Ana SayfaArşivSayı 21Şiddet ve Orta Sınıfların Çöküşü

Şiddet ve Orta Sınıfların Çöküşü

Şiddet ve Orta Sınıfların Çöküşü*

 

Georges Sorel

Çeviri: Kemal İnal

Proleter şiddeti, orta sınıf filozoflarınca ortaya atılan fikirlere göre düşündüğümüz zaman anlamak çok güçtür; onların felsefesine göre şiddet, aydınlanma ilerlemeciliğinin etkisi altında kaybolacak olan bir barbarlık kalıntısıdır. O yüzden, orta sınıf ideolojisiyle yetişen Jaurès’nin, proleter şiddetin lehinde olan insanlara yönelik derin bir horgürüye sahip olması oldukça doğaldır; o, eğitimli sosyalistlerin Sendikalistlerle el ele verdiğini görünce şaşırmakta, kendini düşünür olarak kanıtlayan insanların düşünmekten aciz aptalların rüyalarına mantıklı görünüm verebilmek için hangi mucizeyle safsatalar (sophistries) biriktirebileceğini merak etmektedir.1 Bu soru, Jaurès’nin dostlarını önemli ölçüde üzmektedir ve onlar, yeni ekol‘ün (new school) temsilcilerine demagoglar olarak davranmaya çoktan hazırdırlar ve onları, düşüncesizce davranan kitlelerin alkışını aramakla suçlamaktadırlar.

Parlamenter Sosyalistler, yeni ekol‘ün izlediği araçları anlayamamaktadırlar; onlar, nihayetinde Sosyalizmin tümüyle, iktidara gelmenin araçlarının elde edilmeye çalışılmasına indirgeneceğini düşünmektedirler. Onların, yeni ekol‘ün izleyicilerinin basit seçmenlerin güveni için daha üst bir girişimde bulunmak ve Sosyalistleri onlara sağlanan koltuklarla aldatmak istediklerini düşünmeleri olası mıdır? Yine, şiddet savunusu, işçileri seçim politikasıyla bıktırmanın çok talihsiz bir sonucu olabilir ve bu, oy vermeye ilişkin çekinceleri artırarak Sosyalist adayların şanslarını tahrip etmeye yönelebilecektir! “İç savaşı yeniden canlandırmak mı istiyorsunuz?” diye sormaktadır. Bizim büyük devlet adamlarımız çıldırmış gibi görünmektedirler.

İç savaş, yeni ateşli silahların bulunuşu ve büyük kentlerdeki doğrusal caddelerin kesişiminden bu yana güçleşti.2 Rusya’daki son olaylar, Yönetimlerin (Governments) subaylarının enerjilerine bağlanmalarından çok daha önemli olabildiklerini göstermiş gibi görünmektedir. Hemen hemen tüm Fransız politikacıları, Manchurian yenilgileri döneminde Çarlığın yakında çökeceği kehanetinde bulunmuşlar, fakat isyan etme eşiğindeki Rus ordusu, Fransız ordusunun devrimler sırasında göstermiş olduğu zayıflığı göstermemiştir; hemen hemen her yerde baskı hızlı, etkili ve hatta acımasızdı. Jena’daki sosyal demokratların kongresinde ortaya çıkan tartışmalar, Parlamenter Sosyalistlerin artık Devlet iktidarını elde edebilmek için silahlı bir mücadeleye yaslanmayacaklarını göstermektedir.

Bu, onların şiddete tümüyle karşıt oldukları anlamına mı gelmektedir? Halkın sakin olması onların çıkarına olmayacaktır; belirli bir miktar ajitasyon onlara uyar, fakat bu ajitasyon, iyi tanılanmış sınırlar içinde kalmalı ve politikacılarca denetlenmelidir. Jaurès, bunu kendine değgin çıkarları açısından yararlı bulduğunda, Confédération Générale du Travail’yı (Genel İş Konfederasyonu) geliştirir;3 bazen o, kağıdını devrimci deyimlerle doldurmak için barışsever yazıcılara emirler verir; o, yaygın öfkeden yararlanma sanatında bir eski zaman ustasıdır. Becerikli biçimde yapılmış bir ajitasyon, devrimi yatıştırmak için Hükümet ile zengin orta sınıfların yeteneğinden önce kendilerini öven Parlamenter Sosyalistler için son derece yararlıdır; böylece onlar, ilgilendikleri mali ilişkilerin başarısını planlayabilir, etkili birçok seçmenin küçük yardımlarını elde edebilir ve bu Sosyalistlerin hukukun büyük reformcuları olduklarını düşünen dangalakların gözlerinde önemli görülebilen sosyal yasalara oy verilmesini sağlayabilirler. Bu bütünüyle gerçekleşsin diye, daima belli bir miktar hareket olmalıdır ve orta sınıf her zaman korku içinde tutulmalıdır.

İşçiler ile işverenler arasında ekonomik bir çatışma çıktığı her dönemde sosyalist parti ile Devlet arasında düzenli bir diplomasi sisteminin kurulması gereği akla uygundur; iki güç özel farklılığı yerleştirecektir. Almanya’da Hükümet, rahipler yönetiminin karşısına dikildikleri her dönemde Kilise ile müzakerelere girişmektedir. Sosyalistler, İngiltere’de iradesini empoze etme aracını çoğu zaman bulan Parnell’i taklit etmeye bile zorlanmışlardır. Bu benzerlik, Parnell’in otoritesinin yalnızca onun emrindeki (hizmetindeki) oyların sayısına değil, fakat asıl olarak her İngilizin İrlanda’daki tarımsal sorunların açık ilanında hissettikleri teröre dayandığı görülmektedir. Bir Parlamenter grupça denetlenen birkaç şiddet eylemi, tıpkı Jaurès’nin siyasası için yararlı olduğu gibi Parnellci politika için de fazlasıyla faydalıydı. Her iki durumda da bir Parlamenter grup, kumanda ettikleri gücü kullanmayı göze alamayan Muhafazakarlara barış ruhu satmaktadırlar.

Bu tür diplomasiyi yürütmek güçtür ve Parnell’in ölümünden sonra İrlandalılar, bunu, onun dönemindeki benzer başarıyla yürütme işinde başarılı olacak gibi görünmemektedirler. Fransa’da bu özel bir güçlük arz eder, çünkü belki de hiçbir ülkede işçileri yönetmek bu kadar güç değildir: yaygın öfkenin ortaya çıkması yeterince kolaydır, fakat bu öfkeyi bastırmak kolay değildir. Liderlerinin politik insanlarla sürekli ilişkide olduğu çok zengin ve yeterince güçlü merkezi sendikalar olmadığı sürece,4 şiddetin hangi ölçülerde devam edeceğini tam olarak söylemek uzun süre mümkün olamayacaktır. Jaurès, bu tür işçi birliklerinin varolmasını görmekten pek çok hoşlanacaktı, çünkü kamuoyunun onun devrini yumuşatacak (moderate) bir konumda olmadığını anladığı zaman, onun saygınlığı hemen yok olacaktır.

Her şey bir değerlendirme sorunu, doğru tahmin ve oportünizm sorunu haline gelmektedir; bu tür bir diplomasiyi yürütebilmek, yani işçileri devrimin bayrağını taşıdıklarına, orta sınıfları tehdit eden tehlikeyi kestiklerine ve onların karşı konulamaz bir düşünce akımını temsil ettiklerine inandırabilmek için çok fazla beceri, incelik ve sakin bir cüret gerekiyor. Büyük seçmen kitleleri, politikada neler olduğuna ilişkin hiçbir şey anlamıyorlar ve ekonomik tarihe ilişkin anlaşılır bir bilgiye sahip değiller; onlar, iktidarı elde edecek gibi görünen partiyi tutuyorlar ve siz onlara, Hükümeti teslim alabilecek denli güçlü olduğunuzu kanıtlayabildiğiniz zaman onlardan istediğiniz her şeyi elde edebiliyorsunuz. Fakat fazla ileri gitmemelisiniz, çünkü orta sınıf, uyanabilir ve ülke azimli bir muhafazakar devlet adamına teslim edilebilir. Tüm değer, ölçü ve oportünizmden paçayı kurtaran proleter bir şiddet, her şeyi tehlikeye atabilir ve Sosyalist diplomasiye zarar verebilir.

Bu diplomasi, hem büyük hem de küçük ölçekte oynanır; Hükümet ile Parlamentodaki grupların başkanlarıyla ve etkili seçmenlerle. Politikacılar, politik alanda varolan muhalif güçlerden olanaklı en büyük avantajları çekip almaya çalışırlar.

Parlamenter Sosyalistler, Sosyalizmin kökeninde soyut ilkelerin yer almasından ve uzun bir zaman boyunca en ileri Cumhuriyetçi Parti gibi benzer isyan duygularına başvurdukları gerçeğinden belli bir sıkıntı duyarlar. Bu iki durum onları, Charles Bonnier’in sık sık tavsiye ettiğine benzer bir parti politikasını izlemekten alıkoyar: Uzun zaman Guesdist partinin baş kuramcısı olan bu yazar, Sosyalistlerin, kendisine onlardan herhangi birinin kulu olmaya izin vermeksizin İngiliz partilerle görüşmeler yürüten Parnell örneğini yakından izlemelerinden hoşlanacaklardı; aynı şekilde, eğer ikincisi kendilerine, Radikallere göre proletaryaya daha iyi koşulları sağlamayı taahhüt etmiş olsaydı, Muhafazakarlarla bir anlaşmaya varmak mümkün olabilecekti (Socialiste, 27 Ağustos 1905). Bu politika, birçok insana skandal gibi görünmüştür. Bonnier tezini sulandırmaya zorlanmıştır. Sonra, partinin proletaryanın en iyi çıkarları dahilinde davranması gerektiği talebinde bulunarak kendisini hoşnut kıldı (17 Eylül 1905); fakat, sınıf savaşı ilkesi artık sizin yegane ve mutlak kuralınız olarak alınmadığında bu çıkarların nerede yattığını bilmek nasıl mümkün olacak?

Parlamenter Sosyalistler, kendilerine sadece işçi sınıfı tarafından semeresi toplanan maddi ve mevcut avantajları değil, fakat Sosyalizmin büyük Cumhuriyetçi ailesinin rolünü almaya zorlandığı ahlaki değerleri de hesaba katmayı sağlayabilen özel yeteneklere sahip olduklarına inanırlar. Kongreleri enerjilerini hangi ittifaklara izin verileceği ve hangilerinin yasaklanacağını kesinleştirmede, sınıf savaşı ilkesini (ki bunu onlar sözel olarak akılda tutarken endişelidirler) politikacılarla yapılan anlaşmalar gerçeğiyle uzlaştırmada Sosyalist diplomasiyi düzenlemek için tasarımlanan formülleri bir araya getirmeye harcar. Bu tür bir girişim deliliktir ve bu nedenle, vekilleri acıklı ikiyüzlü tutumlara zorlamadığı zaman kaçamaklara yol açar. Her yıl sorunlar yeniden tartışılmak zorundadır, çünkü tüm diplomasi, tamamen açık hükümlerin varlığıyla uyuşmayan bir esnekliği gerektirir.

Pascal’ın bu derece alay ettiği safsatacılık (casuistry), Sosyalist okullar olarak adlandırılanlar arasındaki polemiklerde bulunanlardan daha ince ve daha absürd değildi. Escobar, Jaurès’nin ayrımlarının ortasında davranışı bulmada bazı güçlükler çekmiştir; sorumlu Sosyalistlerin ahlaki teolojisi, zamanımızın soytarılarının teolojilerinden biri değildir.

Tüm ahlaki teoloji, iki eğilime ayrılabilir: açık bir olasılığa sahip olan düşüncelerle memnun olmaları gerektiğini söyleyen ahlakçılar vardır; ötekiler ise, en kesin ve en belirli olanları daima benimsememiz gerektiğini söylerler. Bizim Parlamenter Sosyalistler bu ayrımla karşılamak zorunda kaldı. Jaurès, yumuşak ve uzlaşmacı yöntemi tercih eder; şu şartla ki, eğer ilk ilkelerle her nasıl olursa olsun uzlaşmayı sağlayacak araçlar bulunursa ve bunun arkasında birkaç saygıdeğer otorite olursa; O, kelimenin tam anlamıyla bir olasılıkçı (probabilist) -ya da hatta bir latitudinarian (laxist)’dir.5 Vaillant, güçlü ve kavgacı yöntemi önerir. Onun düşüncesinde bu yöntem sınıf savaşına uygundur ve tüm eski otoritelerin bağlaşık onayının yanında olmuştur; o, bir tutiorist ve bir tür Jansenist’tir.

Jaurès, kuşkusuz Sosyalizmin yararı için çalıştığına inanır, tıpkı daha uysal tipli ahlakçıların, kendilerinin Kilise’nin en iyi ve en faydalı savunucuları olduklarına inanmaları gibi; onlar, işin doğrusu, zayıf Hıristiyanların dinsizliğe düşmelerini engellerler ve onların dinsel ayinlerini uygulamalarına rehberlik ederler -tam olarak Jaurès, sınıf savaşından önce korkuyla geri çekilerek Dreyfusçuluk yoluyla Sosyalizme erişen zengin entelektüellere yol gösterir ve onları parti dergilerinin hisselerini almaya teşvik eder. Onun gözlerinde Vaillant, dünyanın gerçekliğini görmeyen, kendisini şimdilerde, olanaksız hale gelen bir ayaklanmanın kuruntularıyla sarhoş eden ve palavracı bir politikacıyla evrensel oy kullanma hakkının elde edilemeyeceği büyük avantajları anlamayan bir hayalcidir.

Bu iki yöntem arasında sadece bir derece farkı vardır ve bu fark, kendilerini devrimci olarak adlandıran Parlamenter Sosyalistler tarafından inanıldığı türden de değildir. Bu noktada Jaurès’nin muhalifleri üzerinde büyük bir entelektüel üstünlüğü vardır, çünkü o, iki yöntemin temel kimliği üzerinde hiç kuşkusuz asla rol yapmamıştır.

Her iki yöntem de tümüyle yerinden edilmiş bir orta sınıf toplumu varsayar -sınıf çıkarlarına yönelik tüm hassasiyetlerini kaybetmiş zengin sınıflar, kamuoyunu yöneltme işini yüklenen insanların yol göstericiliğini körlemecesine izlemeye hazır olan insanlar. Dreyfus sorunu, aydınlanmış orta sınıfın ilginç bir zihinsel durumda olduğunu göstermiştir; Muhafazakar partiye uzun süre ve cafcaflı biçimde hizmet etmiş olan insanlar, anarşistlerle işbirliği yapmışlar, orduya yönelik şiddetli saldırılarda yer almışlar ve hatta Sosyalist partiye üye olmuşlardır; öte yandan, işlerini geleneksel kurumları savunmak olarak gören gazeteler, Temyiz Mahkemesi’nin sulh hakimlerine çamur atmışlardır. Çağımızdaki bu ilginç dönem, sınıfların altüst oluşunun (dislocation) durumunu açıklığa kavuşturmuştur.

Dreyfusçuluğun tüm iniş çıkışlarına çok fazla karışan Jaurès, henüz nüfuz etmemiş olduğu üst orta sınıfın zihniyetini hızlıca yargılamıştı. O, bu üst orta sınıfın korkunç derecede cahil, aptal, politik olarak da kesinlikle aciz olduğunu gördü; kapitalist ekonominin ilkelerinden hiçbir şey anlamayan insanlarla birlikte bir uzlaşma politikasını son derece geniş bir Sosyalizm temelinde kurmanın kolay olduğunu anlamıştır; o, namuslarına kastedilen embesillerin dalkavukluğa dayalı üstün zekalarının karışım oranlarını hesaplamış; kendileriyle bulmuş oldukları ideallere sahip olmakla övünen spekülatörlerin çıkar gözetmeyen duygularına ve fikirleri olmayan insanların liderliğini elde etmek için devrim tahditlerine başvurmuştur. Yaşananlar onun, orta sınıf dünyasında şu anda varolan güçlere ilişkin çok dikkate değer bir sezgiye sahip olduğunu göstermiştir. Vaillant aksine, bu dünyaca pek az tanınmaktadır; o, orta sınıfı harekete geçirmek için kullanılabilecek tek silahın korku olduğuna inanır; kuşkusuz korku, mükemmel bir silahtır, fakat eğer belirli bir sınırın ötesine geçmişseniz bu, inatçı direnci kışkırtabilir. Vaillant, Jaurès’de parıldayan zeka esnekliğine ve hatta insanların onun harikulade bir sığır tüccarlığı yapabileceğini söylemelerine neden olan köylü ikiyüzlülüğü niteliklerine sahip değildir.

Bu geçen yılların tarihi ne kadar yakından incelenirse, iki yöntemle ilgili tartışmalar o kadar çok çocukça olarak algılanacaktır: iki yöntemin taraftarları, proleter şiddete eşit derecede karşıttırlar, çünkü proleter şiddet, Parlamenter politikaya angaje olan insanların denetiminin dışına çıkar. Devrimci Sendikalizm, Parlamentonun sözde devrimci Sosyalistleri tarafından denetlenemez.

II

Resmi Sosyalizmin onayladığı iki yöntem, bu benzer tarihsel başlangıç ilkesini kabul eder. Kendi düşüncesini varoluş koşullarından ayırdığını itiraf eden ürkek hayırsever bir orta sınıf ideolojisi, kapitalist sistemin yozlaşması üzerine aşılanır; ve modern endüstrinin büyümesini gerçekleştiren gözü pek kaptanların soyu, barış içinde yaşamalarına izin verilmesini isteyen haddinden fazla uygarlaşmış bir aristokrasiye yol vermek için aradan çekilir. Bu yozlaşma, Parlamenter Sosyalistlerimizi neşeyle doldurur. Onların rolü, kapitalist ilerleme yoluna enerjik biçimde koyulan bir orta sınıfla, ürkekliğe ayıp olarak bakan ve sınıf çıkarlarını aramada doyum bulan bir orta sınıfla karşılaşırlarsa eğer, yok olacaktır. Hemen hemen on sekizinci yüzyılın soyluları kadar aptallaşan bir orta sınıf karşısında onların güçleri muazzamdır. Eğer üst orta sınıfın aptallaşması geçen birkaç yılda aldığı mesafede düzenli bir biçimde sürerse, bizim resmi sosyalistlerimiz makul biçimde rüyalarının hedefine ulaşmayı ve tantanalı malikanelerinde uyumayı ümit edebilirler.

Yalnızca iki rastlantı bu akımı durdurabilecek gibi görünmektedir: tükenen enerjileri yeniden canlandırabilecek ve kuşkusuz her halükarda güçlü insanları iktidara taşıyacak büyük bir dış savaşla;6 ya da devrimci gerçekliği orta sınıfa ve Jaurès’nin orta sınıfları uyutmaya dayalı barışçıl ve bıktırıcı yavan sözlerine görünür kılacak proleter bir şiddetin genişletilmesiyle. Bu her iki görüşte de büyük tehlikeler vardır; şöyle ki, ikincisi, tüm kaynaklarını popüler bir hatip gibi teşhir eder. Ne pahasına olursa olsun Avrupa barışı korunup sürdürülmelidir; proleter şiddete bazı sınırlamalar konulmalıdır.

Jaurès Fransa’nın, gazetesinin editörleri ve hissedarlarının Kamu Hazinesi’nin kasalarından özgürce paralarını çekebildikleri gün tamamen mutlu olacağına ikna olmuştur; kutsanan bir atasözü vardır: “Quand Auguste avait bu, la Pologne était ivre.” (Auguste içtiği zaman, Polonya sarhoş olur). Bu türden sosyalist yönetim (hükümet) kuşkusuz ülkeye zarar verecektir, eğer L’Humanité‘nin yönetildiğine benzer biçimde mali düzenle ilgili olarak benzer bir çıkarla yönetilirse; yeni rejim Sosyalizmi icat ettiklerini düşünen birkaç profesöre ve birkaç Dreyfusçu finansöre zaman tanıdığında, ülkenin geleceği ne olacaktır?

İşçi sınıfının kendisi, bu kabiliyetsizlik diktatörlüğünü kabul etmeden önce, orta sınıflar gibi aptal olabilir ve efendilerinin tüm kapitalist enerjilerini kaybedecekleri dönemde bütün devrimci enerjilerini tüketebilirler. Bu tür bir gelecek mümkün değildir; ve işçiyi bu amaçla uyuşturmak için de bir hayli çaba harcanmaktadır. Direction du Travail (İş Yönetimi) ve Musée Social (Toplumsal Müze) gibi en debdebeli isimlerle dekore edilen ve proletaryayı uygarlaştırmanın aracı olarak sunulan bu hayret verici idealist eğitim işinin en iyisini yapıyorlar. Bizim profesyonel idealistlerimiz, Sendikalistlerden çok fazla rahatsız olmaktalar ve yaşananlar, bir grevin bazen bu sosyal barış fabrikatörlerinin yıllarca sabırla emeği inşa ettikleri tüm eğitim işine yeterince zarar verdiğini göstermektedir.

İçinde yaşadığımız bir rejimin sonuçlarını adamakıllı anlayabilmek için, kapitalizmden Sosyalizme geçişe ilişkin Marx’ın düşüncelerine güçlü bir dönüş yapmalıyız. Bu düşünceler iyi bilinmektedir, yine de sürekli olarak onlara dönmeliyiz, çünkü bu düşünceler çoğu zaman unutulmakta ya da en azından bunlara resmi Sosyalist yazarlarca az değer verilmektedir; her dönemde ısrarla, günümüz Sosyalizminin girdiği anti-Marksist dönüşümün karşısında durmalıyız.

Marx’a göre kapitalizm, kendi içsel doğasının yasaları nedeniyle günümüz dünyasını organik hayatın evriminin kaçınılmazlığıyla, yarının dünyasının kapılarına götürecek bir yol üzerinde ilerlemektedir. Bu hareket, uzun bir kapitalist inşa dönemini ve proletaryanın çabasıyla hızlı bir yıkıma yönelik durumu içermektedir. Kapitalizm, Sosyalizmin alacağı mirası, mevcut rejime baskı yapacak insanları ve bu yıkımı gerçekleştirmenin araçlarını yaratır; aynı zamanda üretim içinde elde edilen sonuçları korur.7 Kapitalizm yeni çalışma biçimlerine yol açar; işçi sınıfını ücretler üzerinde yaptığı baskıyla devrimci örgütlenmeler içine iter; sürekli olarak endüstriyel liderleri elimine eden rekabetle kendi politik temellerini sınırlar. Bu yüzden, emeğin örgütlenmesiyle ilgili büyük sorunu çözdükten sonra, Ütopyacıların bu derece bön ya da aptalca hipotezler ileri sürmelerini etkilemek için kapitalizm, yıkacağı nedenin doğumunu kışkırtır ve böylece Ütopyacıların, reformlar yapacak aydınlanmış insanları ikna etmek için yazdıklar her şeyi yararsız kılar; ve giderek geleneksel düzeni yıkar; buna karşılık idealistler kendilerinin acınacak derecede yetersiz olduklarını kanıtlamışlardır. O halde kapitalizmin, Hartmann tarafından doğadaki (doğal) Bilinçdışına yüklediğine benzer bir rol oynadığı söylenebilir, çünkü kapitalizm üretmeye niyetlenmediği sosyal reformların gelişini hazırlar. Herhangi bir eşgüdümlü plan, direktif fikirler ve gelecekteki dünyaya ilişkin bir ideal olmaksızın da sonuç, kaçınılmaz bir evrimdir; şimdinin, tarihsel gelişmeye verebildiği her şeyi şimdiden çekip alır; yeni bir dönem oluşsun ve bu yeni dönem, kapitalist ekonomik sistemin kazanımlarını korurken, günümüzün idealizmiyle bağlantısını kırabilsin diye gereken hemen her mekanik yolu uygular.8

O halde Sosyalistler, daha kusursuz bir hukuksal sisteme geçişi hazırlamak için aydınlanmış orta sınıfı ikna etmenin bir aracını bulmaya dönük (Ütopistler tarafından başlatılan) girişimi terk etmelidirler; onların yegane görevi, proletaryaya oynamaları için çağrıldıkları devrimci görevin büyüklüğünü açıklamaktır. Sürekli eleştiriyle proletarya, örgütlerini mükemmelleştirmeye yöneltilmelidir; onlara, birlikleri9 içinde ortaya çıkan embriyonik formların nasıl geliştirilebileceği gösterilmelidir; ki sonunda orta sınıf tarihiyle bir koşutluk göstermeyen kurumlarını inşa edebilsinler; büyük endüstrilerdeki üreticiler olarak sadece konumlarına bağlı olan ve orta sınıf düşüncesine hiçbir şey borçlu olmayan fikirler oluşturabilsinler; ve bugünlerde orta sınıfın artık haberdar edilmemesiyle özgürlük alışkanlıklarını kazanabilsinler.

Bu öğreti, eğer orta sınıf ve proletarya, hizmetlerindeki tüm güçleriyle birlikte amansızca birbirlerine karşı koymazlarsa, açıkçası uygulanamayacaktır; orta sınıf ne kadar çok şevkle kapitalist olursa, proletarya da o derece savaşkan ruhla dolacak ve devrimci gücüne güvenecek, proleter akımın başarısı da o derece daha kesin olacaktır.

Marx’ın İngiltere’de tanıdığı orta sınıfa, geniş çoğunluğun baktığı gibi, modern zamanların başlangıcında, bilinmeyen toprakların keşfine başlayan yeni sanayicilerin ve maceracıların yaratıcılarını karakterize eden fetihçi, açgözlü ve acımasız insanlar tarafından hayat verilmiştir. Modern endüstriyel sistemi incelediğimiz zaman, kapitalist tip ile savaşçı tip arasındaki bu benzerliği daima aklımızda tutmalıyız; dev girişimlere yönelen insanların, sanayi kapitalistleri olarak adlandırılmasının mantığı buydu. Bu tip, Birleşik Devletler’de günümüzde hâlâ tüm saflığıyla bulunmaktadır: büyük generallerin ve büyük kapitalistlerin nitelikleri olan tükenmez enerjilerde, gücünün tam bir değer verilen gücü üzerine temellendirilen küstahlığında ve çıkarılan soğuk hesabında bulunmaktadır. Paul de Rousiers’e göre her Amerikalı, kendisinin iş savaş meydanında “şansını deneme”ye yetenekli olduğunu hisseder,11 bu şekilde ülkenin genel ruhu, mültimilyonerlerinkiyle tam bir uyuma girmiş olur; bizim edebiyatçılarımız, Rothschild’ların yaptıkları gibi, bir soylunun kendileri için yaşamını sürdürmeyi hiç düşünmeksizin, günlerini kadırga-kölesi gibi geçirmeyi kınayan bu ikincileri görmekten dolayı son derece şaşırırlar.

Rekabetle elde edilebilen başarıya yönelik tutkuyla ateşlenmeyen bir toplumda tüm aktörler, sosyologların büyük fikirlerini dikkate almaksızın gerçek otomatlar gibi onlardan önce yürümeye başlarlar; onlar çok önemsiz güçlere maruz kalırlar ve hiç biri kendi koşullarından kaçıp kurtulma hayalini görmez. Marx’ı bu derece çarpan ve ona doğal bir yasayla mukayese edilebilir gibi görünen kaçınılmazlığı sürdüren tek şey, kapitalizmin gelişimidir. Eğer aksine, etik ve sosyolojinin vaizlerinin gevezeliğiyle baştan çıkartılan orta sınıf, ekonominin suistimallerini düzeltmeye çabalar ve atalarının barbarlığını kırmayı isterse, o zaman kapitalizmin gelişimini ilerleten güçlerin bir parçası bunu engellemek için kullanılır, keyfi ve irrasyonel bir unsur devreye sokulur ve dünyanın geleceği tamamen belirsizleşir.

Proletarya efendileri gibi aynı zamanda sosyal barış fikirlerine döndürülse ya da sadece (basitçe) her şeyi korporatif görüş noktasından dikkate alsa bile, bu belirsizlik (indetermination) daha da büyür; tabii bu arada Sosyalizm, her ekonomik mücadeleye genel ve devrimci bir renk verir.

Muhafazakarlar, kolektif sözleşmelere ve Marksist devrimden12 kaçınmanın aracı olan korporatif tikelciliğe13 yol açan uzlaşmalar içinden baktıkları zaman aldatılmazlar; fakat onlar, bir tehlikeden kaçarlarken bir başkasına yakalanırlar ve Parlamenter Sosyalizm14 tarafından yok edilme riskine yakalanabilirler. Jaurès, işçi sınıfını Marksist devrim fikrinden uzaklaştıran önlemler konusunda ruhban sınıfı kadar şevklidir; onun sosyal barışın sonucunun ne olacağı konusunda onların yaptıklarından daha iyisini anladığına inanıyorum; o, kendi umutlarını kapitalist ve devrimci ruhun eşzamanlı yıkımı üzerinde bulmaktadır.

Marksist anlayışı savunan insanlara yönelik itirazı içinde, onlara yönelik olarak Marx’ın kuramı için onlara tahsis edilen yolları hem orta sınıf hem de proletaryadan uzaklaştırarak sürükleyen yozlaşma hareketini onlar için durdurmanın olanaksız olduğu sık sık ileri sürülmektedir. Kuşkusuz onlar, işçi sınıfını etkilemektedirler ve grev şiddetinin, devrimci ruhu canlı tuttuğu güçlükle yadsınabilmektedir; fakat onlar, orta sınıfa harcanan bir gayreti geri vermeyi nasıl ümit edebilirler?

Burada, şiddetin tarihteki rolü bize fevkalâde büyük görünür, çünkü dolaylı bir biçimde bu, kendi sınıf duygularının anlamına uyandırmak için orta sınıf üzerinde iş görebilir. Hayranlık uyandırıcı sosyal çalışmaları içeren, işçilerinin mutluluğunu gerçekleştirmeye heveslenen işverenleri tiksindiren ve en soylu duyguların öncelikle egemen olduğu bencilliği geliştiren bazı şiddet eylemlerinin tehlikesine sık sık dikkat çekildi.

İşçileri koruyacak olanların iyimserliğine kara nankörlükle karşılık vermek, insani kardeşliğin savunucularının vaazlarını hakaretle karşılamak ve sosyal barışın yayıcılarının ilerlemelerine havadan karşılık vermek-tüm bunlar yalnızca M. ve Mme. Georges Renard’ın16 modaya uygun Sosyalizminin kurallarıyla elbette uyum içinde olmamakta, fakat onların kendi işlerini ve sadece bunu düşünmelerini gerektiğini orta sınıfa göstermenin gerçek bir pratik yoludur da.

Demokrasinin hatiplerini ve Hükümet’in temsilcilerini fena halde hezimete uğratmanın yararlı olabileceğine de inanmıyorum, çünkü bu şekilde hiç kimsenin, şiddet eylemlerinin karakterine ilişkin bir yanılsamayı unutmayacağını güvence altına almış oluyorsunuz. Fakat bu eylemlerin, bunlar sınıf savaşının açık ve merhametsiz ifadesi oldukları sürece tarihsel değeri olabilir: orta sınıflara kurnazlıkla, sosyal bilimle ya da coşkun duygularla yardım edilerek, onların proletaryanın ellerinde daha iyi bir memnuniyet elde edebileceklerini düşünmelerine izin verilmemelidir.

İşverenlerin, sosyal barışı geliştiren ya da demokrasiyle ilerleyen çalışmalarla kazanacak hiçbir şeyleri olmadığını algıladıkları gün, onları, proletaryanın eğiticilerinin soylu mesleği için üretici güçlerin yaratıcılarının işini terk etmeye ikna eden insanlar tarafından ihtiyatsızlıkla karşılandıklarını anlayacaklardır. O zaman onlara, enerjilerinin bir kısmını geri alabilmeleri ve ılımlı ya da muhafazakar ekonominin onlar için Marx’a göründüğü gibi saçma görünebileceği ihtimali vardır. Her halükarda sınıfların ayrılması ne kadar çok açıkça önemle belirtilirse, proleter akımın günümüze göre o kadar çok düzenli şekilde gelişme şansı olacaktır.

O halde iki uzlaşmaz sınıf, birbirlerini kısmen dolaylı fakat kararlı biçimde etkiler. Kapitalizm proletaryayı isyana zorlar, çünkü günlük yaşamda işverenler güçlerini, işçilerinin arzularına karşıt bir yönde kullanırlar; fakat proletaryanın geleceği, tümüyle bu devrime bağlı değildir; işçi sınıfı, diğer nedenlerin etkisi altında örgütlenir ve kafasına devrimci fikri sokan Sosyalizm onları, düşman sınıfa baskı uygulamak için hazırlar. Kapitalist güç, tüm bu sürecin temelinde bulunur ve bu gücün eylemi otomatik ve kaçınılmazdır.17 Marx, orta sınıfın güç kullanma konusunda teşvik edilmeye ihtiyacı olmadığını, fakat günümüzde yeni ve gerçekten öngörülemeyen bir olguyla -kendi gücünü zayıflatmaya çalışan bir orta sınıf- karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştür. Marksist anlayışın öldüğüne inanmalı mıyız? Elbette hayır, çünkü proleter şiddet, sosyal barış anlayışı tartışmalarını yatıştırmanın bir aracı olarak kullanıldığı bir dönemde yeniden sahneye dönmektedir; proleter şiddet işverenleri, üreticilerin rolleriyle sınırlar ve onların demokratik bataklıkta birbirlerine karışma noktasında gibi göründükleri zaman sınıfların ayrılmasını restore etmeye yönelir.

Proleter şiddet, sadece gelecekteki devrimi belirli kılmakla kalmaz, fakat Avrupa uluslarının -günümüzde hayırseverlikle uyuşturulan- önceki enerjilerini tekrar elde edebilmeleriyle tek araç gibi de görünür. Bu tür şiddet kapitalizmi, dikkatini sadece maddi rolüyle sınırlamaya zorlar ve bunun için önceden sahip olduğu savaşçıl nitelikleri restore etmeye yönelir. Büyüyen ve katı biçimde örgütlenen işçi sınıfı, kapitalist sınıfı, endüstriyel savaş içinde sertleşmeye zorlayabilir; eğer birleşik ve devrimci proletarya zengin ve zafer için istekli bir orta sınıfla karşılaşırsa, kapitalist toplum tarihsel kusursuzluğa ulaşmış olacaktır.

Bu yüzden proleter şiddet, Marksizm için esas bir etmen olmuştur. Buna şunu da ekleyelim hemen, eğer uygun biçimde davranılırsa, işçi sınıfının liderleri ve düzenin gardiyanları olarak artık susmayacak olan Parlamenter Sosyalistleri bu eğilim sıkıştıracaktır.

III

Marksist devrim kuramı, kapitalizmin, hâlâ en canlı ve hareketli durumunda olmakla birlikte, tam endüstriyel yeterliliğe erişerek nihayetinde tarihsel misyonunu yerine getireceğini ve ekonomik sistemin hâlâ ilerici bir sistem olduğu zaman kalbinden vurulacağını öne sürer. Marx, ekonomik sistem en alt düzeye inerse nelerin olacağını kendisine sormuş gibi görünmemektedir; Marx, asla bir ideal olarak geçmişe ya da en azından sosyal muhafazakârlığa geri dönecek olan bir devrim olasılığının hayalini görmemiştir.

Bugünlerde, bu tür bir devrimin kolayca vaki olacağını görüyoruz: Jaurès’nin dostları, din adamları ve demokratlar tümüyle, Orta Çağları gelecekleri için idealleri olarak almaktadırlar; onlar, hafifletilmiş rekabette kısıtlanmış zenginlerden, ihtiyaçlara tabi kılınmış üretimden hoşlanmaktadırlar. Bunlar, Marx’ın gerici18 ve sonuç olarak önemsenmeyebilir olarak baktığı rüyalardır, çünkü bunlar ona, kapitalizmin karşı konulamaz bir ilerleme içine sokulduğu gibi görünmüştür; fakat bugünlerde kapitalist ekonomik sistemi, yasaların yardımıyla ortaçağ idealine daha da yakınlaştırarak düzeltme çabası içinde önemli güçlerin bir araya getirildiğini görüyoruz. Parlamenter Sosyalizm, kapitalist hareketi engellemeye dönük genel amaca birlikte ahlakçıları, Kiliseyi ve demokrasiyi birleştirmeyi isteyecektir ve orta sınıf ürkekliği görüşüne göre bu belki de olanaksız olmayacaktır.

Marx, bir tarihsel dönemden diğerine sivil bir mirasa geçişi mukayese etmiştir; yeni çağ öncelikli kazanımları miras alır. Eğer devrim ekonomik çöküş döneminde gerçekleşseydi, mirasla pek fazla uzlaşılamayacaktı ve bu durumda ekonomik sistemde hızlı bir ilerlemenin yeniden ortaya çıkmasına ilişkin bir umut olmayacak mıydı? İdeologlar kendilerini bu soruyla hiç mi hiç rahatsız etmezler; onlar, çöküşün, kamusal Hazine’nin emirlerinde olduğu gün duracağını onaylarlar; talanlarına bağlanılan çok büyük servetlerle gözleri kamaşır; ne tür ziyafetler olacak, hangi kadınlar ve ne tür fırsatlar teşhir edilecek! Öte yandan, gözlerimizin önünde bu tür umutları olmayan biz, çöküş döneminde başarılan bir devrimin sonucunun ne olacağını tahmin etmemizi sağlayacak olan bu konu üzerinde tarihin bizi bir yol göstericilikle donatıp donatmayacağını sormak zorundayız.

Tocqueville’nin araştırmaları bize, Fransız Devrimini bu bakış açısından inceleme imkanı sunmaktadır. O, yarım yüz yıl önce çağdaşlarına Devrim’in o döneme kadar sanıldığından çok daha fazla muhafazakar olduğunu gösterdiği zaman onları çok fazla şaşırtmıştı. O, modern Fransa’nın karakteristik kurumlarının çoğunun Eski Rejim’den kalma olduğuna işaret etmiştir (merkezileşme, her vesileyle düzenleme yapma konusu, toplulukların yönetsel vesayeti, devlet memurlarının mahkemelerin yargılaması yetkisinden muaf kılınması); o, sadece tek bir yenilik bulmuştur- VIII. yılda gerçekleştirilen izole devlet memurları ve yetkili meclislerin biraradalığı. Eski Rejim’in ilkeleri, 1800’de yeniden ortaya çıkmıştır ve eski gelenekler tekrar onay kazanmıştır.19 Turgot ona, “mutlak bir iktidara tabi olan demokratik bir toplumda bir devlet memurunun idealine”20 sahip olan mükemmel bir Napolyonik yönetici tipi olarak göründü. O, Devrim’in güvenini yerleştirmeye alışılmış olan mutat toprak bölüşümünün uzun süre önce başlamış olduğu, ancak bunun hızlı bir adımla hiç de ilerlememiş olduğu düşüncesindeydi.21

Napoleon’un ülkeyi monarşik bir tabana daha fazla yaslamak için fazladan bir çaba sarf etmek zorunda kalmadığı kesindir. O, Fransa’yı buna oldukça hazır bulmuştur ve 1789’dan beri elde edilen deneyimden yararlanabilmek için ayrıntıya ilişkin sadece birkaç kez düzeltme yapmıştır. Yönetsel ve mali yasalar, Eski Rejim’in yöntemlerini uygulamış olan insanlar tarafından Devrim esnasında kaleme alınıştı; bu yasalar günümüzde hâlâ hemen hemen el sürülmeden varlığını korumaktadır. İstihdam ettiği insanlar, Eski Rejim ve Devrim altında onların çıraklığına hizmet etmişlerdi; tümü birbirlerine benzemektedirler; hükümet uygulamalarında tümü de dönemin önde gelen insanlarıdır; tümü de Majestelerinin büyüklüğü için eşit bir şevkle çalışmaktadırlar.22 Napoleon’un gerçek değeri, onun kendi dehasına çok da fazla güvenmemesinde, kendisini on sekizinci yüzyılın insanlarını çok fazla yanıltan rüyalara kaptırmamasında ve kendisini en üstten en alta olmak üzere her şeyi yeniden üretme arzusuna sevk etmiş olmasında, kısaca tarihsel kalıtım ilkesini tam olarak kavramasında yatmaktadır. Tüm bunlardan çıkan sonuç, Napolyonik rejime, büyük devrimler boyunca muhafazakarlığın oynadığı muazzam rolü açıkça oynayan bir deneyim olarak bakılabileceğidir.

Gerçekte, muhafazakarlık ilkesinin askeri konularla bile ilişkilendirilebileceğini ve İmparator’un önceki kurumların bir uzantısı olarak gösterilebileceğini düşünüyorum. Her halükarda, Napoleon’un askeri ekipmanda esaslı bir yenilik yapmadığı ve devrimci orduların zaferlerini büyük ölçüde sağlayanın Eski Rejimin silahları olduğu gerçeği çok ilginçtir. Topçuluk ancak Restorasyon döneminde geliştirilebildi.

Devrim ve İmparator’un, geçmişin bu türden birçok kazanımını hâlâ muhafaza ederken ülkeyi radikal olarak dönüştürmeyi başarmasıyla oluşan refah, tarihçilerimizin her zaman dikkatini çekmediği ve Taine’nin fark etmiş görünmediği bir olguyla ilişkilidir: endüstriyel üretim büyük ilerleme kaydediyordu ve bu ilerleme öyle bir ilerlemeydi ki, 1780’lere doğru herkes insanlığın sınırsız ilerleme dogmasına inanıyordu.23 Modern düşünce üzerinde büyük bir etkide bulunan bu dogma, eğer ekonomik ilerleme ve bu ekonomik ilerlemenin yol açtığı mutlak güven duygusuyla bağlantılı olarak dikkate alınmazsa tuhaf ve açıklanamaz bir paradoks olarak kalacaktır. Devrim ve İmparator’un savaşları, bu duyguyu daha da ileri gitmesi için sadece uyarmıştı; bu savaşlar sadece zaferle sonuçlanmamış, fakat ülkeye bir hayli miktarda para girmesine de neden olmuş ve bu yüzden üretimin gelişmesine katkıda bulunmuştur.24

Devrimin zaferi, hemen tüm çağdaşlarını şaşırtmıştır ve öyle görünmektedir ki, en zeki, en düşünceli ve politik konulara ilişkin en bilgililer, en fazla şaşıranlar olmuşlardır; bu böyle olmuştur, çünkü teoriden çıkarsanan nedenler, bu paradoksal başarıyı açıklayamamıştır. Bana öyle geliyor ki, bugün bile sorun, atalarımıza göre tarihçilerimize hemen hemen anlaşılmaz gelmektedir. Bu zaferin asıl nedeni, dönemin ekonomik ilerlemesi içinde araştırılmalıdır; çünkü üretimde büyük gelişmeler yaşanırken Eski Rejim, çağdaş dünyanın küçük emeklerle doğan ve hızlıca muzaffer bir hayata doğru ilerlemesiyle estirmiş olduğu güçlü rüzgarlarla çarpılmıştır.

Öte yandan ekonomik çöküş döneminde oluşan korkunç bir tarihsel büyük dönüşüm deneyimine sahibiz; Hıristiyanlığın zaferinden ve onu yakından izleyen Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden bahsediyorum.

Tüm eski Hıristiyan otoriteler bize, yeni dinin dünyanın durumuna ilişkin hiçbir ciddi ilerleme getirmediği konusunda bilgi verirlerken aynı fikirdedirler; çürüme, baskı ve felaketler, geçmişte olduğu gibi insanları ezmeye devam etti. Bu, Kilise babaları için büyük bir hayal kırıklığı idi; zulümler döneminde Hıristiyanlar, İmparator’un tüm müminlere zulmetmeye son vermemesi durumunda Tanrı’nın Roma’yı boğacağına inanmışlardı; şimdi İmparator Hıristiyandı ve piskoposlar, hiyerarşinin tepesindeki önemli kişiler olmuşlardı, yine de her şey, geçmişteki kadar kötü şekilde devam etmeyi sürdürmüştür. Bu kadar çok cesaret kırıcı şey, ölümsüzlük, bu derece sıkça putperestliğin sonucu olarak ifşa edilen şey, İsa’nın müminlerine yayılmıştı. Profan dünya üzerine uzun erimli bir reform empoze etmekten ziyade Kilise’nin kendisi, profan dünyaya öykünerek çürümeye başlamıştı; Kilise, emperyal bir yönetime benzemeye başlamıştı ve ortaya çıkan hizipler, dinsel nedenlerden ziyade iktidara yönelik bir iştahla hareket etmişlerdir.

Hıristiyanlığın, Roma’nın çöküşünün nedeni, en azından başlıca nedenlerinden biri olup olmadığı sık sık sorulmuştur. Gaston Boissier, Constantine’nin sonrasında gözlenen çöküş hareketinin belli bir süre varolmuş olan bir hareketin devamı olduğu ve Hıristiyanlığın antik dünyanın ölümünü hızlandırıp hızlandırmadığını ya da geciktirip geciktirmediğini anlamanın olanaklı olmadığını göstermeye çalışarak bu düşünceye karşı mücadele etmektedir.25 Himayenin genişliğinin muazzam olduğunu söylemenin anlamı yoktur; benzetmede bulunarak, günümüzün resmi Sosyalistlerini iktidara getiren bir devrimi izleyerek düşünebiliriz. Onlardan günümüze kalan kurumlar, tüm orta sınıf ideolojisini korumaktadır; orta sınıfların durumu eski suiistimalleri egemenliği altına alacaktır; eğer ekonomik çöküş başlamış olsaydı, üzerinde önemle durulacaktı.

Kısacası, Hıristiyan fethinden sonra barbar istilası başladı. Yeni dinin ilkeleriyle uyum içindeki bir düzenin uzun uzadıya ortaya çıkıp çıkmayacağını birçok Hıristiyan merak etmiştir; bu umut, barbarlar İmparatorluk mirası tarafından dönüştürülürken en mantıklısıydı ve çünkü onlar Romalı hayatın çürümesine alışkın değillerdi. Ekonomik bakış açısından bir yeniden doğuş umut edilebilirdi, çünkü dünya, kentsel sömürünün ağırlığı altında yok oluyordu; kaba kırsal davranış kuralları olan yeni efendiler, büyük lordlar olarak değil, fakat büyük mülklerin (malikanelerin) başları   olarak yaşayacaklardı; o halde belki de dünya daha iyi sürülüp ekilebilecekti. İstilalarla aynı dönemden olan Hıristiyan otoritelerin hayalleri, vasat koşulların insanına atfettikleri erdemlerle modern dünyayı yenilenmiş olarak görmeyi uman birçok Ütopyacının yanılsamalarıyla karşılaştırılabilir; çok zengin sınıfların yerini yeni sosyal tabakaların alması, ahlak, mutluluk ve evrensel refah getirmeliydi.

Barbarlar toplumda herhangi bir ilerici durum yaratamadılar; hemen her yerde eski lordların yerlerini aldılar, birçoğu benzer yaşamlara yol açtılar ve kentsel uygarlık tarafından yutuldular. Fransa’da, Merovingian saltanat, özellikle baştan başa bir araştırmanın konusu oldu; Fustel de Coulanges, tüm bilgisini, muhafazakar karakteri aydınlatmak için kullandı; Fransa’nın muhafazakarlığı ona o derece güçlü görünmüştür ki o, gerçek devrimin olmadığını bile söyleyebildi ve yavaş bir hızla Roma İmparatorluğu’nun hareketini taşıyan bir akım olarak geç Orta Çağ’ın tüm tarihini temsil etti.26 “Merovingian Hükümet” demiştir “Roma İmparatorluğu’nun Galya’ya vermiş olduğu sürekliliğin üç parçasından daha fazlasıdır.”27

Ekonomik çöküş bu barbar krallar altında hızlanmıştır; dünya uzun bir deneyim sürecine girerken artık çok uzun bir süre rönesans yaşanmayacaktı. En azından barbarlığın dört yüzyılı, ilerici bir hareket kendisini göstermeden önce sürüp gidecekti; toplum, kökenlerinden fazla uzaklaştırılmış olmayan bir noktaya çökmeye zorlanmıştı ve Vico, bu fenomende ricorsi öğretisinin bir örneğini bulacaktı.28 Bu yüzden ekonomik çöküş zamanında ortaya çıkan bir devrim, dünyayı yeniden tümüyle ilkel bir uygarlık dönemine geçmeye zorlamış ve birkaç yüzyıl boyunca tüm ilerlemeleri durdurmuştur.

Bu korkunç olaylara, birçok kez Sosyalizmin muhalifleri tarafından başvurulmuştur; argümanın geçerliliğini inkar etmiyorum, fakat meslekten sosyologlar için belki de çok az önemli görünen iki ayrıntı eklenmelidir. Bu tür olaylar, (1) ekonomik bir çöküşü, (2) mevcut fikirler sisteminin gerçekten kusursuz bir muhafazasını sağlayan bir örgütlenmenin varoluşuna dayanır. Profesörlerimizin medeni Sosyalizmi, birçok kez uygarlığın bir koruyucusu olarak sunulmuştur: bunun Kilise tarafından barbar krallara verilen klasik eğitimin ürettiğine benzer bir etkiyi üreteceğine inanıyorum. Proletarya Merovingianler gibi bozulacak ve kenetlenecek ve ekonomik çöküş, bu öykünücü (pretented) uygarlaştırıcı bireylerin eylemi altında sadece daha bir belirli olacaktır.

Eğer proletarya, Marx’ın düşüncelerini gerçekleştirmek için devrimci fikirleri inatçılıkla korursa, dünyanın geleceğini tehdit eden tehlikelerden kaçınılabilir. Eğer proletarya, şiddet kullanarak, sınıflara bölünmeyi yeniden kurmaya yönelirse ve böylece orta sınıfa bile enerjisini geri verirse her şey korunabilir; bu, yöneltilmesi gereken insanların -ki bunlar günün olaylarınca hipnotize edilmeyen, fakat yarının koşullarını düşünenlerdir- tüm düşüncesinin yönlendirilmesi gerektiğine yönelik büyük bir amaçtır. Sınıf savaşının pür ve yalın bir tezahürü olarak gerçekleşen proleter şiddet, bu yüzden çok hoş ve çok kahramanca bir şey olarak görünür; bu, uygarlığın hatırlanmayan çıkarlarının hizmetindedir; bu belki yakın maddi avantajları elde etmenin en uygun yöntemi olmayabilir, fakat dünyayı barbarlıktan koruyabilir.

Sendikalistleri aptal ve cahil insanlar olarak suçlayanlara çok etkili bir yanıtım var. Onlardan, lehinde çalıştıkları ekonomik çöküşü dikkate almalarını isteyebiliriz. Eski Yunanlıların Thermopylae’yi savunan ve antik dünyanın uygarlığını korumaya yardım eden Ispartalı kahramanları selamladıkları gibi biz de devrimcileri selamlayalım.

 
 


* Georges Sorel, (1914), Reflections On Violence, (İngilizceye çev.: T.E. Hulme, New York: B. W. Huebsch)

1 Bu açıdan, proleter akımdan arıtılmış Sosyalizmin moda olduğu çevrelerde bahsedildiği biçimdir.

2 Marx’ın 1895’de Engels tarafından yayımlanan Struggles of the Classes in France from 1848 to 1850 başlığı altındaki makalelerin yeni baskısındaki önsözde yer alan Engels’in düşünceleriyle karşılaştırın. Bu önsöz, Fransızca çeviride yoktur. Almanca baskıda bir pasaj atılmış. Pasaj şöyle: Engels’in belirli bazı deyimlerini dikkate alan sosyal demokrat liderler yeterince politik değildirler.

3 Hareketin gereklerine göre o, genel grevin yanında ya da karşısındadır. Bazılarına göre o, 1900’deki Enternasyonal Kongre’de genel grevin lehine oy vermiştir; ötekilere göre ise o çekimser kalmıştır.

4 Gambetta yakınmıştır, çünkü Fransız ruhban sınıfı “başsızdı”; o, Hükümet’in kanunları tartışabilmesiyle, onun ortasında biçimlendirilmiş olan seçkin bir beden isteyecekti (Garilhe, Le clergé séculier français au XIX e siècle, s. 88-89). Sendikalizm, diplomatik ilişkileri faydalı biçimde yürütmeyi olanaklı kılacak baştan yoksun değildi.

5 [Ahlaki teolojiyle ilgili olarak, eylemlerimiz ancak mutlak surette güvenilir kuralların yol göstermesi gerektiğini iddia eden yazarlar, tutioristler olarak adlandırılmışlardır; onlara karşı olanlar da Laxist. Provinciales‘de Pascal, tutiorist konumu savunur, onun saldırdığı cizvitler ise Laxist‘lerdir.-İng.’den çev. notu.]

6 Krş. G. Sorel, Insegnamenti sociali, s. 388. Büyük bir Avrupa hipotezi şu anda çok uzak gibi görünmektedir.

7 Bu devrimci muhafaza nosyonu, çok önemlidir; Musevilikten Hıristiyanlığa geçişe paralel bir şeylerden bahsetmiştim (Le Système historique de Renan, s. 72-73, 171-172, 467).

8 Marx’ın Sosyalizm içinde işlediği dönüşüm üzerine yazımla karşılaştırın: Insegnamenti sociali, s. 179-186.

9 [Fransızca sociétés de résistance’dır. Bunun anlamı, işçileri işverenlere karşı birleştirmenin başlıca bir aracı olarak dikkate alınan sendikadır-İng. çev. notu.]

11 P. de Rousiers, La Vie américaine l’éducation et la société (s. 19). “Babalar, çocuklarına çok az öğüt verir ve onlara kendi kendilerine öğrenme iznini tanırlar” (s. 14). “Amerikalı sadece bağımsz olmayı istemez, fakat güçlü olmayı da ister” (La Vie américaine:ranches, fermes et usines, s. 6).

12 Bugünlerde sürekli olarak emeği örgütlemekten, yani korporatif ruhtan yararlanmaktan bahsediliyor; bundan bahsedenler de çok ciddi ve sorumlu insanlardır ki bunlar, işçileri safsatacıların boyunduuklarından kurtarmaya çalışıyorlar… Sorumlu insanlar de Mun, Charles Benoist (anayasal hukuk alanında iyi bir uzman), Arthur Fontaine ve demokratik abbés‘in takımı…ve son olarak Gabriel Hanotaux!

13 [Bu, hırslarını, kendilerini işçi sınıfının genel çıkarlarıyla sınırlayan eski sendikaların davranışına göndermede bulunmaktadır.-İng.’den çev. notu.]

14 Vifredo Pareto, mutlu olan, çünkü artık inatçı Marksistlerce tehdit edilmeyen ve yatıştırıcı Marksistlerin tuzaklarına düşmeyen basit orta sınıfa güler. (Systémes socialistes, tome ii.s. 453).

16 Mme. G. Renard 26 Temmuz 1900’de Suisse’de, Millenard tarafından verilen işçilerin ziyafetine ilişkin mağrur psikolojik düşüncelerle dolu bir makale yayımlanmıştır (Léon de Seilhac, Le Monde Socialste, s.307-309). Kocası, geleceğin toplumunda Clos-Vougeot’ı kimin içeceğine ilişkin ciddi sorunu çözümlemiştir (G. Renard, Le Régime socialiste, s.175).

17 1851 Eylülü’nde yazılan bir makalede (Revolution and Counter-revolution başlığı altında yayımlanan dizinin ilki), Marx, orta sınıfın gelişimiyle proletaryanın gelişimi arasında aşağıdaki koşutluğu kurmuştu: Çok zengin, yoğun ve güçlü olan orta sınıf, sayıca çok, güçlü, yoğun ve zeki proletaryaya tekabül eder. Bu yüzden o, proletaryanın zekasının topluma orta sınıflar için gücü güvence altına alan tarihsel koşullara bağlı olduğunu öğretmiş gibi görünmektedir. O yine, sınıf savaşının gerçek karakterinin, sadece orta sınıfın ihtiyaçlarıyla uyum içinde Hükümeti yeniden düzenlediği ülkelerde varolduğunu söyler.

18 “Sismondi gibi, toplumun mevcut temellerini korurken üretimin adil dağılımına geri dönecek olanlar, reaksiyonerdirler, çünkü tutarlı olmak gerekirse onlar, geçmiş zamanların diğer tüm koşullarını yeniden kurmayı da arzulamaktadırlar…mevcut toplumda, bireysel mübadelelere dayalı endüstride, bunca yoksulluğun kaynağı olan üretim anarşisi, aynı zamanda tüm ilerlemenin de kaynağıdır” (Marx, The Poverty of Philosophy, İng. çev., s.41).

19 Tocqueville, L’Ancien Régime et la Révolution (édition des æuvres complètes), Livre ii.chapitresi,iii.iv.s.89, 91, 94, 288.

20 Tocqueville, Mèlanges, s.155-156.

21 Tocqueville, L’Ancien Règime et la Rèvolution, s.35-37.

22 L. Madelin, keza bu sonuca, Napoleon I’in mülki amirleri üzerine 6 Temmuz 1907’de Dèbats‘da yer alan bir makalede varmaktadır.

23 Tocqueville, L’Ancien Règime et la Révolution, s.254-262, ve Mélanges, s. 62. Les Illusions de Pogrés (Chapter IV.iv.) adlı çalışmamla karşılaştırın.

24 Kautsky, Fransız ordularının sahip oldukları hazinelerin oynadığı rol üzerinde önemle durmuştur. (La Lutte des classes en France en 1789, Frans. çev., s.104-106).

25 Gaston Boissier, La Fin du paganisme, livre iiv. chap.iii.

26 Fustel de Coulanges, Origines du régime féodal, s.566-567. Fustel de Coulanges’ın tezinde bir hayli abartma olduğunu inkar etmiyorum, ama muhafazakarlık yadsınamazdı.

27 Fustel de Coulanges, La Monarchie frangue, s.650.

28 [Vico’nun “geriye akış” (ricorsi) öğretisi. Uygarlık, ilkel barbarlık duygusundan daha kötü olan “düşünce barbarlığı” içinde bir sona varır…Akıl, ilerleme sürecini döndürürken, şiddetten eşitliğe, duyarlılığa, rasyonelliğe yükselirken, kendi ebedi doğasıyla uyum içinde akışı geri çevirmek, şiddet ve duyarlılık yoluna yeniden sapmak ve böylece yukarı doğru bir hareketle yenilenmek “geriye doğru bir akışa başlamak”la bağıntılıdır. Bkz. Benedetto Croce, The Philosophy of Grambattista Vico, chap.xi. İng. Çev. notu.]

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar