşitlenmiş, o kadar parçalı ve o kadar dağınık ki, nereden bakarsak bakalım, belirli bazı pratikler ilerlemenin yolunu bulmuş olsa bile durum genelde umutsuz görünüyor.”[38] Baltas, içinde bulunulan dönemin temel özelliklerinden birini Marksizmin dilinin “ezilenlerin özlemlerini yakalayamaması” olarak tarif ediyor.[39]

Geride bırakılan on yılda, Marksizmin krizde olduğuna ilişkin birçok görüş ortaya atıldı. Fakat, (dar anlamda) politik Marksizm içinde bu görüşe prim verenler çok az oldu. Pratik-politik Marksistler, mücadele verdikleri her yerde, politik mücadeleye zarar vereceği düşüncesiyle -bu elbette doğrudur-, değil bu türden görüşlere, kuşkulara bile direndiler. Ancak, politik Marksizmin dünya ölçüsünde önde gelen bir kimliği, J. Amazonas, bu genel duruştan farklı bir tutum sergiledi. Uzun bir mücadele geçmişi -ve Arnavutluk’a birçok kez giderek Enver Hoca’yla dostluk kurmuş- olan ve Taslak‘ın yazarlarınca “komünist gelenek”in (Taslak‘ta “Enver Hoca geleneği” diye anılıyor) dünya ölçüsündeki en güçlü partisi olarak anılan[40] örgütün önderi olan bu kıdemli Marksist, Marksizmin bir kriz içinde olduğu görüşünü, 1992’nin başlarında sol kamuoyuyla paylaştı. Amazonas, “krizi aşmaksızın dünyanın hiçbir yerinde ne bir sosyalist devrimin, ne de bir devrimci proletaryanın olacağını vurguluyoruz. Kitle hareketleri ve hatta politik hareketler devam edecektir. (…) Marksizmdeki kriz, kitle hareketindeki kendiliğindenlik kültünün lehine sonuçlara yol açıyor. (…) Çağdaşlaştırılmış teorinin yeni dilini kullanmaya muhtacız. Eski formüllerle ilerleyemeyiz” diyordu.[41]

Geçen on yılda, Amazonas’ın kehanetinin kendi partisinin politik pratiğinde gerçekleştiği görüldü. Diğer nedenler yanında, devrimden önce ‘gereğinden çok’ büyüyen her politik örgütün başına gelmesi bekleneceği üzere, BKP, ağır geri çekiliş yılları içinde. Fakat, hiçbir şey, Amazonas gibi bir kişiliğin düşüncelerinin önemini yitirmeye yetmez. Bu tür çıkışlar salt bir kayıt olarak kalmamalı. BKP önderi, politik Marksizmin içinde bulunduğu durumu, en önlerdeki yerinin sağladığı avantaj ile yetkiyle ortaya koymuş oldu.

Devrimci niteliğin erimesi, geride bırakılan on yıl içinde dünyanın birçok komünist ve devrimci örgütünün karşılaştığı ağır bir sorun oldu. Devrimcilik, görece küçük alanlara çekilmiş, ya da varlığını zaten öteden beri oralarda sürdüren örgütlerin koruyabildiği bir nitelik haline geldi. Bugün dünya yüzünde -komünist olmayı ihmal edersek-, devrimci niteliğini sürdürebilen ve aynı zamanda belli bir cesamete sahip olan birkaç politik örgüt var: Kolombiya’da FARC ve ELN, Nepal’de NKP (Maoist), Filistin’de Hamas, Sri Lanka’da Tamil Kaplanları.

Son on beş – yirmi yılda devrimci hareketler mücadeleyi, dünyanın her yerinde, önceki dönemlerle kıyaslandığında her anlamda çarpıcı zayıflıklar içinde sürdürdüler. Fakat, içinde bulunduğumuz jeo-politik ortamın, başarı ve zaferleri bile, sonuçları alınamayan bir kıstakta tuttuğu görülüyor. Etiyopya’da, emperyalizmin bir ‘kör nokta’sında iktidarı ele geçiren devrimciler, bazı reform simyacılarını sevindirmek için yapılmışçasına, çarpıcı bir hızla ‘ulusal’ sınırlarına çekildi; bu arada Eritre’de süren eski ve güçlü ulusal devrimci hareket de aynı akıbete uğramaktan kaçınamadı. Nikaragua’da görkemli bir devrimle iktidara gelen Sandinistler, ABD’nin doğrudan denebilecek müdahalesiyle iktidardan uzaklaştı. Peru’da Aydınlık Yol (PKP) öncülüğünde iktidara yürüyen devrimciler geriletildi. Kolombiya’da FARC ve ELN öncülüğünde ülkenin önemli bir kısmını kontrol eden hareket ‘işba’ noktasına ulaşmış görünüyor. Peru ve Kolombiya’da ABD’nin doğrudan müdahalesi yanında, hareketin büyük kentlere uzanırken sorunlarla karşılaşması, değerlendirme için önemli birer veri teşkil ediyor. Salvador, Guatemala ve Venezuela’da yürütülen devrimci mücadeleler, iktidarla uzlaşmayla sonuçlandı. Meksika Chiapas’ta Zapatistlerin devrimci işleve sahip hareketi sürüyor. Güney Afrika’da ‘Mandela devrimi’nin umut verici atmosferinde devrimci sol inisiyatif yitirdi. PKK’nin önderliğinde yürütülen ulusal kurtuluş hareketi yenilgi ortamında kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Filipinler’de FKP’nin önderliğinde uzun bir zamandan beri yürütülen devrimci mücadele, Marcos diktatörlüğünün. yerini burjuva parlamentarizmine bırakmasıyla duruldu ve o zamandan beri geriliyor. Filistin direnişi, tarihinin en zor dönemlerinde varlığını, büyük ve görkemli, fakat yıpratıcı bir mücadeleyle koruyor. Filistin’de İslami Direniş Hareketi ile İslami Cihad, bugün Filistin devrimci hareketini temsil etmekte önde geliyor. Lübnan’da Hizbullah, bölgede devrimci bir işlev görmeyi sürdürüyor. Kuzey İrlanda’da IRA ile Bask’ta ETA, çeşitli manevralara rağmen, devrimci konum ve inisiyatiflerini hala yitirmeyen örgütler. (Yunanistan’da 17 Kasım, özel bir ilgiye değer niteliktedir.) Hindistan’da küçük devrimci gruplar varlığını sürdürüyor. Türkiye’de DHKP-C ile MLKP ve TKP-ML’ler, on yıl öncesine göre büyük bir gerileme içinde mücadeleyi sürdürüyor. Geride kalan on yılda, özellikle İslam dünyasında devrimci ya da devrimci işlevler üstlenen İslamcı örgütlerin ortaya çıkışına tanık olundu. İslam dünyasında öne çıkan en önemli örgüt, uluslararası ya da ulus-aşırı bir nitelik gösteren El Kaide’dir. Bu örgüt, tam da küreselleşme dönemine özgü bir örgütlenme ve çağın Arap Narodnikleri oldukları söylenebilecek militanlarıyla Müslüman olan her yerde varlığını duyuruyor. Devrimci olmasa da politik bakımdan önemli yer işgal eden cephesel bir örgütlenme olarak PT Brezilya’da büyük bir güç oluşturmuş bulunuyor.

Kuzey Amerika ve Avrupa’da küreselleşme karşıtı hareketler güçleniyor. Daha doğrusu, bu dinamikler, kendilerini karşı oldukları politik olgular çerçevesinde ortaya koyuyor; örneğin yarın aynı topluluklar savaş karşıtı bir görünüme bürünebilir. Ancak bu hareketler oldukça dağınık bir ideolojik, politik, sosyolojik görünüm arzediyor. Batı Avrupa’da başta İtalya olmak üzere, Almanya, Fransa, Belçika ve hatta İngiltere’de daha çok otonom tarzda örgütlenen, ama uygun bir durumda önemli bir patlayıcı potansiyele sahip olan yapılanmaların hiçbir şekilde ihmal edilmemesi gerekiyor.

Negri ve Hardt’ın yardımıyla, son on yılda akılda kalan mücadeleleri şöyle kaydedebiliriz: 11 Eylül eylemi, Filistin İntifadası, Cenova, Davos ve Seattle’daki gösteriler, 1996’da Güney Kore, 1995’te Fransa’daki grev dalgaları, PKK’nin yürüttüğü mücadele, 1994’te Chiapas’ta Zapatistler öncülüğünde başlayan hareket, Los Angeles’da 1992’deki siyah ayaklanması, Peru’da Aydınlık Yol’un ve Kolombiya’da FARC’nin mücadelesi ve (birçok kişinin bilmediği) 1991’deki Etiyopya devrimi.

Bütün bunlar, toplumsal ve politik hareketin krizini açıkça ortaya koyuyor.

Marx, 1871 tarihli bir mektubunda, işçi sınıfının bağımsız bir tarihsel hareket için yeterli olgunluğa erişmediği koşullarda “sekt”lerin varlığının meşru olduğunu yazıyordu.[42] “Sekt” ile, genel olarak sınıf hareketiyle bağları zayıf, yarı-kapalı dar örgütlenmeler kast ediliyor. Ancak bunlar, gelişkin bir sosyo-politik hareketin var olmadığı koşullarda, vazgeçilmez bir işlevi de yerine getiriyor. Günümüzün, yaygın bir sektler dönemi olacağı öngörülebilir. Dünyanın her yanında, her iklimde ve her coğrafyada varlık gösterebilen, her koşula uyum sağlayabilen, birbirinden habersiz, ancak devrimci nitelikleriyle, yani devrimci varlık ve eylemlerinin etkisinin sonucu, nesnel olarak birbirleriyle iletişim kurabilen örgütlenmelerin olduğu uzunca bir dönemin varlığına alışmalı; bu duruma göre hareket etmek, öngörülerde bulunmak ve politik yönelim belirlemek durumunda olmalıyız. Bugün, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın müreffeh ortamında semirmemiş, ve Hint alt-kıtasının “sosyal cangıl”ında bile yoksulluğun toplumsal eziciliğine karışmamış olarak varlık gösterebilen devrimci yapılar bulunuyor. Türkiye’nin direşken ve dayanıklı devrimcileri bunun anlamlı bir örneğidir.

Politik Marksizm, geçmişinin başarıları ya da başarısızlıklarına ama ille de geçmişine fazla gömülmüş bir halde, yeni ufuklar arayışını yitirdi. Politik Marksizm, geçmişinin sınırlayıcılığından sıyrılmalı ve fethedici akınlar düzenlemeyi yeniden pratiğine katmalıdır. Marksistler, tarihin kendilerine verdiği öz-hoşnutluk ve kibirden sıyrılmalı ve dünyadaki her düşünce ve eylemden öğrenmeye bakmalıdır. Bunu yapmalıyız, ve bizi bu arada anarşist, İslamcı, post-Marksist, sendikalist, popülist, milliyetçi niteleyenlere, örneğin, Lenin’in birçok kez anarşist olmakla itham edildiği 1917 Nisan’ından itibaren çeşitli kereler dediği gibi[43], “Hayır biz anarşist, İslamcı, post-Marksist… değil, Marksistiz” diyebilmeliyiz.

Mücadele ve örgütlenme yöntemlerini Marksistler icat etmez. Marksistlerin bu konularda elbette belli anlayışları vardır; ancak, onlar kendilerini mücadele ve örgütlenmenin yol, tarz, çeşit ve yöntemine dair hiçbir modelle sınırlandırmaz. Bunun dayanağı, mücadele zemininin sürekli hareket halinde oluşu, tarafların birbirleri karşısında sürekli tarz ve model eskitmesi, sürekli yeni tarz ve modeller arayışı içinde olmasıdır. Kendiliğinden süren mücadele, hiç kimseye kulak asmadan yolunda yürüyor. Marksistlerin mücadele edenlere model dayatması, ancak bizzat kendilerinin mücadele ateşinin ortasında olmaları ile mümkündür. Konjonktürün dışında bir yer yoktur; konjonktürle en etkin etkileşim, dolayısıyla onun hareket ettiricisi olma imkanı, ‘fiziksel’ etkiler yaratacak bir aktivite içinde olmaktır.

Devrimin öznesi ne daha önce sabitti, ne de bugün sabittir. Devrimin toplumsal öznesi mücadele veren, yürüten kesimlerdir. Bir ön-kuruluş elbette mümkündür, ama bunun sadece bir söz olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Mücadeleyi hangi kesimler götürüyorsa devrimin öznesi onlardır. Bu konuda her türlü ideolojik, doktriner giydirmeden uzak durmalıyız. Devrimin öznesi konusu, kesinlikle ve kategorik olarak politik bir meseledir. Dolayısıyla, mücadeleyi hangi kesimler veriyorsa, üretim sürecindeki yerine bakmadan, devrimin öznesi olarak onları görmek gerekiyor.

Yakın geleceğin, uzun ve yaygın bir pratik-politik devrimcilikler dönemi olacağı öngörülebilir. İktidar artık 1960-70’ler kadar yakın görünmüyor. Ama bu dönemin de kendine özgü avantajları olacaktır.

3. Bütün ülkelerin işçileri ve ezilenleri; birleşin!

Leninizm ve Maoizm

Samir Amin’in Leninizm eleştirisi, Marksizmin tarihsel seyrine ilişkin ufuk açıcı bir yaklaşım tarzı olmak yanında, dar-Marksizmin tarihsel niteliğini deşifre etmek bakımından yol açıcı olacaktır. Amin’e göre, Leninizm, Marksizmde yer etmiş ekonomist ve sınıfçı bir eğilimle yüzleşmeyi göze alabildi.[44] “Çünkü sosyalizme geçişi artık metropollerde gerçekleşecek bir dizi sosyalist devrimin sonucu olarak değil, dünya çapındaki zincirin egemenlik altına alınmış veya geri kalmış çevre ülkelerdeki ‘zayıf halkalarında’ meydana gelecek bir dizi kopmalar olarak görüyordu.” Ezilen sınıfların büyük çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu, işçilerin sayıca az olduğu bu ülkelerde, ulusal gerçeklik ortamında nasıl bir devrimcilik yürütülmeliydi? Amin’e göre, Leninizm bu konuda önemli adımlar attı. Amin’in, Lenin’in emperyalizme ilişkin belirlediği beş karakteristiğin aslında yedi olduğunu ileri sürmesi bu yüzdendir: Altıncı karakteristik, merkezdeki işçi sınıfının bölünmesi ve sosyal-demokrasinin hegemonyası; yedinci karakteristik, ulusal kurtuluş için verilen mücadelenin özünün sosyalist olmasıdır.[45] Leninizm böylece Avrupa’ya odaklanmış bir Marksizm anlayışının çıkışsızlığından kurtuluyor, yeni dönemin Marksizmini varlığında ortaya koyuyordu. Patlayıcı dinamiğin Avrupa dışına (“çevre”ye) kaydığı bir dönemde hala eski ısrarını sürdürdüğü için II. Enternasyonal politik haritadan silinmiştir.

Ancak Amin’e göre, yukarıdaki soruya Bolşevikler tarafından “Rusya örneğinde verilen cevaplar, (…) kendini II. Enternasyonal pozitivizminden ve teknolojideki ‘yan-tutmazlık’ ilkesinden kurtaramamış olan Leninizmin tarihsel sınırlarını” yansıtmaktadır.[46] Amin, devrimciliğine ve II. Enternasyonal’den kopmuş olmasına rağmen, Bolşeviklerin yine de Avrupa işçi hareketi geleneğine çok fazla batmış olduğunu kaydeder.[47] Devrim döneminde Bolşeviklerin işçi hareketinde hesaba katılması gereken bir güç olduğunu onaylayan Amin, özellikle “Sosyal Devrimcilerin egemen olduğu kırlık bölgelerde, Bolşevik etkisinin sıfır olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir” der.[48] Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sırasında köylülere dönük dışlayıcı ve ezici politikaları da aynı yaklaşım temelinde açıklar Amin.

Laclau’nun Poulantzas vasıtasıyla dikkat çektiği gibi, politik gerçeklikte her ideolojik içeriğin açık bir sınıf anlamına sahip olduğu şeklindeki bir görüş açısı[49], “ortak düşmana karşı mücadelede, (kesimlerden) her birinin kendi ideolojisi, kendi çıkarları ve mümkünse kendi partisiyle katıldığı bir ‘sınıflar ittifakı’ kurmaları”nı vazedebilir ancak. Poulantzas, bu bağlamda Komintern’in bir özelliğini anlatır: “Komintern, komünistlerin köylülük ve küçük-burjuvazi içinde kitle eylemlerine çok az önem verdi. Bu kesimler ‘öncelikle ve esas olarak, varolmasalar bile, varedilmesi gereken ‘kendi partileri’ vasıtasıyla mücadele içine çekilmelidir.”[50]

Samir Amin, Leninizmin durakladığı momentte Maoizmin devreye girdiğini ileri sürer. Maocu devrimcilik, ezilen sınıflara onlara kendilerine ait bir ideoloji atfederek yaklaşmadı, onları bizzat örgütledi. Amin’e göre Leninizmin sonuçlarına ulaştıramadığı işçi-köylü ittifakı temasını Maocu devrimcilik ilerletti. Maocu devrimcilik, aynı zamanda ulusal kurtuluşu da, burjuvazinin önderliğinde yürütülecek ama komünistlerce desteklenecek ‘yabancı’, ‘dış’ bir sorun olarak görmedi ve bu mücadeleyi de üstlenerek politik önderliğini yürüttü. Mao, devrimin imkanlarını gördüğü her yerde, -bu, Çin özgülünde, işçi sınıfını ihmal ederek, genellikle köylülük oluyordu- hiçbir çekince koymadan politik çalışmayı önüne temel bir görev olarak koydu.

Bu durumu dar-Marksizm nasıl ele alıyor? Dar-Marksizme göre, değil Çin ve diğer ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri, Rusya’daki devrim bile teoriyi zorlayan ve arzu edilmeyen gelişmeler doğurdu. “Marksizmin perspektifleri gitgide daha çok iktidar mücadelesinin güdümüne girmiştir” diye yakınan Wood[51], bunun müsebbibinin kimler olduğunu da biliyor: “Yirminci yüzyılda, -Rusya’da ve Çin’de- gerçekleşen büyük devrim hareketlerinin, tarihsel koşullar nedeniyle, iktidar mücadelesini önplana çıkarmak, hatta bir bakıma, özellikle de Çin örneğinde, başlıca mücadele etkenleri olarak ‘halkı’ ya da ‘kitleler’i işçi sınıfının önüne koymak zorunda kaldıkları söylenebilir. Sözü edilen olgularda, böylesi gelişmeleri belirleyen etmen, iktidarı ele geçirmenin, sırt çevrilmeyecek bir fırsattan yararlanmanın, üstelik de bunu büyük ve gelişmiş bir işçi sınıfı olmadan yapmanın ivedi bir gereklilik halini almasıdır.”[52] “Çin halkının ‘geriliği’ ve işçi sınıfının gelişmemişliği karşısında, ÇKP, devrimi sınıf mücadelesinden çeşitli şekillerde kopararak, uygun devrim koşulları -yani sınıfsal koşullar- olmadan da ‘ileriye doğru büyük sıçramalar’ yapılabileceğini öne sürdü. (…) Maocu devrim zorunlu olarak parti kadrolarınca yürütüldü.”[53] Wood, politik devrimin kapitalizmde uygun olmadığını açıkça ifade ediyor; onun hedefi ekonomik iktidar, politik iktidarın öne çıkması iğreti bir yol kazası sadece.

Wood ile Amin’in yaklaşımı arasındaki fark yeterince açık. Wood’a göre, Leninizmde ve hele hele Maoizmde görülen, tercih edilmeyen, teorileştirme eğilimine karşı kesinlikle direnilmesi gereken kazalardır; en doğrusu ve hala doğrusu, her zaman doğrusu Marx’ın Avrupası, diye anlaşılan modeldir. Ne kapitalizmde ne de başka bir sınıflı toplum biçiminde, politik aygıtın geriye çekildiği ve sınıfların çıplak varlıklarıyla karşı karşıya geldiği bir moment hiçbir zaman olmayacaktır; Marx’ın döneminin böyle olduğu bir yanılsamadır.[54] Amin’e göre ise, “Marksizm ve toplumsal işçi hareketi aşamalı bir gelişme gösterdi. Yaşayan Marksizm, her dönüm noktasında kabuk değiştirdi, kendini dönüştürdü ve zenginleştirdi.”[55] Amin’in Leninizme ilişkin “yeterince kopamadığı” eleştirileri yerindeyse, dar-Marksizm tam da Avrupa-merkezcilikten, sınıfçılıktan kopamayan bir Leninizm örneği olabilir.

Marksizmin seyrine ilişkin anlayış, -görüşlerini modernist sorunsaldan yürütüyor olmasına rağmen-, kesinlikle Amin türü bir yaklaşımdan yararlanarak teşkil edilmelidir. Woodyen yaklaşımın Marksizmin dönüşüm sorunlarına sunacağı teorik bir platform yoktur. Bir eşitleme ilişkisini içermemekle birlikte, Marx’tan Lenin’e ve oradan Mao’ya uzanan çizginin Marksizmin bir iç hareketi olduğu kabul edilmelidir. Ancak, ‘hareket’in tek bir çizgi üzerinde olmadığı da kesindir. Marx’tan Mao’ya kadar gelmek, bir yaklaşım tarzını ve sarsıcı olabilecek ve riskler taşıyabilecek bir tutum alışı simgelemesi bakımından önem taşımaktadır.

Leninizmin emperyalizm (ve proleter devrimleri) çağının Marksizmi olduğu önermesi hem doğrudur hem yanlış. Bu önerme yanlıştır, çünkü Leninizm, Marksizmin bir tarihsel dönemdeki tarihsel duruşunu temsil etmez. Bu, Leninizmin Marksizme teorik ve -bir adım daha atılabilir- bütünsel olarak ‘dışsal’ olduğunu öne sürmektir. Oysa, Leninizmle Marksizmin yapısı yeniden kurulmuştur; Leninizm, Marx’ın Marksizmine dönmüş, bir tarih-aşırı işlem gerçekleştirmiş ve Marksizmi yeniden kurmuştur.

Leninizmin emperyalizm çağının Marksizmi olduğu önermesi doğrudur; çünkü Leninizm, Amin’in değerlendirmelerinde de görüleceği gibi, ilgili tarihsel döneme özgü politik önermelere sahiptir. Bu önermelerin sahibi sadece Leninizmdir. Lenin’in Rusya’ya ve uygulamalarını gerçekleştirdiği dünyasal döneme özgü pratiklerini modelleştirme konusunda her türlü kıskançlık yersizdir. 1920’lerin ilerleyen yıllarında ortaya çıkan Komintern anlayışının modelleme konusunda gerçek sorunları olduğu açıktır.

Mao’nun Marksizmi de bu bağlamda bir değerlendirmenin konusu yapılabilir. Maocu Marksizm, tarihinin iki dönemindeki pratiğiyle Marksizmin kuruluşuna özgü işlev görmüştür. Ancak her ne olursa olsun, bu, Mao’nun Marksizminin Leninizm karşısında bir eşitleme olarak anlaşılması anlamına gelemez. Çin devrimindeki pratiğiyle Mao, Marksizmin konjonktürel dönemlerde ezilenlere ilişkin tutumunu gösterdi. Bunun Marksizmin bütünsel anlaşılışı bakımından bir katkı mahiyetinde olduğu kabul edilmelidir. Maocu devrimcilik, 1960’larda, çok önemli olan diğer katkısını gerçekleştirdi. Bu dönemde, Mao, iktidarda bir devrimci olarak çok kolay bir yol olan tarihsel devrimciliğe değil, pratik-politik devrimciliğe yöneldi. Gösterdiği örnekle Mao, bu konuda tektir. Mao’nun 1960’lardaki tutumu, bir yandan Sovyetler Birliği’nin devrimcilikle ilgisini kesin olarak kesen uluslararası pratiğine bir yanıt oldu, diğer yandan, ’68’in (1968) kitlevi dünyasında Marksist devrimcilerin yer almasına neden oldu. Enver Hoca’nın 1970’lerin ikinci yarısında açığa çıkan tepkisi, bir yandan Maoculuğun özgün devrimci barutunun bitmesine bir tepki iken, diğer yandan, devrimcilikle sınıfçı bir doktrinarizmi bir arada barındıran restoratif bir ‘dar-Marksizm’ örneğiydi.

Yeni şiar

Bütün ülkelerin işçileri ve ezilenleri; birleşin! Yeni evrensel şiarımız bu olmalıdır. Marx’ın şiarı, bütün ülkelerin işçilerini birleşmeye çağırıyordu; Lenin’in şiarı, emperyalizm çağının ilk dönemine gönderme yapıyor ve emperyalizm tarafından ezilen halkları devrim sürecine katıyordu: “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar; birleşin!” Şimdiki dönemin şiarı, ezilen halkları da içerecek şekilde, fakat daha da zenginleştirilmiş bir kapsayıcılığa sahip olmalıdır. Bu şiar, Seattle ile 11 Eylül’ün faillerini ve onların hareket temellerini ideolojik, politik ve kültürel tarz ya da formlarıyla da görebilmelidir. Bu şiar, Filistin’de İslamcı bir fedai ile Londra’daki anarşisti birlikte görebilmelidir.

Lenin döneminin şiarı, ulusal kurtuluş hareketlerini uluslararası komünist hareketin temel bir bağlaşığı olarak selamlıyordu. Ancak bu şiarın söz olarak kendisi olmasa bile öznesi, işçi hareketi dışındaki hareketlerin önderliğinin komünistler tarafından üstlenilmesi gerektiğini görüşünde içermez. Nitekim, bu dönemin komünist hareketi, komünistlerin önderliğinde yürütülen ulusal kurtuluş savaşlarını açıklamada yetersiz kalmıştır.

“Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar; birleşin” şiarının geçerli olduğu dönemlerde, ulusal kurtuluş savaşları dünya ölçeğindeki ezilenler mücadelesinin temel bir bileşeniydi. Yirminci yüzyılın yaygın hareketleri sonucu ulusal kurtuluşun artık ancak bir ‘çoğulluklar dizisi’ içinde bir yere sahip olabileceğini ifade edebiliriz. Kabaca ve basitçe, temel bir tarihsel eğilim itibarıyla, uluslar ‘kurtulmuş’tur. Wallerstein’ın dikkat çektiği gibi, yirminci yüzyılın ortalarında ulusal hareketler -1870’te başlayan ve 1945-1970 yıllarında ani atılım gösteren bir süreçle- büyük başarılar elde etti ve iktidara geldiler.[56] Günümüzde ‘ulusal sorun’ esas olarak dolaysızca emperyalistlerin hegemonyasına karşı bir mücadele değildir artık; ‘kurtulmamış’ uluslar, bölge devletlerine ve onlarla bağlaşık emperyalist devletlere karşı mücadele yürütür durumdadır. Diğer yandan, örneğin 1960’ta Afrika’da 16 devletin birden politik bağımsızlığını kazanması örneğinde olduğu gibi, politik bağımsızlığını elde etmiş ülkelerde, emperyalizmin, bağımlılık ilişkilerini bir tür sömürgeleştirme şeklinde değil de, ülke içinde hatırı sayılır bir sınıfsal çelişkiler ortamına dayanarak tesis etmesi söz konusudur. Böylece, anti-emperyalizmin ‘iç’ yönü de belirginlik kazanmış oluyor.[57] Bu nedenle, günümüzde, emperyalizmin sömürgeleştirme ve kompradorlaştırma eğilimine karşı büyük burjuvazinin eski tarzı talep eden itirazını esas alarak, sorunu en azından “eski” tarz bir ulusal sorun olarak kabul etmek ve bu bağlamda ulus-devleti savunmak söz konusu bile edilemez.

Günümüzde dünya ölçeğinde, en az ulusal hareketler kadar dikkat çekici başka birtakım dinamiklerin hareketinin söz konusu olduğu kabul ediliyor. Dünya çapındaki, daha önceki dönemlerle karşılaştırıldığında önemli bir kitleselliğe ulaşmış emek hareketlerinin (yani göçün), dünyada sermayenin hareketiyle çelişki bakımından en önde gelenler arasında olduğu, konuyla ilgili ürünler veren ve çok ayrı yerlerde duran birçok yazar tarafından saptanıyor.

Bir başka açıdan, ezilenler salt sosyal varoluşları / kendilikleriyle değil, ideolojik ve politik ‘temsilcileri’ ya da ‘ifadeleri’yle birlikte Marksistlerin ‘ilgi’ alanına dahil olmalıdır. Bu husus, özellikle Laclau ve Amin’in uyarılarıyla gündeme getirilme aşamasına ulaşmış bulunuyor. Bütün bu konulardaki esas ölçüt, ezilenlerin ideolojik yansımalarına karşı Marksistlerin ideolojik veya doktriner yaklaşımlar sergilemesinin önüne geçebilecek bir edinim imkanı verecek pratik devrimcilik olmalıdır. Örneğin, dünyada yaygın bir görünüm arzeden İslamcı hareket ile Batı dünyasında gelişme eğilimi gösteren anarşizan ideo-politik eğilimlere yaklaşım, ideolojik ya da doktriner reflekslerden arındırılmalıdır.

Sömürü ‘teorik’ bir kavramdır. Pratik olarak yaşanmaz ve duyulmaz. Pratik olanı, bilimsel olmayan sömürü terimidir, ancak sömürünün canlı nesnesi olan açısından bu bir fiili mahrumiyet, yoksun bırakılmışlık, itelenme, sınırlanma olarak “yaşanır” (Dilthey anlamında / “Çeken bilir” anlamında). Biz, bu durumların, yaşantıların tümüne birden ‘ezilme’ diyoruz. Bu anlamda işçiler (işçi sınıfı değil) de, ezilenler arasındadır. Bu yaklaşım, politik mücadeleye her türlü ‘bilimsel’ tasallutu engelleme işlevi yanında, öznesine de politik olarak kategorik bir esneme imkanı verir.

4. Öncüller, vargılar ve önermeler

1. Marksizmin krizi aynı zamanda, Marksizm-içi bir çatışmadır da… Çatışma, krizin temel bir belirtisi olmak yanında nedenlerinden biridir. İki ya da daha çok Marksizm anlayışı ve bu anlayışların birinin ya da ‘doğrusu’nun galebe çalmaması, tarihsel Marksizmin önemli bir kriz kalemidir. Bu durumun, daha uzunca bir süre boyunca süreceğini ifade etmek kehanet olmaz.

2. Marksizmin bilim-felsefe-politika sacayağı hiçbir şekilde terkedilemez. Tarih biliminin, toplumsal gerçeği üretim tarzına ilişkin terimlerle determinist kavrayışı, Marksizmin olmazsa olmazları arasındadır. Diğer yandan, Marksizmin, tarih-toplumsal hareketin devrimci tarzına dönük duruşu da herhangi bir ödüne kapalı olmak durumundadır. Burada Marksizmin bir praksis felsefesi olmasına karşı çıkmak bir başka temel hususu gündeme getiriyor. Marksizm, politik sektörüne ilişkin duruşunu diğer alanlarına, diğer alanlarını da devrimci politik duruşuna teşmil etmemelidir. Bu anlatılanlar, Marksizmin yeni olana kategorik açıklığı, fakat kendi teorik-politik sistemine de kesin güvenini temin edecek mahiyettedir.

3. Teorileriyle eyleme alan açacaklarını sanıyorlar. Tarih biliminin determinist önermelerinin insan-özneye imkan tanımadığını biliyor ve bunu, yerine göre, pozitivizmi, küreselleşmeyi, post-modernizmi ret adına reddediyorlar. Kendilerinin devrimci eyleme imkan veren bir teorik Marksizm anlayışına sahip oldukları savıyla! Sanki büyük devrimci hareketler organize etmişler; sanki, sırça köşklerinden çıkıp akıbeti belirsiz ve genellikle karanlık devrimci eyleme atılmışlar!

4. Marksizmin bilim sektörünü reddetmek, post ve dar-Marksizmin ortak anlayışı. Bu ortaklığın sivri ucu ise, “sosyalizmin kaçınılmazlığı” esprisinden uzak durmakta beliriyor. Her iki kesim de, Marksizmi biri reddetme, diğeri sahiplenme adına, (sosyalizmin ve) komünizmin kaçınılmazlığını habire eleştiriyorlar. Dar-Marksizm, bu konuda, kuşkusuz ve kesin olarak, günümüzün modasının temasını paylaşmak gibi bir ‘suç’ işliyor. Dar-Marksizm bunu “bal gibi” biliyor, ancak bu noktadan vazgeçmesi de mümkün değil, çünkü gerçekte dar-Marksizmin tarihsel atalarının da önemli bir ayıracı bu noktaydı: Sosyalizm bizim mücadelemize bağlıdır. Sosyalizmin kaçınılmazlığı, Marx’ın kapitalizmin hareket yasalarına ilişkin argümanlarıyla zorunlu ve kopmaz bağlantılar içerir. Kapitalizmin hareket yasaları onu sonlandıracak bir dinamiğe sahiptir der Marx. Bu elbette, kapitalizmin yıkılışına bir tarih biçmek anlamına gelmez. Marx’ın kapitalizmin hareket yasalarına ilişkin argümanları bilimsel ise, kapitalizmin yıkılması kaçınılmazdır, ve aynı anlama gelmek üzere komünizm (ve politik geçiş dönemi) kaçınılmazdır. Şu halde; sosyalizmin mücadeleye bağlı olduğu iddiası (eğer salt politik bir şiar değilse), açık olarak olduğu gibi, temel olarak da Marksizmin bilim sektörünü reddetmeye dayanır.

5. Politikada ‘bütün’ ‘parça’dadır. Canlı ve somutla genel düzeyde temas kurulamaz. Politika, tarihsel bütünü yakalayan öznenin eylemi olamaz. Bu, modernist denilen akıma özgü öznedir. Politika, tarihsel bütünün bugündeki parçasını yakalamak da değildir. Burada, özne tanrısal mutlaklığından önemli fedakarlıklarda bulunmuştur, fakat, bu sağduyulu geri çekilmeyle özne kendine bilim (bütün) ile politika (parça) arasında bir dolayım mertebesi bahşetmiştir. Marksist politik hareketler, genel ideolojik sözleri terennüm eden bir genel politika yapmamalı. Dar-Marksizmin vazettiği Marksizm genellikle budur. Oysa, özgül olanla temas, ontolojik bir bütünlük anlayışının ve ontolojik bir politika anlayışının özü olmak gerekir. Bu, ne yeni zamanlara özgü ufuk açılması, ne post-modernistlere özgü bir çokçuluktur. Bu, Marksizmin Leninizm özgülleşmesinden bu yana Marksist teorik-politik eserde var olanın yeniden dile getirilmesidir.

6. Pratik-politik devrimcilik çok önemlidir. Bu nitelik nerede görülürse görülsün, ideolojik yönelimlerine bakmaksızın edinim konusu yapılmalıdır.

7. Günümüzün Marksizminin, tarihsel Marksizmin devrimci politik hattını izlemeden varoluşunu gerçekleştirmesinin zor olduğu kabul edilebilir. Althusser böyle yapmıştı; Lenin’i ve Mao’yu izlemek, onun teorik müdahalesinde temel bir boyuttur. Biz de, devrimci politik Marksist hattı izlemeliyiz. Bugün bunun karşılığı bakımından Althusser’e göre dezavantajlıyız; bugün, dünyanın çeşitli köşelerinde varlık mücadelesi veren pratik-politik Marksistlerden başka kendimizi bağlayacağımız yer yok. Althusser bir başka şey daha yapmıştı. Spinoza’ya, yani Marksizm-öncesine uzanmanın, Marksizmi anlamak bakımından önemini anlatmıştı. Biz, Althusser’i izlemeyi sürdürmeli, ancak onun, yanı başında ve çağdaşı olduğu halde görmeye ‘cesaret edemediği’ bir örneğe de uzanabilmeliyiz: Sartre. Sartre’da temsil olunan, Marksist olmadığı halde devrimci bir teorik ve politik duruş bakımından, çağdaşı ana akım Marksistlerden çok daha ‘Marksist’ olan birtakım figürler, bizim edinimimizin konusu olmalıdır. Devrimciliğe dönük bir teorik duruşa sahip ama Marksist olmayan E. Said, N. Chomsky gibi adlar, söz konusu edinim için kaydedilmelidir.

8. İmparatorluk kitabı, yazarının biyografisi bakımından çok önemli. Negri’nin hayat öyküsü, Marksizmin bir akademi eğilimi olarak anlaşılması yönündeki sapmaya karşı duruşun iyi bir örneği. Negri, herhalde Batı Marksizminde politik faaliyetleri sonucu kovuşturmaya uğrayan ve hapse atılan tek kişi. Bu kişi önemlidir, bu kişinin yazdığı her satır, önemle ve dikkatle ele alınmalıdır.

9. Öncü politikadan vazgeçilemez. Ancak bunu aşkın bir özneden, bağlam-aşırı bir özneden, yani genel olarak anlaşıldığı (modernist) şekliyle ele almamak gerekiyor. Althusser’in ifadesiyle, tamamen konjonktürün içinde olan bir politik öznenin öncü faaliyeti gerçekleştirilmek gerekir. Politika, Negri’nin dediği gibi, “dışarıdan kurulamaz”[58]; fakat bunu ontoloji dışından diye anlamak gerekir. Politika ontolojik düzleme dışarıdan dayatılan bir şey değildir. Fakat, politika, ontolojik düzlem içinde, ‘dışarıdan’ kurulur. Bu, ontolojik düzlem içinde bir ‘dışarısı’ belirlemek anlamına geliyor. Burada, Mannheim’a başvuruyoruz.[59] Mannheim, ontolojik düzleme herhangi bir epistemolojik müdahalenin imkansızlığını ortaya koyarken, kendi terimleriyle, ontolojik düzlemde bir tür sosyolojik dışarısı olduğu görüşündeydi. Ona göre, öncü politikayı yürütebilecek olanlar, bu dışarının sosyal karşılığı olan entelijansiyaydı.

10. Marksizm tarihsel olarak “modernleşme” diye adlandırılan dönemde ortaya çıkmıştır ve modernleşmenin birtakım özelliklerini barındırmaması düşünülemez. Hatta, bu istenir de. Çünkü Marksizm, tarihsel olarak çağının ötesine geçemez ve politik devrimcilik niteliği ancak çağıyla ilişki kurmakla mümkün olabilir. Modernizm Marksizmde tarihsel-olan dışında bir varlığa sahip olmamak gerekir. Ancak, tarihsel Marksizm içindeki bazı akımların belli başlı niteliklerinin modernist olmak şeklinde ortaya çıktığı, bu çalışmanın dayandığı bir önermedir. Tanımı gereği, modernleşme boyutları, etkileri, unsurları çıkarıldığında geriye kalan hala tanınabilir niteliğiyle Marksizm olmalıdır; çünkü Marksizm, her üç bileşeninde de tarih-aşırı temel boyutlara sahiptir. Tarih-aşırı boyut, tarihsel boyut tarihsel olanla etkileşirken metafizik olarak yerinde durmaz; tarih-aşırı boyut, her yeni tarihsel dönemde yeniden kurulur. Bugün, yani “modernleşme sonrası” bir tarihsel döneme girildiğinin genel bir kabul gördüğü ortamda, Marksizm tarih-aşırı boyutuyla vardır. Fakat, tarih-aşırı boyut tarihin ya da daha algılanabilir olarak, konjonktürün dışında bir görülebilir niteliğe sahip değildir. Tarih-aşırı Marksizm, öznelerce ancak tarihsel boyutlu Marksizm formunda algılanabilir. İşte günümüz böyle bir Marksizmi kaydetmiyor ve fırtına bundan kopuyor.

11. Yeni dönemin Marksizmi, iddialarının önemli bir kısmını geri çekmiş, yatağına çekilmiş bir (bütünsel-olmayan) teori ve -kendini Marksist olarak niteleyen- işçilerin oluşturduğu bir hareket mi olacaktır? Marksizm, sınıfsal çelişkiler dışındaki çelişkilere ilişkin söz söylemeyecektir artık! Bunu kabul etmek mümkün değildir. Tarih biliminin temel kategorilerinin geçersizleştiği söylenemez. Aksine, bu konuda (dar-Marksizm örneğinde görülen) gerilemeye meydan verilmemelidir. Yapılması gereken, tarih bilimi ile devrimci politika arasında olduğu kabul edilen bağa -herkesin duyabileceği etkililikte- bir kılıç darbesi indirmektir. Marksizm, tarihsel toplumsal varlığı bütünüyle kucaklayabilecek bir teorik yapıdır. Marx’ın kurucusu olduğu tarih bilimi ile bu konuda kıyaslanabilecek bir ‘toplum bilimi’ yoktur. Marksizm, ezilenlerin mücadelesini kapsayabilecek bir politik anlayışa sahiptir. Bu elbette, “kadın sorununu da sosyalizm çözer” gibi bir anlayışı savunmak değildir. Konjonktürel açıdan, mücadele edenler arasındaki hiyerarşinin meşruiyeti ‘önde olmak’, ‘etkili olmak’, ‘güçlü olmak’ ve nihayet ‘başarılı olmak’ tarafından kurulur. Arif Dirlik’in hatırlatmasıyla, Marksizm “açık uçlu bir bütün”dür ve açık ucu politika oluşturur.

12. Wallerstein, kapitalizmin elli yıl içinde çökeceğini söyleyerek, (kronolojik) tarih ile tarih biliminin karıştırılmasının klasik bir örneğini veriyor. ‘Kapitalizm yıkılacaktır’ önermesi ile ‘Kapitalizm şu tarihte yıkılacaktır’ önermesi arasında epistemolojik bir uçurum vardır. Wallerstein elbette, güçlü teorik gerekçeler getiriyor, ama böyle bir tarih-kesimi kategorik olarak sadece politiktir.

13. Post-Marksizm ile dar-Marksizm, Marksizmin (ve Marksistlerin) karşılaştığı sorunlar karşısında gerçekleşen iki çekilme harekatıdır. Her biri farklı yerlere çekilmiştir; dar-Marksizm, bugünün gerçeği olmayan bir Marksizmin içine, post-Marksizm -ama bugüne ait olan- birtakım yan alanlara: “Sınıftan kaçış.” Dar-Marksizm bilimselliği güya sınıfı savunmakla koruyor: “Sınıfa kaçış.” Fakat bu, bilimi sınıf ideolojisine indirgeyen bir yaklaşımdır. Dar-Marksizm, felsefede idealist, politikada -hem de ‘eski tarz’- reformisttir. Post-Marksizm ise, politika ve felsefede heterojen, devrimcilik ve reformizm ile idealizm ile materyalizmi karmaşık ve geçişgen bir şekilde ‘birleştiriyor’. Bilimi ret konusunda, post-Marksizm, bekleneceği üzere dar-Marksizmden daha cesur.

Marksizmin, bu gelişmeler karşısında, bir huruç harekatı gerçekleştirmesi zorunludur; ancak bu -diğer ikisinin harekatının gerçekliğinin aksine- henüz gerçekleşmemiştir.

 
 


[1] Engels, “E. Bernstein’a mektup” (14 Mart 1883), Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 164-5

[2] Engels, “F. A. Sorge’ye mektup” (15 Mart 1883), a.g.e., s. 167

[3] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s. 35

[4] Aristides Baltas, “Marksizmin Geleceğindeki Olanaklar Üzerine: Bir Kez Daha Felsefe, Bilim ve Siyaset”, Çev.: Ceren Belge, Defter 37, Yaz 1999, s. 150; ve Teori ve Politika 24-25

[5] Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam ve Doğan Şahiner, İstanbul 1992, Birikim Yay.

[6] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Çev.. Şükrü Alpagut, İstanbul 1992, Akış Yay.

[7] Teori ve Politika, determinizmin Marksist bir ediniminin epistemolojik imkanları konusunda, epistemoloji – ontoloji ayrımında temellenen, gözden kaçırılamaz hacim ve nitelikte ürünler vermiştir.

[8] Monthly Review Editörleri, “Sosyalizm: Kaçma Zamanı mı?”, Çev.: Vertov, Monthly Review, Volume: 52, N. 4, September 2000 / www.kinodelia; ve Teori ve Politika 24-25

[9] Terrence McDonough ve Robert Drago, “Kapitalizmin Krizleri ve Marksizmin İlk Krizi: Bernstein-Kautsky Tartışması Üzerine Teorik Bir Not”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 24-25

[10] Bir dar-Marksist saptama: “Küreselleşme politikaları iktisadi süreçlerle siyasi süreçler arasındaki mesafeyi daraltmıştır.” (Ç. Pelin Yalçıner, “Kriz ve Küreselleşme Üzerine Değiniler”, Sosyalist Politika 25, Haziran 2000, s. 25) Sorunun P. Yalçıner’e ait olmadığı çok açık. Aktarılan ifade herhangi bir dar-Marksist metinde kolaylıkla bulunabilecek cinsten. Ve bir de post-Marksist saptama: “Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.(…) Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır (…). Bu yeni tarihsel oluşum içinde artık ‘dışarısı’ olan bir imge, bir özne, bir değer ya da bir pratik tayin etmek mümkün değildir.” (Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, İstanbul 2001, Ayrıntı Yay., s. 388)

[11] Hardt ve Negri, a.g.e., s. 306

[12] A.g.e., s. 251

[13] Arif Bektaş, “Wood’la Söyleşi: Yeni Emperyalizm Dünyayı Zapturapt Altına Almak İstiyor”, Evrensel Kültür 120, Aralık 2001, s. 13

[14] Hardt ve Negri, a.g.e., s. 270 ve s. 77

[15] Monthly Review Editörleri, a.g.y.

[16] Perry Anderson, “Yenilenmeler”, Çev.: Derya Kömürcü, New Left Review / 2000 – Türkiye Seçkisi, İstanbul 2001, Everest Yay., s. 13

[17] A.g.e., s. 23

[18] A.g.e., s. 12

[19] A.g.e., 22

[20] A.g.e., s. 18

[21] Monthly Review Editörleri, a.g.e.

[22] Anderson, a.g.e., s. 22

[23] A.g.e., s. 19

[24] “Eski, modası geçmiş yaklaşımlar, ulaşılan yeni biçimlerin içinde de kendilerini yeniden ortaya koymaya ve sürdürmeye çalışmışlardır.” (Marx, “F. Bolte’ye Mektup” (23 Kasım 1871) Marx – Engels, Seçme Yazışmalar 2, a.g.e., s. 54

[25] Wolfang F. Haug, “Marksizmin Bunalımı ya da Diyalektiği”, Çev.: Yılmaz Öner; A. G. Frank ve diğerleri, 21. Yüzyıl Eşiğinde Sosyalizm, İstanbul 1989, s. 431

[26] Anderson, a.g.e., s. 25-6. Anderson aynı dönemin “Sağ”ını ise şöyle resmediyor: “Sağ, dünyanın nereye gittiğine ya da nerede durmuş olduğuna dair birbiri ardına tamamlanan tek bir akıcı bakış açısı sunmuştur: Fukuyama, Brzezinski, Huntington, Yergin, Luttwak ve Friedman. Bunlar, tek bir güçlü tezi, akademik okurlar yerine daha geniş uluslararası kamuoyu için tasarlanmış, akıcı bir popüler tarzla birleştiren yazarlardır.”

[27] Murray Bookchin, “Komünalist Karar Anı”, paragraf: 27

[28] Bookchin, par.: 40

[29] Wolfang F. Haug, “Marksizmin Bunalımı ya da Diyalektiği”, a.g.e., s. 431

[30] Arif Dirlik, “Marksizm Nereye?”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 24-25

[31] A.g.e.

[32] A.g.e.

[33] A.g.e. Dirlik, bu süreçte Marksizmin kendini bir teori olarak ortadan kaldırmaya bile hazır olması gerektiğini kaydeder.

[34] Todd May, Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi, Çev.: Rahmi G. Öğdül, İstanbul 2000, Ayrıntı Yay., s. 58

[35] Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, C. 1, Çev.: Osman Akınhay, İstanbul 1990, Belge Yay., s. 245

[36] “Marksizm-Leninizm-Maoizm” ifadesi bu anlamda, dünyada devrimci politik akımların bir kısmının içinde bulunduğu harekete geçmeyi reddetmeyen ama bunun üstesinden gelemeyeceğini de gösteren karikatür düzeyinde bir örnektir.

[37] Baltas, a.g.e., s. 150

[38] A.g.e., s. 151

[39] A.g.e., s. 161

[40] Taslak, s. 82

[41] Joao Amazonas, “Komünist Hareketin Birliği İçin”, Gelenek 40, Temmuz/Ağustos 1992, s. 56-7; ve Teori ve Politika 24-25. Bu yazının, Amazonas’la birlikte Enver Hoca’nın politik çizgisinde yer alan yayın organlarına da Gelenek‘le aynı sıralarda ulaştığı, fakat organların yazıyı -yayınlamaları elbette beklenemezdi- tartışmak için bile gündemine almadığı bildiriliyor.

[42] Marx, “F. Bolte’ye Mektup” (23 Kasım 1871), Marx – Engels, Seçme Yazışmalar 2, a.g.e., s. 54

[43] M. Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, a.g.e., s. 250

[44] Samir Amin, “Sosyalizme Geçiş: Çöküş ya da Devrim”, Çev.: Yılmaz Öner; A. Gunder Frank ve diğerleri, 21. Yüzyıl Eşiğinde Sosyalizm, İstanbul 1989, Belge Yay., s. 183-4

[45] Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Çev.: Semih Lim, İstanbul 1997 (ikinci basım), Kaynak Yay., s. 152-3

[46] Samir Amin, “Sosyalizme Geçiş: Çöküş ya da Devrim”, a.g.e., s. 184

[47] Samir Amin, Maoizmin Geleceği, Çev.: Işık Soner, İstanbul 1993, Kaynak Yay., s. 115

[48] A.g.e., s. 115

[49] Ernesto Laclau, İdeoloji ve Politika, Çev.: Hüseyin Sarıca, İstanbul 1985, Belge Yay., s. 113

[50] Poulantzas’tan aktaran Laclau, a.g.e., s. 114, dipnot 35

[51] Wood, Sınıftan Kaçış, a.g.e., s. 19

[52] A.g.e., s. 20

[53] A.g.e., s. 30

[54] Bu yanılsamaya klasik bir örnek: “Söylemeye bile gerek yok ki, Marx 19. yüzyılda Fransa ya da İngiltere’de sorunu hiçbir zaman, ‘Bugün hangi çelişki birincil önem taşır?’ şeklinde ortaya koymazdı. Proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişkinin temel çelişki olduğu tanım gereği kabul ediliyor ve sosyalist devrim tarafından bu çelişki ortadan kaldırılmadığı sürece de devam edeceği savunuluyordu.” (Stuart R. Schram, “Mao Ze-dong”, Çev.: Uygur Kocabaşoğlu, Marksist Düşünce Sözlüğü, Der.: Tom Bottomore, İletişim Yay., İstanbul 1993, s. 384)

[55] Amin, Maoizmin Geleceği, a.g.e., s. 148

[56] I. Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çev.. Tuncay Birkan, İstanbul 2000, Metis Yay,. s. 37. Wallerstein’a göre, sistem karşıtı üç hareketten biri olan ulusal kurtuluş hareketleri, iktidara gelmekle misyonlarını da bitirmiş oldular)

[57] Ancak burada, anti-emperyalizm bakımından iç ve dış ayrımının iç lehine silikleştiği ve “iç mücadelenin doğrudan anti-emperyalist mücadele olduğu bir sürece doğru hızla gidiliyor” olduğu türünden bir önermede bulunma ‘cesaret’i gösterilememektedir. (Bak.: Y. Sezer, “Küreselleşme: Emperyalizmin En Yüksek Aşaması”, Teori ve Politika 22, Bahar 2001, s. 18)

[58] Hardt ve Negri, a.g.e., s. 360

[59] Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya, Çev.: Mehmet Okyayuz, Epos Yay., Ankara 2002

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar