Ana SayfaArşivSayı 18Marksizmde din sorunu üzerine

Marksizmde din sorunu üzerine

Marksizmde din sorunu üzerine

İki yazı, iki tutum

 

Ali Pınarbaşı

Din, özelde İslam, Marksistler için sorun olmaya devam ediyor. Türkiye’de sol düşünce Batı düşüncesi içinde kendini buluyor. Sokağa çıkmayı denediği anda, bu düşünce sistemi, sol için el yakan bir ateşe dönüşüyor. Kendini yalnızca insani, yüce değerlerin taşıyıcısı ve -bu anlamda- masum gören sol, halkın gözünde suçlu oluyor ama -daha kötüsü- ‘suçunu’ anlamıyor.

Türkiye solu sistemle karşı karşıya olduğu anda, din ideolojisiyle yoğrulmuş Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni karşısında buldu. Solun yıldızı, ‘yüzde doksandokuzu Müslüman olan’[1] halkla pek barışmadı. Türkiye solu İslamın kendisi için bir sorun teşkil ettiğini kimi zamanlar anladı ama bu sorunun üstüne gidecek cesareti kendinde bulamadı.

Türkiye solu için din çoğunlukla parti programlarında din ve vicdan hürriyetini tanıyan bir ayrıntı olarak kaldı. Batı Avrupalı Marksisler için belki mazur ve makul görülebilecek bu durum Türkiye’de hiçbir iddia sahibi olmamakla eşdeğerdir. Marx dini “afyon” olarak nitelemişti; halkın kendi kendine aldığı bir uyuşturucu. 28 Şubat’la birlikte sol bu durumu bir adım daha geriye götürdü: Devletin zorla içirdiği bir afyondu din.

Sol hareket hep kaçak güreşti, ama İslam’ın soluğunu her an ensesinde hissetti. Sıkıştığı anda sol, “devlet dini kullanıyor, din sola karşı devletin beslediği bir aparattır” diyerek meydanı terketti; nesnel olarak burjuva politikasının dümen suyunda hareket etti. Halbuki bir yüzyıl bile tutmayan bir süre önce din egemen ideolojik form idi. İstiklal mahkemeleri, dinsel boyutlar taşıyan isyanlar, DP iktidarı ile günümüze kadar gelen süreç göz önüne alınırsa bu bakışın zaafiyeti ortaya çıkar.

***

Teori ve Politika Dergisi bir önceki sayısında İslam’ı (genelde dini) konu edinerek, küçük çapta da olsa, bir cesaret örneği verdi. Bu yazıda, dergide çıkan yazılar üzerinden Marksislerin dine karşı tutumunun nasıl olması gerektiği vurgulanacak.

İlk yazıda[2] Yılmaz Sezer, dine Aydınlanmacı bakışın eleştirisini yaptı. Burjuvazinin iktidar mücadelesinde bayrak edindiği Aydınlanma düşüncesi, iktidarı Tanrı’dan (ya da Tanrı tarafındaki feodalizmden) insana (ya da sanayi devrimini, teknolojik sıçramayı yapması için güven kazanması gereken burjuvaziye) taşımıştır. Marksizm de burjuvazinin rüşdünü ispat ettiği dönemde, bizzat kurucuları nezdinde Aydınlanmacı düşünceden nasibini almıştır. Her ne kadar Marx ve Engels burjuva felsefesinde etkin olan, tarihinden koparılmış soyut insanı eleştirse de bunun karşısına çıkardıkları yine soyut insan olmuştur.

Sezer, Marx ve Engels’te beliren Aydınlanmacılığın farkında ve onu eleştiriyor. Marx ve Engels bu konuya dair zaman içerisinde birbiri ile çelişen fikirler ortaya atıyor[3]. Ancak Sezer’in kendisi de çelişkiyi aynı şekilde sürdürüyor: “Ve dolayısıyla dine karşı mücadele, materyalizmin doğal sonucu gibi görülüyor .“[4] Hemen ardından ise şöyle diyor: ”Marx Engels ve Lenin bu sorunu pratik olarak çözüyorlar; materyalizmin doğal sonucu olan ‘dine karşı mücadele’yi felsefi olarak politik düzleme sokmuyorlar.”[5] Dine karşı mücadele materyalizmin doğal sonucu mu? Ya da -en azından- materyalizm doğal olarak dinle uyuşmaz mı? Aktarılanlardan anlaşıldığı kadarıyla cevap kesin değil. Halbuki netleştirilmesi gereken konu bu. Sezer, Aydınlanmacılık eleştirisinde safını net bir şekilde belirlemişken bu noktada bir muğlaklığa yol açıyor ve “sorun pratikte çözülür” diyerek sorunu gözden kaçırıyor. Türkiye’de solun yıllardır yaptığı gibi…

Sezer’in yazısının geri kalanı pratikte nasıl çözüleceğine ilişkin Lenin’den örneklerle dolu. Bu örneklerden biri Lenin ve Papaz Gapon arasında geçen bir diyaloğa ilişkin[6]. Gapon’un yazdığı ve halkı çara karşı isyana teşvik eden dini içerikli bildiriye Lenin sınıf çıkarları uğruna onay veriyor, tahammül ediyor. Lenin için materyalizm, dine karşı mücadele etmesi gerekmese bile doğal olarak dine karşıdır, ama sınıf çıkarları uğruna tahammül göstermiştir.

Örnekteki mantık izlendiğinde şu sonuca varılır: Din, ezilenlerin geniş kesimlerini etkilediğinden onunla mücadele etmek gereksiz bir dert edinmektir. Dine karşı mücadele doğrudan cepheye alınarak yapılmamalı, hatta dindarların partiye girmesine engel olunmamalıdır. Ancak koşullar elverdiğinde tereddüt etmeksizin mücadele edilmelidir. Mücadele etmeli ki sosyalizmin toplumsallaşması ile kazanılacak ‘özgür düşünce’ dinin yerini alsın.

Yazar, Marksizmin kurucuları nezdinde ortaya çıktığını belirttiği problemi paylaşmış görünüyor. Tarihsel bağlamından koparılmış özgürlük ‘ütopyası’ bu haliyle heyecan verici, ama ne yazık ki bir ütopya. Feuerbach Üzerine Tezler’de geçen soyut insan eleştirisi, bu soyut insanın yine soyut olan özgürlüğü, din söz konusu olunca sahipleniliyor. Sezer, Aydınlanmacılıkla, ilerlemecilikle çatışma çabasına rağmen tarihselciliğin dışına çıkamıyor. Yazının sonunda yer verilen, “Pratik-politik düzeyde dine karşı mücadele pratik-politiğin gereklerine uygun olarak geliştirilmek durumundadır. Gerçek sınıf mücadelesini bölen her türlü ‘soyut, teorik gerçek’ sınıf mücadelesinden dışlanmıştır”[7] sözleri kuşkuya yer bırakmaksızın tarihselciliğin ifadesidir. Dine karşı mücadele kesinleşmiştir. Dinin ‘gerçek’ sınıf mücadelesinde yeri olamaz. Dine de yaşamdaki diğer ayrıntılar (cins, insan hakları, ulusal sorun …) gibi, zamanı gelinceye kadar tahammül edilmesi gerekir; yeryüzünde cenneti yaratana dek…

“Dine karşı mücadele ile dinsel bölünmeleri kışkırtmak (…) sınıfı böleceğinden tam bir safdilliktir.”[8] Yazının bu son cümlesiyle yazar, Türkiye solunun kırk yıllık amentüsünü tekrar edip yazı boyunca gösterdiği çabayı da bir çırpıda harcıyor. ‘Sınıf’ yerine ‘toplum’ denilse, bu sözler, taşları yerinden kımıldatmak istemeyen ortalama burjuva politik bakış açısına kolaylıkla maledilebilir.

***

Yılmaz Sezer’in ‘dine karşı mücadele’ konusundaki görüşleri kendi sözleri üzerinden incelendiğinde muğlaklık barındırıyor. Fakat sorunu Lenin’e havale edince tutumunu belirlemiş oluyor: Pratik-politikada tahammül etmek. Öte yandan aynı sayıda yeralan bir başka yazıda Metin Kayaoğlu, Marksistlerin din söz konusu olduğunda iki şekilde davrandığını ve bunlardan birinin tahammül etmek şeklinde olduğunu belirtiyor[9]. Ve arkasından ekliyor: “İslama uzaktan bakış fırlatmak değil, İslamın ‘içine’ bir Marksist olarak girmenin teorik pratiğini yapmak”[10]

Her iki yazıda ortak olan birtakım önermeler mevcut: Dine Aydınlanmacı bakışın eleştirisi, Marksizmin kurucularında Aydınlanmacılığın etkisi, dini aşmanın gerektiği düşüncesi… Bu önermeler paylaşılsa bile sonuçları iki yazıda farklı yerlere uzanıyor. Sezer, dini aşmayı üstünden atlamak şeklinde algılarken, Kayaoğlu aşmanın yolunun içine girmekten geçtiğini belirtiyor.

Marksizmin kurucularının din sorununa bakışı her iki yazıda da ele alınmış. Marx ve Engels teorik alanda dinle ortak bir düzeyin olmayacağını ifade ederken, politik alanda olabilirliğini, hatta olmamasının anarşistçe bir tutum olacağını belirtiyor. Buna ilişkin, Sezer ek bir görüş belirtmezken Kayaoğlu açıkça karşı çıkıyor: “Oysa dinsel ideolojinin de bu ‘alıma’ dahil edilmesine çalışılmalıdır”[11]

Kayaoğlu yazısında Marksizmin, din sorununu, kurucuları dahil olmak üzere, genelde tarihselci bir çerçeveden algıladığını belirtiyor: Din feodal bir ideolojidir[12]. Bir kez dönemleştirme yapılınca artık dine “gerici “ demek mümkün oluyor. Halbuki din yekpare bir ideoloji değildir. Din içerisinde de nesnel olarak devrimci veya tutucu ayrımı yapılabilecek durumlar mevcuttur. Yılmaz Sezer yazısında bu dönemleştirme meselesi ile ilgili açıktan bir şey söylemese de genelde söyledikleri üzerinden birtakım sonuçlara varmak mümkün. Sezer, Onyedinci yüzyılda Protestanların nesnel olarak ilerici, maddeci Hobbes’un ise nesnel olarak gerici olduğunu söyledikten sonra[13], “dinsel bölünmeleri kışkırtmak (…) sınıfı böleceğinden (…) kabul edilemez”[14] diyebiliyor. Bu iki cümle açıkça çelişiyor. Protestanlık, burjuvazinin mezhebi olarak nesnel olarak ilerici rol oynamıştır. Burjuvazi dinsel bölünmeleri kışkırtarak başarıya ulaşmıştır.

Dini, tarihsel dönemleştirme yaparak bir döneme hapsetme, onun öneminin gözden kaçmasına neden oluyor. Sanki sesimizi çıkarmazsak dinsel bölünmeler olmayacakmış gibi, sanki din kendi kendine unutulup yok olacakmış gibi…

 

 

 



[1] Alevilik ve sol ilişkisi din haricinde başka bağlamlarda da tartışmayı hakettiği için bu yazı kapsamı dışında tutuldu.

[2] Yılmaz Sezer, “Tanrı Dini İnsanlık Dini / Özne Arayışı”, Teori ve Politika 17, Kış 2000, ss. 3-17.

[3] A.g.e., s. 11

[4] A.g.e., s. 11. (Bu ve bundan sonraki vurgular bana ait.)

[5] A.g.e., s. 12

[6] A.g.e., s. 13

[7] A.g.e., s. 17.

[8] A.g.e., s. 17.

[9] Metin Kayaoğlu, “İslamda bir Keşif Turu / Marx’tan Gazali’ye”, Teori ve Politika 17, Kış 2000, s. 19.

[10] A.g.e., s. 19.

[11] A.g.e., s. 22.

[12] A.g.e., s. 22 ve 23.

[13] Yılmaz Sezer, a.g.e., s. 16.

[14] A.g.e., s. 17.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar