Ideoloji

*

Çeviri: Ercüment Özkaya

1- Kavramın Gelişimi

İdeoloji tüm sosyal bilimlerin en belirsiz kavramıdır; çünkü, en temel fikirlerimizin dayanaklarını ve geçerliliklerini sorgular. Böyle olduğu için de zorunlu olarak, tartışmalı, yani tam da tanımında (ve bu yüzden uygulanışında), akut bir karşıtlık bulunan bir kavramdır.[1] Bazı önemli istisnalara rağmen, ideoloji kelimesi aşağılayıcı çağrışımlarla yüklüdür. İdeoloji, nadiren bizim, ama çoğunlukla ötekinin düşüncesidir. Kendi düşüncemizin ideolojik olabileceği ise, en değerli kavrayışlarımızın temellerini hiç hoşumuza gitmeyecek biçimde daha kaygan bir zemine oturtacağından korkarak, neredeyse içgüdüsel olarak karşı çıktığımız bir önermedir. Bu yüzden, bu kavramın tarihi, ideolojik söylemin dışında, oradan ideolojinin mekanizmalarını iş başında görebileceğimiz, sabit ve sarsılmaz bir Arşimet noktası bulabilmek için girişilmiş çeşitli çabaların tarihidir. Marksizmin ana geleneğinde bu nokta, temsilcileri ideolojik olmayan düşünce için benzersiz bir liyakata sahip olan özel bir grup ya da sınıfta aranır. Aydınlanma çağının usçu, görgülcü geleneğinde ise, ideolojik kavramların us-dışılığının maskesini indirecek nesnel bir toplumsal bilime güvenilir. Her iki gelenek de, -ister sınıf iktidarının tahkimatı olarak görülen ideolojinin artık gerekli olmayacağı bir Marksist toplum olsun, ister ussal bir piyasa ekonomisinin kendiliğinden aşikar normlarının kendilerini dayatacağı bir kapitalist toplum olsun- ideolojisiz bir toplumun mümkün olduğunu tahayyül eder. Fakat,   gerçeğe ilişkin tüm iddiaların görece olduğu heyulası en azından Platon’un Protagoras’ı nesnel gerçeğin olanaklılığını yadsıdığından bu yana insanlığı bizar etmektedir ve bu heyula, ihmal edilmeye gelmez.  

İdeolojiye yönelik her sorgulama, ideoloji hakkındaki tüm görüşlerin kendilerinin de ideolojik olduğu şeklindeki talihsiz çıkarsamadan kaçınmayı daha da güçleştirir. Ama bu sonuçtan kaçınmak, en azından bazı görüşlerin diğerlerinden daha ideolojik olduğu şeklinde bir düzeltme yapmak gereklidir. Çünkü, bütün görüşlerin ideolojik olduğu basit fikri iki güçlükle karşı karşıyadır: Birincisi, bu neredeyse anlamsız olacak kadar kapsayıcı bir önermedir, ikincisi ve daha tehlikelisi, Giritli Epimenides’in “Bütün Giritliler yalancıdır’’ önermesiyle aynı mantıksal saçmalığı taşır.

Toplumsal bilimlerdeki diğer tartışmalı terimlerin (demokrasi ya da özgürlük gibi) tersine, ideoloji sözcüğünün 200 yıldan kısa bir geçmişi vardır. Terim, Sanayi Devrimine eşlik eden toplumsal, siyasal ve entellektüel alt üst oluşların: demokratik ülkülerin yayılmasının, kitle hareketine dayanan politikanın, dünyayı biz yapmış olduğumuza göre, bir daha yapabiliriz düşüncesinin ürünüdür. Alman toplum filozofu Jurgen Habermas’a göre, bu yeni dünya görüşleri,

dünyanın geleneksel yorumlarının dogmatizminin eleştirisinden doğarlar ve bilimsel bir karakter taşıdıkları iddiasındadırlar. Gene de, bu yolla gerçek iktidar ilişkilerini analiz ve kamusal bilinç için erişilmez durumda tutarak, meşrulaştırıcı işlevlerini korurlar. Sınırlı anlamda, ideolojilerin ilk ortaya çıkışı bu yoldan olmuştur. Modern bilimin örtüsü altında belirerek ve haklılıklarını ideolojinin eleştirisinden türeterek iktidarın geleneksel meşrulaştırmalarının yerini alırlar. İdeolojiler, ideolojinin eleştirisiyle zamandaştır. Bu anlamda, burjuva-öncesi ideolojiler olamaz. [2]

Geleneksel inançlar, tam da geleneksel olduklarından dolayı, durağanlığa ve sınırlanmış, hiyerarşik biçimde yapılanmış bir otorite kaynağına dayanmaya eğilimlidirler. Fakat geleneğin gücü zayıfladıkça fikirler tartışmaya açılmaya ve yarışmaya başlar. Geçmişin mitleri, çoğunlukla toplumların çevresinde bütünleşeceği ve bütünlüklü yapılar şeklinde varlıklarını sürdürecekleri değerler yaymaya hizmet etmiştir: Mitler rekabet etmez. Öte yandan, ideolojiler giderek artan ölçüde çoğulcu bir toplumun ürünüdürler ve bölüntüsel çıkarlarına hizmet ettikleri rakip gruplarla birlikte bulunurlar.[3] Geleneksel din, bireylerin günlük yaşamdaki karşılıklı ilişkileri ve öte dünyaya ait bir boyutun kutsallığı üzerinde yoğunlaşırken, ideolojinin laikleştirilmiş evreni, görünüşte bilime ve usa kendini haklılaştırıcı başvurularla meşruluk bulan bu-dünyasal dönüşümlerin kamusal projeleriyle ilgilidir. Geçmiş toplumların örgütleyici mitleri miras yoluyla edinilmişlerdir ve toplumsal dünyaya aşkın verili bir çerçeve oluştururlar, oysa, ideolojiler, tipik biçimde kendi öz toplumlarımızın zahmetli araştırmalarından çıkarılmış kendi öz yaratılarımızdır. Bu yönseme ardından, siyasal sürecin artan demokratikleşmesiyle güçlenir. Sanayi Devrimi, kitapların ve gazetelerin beklenmedik ucuzlamasıyla paralel yürüyen bir iletişim devrimi de içeriyordu.  

Elde edilebilir bilgideki artış ve bunun çok farklılaşmış kaynaklardan yayılıyor olduğu gerçeği, bu bilginin yorumlanmasının sorunlu hale geldiği ve bütün bu yeni malzemeyi anlama kavuşturmak üzere değişik çıkarları yansıtan birbiriyle rekabet eden anlam çerçevelerinin ortaya çıktığı anlamına geliyordu. Ancak, kaçınılmaz olarak parçasal kökenlerine karşın, bu çerçeveler ya da ideolojiler, evrensel bir cazibeye sahip olmak zorundaydılar. Çünkü kitlelerin siyasete artan katılımıyla, basit kumanda yerine ikna, günün modası olmuştu. Bu eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağında, evrensel us ve bilim fikirlerine dayanan yaklaşımların evrensel bir kabul sağlama şansı ancak görünüşte vardı.

Pek çok ayartıcı şey gibi, ideoloji kelimesi de Fransız kökenlidir. Ancak, sözcük Fransız Aydınlanmasının doğrudan ürünü olsa da, mefhumun kökenleri, Batı Avrupalı entellektüellerin karşısına Orta Çağ dünya görüşünün yıkılmasıyla dikilen, anlam ve hedef hakkındaki genel felsefi sorulardadır. Bu sorular, bireyin, vicdan özgürlüğünün, ritüelin huzur verici varlığındansa sözün dönüştürücü gücü üzerinde duran Protestanlığın etkisiyle desteklenmiştir. Bununla birlikte, daha doğrudan öncüler, yani ideoloji kavramının işaret ettiği soruları ilk soranlar, Francis Bacon ve Thomas Hobbes gibi düşünürlerdir. Bacon, Novum Organon’unda (1620) toplumun incelenmesinde gözleme dayanan yeni bir yaklaşımın taslağını oluşturmaya girişmişti: İnsan anlayışı, şimdiye dek, Bacon’un put (idol) diye adlandırdığı, yanlış, us dışı yaklaşımlarla karartılmıştı. Bu putlar, kabile putları, mağara putları, pazar putları ve tiyatro putları olmak üzere dört çeşittir. İlk çeşit, yani kabile putları, geleneğin kutsadığı şeyleri kayıtsız şartsız doğru kabul etmeyi ya da duyguların ussal bilginin kazanımlarına müdahale etmesine izni verme eğilimini içerir. Mağara putları, bireyin çoğu kez daha geniş bir perspektife ulaşmasını engelleyen kendi özel, sınırlı bakış açısından doğarlar. Pazar yeri putları dile ilişkindir, pazar, çoğu kez gerçeklikle farklılık içinde olan, böyle olduğu için yine ussal anlayışa bir engel oluşturan toplumsal ilişkilerin simgesidir. Tiyatro putları eski zamanın, hiçbir görgül temeli bulunmayan, bu yüzden dramatik kurgulardan daha fazla bir değer ifade etmeyen dogmatik kavramlaştırmalarıdır.

Modern sosyal bilimin kökeninde Bacongil putlar kuramı yatar. Kuram, hem Hobbes ve Locke ile İngiliz görgül geleneğini, hem de sonunda ideoloji kavramını üreten Fransız Aydınlanmasını kuvvetle etkilemiştir. Yüzyıl önce tahtın ve mihrabın gücünün hatırı sayılır biçimde sınırlandırılmış olduğu İngiltere’deki öncellerinin tersine, Fransız Aydınlanmasının filozofları, otokratik bir kiliseyle ittifak halindeki mutlakçı bir monarşiyle karşı karşıyaydılar. Bunun sonucunda, Machiavelli ve Bacon’ın gözünde potansiyel olarak bütünleştirici bir güç olan din, Fransa’daki Aydınlanma filozofları için toplumun ussal düzenlemesinin önündeki baş engeldi. Önde gelen sözcülerinden Holbach’ın yazdığı gibi:

İnsanın mutsuzluğunun kaynağı doğa hakkındaki bilgisizliğidir. Öyleyse, görevlerimizin en önemlisi, bizi yanlış yöne götürmekten   başka işe yaramayan hayalleri yıkabileceğimiz araçları aramaktır.   Bu kötülüklerin devası Doğa’nın kendisinde aranmalıdır. Doğa, kaynakları bakımından fazlasıyla cömerttir, öyle ki, yanlış yöne sapmaktan, tamahtan dolayı üzerimize yağan kötülüklerin panzehirini onda bulmayı bekleyebiliriz… Bu nedenle us, hakkı olan makama yeniden yerleştirilmelidir… Önyargıların ağır zincirleri altında ezilmeye daha fazla terk edilmemelidir.[4]

İktidarlarını desteklemek için din adamlarıyla kralların besleyip yaydığı önyargıların ve yalanların ilacı, eğitimin sınır tanımayan gücündedir. Helvetius’un, koyunların otladığı bir çayırda yaşayan böceklerin, koyunları korkunç yırtıcılar, onları yiyen kurtları ise iyiliksever varlıklar olarak görebileceklerine işaret edişindeki gibi, Aydınlanma düşünürlerinin, şu ya da bu vesileyle bilginin toplumsal belirleyicilerinin varlığını kabul ettikleri olmuştur. Ama genel olarak Aydınlanma düşüncesi, Marx’ın daha sonraki, “Koşulları ve eğitimi değiştirmekle ilgili materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve önce eğiticilerin eğitilmesi gerektiğini unutur’’[5] yolundaki yakınması karşısında savunmasızdır. Bu hatırlatmaya verebilecekleri tek karşılık, usun önyargıları çürütme gücüne sınırsız bir güven beslemektir.

Aydınlanma düşünürleri, 1789 Fransız Devriminin entellektüel öncüleriydi. İdeoloji teriminin ilk ortaya çıkışı da Fransız Devriminin hemen sonrasında olmuştur. Terimi 1797’de icat eden, devrimci Konvansiyon’un özel olarak Aydınlanma düşüncelerinin yayılması için kurduğu İnstitut de France’da görevlendirdiği filozoflar grubunun üyesi olan Antoine Destutt de Tracy idi. Enstitü, Kiliseyle uzlaşmasının ve artan kişisel zorbalığının yol açtığı kopuştan önce, çok kısa bir süre için, onursal üyesi olan Napolyon’un koruyuculuğundan yararlandı. Desttut de Tracy, 1801-1815 yılları arasında kaleme aldığı Elements d’Ideology adlı eserinde, diğer bütün bilimlere temel olacak yeni bir düşünceler bilimini yani ideolojiyi (idealogy=düşüncebilim) ortaya attı. Doğuştan gelen bilgi kavramını reddeden de Tracy, bütün düşüncelerimizin fizik duygulara dayandığını ifade etti. Fikirlerin kökenine ilişkin dinsel ya da metafizik önyargılardan arındırılmış ussal bir araştırma, ussal ve adil bir toplumun temeli olabilirdi. Çünkü, bireysel düşüncelerin ussal araştırılması, bunların, evrensel insan gereksinmeleri ve özlemlerindeki ortak kökenini ortaya koyacaktı. Toplumu doğal bir temelde düzenleyen ve makul özlemlerin uyumlu biçimde elde edilmesini sağlayan yasaların çerçevesini bu evrensel gereksinmeler oluşturacaktı. Çünkü doğal olanla toplumsal olan iç içe geçmiştir ve bu iç içelik, ideolojiyle, fikirlerin kökenlerin ussal hesaplanması yoluyla açıkça gösterilebilir.

Bu yüzden, ideoloji mefhumu, kökeninde olumlu ve ilericidir. Ama, yönetimi kurumsal dinin desteklediği bir imparatorluğa dönüştükten sonra, (zamanla böyle adlandırılan) liberal ve cumhuriyetçi ideolojilerden gelen her türlü eleştiriyi katlanılmaz bulan Napolyon’un gözünde, bu terim kısa zamanda aşağılayıcı bir anlam kazandı. Moskova’dan dönmek zorunda kalan Napolyon, yenilgiden kısmen bu ideolojileri sorumlu tutmuştu:

Güzel Fransa’mızın başına gelen bütün talihsizlikleri, ideolojiden, insanları yöneten yasaları tarihin derslerinden ve insan yüreğinin bilgisinden çıkarmak yerine, kılı kırk yararak aradığı ilk nedenler temeli üzerine kurmak isteyen bu dumanlı metafizikten bilmeliyiz.[6]

Olumlu ve olumsuz çağrışımlar arasındaki bu salınım, ideoloji kavramının tüm tarihinin karakteristiği olacaktır.

İdeolojinin Fransız kökeninin yanı sıra, -burada da Fransız devrimi can alıcı bir olay olsa da- bir de Alman kökeni vardır. Aydınlanma filozofları için, ancien regime’i eleştirmek için dayandıkları ve adlarına Fransız Devriminin yapıldığı ilkeler kendiliğinden aşikardı. Bununla birlikte Devrimin sonuçları -Napolyon’un iktidara yükselişi ve 20 yıl içinde Avrupa’da uyandırdığı katalistik (zaten olacak olayları hızlandırıcı) etki- ne özellikle doğal, ne de özellikle ussal göründü.

Dahası, Sanayi Devriminin hızlı yürüyüşü, değişim ve gelişimi çağın merkezine koymuştu. Özellikle Almanya’da güçlü olan Romantik hareket, vurguyu, dünyaya kendi anlamlarımızı yükleme tarzı üzerine yaptı. Doğal ve ussal dünyanın ussal zihin için saydamlığına inanan Destutt de Tracy’nin tersine, Alman romantikleri, insanların bireysel ve kollektif biçimde değişen koşullara karşılık olarak kendi gerçekliklerini yarattıklarını kabul ederler. Bu fikirlere sistematik bir entellektüel temel vermeye çalışan Hegel’e göre, özgül bir çağın fikirleri, kaçınılmaz biçimde değişen tarihsel durumlarla ilintili olduklarından, kendileri adına mutlak geçerlilik iddiasında bulunamazlar. Tarihin bir ussallığı, bir anlamı varsa, bu, belirli bireylerin ve çağların kısmi amaçlarında değil, tüm sürecin kendisinde bulunacaktır. Çünkü, bireylerin ve dönemlerin projeleri, genellikle bunları düşünenlerin niyetlerinden çok farklı sonuçlar üreten ünlü “Aklın kurnazlığının” araçlarıdır. Bu Hegelgil fikirler, Marx’ı güçlü biçimde etkilemiş ve Fransız ve Alman eğilimlerini birleştiren Marksizm, ideolojiyi siyasal eylemin ön cephesine yerleştirmiştir. Hegel’in bir şakirdi olarak genç Marx, toplumsal ve siyasal düşüncelerdeki değişmeleri, tarihsel insan varlıklarının üretici emeklerini örgütlemelerinin değişik biçimlerinin neden olduğu toplumsal bölünmelerle açıklamaya çalışır. Daha sonra, özellikle Engels ile, de Tracy’nin pozitivist geleneği, toplumun nesnel bir biliminin geliştirilmesi girişimi, Marksizm içinde daha başat duruma geldi. Ne olursa olsun, çok yakın bir zamana dek, ideoloji üzerine incelemeler, bu kavram nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, büyük ölçüde kendilerini şu ya da bu şekilde Marksist gelenekle ilişkilendiren düşünürlerin tekelinde kalmıştır.

Ancak, de Tracy’nin tarzında, ideolojinin nesnel olacak bilimsel incelenmesi fikri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Batı’da özellikle de ABD’de güçlü bir diriliş yaşadı. Nazi hareketiyle dünyaya çöken felaket, Stalinizmin aşırılıklarının ortaya çıkışıyla pek çok kişinin yaşadığı hayal kırıklığı ve Sovyet komünizminin Batı tipi demokrasilere yönelik yekpare bir tehdit olarak algılanışı, bu düşüncelerin kökenlerini ve gücünü açıklamaya yönelik ilgiyi körükledi. Mao Zedung “düşüncesi”nin, özellikle “İleriye Doğru Büyük adım” ve Kültür Devrimi sırasında Çin toplumu üzerindeki şaşırtıcı etkisiyle, birçok Üçüncü Dünya ülkesinde ulusal kurtuluş ülkülerinin kazandığı tartışılmaz güç, bu ilgiyi daha da güçlendirdi. Bu dönemin yazarlarıyla, entellektüel olarak us-dışılıkla, siyasal olarak da totalitaryanizmle eşleştirilen “ideoloji” terimi, açık bir aşağılayıcı anlam kazandı. Terime duyulan antipati, her ikisi de neyin olgulara uygun düştüğü ya da dilbilgisel kullanım bakımından neyin önemli olduğu gibi daha alçakgönüllü sorular sorarak, büyük ölçekli kurguyu gözden düşürmeyi amaçlayan güçlü bir faydacılık ve görgül yaklaşıma sahip davranışçı okulun ABD siyaset biliminde; analitik, dilbilimsel felsefenin İngiltere’de hakimiyet kazanmasıyla daha da güçlendi. Bu bakış açısından, “İdeoloji Çağı” geçmişte kalmıştı. İdeolojiler, geleneksel toplumların çökmesiyle rakip gruplar arasında güçlü bir entellektüel galeyana yol açan sanayileşmenin özel bir dönemine aittir. Nazizm, daha da geçerli olmak üzere komünizm, teknik çözümler gerektiren teknik sorunların ön plana geçtiği gelişmiş sanayi toplumları için hiçbir geçerlilik taşımayan 19. Yüzyıl kalıntılarıdır. İronik biçimde, Marx ve izleyicilerinin popülerlik kazandırmak için o kadar gayret gösterdikleri ideoloji terimi, şimdi Marksizme karşı silah olarak kullanılıyordu. Bu “ideolojilerin sonu” yaklaşımı, son iki onyılın daha sorunlu doğasından kaynaklanan sert bir meydan okumayla karşılaşmıştır. Bu dönemde, nesnellik iddiası giderek daha fazla saldırıya uğramış, ideolojinin nesnel bir bilimini yapma iddiasının kendisinin ideolojik olabileceği kuşkusu güçlenmiştir. Çünkü, bir toplumda yönetici gruplar zora başvurmayı ne kadar az isterlerse, iktidarlarını meşrulaştırmak için çok sayıda değişik oydaşımsal normlara güvenmek ihtiyacını o kadar çok duyacaklardır.

Gene de, “ideoloji” teriminin kullanımı son iki yüzyılda ne kadar değişse de iki ana çizgi açıkça seçilmiştir. Bu çizgilerden biri, terimin kaynaklandığı de Tracy ve arkadaşlarının iyimser Fransız görüşüdür -bunların iyimser usçuluğu her ne kadar Anglo Sakson dünyasında uygun bir görgülcülük dozuyla düzeltilmiş olsa da-. Başlangıçtan, Durkheim aracılığıyla son zamanların yapısalcı ve görgülcü revizyonlarına dek uzanan bu çizgi, toplumun oydaşımsal doğasına vurgu yapar ve hakikat karşısında tefekküre dayalı bir tutumu benimser. Hakikat, gözlem ve usun uygulanmasıyla tüm iyi niyet sahibi insanların tanımaya muktedir olduğu gerçeklikle ilişki içindedir.

İkinci ve karşıt çizgi, Hegel ve Marx ile başlayıp Mannheim’dan Habermas’a uzanan Alman kökeninden gelir. Burada, vurgu hakikatin gözlenmesinden çok yapılması üzerinedir.

Toplumlar, istikrarlı bir oydaşma sayesinde bir arada tutulan yapılar olmaktan çok, çatışmayla parçalanan değişen oluşumlar olarak görülür. Hakikatin ne olduğuna karar verecek bir “nesnel” yolun varlığından kuşkulu olan bu yolun izleyicileri, bütünlüklü bir hakikat kuramı benimsemeye eğilimlidirler. Ve bu, doğal bilimlerin yöntemlerinin çözümüne yabancı olduğu toplumsal sorunlar için özellikle böyledir. Elbette bu iki kutup arasında sonsuz çeşitlikte konumlar vardır. Bunun en basit örneği, Marksist gelenekte bu iki farklı çizginin ayrı ayrı tam temsilini bulmuş olmasıdır. Bu iki kutup arasındaki değişik yolları çizmek, izleyen bölümlerin konusudur.  

2- Marx

Yazılarıyla ideoloji kavramına bugün kazandığı yaygınlığı verdiği için, Marx bu konuda başlı başına bir bölümü hak eder. Marx, de Tracy’nin çalışmalarındaki anlamıyla, düşüncelerin yararlı bilimi olarak ideoloji hakkındaki olumlu görüşü biliyordu, fakat, kavramı Napolyon’un “bulutlu metafizik” küçümsemesiyle popülarize olan eleştirel anlamında almayı yeğledi. Bu eleştirel anlam ve onu haklılaştırmak için getirilen değişik nedenlerin gözlenmesi, Marksist geleneğe ilginçliğini kazandırır. Marx’ın kendisinde “ideoloji”nin aşağılayıcı anlamı iki ana unsurdan oluşur: İlkin, ideoloji, felsefi bakış açısından, materyalizmle hoş görülemeyecek biçimde zıtlaşan idealizmle bağlantılıdır; oysa, her doğru dünya görüşü bir anlamda materyalist olmak zorundadır. İkincisi, ideoloji toplumda kaynakların ve gücün eşitsiz dağılımıyla bağlantılıdır; bu eşitsizlikten, toplumsal ve ekonomik düzenlemeler sorumluysa, bu düzenlemelerin parçası olarak ideoloji de sorumludur.

Marx’ın geçerli bir materyalist toplum kuramı oluşturması, belli bir zaman almıştır. Toplumun toplumsal ve ekonomik temelinin nasıl ve niçin çatışmacı olmak zorunda olduğunu ve ideolojinin bu çatışmada oynadığı rol hakkındaki görüşlerini formüle etmesi ise daha uzun bir zaman gerektirmiştir. Doğrusu, birçok merkezi kavramı gibi, Marx’ın ideoloji kavramı da açıklıktan uzaktır: ideoloji üzerine yorumları obiter dicta olmaya eğilimlidir ve bu konuda hiçbir zaman bütünlüklü bir açıklama getirmemiştir. Bununla birlikte ana çizgiler açıktır.

Marx erken dönem yazılarında, üzerinde ideolojiyi ele alış biçiminin ortaya çıkacağı arka planı kurmuştur. Başlangıçta, dünyanın belli dinsel kavramlaştırmalarının ve eski ustası Hegel’in devlet hakkında geliştirdiği tumturaklı kavramların maskesini düşürmekle ilgilenmiştir. Her iki alanda da birbiriyle yakından bağlantılı iki süreç işbaşındadır: İlkin, aslında tam tersine olması gerekirken, fikirlerden maddi gerçekliğe doğru bir hareket söz konusudur; ikincisi, bu çarpıtılmış süreç, doğal olarak nesnelerin doğasını karartmaktadır. Din, “dinin insanı değil, insanın dini yaptığını” görmeyi başaramamıştır. Marx, Feuerbach’ı izleyerek Tanrı fikrinin insan hevesleri ve özlemlerinin yansıtılmasından başka bir şey olmadığını iddia eder. Tanrı, insanlığın takdirine bağlı olduğu dünyanın yaratıcısı olarak kavrandığı sürece, insanların gerçek doğası -kendi yazgısının hakimi olmak, öz üretken olmak- engellenecektir. Ama din yalnızca idealist değildir: dinin kökleri, aynı zamanda, gizlenmesine yardım ettiği olgunlaşmamış gerçekliktedir. Bu yüzden:

İnsanların hayali mutluluğu olarak dinin ilgası, onların gerçek mutluluğunu talep etmektir. İnsanların koşulları hakkındaki yanılsamalarına son verilmesini istemek, yanılsamaları gerektiren koşullara son verilmesini istemektir. Dinin eleştirisi, bu yüzden, dinle halelenen bu gözyaşı vadisinin eleştirisinin tohumunu içinde taşır.[7]

İdealist önyargıların ve bunların sonucunda gerçeklerin gizlenmesinin oluşturduğu bu aynı ikili süreç, Hegel’in devlet kavramında da yürürlüktedir. Marx’a göre, fikirden yola çıkap, görgül gerçeği bu fikrin kendini ortaya koyuşu olarak kabul ettiğinden dolayı, Hegel için toplumdaki, gerçek ve izi sürülemeyen çatışmaları, uyumlu ideal bir bütünün nihai parçaları olarak geçiştirmek mümkün olabilmiştir.

Marx, böylece, kendi ideoloji kavramı için sahneyi hazırlar. Dinin ve siyasetin Marx’ın eleştirdiği yanlış kavrayışları sıradan yanlışlar değildir: Bu çarpık kavrayışlar, böyle ödünleyici yanılsamalar üretecek biçimde kötü kurulmuş bu dünyadan temel alırlar. Öyleyse, ikinci adım, yanlış kavrayışları doğuran bu toplumsal dünyayı sorgulamaktır. Bu sorgulamanın sonucu, Marx’ın “materyalist tarih anlayışı” dediği şeydir. Marx bu görüşü idealist Alman çağdaşlarını eleştirdiği büyük eserinde geliştirmiştir. İdeolojiye verilen önemli yerin, adından anlaşıldığı bu kitap (Alman İdeolojisi), toplum ve tarih hakkındaki genel görüşlerini uzun uzadıya içeren tek eseridir.

Alman İdeolojisi‘nde Marx, dinin ve Hegel’in siyasal felsefesinin eleştirisinden çıkardığı çarpıtma fikrini açıklığa kavuşturmaya çalışır: İnsan bilincinden yola çıkıp, buradan hareketle maddi gerçeğin incelemesine geçmek yanlıştır. Doğru yaklaşım öteki yoldur. Sorunun kökeni yanlış fikirlerde değil, toplumsal gerçekliğin bu yanlış fikirleri üretecek biçimde kötü (yanlış) biçimlenmiş doğasındadır: “Bilinç, bilinçli varlıktan ayrı bir şey olamaz ve insanların varoluşu onların gerçek yaşam süreçleridir…Yaşam bilinçle değil, ama bilinç yaşamla belirlenir.”[8] Materyalist tarih anlayışı, insanların maddi ihtiyaçlarını karşılama biçimlerinin, toplumun geri kalanını belirlediğini kabul eder. Temel toplumsal süreç, yiyecek, giyim ve barınma için duyulan maddi ihtiyaçların karşılanmasıdır. İnsanlar, bu ihtiyaçlarını kendilerini saran ve emek süreciyle amaçları için değiştirdikleri doğal dünyada karşılarlar. İnsanın temel etkinliği ve her türlü geçerli toplumsal bilimin başlangıç noktası -Marx’ın bazen “maddi pratik” dediği- emek sürecidir. Marx bunu aşağıdaki gibi özetler:

Fikirlerin, tasarımların, bilincin üretimi öncelikle, insanların maddi etkinliği ve maddi ilişkileriyle, gerçek yaşamın diliyle iç içedir. Kavrayış, düşünme, insanlar arasındaki zihni ilişki, bu aşamada onların maddi davranışların doğrudan çıktısıdır. Aynı   şey,   bir halkın siyasal, hukuki, ahlaki, dinsel, vb. dilinde ifade edildiği şekilde, zihinsel üretim için de geçerlidir. İnsanlar, maddi üretimlerini ve ilişkilerini geliştirerek, gerçek dünyalarıyla birlikte, düşünüşlerini ve düşünüşlerinin ürünlerini de değiştirirler.[9]

Bu nedenle, ideoloji maddi pratikten kalkarak açıklanmak zorundadır. Ancak, bütün fikirler ideoloji değildir ve Marx’ın basitçe, de Tracy’nin düşünceler biliminin daha dinamik bir değişkesini üretmeye niyeti yoktur. Düşünceleri ideoloji yapan şey, onların emek sürecini karakterize eden toplumsal ve ekonomik ilişkilerin çatışmalı doğasıyla ilişkileridir. Bu çatışmalar, en dipte, iki etmene bağlıdır. Birincisi, kafa emeğiyle kol emeğinin ayrılmasıyla başlayan ve hem emeğin hem de ürünlerinin -hem nitelik hem nicelikçe- eşitsiz dağılımını akla getiren işbölümüdür. Bu etmen de, ikincisini, özel mülkiyetin varlığını, artık bireyin çıkarının topluluğun çıkarına denk düşmediği bir durumu gerektirir.

Marx buradan devam eder:

Bireyin ve topluluğun çıkarları arasındaki tam da bu karşıtlığın ortaya çıkmasıyla ikincisi, bireyin ve topluluğun, gerçek çıkarlarından boşanarak Devlet şeklinde ve aynı zamanda, daima gerçek bağlara dayanmakla birlikte, aldatıcı bir topluluksal yaşam şeklinde bağımsız bir biçim alır.

Bütün bunların sonucu,

Devlet içindeki tüm mücadelelerin, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki mücadelenin, oy hakkı için mücadelenin vb. vb., yalnızca birbirlerine karşı dövüşen farklı sınıfların gerçek mücadelelerinin aldığı aldatıcı biçimler[10] olduğudur.

Belirli düşüncelere ideolojik güçlerini veren, onların bu sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin toplumsal ve ekonomik temelleriyle ilişkisidir. Toplum gerçekte çıkar çatışmalarıyla parçalanmıştır, ama, dağılmasını önlemek için bu karşıtlıkların üzeri, toplumsal ve ekonomik gücün eşitsiz dağılımını haklılaştırarak, toplumu çatışmacı olmaktan çok bütünsel göstermeye çalışan fikirlerce örtülmüştür. Bu yüzden Marx’ın ünlü açıklaması, “her çağda hakim düşüncelerin hakim sınıfın düşünceleri olduğu”dur[11], çünkü ekonomik üretim ve dağıtımı kontrol edenler, düşüncelerin üretimini ve dağıtımını da düzenleyebilirler. Marx’ın bunu göstermek için seçtiği örnek, Avrupa’da feodal sistemin çökmesini izleyen, güçten düşmüş aristokrasi ile güçlenen burjuvazinin üstünlük için mücadele ettiği dönemdir. Bu dönemde, iktidar bir zaman için monarşi, aristokrasi ve burjuvazi tarafından paylaşılmıştır; gerçekte yalnızca iktidar için yarışan rakip sınıfların konumlanışını yansıtan bu durum, Locke ve Montesqieu gibi düşünürlerce işlenen güçler ayrılığı ilkesinin, iyi yönetimin “ebedi yasası” ilan edilmesine yol açmıştır. Bu nedenle, fikirleri ideolojik kılan şey, bunların toplumsal ve ekonomik ilişkilerin gerçek doğasını gizlemeleri ve bu yolla toplumda ekonomik ve toplumsal kaynakların eşitsiz dağılımını haklılaştırmaya yardımcı olmalarıdır. Devamla, bütün fikirler değil, yalnızca toplumsal çelişkilerin gizlenmesine yardımcı olan fikirler ideolojiktir. Bu yüzden, işçi sınıfı da dahil bütün sınıflar ideoloji üretebilse de, ideoloji yalnızca hakim sınıfların çıkarına hizmet eder. Ve toplum ve toplumun sınıfı daima değiştiğinden, aynı fikirler toplumdaki değişmelerle birlikte ideoloji haline gelebilirler ya da ideoloji olmaktan çıkabilirler.

İdeoloji üzerine geniş biçimiyle Alman İdeolojisi‘nde durmuşsa da, Marx, daha olgun dönem yapıtlarında da kavramdan söz etmiştir. Kimileri, Alman İdeolojisi‘yle olgun döneme ait çalışmaları arasında canalıcı önemde bir vurgu değişmesi olduğunu iddia ederler. Alman İdeolojisi, Marx’ın hala düşüncelerini geliştirmekte olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır, bu nedenle kapitalist sistemin daha sonra ortaya koyduğu özgül çözümlemelerini içermez. Polemik tonundadır, tamamlanmamıştır ve Marx tarafından asla yayımlanmamıştır. Dahası, Alman İdeolojisi‘ndeki bazı ifadeler fazla basitçe düşünülmüştür. “Eğer bütün ideolojilerde insanlar ve içinde bulundukları koşullar bir camera obscrumdaki gibi baş aşağı görünüyorsa, bu görüngü, nesnelerin görüntüsünün gözün retina kısmında ters görünmesinin fiziksel yaşam süreçlerinden doğması gibi, insanların tarihsel yaşam süreçlerinden doğar”[12] ifadesi, ideolojinin, neredeyse, her düşüncenin, gerçek bir şeyin tersine çevrilmiş ifadesi olduğu, kısa ömürlü bir yanılsamadan ibaret olduğu izlenimini doğurabilir.[13] Marx’ın daha sonraki çalışmalarında ideoloji kavramına incelik kazandırdığı kesinlikle doğrudur. Daha önceki kavrayışında, camera obscura anıştırmasında görüldüğü gibi, Marx, gerçekliğin kendisi çarpıtılmış ya da ters yüz edilmiş olmasından dolayı, gerçekliği çarpıtan ya da ters yüz eden fikirlerin varlığını düşünmüştür. Sonraki yazılarında ve özellikle Kapital’de, Marx, kapitalist toplumun görüngüsel biçimleriyle, bunların altında yatan zorunlu üretim ilişkileri arasındaki ayrımı vurgulamaya çok dikkat eder. Bu yazılarda, ideolojinin, kapitalist toplumun, üretimin fundamental ilişkilerini gizlemeye hizmet eden, (gerçek) görünür ilişkilerinden kaynaklandığı görülür.

Rekabette her şey tersine görünür. Ekonomik ilişkilerin yüzeyde göründüğü şekliyle nihai modeli, gerçek varoluşlarında ve bunun sonucu olarak kendilerini anlamaya çalışan taşıyıcılarının ve eyleyicilerinin kavrayışlarında, bu ilişkilerin derindeki fakat gizli modelinden ve buna denk gelen kavranışından çok farklı, dahası onun tam tersidir.[14]

Burada ideoloji hala, daha önceki kavranışındaki gibi, insanlar arasındaki gerçek ilişkileri gizlemeye hizmet etmektedir. Ancak, ek olarak, Marx, Alman entellektüellerinin ürünü olarak gördüğü Alman İdeolojisi’nin aksine, ideolojinin kapitalist toplumun gündelik işlemleri içinde birbiriyle ilişkili insanlar tarafından üretilme yolu üzerinde yoğunlaşmıştır. Yanılsama üzerine vurgu da azalmıştır, çünkü artık, ideoloji, son derece kısmi de olsa gerçek bir şeyi yansıtan ve böylece kendisi de gerçek bir güç olan bir şey olarak görülmektedir.

Marx’ın buna en çarpıcı örneği, işgücü pazarı üzerine yoğunlaşan ideolojik güçtür:

gerçekten tam bir doğuştan gelen insan hakları cenneti. Orada yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham hüküm sürer. Özgürlük, çünkü bir metanın diyelim emek gücünün alıcısı da satıcısı da yalnızca kendi özgür iradelerine tabidirler. Özgür eyleyiciler olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma ortak iradelerinin hukuksal biçiminden başka bir şey değildir. Eşitlik, çünkü, her biri birbiriyle basit meta sahipleri olarak ilişkiye girer ve eşit değerde şeyleri birbirleriyle değiştirirler. Mülkiyet, çünkü her biri yalnızca kendisine ait olanı elden çıkarır. Ve Bentham, çünkü her biri yalnızca kendi çıkarına bakar.[15]

Burada, Marx’ın kapitalist toplumda ideolojinin yeri üzerine görüşünü özetledik. Üretim ilişkilerinin doğasındaki sömürü ve eşitsizlik dolaşım alanındaki özgür değişim görüntüsüyle gizlenir, bunun üzerinde yoğunlaşma, tipik kapitalist, özgürlük, eşitlik vb. ideolojisini verir.

Marx’ın tanımının güçlükleri üzerinde durmadan önce, düşüncelerinin merkezini hedefleyen iki soru sormak yardımcı olabilir. Önce, işçi sınıfı, eğer olursa, ne anlamda bir ideolojiye sahip olabilir? Ve gerçekten, Marx’ın kendi düşünceleri bir ideoloji oluşturabilir mi? Marx, düşüncenin ideolojik doğasını, bütün düşüncelerin toplumsal olarak belirlendiği görüşüyle birleştirerek yer yer bu izlenimi vermiştir. Örneğin Alman İdeolojisi’nde şöyle söyler:

Kendi üretici güçlerinin ve buna denk düşen karşılıklı ilişkilerinin belirli bir gelişme düzeyinde, bunların alabileceği en ileri biçimlerle koşullanmış gerçek ve aktif insanlar olarak, insanlar kendi tasarımlarının, fikirlerinin vb. üreticisidirler. Bilinç, hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı kendi gerçek yaşam süreçleridir.[16]

Genel bağlam, “ideoloji” kelimesiyle, tümüyle spesifik bir anlam kastedildiği izlenimi vermiş olsa da, en aşikar anlamı ideolojiyi genelde bilinçle eşitlemektir. Yine, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne ünlü 1859 Önsöz’ünde Marx, toplumun ekonomik ve toplumsal dönüşümleri ele alındığında,

üretimin doğal bilimlerin kesinliğiyle belirlenebilecek ekonomik koşullarının maddi dönüşümüyle hukuki, siyasal, dinsel, estetik – kısacası insanın içlerinde bu çatışmanın bilincine vardığı ve mücadelesini verdiği ideolojik formları arasında daima bir ayrım yapılmalıdır.[17]

Burada gene, sosyalizm de içinde, bütün pratik ideallerin ideolojik olduğu ima ediliyor gibidir. Marx’ın, düşüncelerin toplumsal belirlenmesi ile ideoloji arasında açık bir ayrım çizgisi çekmediği ve ne tür bir toplumsal belirlemenin ideolojik düşünceye yol açacağına açıkça işaret etmediği doğrudur. Bununla birlikte, Marx’ın kendi düşüncelerini ideolojik olarak tanımlamayacağı da açıklanmıştır: Alman İdeolojisi’ni yazmaktaki amacını, “Görüşümüzün Alman felsefesinin ideolojik görüşüne karşıtlığını ortaklaşa biçimde ortaya koymak”[18] olarak tanımlamıştı. Marx, ne de, toplumsal olarak belirlenmiş her bilincin ideolojik olduğu görüşündeydi: Önsöz’den yukarıda aktarılan pasajda bile, “Doğal bilimlerin kesinliğiyle belirlenebilecek” olan “üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümünün” incelenmesini, “içinde bu çatışmanın bilincine varılan ve mücadelesi verilen ideolojik formlar”ın karşısına çıkarır.[19] Bu, bilimsel olmayan her şeyin ideolojik olduğu anlamına gelebilirse de, Marx’da şimdiye dek en yaygın olduğu biçimiyle ideolojinin küçültücü içeriği, bu olasılığı geçersiz kılmalıdır. Marx’ta ideoloji, düşüncelerin üstyapısıyla bitişmez, çünkü üstyapı hem ideolojik hem de ideolojik olmayan unsurları kapsar: örneğin Artı Değer Teorileri’nde ruhsal olanın maddi üretimle ilişkisini tartışırken, Marx “hakim sınıfın ideolojik tamamlayıcı parçalarıyla”, “bu belirli toplumsal formasyonun özgür ruhsal ürünü”[20] arasında ayrım yapar. Bundan bir an sonra, bu özgür ruhsal ürünler, kapitalist üretimin düşman olduğu sanat ve şiir olacaktır.

Öyleyse, genel olarak Marx için, düşüncelerin üstyapısında ideolojik olan tek unsurlar, sınıflandırma ilişkilerini sürdürmeye hizmet edenlerdir. Bunu, her sınıfın ideoloji üretebileceği izler, ancak, işçi sınıfının üretebildiği kadarıyla ideoloji , burjuva ideolojisidir, gerçek sosyalist bilinç ürettiği durumda ise, bu ne yanılsamacı ne de burjuva toplumunun yüzeysel görünüşüne bağlı olduğu için ideoloji değildir.

İkinci soru, Marx’ın ideoloji kavramı ile yanlış bilinç kavramı arasında kurulan yaygın eşitliği içerir.[21] Söylenecek ilk şey, Marx’ın “yanlış bilinç” ifadesini hiç kullanmamış oluşudur. Bu ifadenin yaratıcısı, ideoloji hakkındaki oldukça yavan görüşleri gelecek bölümde tartışılacak olan Engels’tir. Engels de sık kullanmamıştır, ama bu ifade, Mehring’e yazdığı mektubun locus classicus’udur:

İdeoloji, sözde düşünürlerce bilinçli olarak yerine getirilen bir süreçtir, bu doğru, ama yanlış bir bilinçle. Onu harekete geçiren gerçek motif kendisi için bilinmez kalır; aksi takdirde, ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden, yanlış ya da görünüşteki hareket ettirici güçleri hayal eder. İdeoloji bir düşünce süreci olduğundan, biçimi gibi içeriğini de, ister kendisine ister öncellerine ait olsun saf düşünceden türetir.[22]

İkincisi, Marx’ta ideolojiyi yanlış bilinçle eşitlemek için yapılan her girişim, Marx’ın daha sonraki yazılarına karşıt olarak, ağırlıkla Alman İdeolojisi’ne dayanmak zorundadır. Üçüncüsü, yanlış bilinç mefhumu, Marx’ın anlamını kapsamak için fazla kestirme ve fazla geneldir. Fazla kestirmedir, çünkü Marx doğru/yanlış ikiliği içinde çalışmaz. Fazla belirsizdir, çünkü ne tür bir yanlışın söz konusu olduğunu bilmek hayati önemdedir, ve, gerçekte Marx’ın meramı, çoğunlukla, ideolojinin mantıksal ya da görgül bir yanlışlık sorunu değil, fakat, içinde gerçeğin ortaya konmasının yanıltıcı ya da yüzeysel tarzı olduğudur.

Marx’ın ideoloji kavrayışı muhtelif önemli güçlükler içerir. Öncelikle, kavramın ana bileşenlerinden çoğu, açık biçimde tanımlanmamıştır, bu yüzden muğlaklığa yer bırakır. Örneğin, camera obscura benzetmesinin tam anlamının ne olduğu üzerine tartışmalar, Marx’ın ideolojiyi ters dönmeden söz ederek açıklama çabasının açıklıktan ne kadar yoksun olduğunu gösterir. Çünkü ideoloji sorununu çözmek için, basitçe, şeyleri doğru yerlerine koymaktan fazlasını yapmanın gerektiği besbellidir. Marx, Hegel’i baş aşağı durumda bulduğunu ve onu ayakları üzerine diktiğini iddia etmişti -fakat bu, tam da açıklayıcılıktan öte, Marx’ın diğer sözleri için olduğu ölçüde büyük tartışmaları ateşleyen bir ifadedir. Aynı şey, ideolojinin gizlediği ve yeniden ürettiği söylenen çelişkiler mehfumu için de geçerlidir: prima facie bir mantıksal kavram olan çelişki kavramının gerçek dünyaya nasıl uygulanabileceği sorunu da son derece tartışmalıdır.[23] Bu kavramsal muğlaklık, kısmen, Marx’ın ideoloji konusundan en fazla, düşüncelerinin hızla geliştiği bir dönemde yazmış olduğu ve yayımlanması için, üzerinde büyük revizyonlar yapmak isteyebileceği düzensiz elyazmaları halinde bıraktığı Alman İdeolojisi‘nde söz etmiş olduğu gerçeğinden kaynaklanır. İdeolojinin ciddi biçimde tasvirinin yapıldığı diğer iki çalışmada -1859 Önsözü ve Kapital‘in başlangıcı- konu, daha kısa tutulmuştur ve hem değişik perspektifler hem de sorunsallardan ele alınmıştır. Bu yüzden, Marx’ın ideolojiyi işleyişi, bütünüyle geliştirilmiş

bir kuramdan çok, bir “parlak kavrayışlar demeti” oluşturur.[24]

İkincisi, Marx’ın ideoloji kavramı, onun, tam olarak tanımlanmasının güçlüğüyle kötü bir ün yapmış olan genel materyalist tarih kavrayışının bir parçasıdır. [Bu anlayışta] farklı biçimde farklı şeyleri belirleyen aynı sosyo-ekonomik koşulların tek belirleyicisi, sosyo-ekonomik olamaz. Kaba indirgemeciliğe düşmeksizin sosyo-ekonomik’e nasıl öncelik tanınacağı -tarih kavrayışı materyalist olacaksa böyle bir öncelik tanınmalıdır- Marksizmin başlıca sorunudur. Marx’ın kullandığı geleneksel mekansal temel – üstyapı mecazı, çok derinden yanıltıcıdır -ve gelecek bölümde göreceğimiz gibi, daha sonra gelen pek çok Marksist bunu düzeltmek için acı çekmişlerdir.

Üçüncüsü, Marx’ın materyalist tarih anlayışı ve onun içinde ideoloji kavramı, başkalarının yanılgılı kavrayışlarını ortaya çıkarmak için kullanılacak eleştirel araçlar olarak anlaşılmıştır. Fakat, kendi kavrayışlarının ideolojik olmadığını nasıl gösterebilecektir? Marx bu muamma konusunda, diyelim Mannheim kadar açık değilse de, bilimle ideoloji arasındaki ayrımın, kimi zaman ima ettiği kadar net olmadığı kesindir. Proletaryanın bakış açısına sıkıca sarılarak görecelikten kaçındığını iddia edebilir, ama, buna karşılık, en azından proletaryanın bakış açısının da bazı noktalarda yanılgılı olduğu söylenebilir. Daha da tahrip edici bir iddia, Marx’ın düşüncelerinin fazla proleterce değil, fazla burjuva olduğudur. Marx’ta bulunan iyimser ussalcılık, teknolojiye yönelik kuvvetli vurgu, Avrupa-merkezcilik, tümüyle yüksek Viktorya dönemi kapitalizminin ürünleridir. 20. yüzyıl Marksistlerinin, onun vurgularının çoğunu düzeltmek ve geliştirmek için aradığı yolları gelecek bölümde göreceğiz.  

        

    

* Çeviri, yazarın aynı adlı eserinin (David McLellan, Ideology, Open University Press, Reprinted 1989, Milton Keynes, England) ilk iki bölümünü kapsıyor. “Marksist Gelenek”, “Marksist-Olmayan Gelenek“, “Bilim, Dil ve İdeoloji” başlıklı bölümlerinin çevirisine gelecek sayılarımızda yer vermeyi tasarlıyoruz.

[1]Bu konuda bak.: W. B. Gallie, “Essentially Contested Concepts”, Proceedings of the Aristotelian Society, 1955-6, Cilt.56, özellikle ss. 171 vd.

[2]J. Habermas, Towards a Rational Society, Boston,1970, s. 99. Benzer bir görüş için bak.: K. Mannheim, Studies on the Left ve M. Oakshott, Rationalism in Politics.

[3] Bu konuda bak.: B. Halpern, “‘Myth’ and ‘Ideology’ in Modern Usage”, History and Theory, C. 1, 1961.

[4] Baron d’Holbach, The System of Nature, trans. by H. D. Robinson, New York 1970, s. viii.

[5] K. Marx, Selected Writings, ed. D. McLellan, Oxford 1977, s. 156.

[6] Aktaran H. Barth, Wahreit und Ideologie, Zurich ve Stuttgart 1961, s. 27.

[7] K. Marx, Selected Writings, ed. D. McLellan, Oxford 1977, s.64.

[8] K. Marx, Selected Writings, s. 164.

[9] Ibid.

[10] K. Marx, Selected Writings, s. 169.

[11] K. Marx, Selected Writings, s. 176.

[12] K. Marx, Selected Writings, s. 164.

[13] Bak.: J. Mepham, “The Theory of Ideology in Capital“, Issues in Marxist Philosophy içinde, ed. J. Mepham ve D. H. Ruben, Brington 1979, ss. 143.

[14] K. Marx, Capital, C. 3, s. 209.

[15] K. Marx, Selected Writings, s. 455.

[16] K. Marx, Selected Writings, s.164.

[17] K. Marx, Selected Writings, s. 389.

[18] K. Marx, Selected Writings, s.172.

[19] K. Marx, Selected Writings, s. 389.

[20] K. Marx, Theories of Surplas Value, C. i, s. 285.

[21] Özellikle bak.: M. Seliger, The Marxist Conception of Ideology, Cambridge 1977, ss. 28 vd.

[22] K. Marx, F. Engels, Selected Correspondence, s. 459.

[23] Bak.: L. Colletti, “Marxism and the Dialectic”, New Left Review, C. 93, 1975.

[24] B. Parekh, Marx’s Theory of Ideology, London 1983, s. 219.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar