Ana SayfaGüncel YazılarYaşasın Sağlamcılık!

Yaşasın Sağlamcılık!

 

Çeviri: Yunus Emre Büyükburç

https://vk.com/@novaiskra-dayesh-ableism

30 Mart 2018

Sağlamcılıkla mücadele modası

Sol hareketi inceleyen her tarafsız gözlemcinin dikkatini çeken şey, içindeki kifayetsiz kişilerin yüksek oranıdır. Eskiden sol hareketin bunu bir sorun olarak gördüğünü ve çözüm aradığını ümit edebiliyorduk. Ama son zamanlarda, kifayetsizliği ve noksanlığı ‒sırf solda da değil tüm toplumda‒ normalleştirme eğilimi ortaya çıktı. Eğer bu eğilim baskın gelirse (ki hem sol ortamda hem de solun da parçası olduğu burjuva toplumda iş oraya gidiyor) o zaman kifayetsizliğin ve noksanlığın karşısında duran ahlaki yasak da kalkmış olacaktır. Kifayetsizlik ve noksanlık, makbul ve hatta gerekli bir şey olarak görülecektir ve bu vaziyet bütünüyle felakete sebep olacaktır.

Konuyu bilenlerin tahmin ettiği gibi, sol ortamda bugün tıpkı cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı mücadele gibi bir moda haline gelmekte olan “sağlamcılık” (ableism) karşıtlığından bahsediyoruz. 

Makalemizin temel fikri; çağdaş sol sapmacı ortamın, kapitalist yozluk dünyasının reddiyesi değil, onun azami ifadesi olduğudur. Sol sapmacıların ilgiyle katıldığı “sağlamcılıkla mücadele”, bugün çağdaş emperyalist merkezin önde gelen ‒kültürel anlamda‒ sol liberal politikasının bir parçası olarak vardır.

Sağlamcılık nedir? Vikipedi’ye bakalım: 

“Sağlamcılık ‒ Engellilere yönelik sistemsel ayrımcılık ve toplumsal önyargıyla ifadesini bulan bir ayrımcılık çeşididir. Sağlamcılık, insanları sadece onların sınırlı yeteneklerine bakarak nitelendirir ve onların ihtiyaçlarını diğer insanlara kıyasla ikinci plana koyar. Bu temelde, sınırlı yetenekleri olan insanlara belli başlı becerileri ve kişilik özelliklerini yakıştırırlar ya da ‒tam tersine‒ kabullenmezler. Engelliliğin çeşitli türleriyle ilgili bir dizi basmakalıp yargı mevcuttur. O basmakalıp yargılar sağlamcılık pratiğinin gerekçelendirilmesine ve ayrımcılığın bütünüyle yayılmasına hizmet eder. Bu tarz bir tutum, sınırlı yetenekleri olan insanların meslek, eğlence vb. seçimlerini olumsuz olarak etkiler ve o insanların kendi benliklerine karşı olan tutumlarını bütünüyle değiştirir.”

Görüldüğü gibi, sağlamcılık karşıtları engellilerin, ‒bırakınız onları (modern tıbbın gücü yettiğince) engelli olmaktan çıkarmayı‒ tedavisine bile ilgi duymuyorlar. Engelli olmanın engellileri ve toplumu olumsuz etkileyen sonuçlarını mümkün olduğunca azaltacak koşulların yaratılmasına da ilgi duymuyorlar. Zaten amaçları bu olsaydı hiçbir sosyalist buna itiraz etmezdi. Misal feminizm de, hakikaten kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması anlamına geliyor olsaydı ona da hiçbir sosyalist itiraz etmezdi. Ama burada amaçları farklıdır. Engelliler farklı bir şekilde nitelendirilmeliymiş, o kadar. Engelli, engelli olarak kalmaya ve pislik içinde sürünmeye devam edecek… Ama ona yönelik basmakalıp yargılar yok olacak. Kapitalizmin engellilerin tedavisine ve toplumsal adaptasyonuna özen göstermesine gerek kalmayacak. Kapitalizm onları “sınırlı yetenekleri olan insanlar” olarak yeniden isimlendirse ve basmakalıp yargıları yasaklasa kafi.

Bu zihniyetin böyle, hatta bundan da beter olduğunu aynı maddenin ikinci paragrafından görebiliyoruz:

“Toplumda sağlıklı insan, norm olarak kıymetlendirilir. Öte yandan engelliler, normdan sapmadır ve bu da sağlamcılığın en önemli tezahürlerinden bir tanesidir. Engellilik ‒genellikle tıbbi müdahale yoluyla‒ ortadan kaldırılması lazım gelen bir şey olarak anlaşılıyor. Yani engellilik ırk, cinsiyet, cinsel yönelim örneklerindeki gibi insani çeşitliliğin ispatlanması değildir. Bir çeşit kusurdur.”

Çok önemli olan bu paragraftan şunları anlıyoruz:

1) Sağlığı normal olarak görüp hastalığı da tedavi edilmesi gereken sapma olarak görmek, sağlamcılığın en önemli tezahürlerinden bir tanesidir. Hastalıklar tedavi edilmese de olur. Onları farklı bir şekilde isimlendirsek kafidir.

2) Engelliliğin tıbbi müdahale ile ortadan kaldırılması talebi, sağlamcılıktır. Engellilik olsa olsa insani çeşitliliğin bir alametidir. 

Böyle düşünenler bunu kör ya da ayaklarını kaybetmiş bir kişiye söylesinler. Gözlerine bakıp söylesinler, yüzüne karşı.

Toplumsal yıkım solculuğu

Böyle bir bakış açısı kamusal tıp hizmetinin yönetici sınıf eliyle imha edilmesinin önünü açıyor. Onun için “sağlamcılığa karşı mücadele” sol sapmacı salakların zannettiklerinin aksine kapitalizme karşı değildir. Tamamen kapitalizmin işine yaramaktadır ve neoliberal gericiliğin dümen suyuna girmektir. Sosyal programları tasfiye etmenin ahlaki gerekçesini sunmaktadır ki sağlamcılık hakkında bilmemiz gereken ilk ve en önemli şey de budur. Kanser, sadece başka bir doku şekli ise eğer, onu tedavi etmenin ne lüzumu vardır?

19. Yüzyıl sosyalistlerinin işçilere; korkunç koşulların değişmesi için mücadele etmeyin, sefalet ve ezilmişlikten kurtulma iradesi göstermeyin, ama size sefil ve mazlum demeyi bırakmalarını talep edin ve asırlar boyunca sefil ve mazlum olarak yaşamaya devam edin, dediklerini düşünün. Gerçekliği değiştirmeyin, kelimeleri değiştirin! 

Sağlamcılıkla mücadele tam da böyle bir şeydir.

Bu iddiamızı ispatlamak için sağlamcılık karşıtı, klavye savaşçısı bir Amerikalı kadının ‒içi çeşitli zırvalarla dolu‒ yazısını tahlil edeceğiz. Yazının başlığı, “Sağlamcılık ve Küfür”:

“Örnek olsun, gelişimde özel olan kişiler için kullanılmış eski bir tıbbi terim olan ‘moron’ sözcüğüne bu argümanı nasıl uydurduklarını görüyorum. Ninemin kız kardeşi kısa ömrünün çoğunu bu teşhisle devlet hastanelerine kapatılarak geçirdi. Dolayısıyla bu sözcüğü duyduğum an aklıma ailem geliyor. Moron teşhisi konulan, sürekli fiziki ve psikolojik şiddet ve yoksulluk koşullarındaki devlet okulları ve kliniklerinde yaşayan ve ölen, ilgiden yoksun, yeterli beslenmeden yoksun, hastalıklar içinde acı çeken insanlar aklıma geliyor. Ninemin kız kardeşinin bir devlet kliniğinde tüberkülozdan ölmesi 10 ay sürmüştü. Moron sözcüğü ninemin kız kardeşi gibi insanları ezmek ve ayrımcılığa tabi tutmak için kullanıldı. Bunlar bizim gibilerin anılarında hâlâ tazedir. ‘Moron’a benzer anlamı olan ‘idiot’, ‘embesil’ gibi sözcükler belki tıpta kullanılmıyorlar ama mesele bu değil. O sözcükler ezenler tarafından kullanılmıştı. Dolayısıyla o sözcükler ezilen engelli insanların tarihine saygı gösterilmeden kullanıldığı zaman o yaftaları hayatları boyunca taşımak zorunda kalmış insanların hatıralarına hakaret ediliyor.”

Demek ki savaşçımızın derdi, ninesinin kız kardeşinin “moron” diye adlandırılmasıdır; kötü, yetersiz ya da yanlış tedavi edilmesi değil. Eğer onu öyle adlandırmasalardı tüberkülozdan ölmezdi.

Öte yandan o yaşlı kadının hastalığını teşhis etmeselerdi ve sağlamcı “moron” sınıflandırmasını yapmasalardı nasıl tedavi edeceklerdi? Körün kör olduğunu tespit etmeden körlük nasıl tedavi edilebilir ki?

Köre kör demek ve kataraktı söküp iyileştirmek, köre “farklı gören” deyip de kataraktı yerinde bırakmaktan yeğdir diye düşünüyorum nedense.

“Cehaletin temeli, meseleyi uzaktan izlemek ve engelliliğin daima çok fena olduğunu düşünmekte yatıyor. Bizim toplumda bu fikir çok yaygındır ve pek çok kişi de buna tereddütsüz inanır. Hayatın diğer çehrelerini verili gerçek olarak algılamayı reddeden insanlar bile fazlaca böyle düşünürler. Böyle insanlar, toplumun dayattığı bu fikri engellilerin acımayı hak ettiklerini, engellilerin korkuttuğu, engelli hayatının bir trajedi olduğu fikrini destekliyorlar.”

Yani sağlamcılık karşıtı savaşçımız engellilerin acımayı hak ettiklerini düşünmüyor. Ki bu, engellilerin empatiyi ve kapsamlı bir yardımı da hak etmedikleri anlamına gelir. Ona göre engelli olmak “Çok fena” bir şey değildir. Engellilerin hayatı da trajedi değildir. Gitsin bunu körlerin ve ayaksızların yüzüne karşı söylesin. Ne iğrenç bir riyakârlıktır bu!

Üstelik çağrı da yapıyor:

“Bizimle beraber hareket etmeniz ve şunu söylemeniz gerekiyor: Engel sahibi olmada hiçbir yanlış yoktur. Sizinle birlikte mücadele etmekten gurur duyuyoruz.”

Engel sahibi olmada hiçbir yanlış yokmuş. 

Kifayetsiz postmodernist solcu güruhun da eklemlendiği tüm bu yeni liboş söylem, şu düşünceyi temel alıyor: Ölüm ile yaşam, hastalık ile sağlık, hakikat ile yalan, güç ile güçsüzlük, korkusuzluk ile korkaklık arasında bir fark yoktur. Kendimizi ve başkalarını olduğu gibi kabul edip sevmeliyiz. Kendi özgünlüğümüzü korumalıyız. Bundan dolayıdır ki tüm bu “anti-sağlamcı trend”, neoliberal gericiliğin kamusal sağlığın tabutuna son çiviyi çakmasına hizmetten çok daha derin ve korkunçtur. Onun hakim olması ise toplumsal yıkım anlamına gelecektir.

Toplumlar, kolektif hayat ve kolektif davalar belirli bir ahlaki bağıntı olmadan var olamazlar. Hayatın ölümden yeğ olduğunu anlamadan var olamazlar. (Dolayısıyla, uyuşturucu kullanmak değil işe gitmek makbuldür ve işe giden kişi düzgündür. İçen, sıçan ve eroin vuran da hıyarın tekidir.) Gerçeğin yalandan yeğ olduğunu anlamadan var olamazlar. (Dolayısıyla, doğruyu söyleyen kişi düzgündür. Korkaklık ve korku yüzünden yalan söyleyen kişi de beş para etmezin biridir.) İnsanlar bu tarz ahlaki normlara elbette her zaman ve her yerde uymaktan uzaktırlar. Ama bir toplumun var olması için yaşamın ve gerçeğin, normal ve kıymetli olduğunu hissetmesi lazımdır. Ölüm ve hastalığın ise normdan sapma ve kötü olduğunu yani mahkûm edilmesi gerektiğini hissetmesi lazımdır. 

Böyle bir ayrımı yapmayan ve yalan ile gerçeği, hastalık ile sağlığı aynı gören bir toplum yok olmaya mahkûmdur. 

Elbette, ahlaki normlar mutlak değildir. Farklı tarihsel dönemlere göre değişir ve verili duruma uyum sağlarlar. Mesela, bir kişi gerçeği sorguda söyleyip de yoldaşlarını ele verirse haindir.

Ama ahlaki normların mutlak olmaması onların var olmadığı anlamına gelmez. Her verili toplumdaki her sınıfın ahlaki bir seçim gerektiren belli durumlar karşısında hangi eylemin ahlaklı veya ahlaksız olduğu hakkında bir algısı vardır. Eğer böyle bir kriter yoksa ve genel bir izafiyet hakim oluyorsa o zaman o insanlar arasında hiçbir toplumsal bağlantı varlığını sürdüremez ve bu toplum ‒er ya da geç‒ ölür. (Senin gerçekliğin sana benim gerçekliğim bana. Üstelik söz konusu gerçeklik, birbiriyle çarpışan sınıfların veya halkların mücadele içinde karşı karşıya gelen gerçeklikleri değil, ne birbirlerini ne de hakikati umursayan yalıtık bireylerin gerçekliğidir.)

Meşhur Rus tarihçi Lev Gumilyov ortaçağ hakkındaki çalışmalarında “anti-sistem”lerden bahsederdi. Hayatı reddedip ölümü öven, hakikatı reddedip yalana onay veren düalist ortaçağ dalaletlerine “anti-sistem” diyordu. Gumilyov’a göre o dönem o dalaletler hakim olsaydı toplum ölürdü. Onun için Kutsal Engizisyon sadece feodaller için değil emekçi kitleler için de faydalı bir iş yapıyordu. Katolik kilisesi iktidarı altındaki köylüler ve zanaatçılar ağır ve zor da olsa yaşıyorlardı. Düalist dalaletler ise ölüm ve yok oluş demekti.

Burada, ortaçağ düalist dinlerinin Gumilyov’un anladığı haliyle ne derece anti-sistemci olduğunu incelemeyeceğiz. Ama bütün bir sol liberal söylem ve onun yeni-sol çeşidi postmodernizm, nesnel hakikatı reddetmesiyle, insanlar arasındaki toplumsal etkileşimi reddetmesiyle (etkileşim esnasında her zaman ayrımcı bir söze maruz kalma riski vardır), sağlık ile hastalığı eşitlemesiyle anti-sistemcidir ve hakim olursa toplumu çökertecektir.

“İnanca, onura ve iktidara karşı!”

“İnanca karşı! Onura karşı! İktidara karşı!” yazısı bir sol sapmacının profil resmini süslüyor. Çağdaş sol sapmacılığın anahtarı işte tam da bu sözlerde yatıyor.

“İnanca karşı” ile demek istedikleri, tanrısal söze olan irrasyonel inanca karşı çıkmak değildir. Bunu, güçlü ve sağlıklı bir insanın anlamak ve hayata geçirmek için en kapsayıcı tutkuya dönüştürebildiği hakikate, nesnel hakikate karşı çıkmak olarak anlamamız gerekiyor. “İktidara karşı” sözü de despotik bir iktidara, halk kontrolünde olmayan iktidara karşı olmak anlamına gelmiyor. Her türlü toplumsal organizasyona, her türlü disiplin ve öz disipline karşı olmak anlamına geliyor.

En önemlisi de tabii ki “onura karşı” olmak meselesidir. Sol sapmacılar için onura karşı olmak demek, ahlaka ve her türden ahlaki sınırlamaya karşı olmak demektir. Dünyayı gerçekten de değiştirmek isteyen insanlar, sol hareketin her türden ahlaki norma karşı olduğunu öğrendiğinde solcuları değil sağcıları tercih edeceklerdir. Çünkü onur ve sadakat, dünyayı gerçekten de yeniden kurmak isteyen herkes için uyulması elzem olan ahlaki normlardır. Ve sağcılar, en azından lafta da olsa onura ve sadakate sahip çıkıyorlar.

Ama biz savaşçımıza geri dönelim.

O engellilere engelli, moronlara da moron denilmesinden memnun değildir.

“Konuya bir de şuradan bakalım, kadın olduğunuzu farz edelim, sokakta yürüyorsunuz ve vücudunuz hakkında davetsiz bir yorum duyuyorsunuz. Farz edelim ki kişi sizi en güzel elbiseniz içinde görüyor, sizin karmaşık ve güzel saç modelinizi görüyor ve ‘Sen domuz gibi şişmansın’ diyor. Vücudunuz dileyen herkesin hakkında yorum yapabileceği bir kamu malı mıdır? Bir kimsenin vücudunuzu kullanmasına; sizin yanınızda sizin rızanız olmadan vücudunuzla ilgili konuşmasına müsaade var mıdır? Yoksa bu bir tür nesneleştirme ve size karşı olan saygısızlık mıdır?

“Nasıl ki tanımadığınız kişilerin vücudunuzu davetsiz yorumları için kullanması müsaade edilemez bir şeyse, siz de benim vücudumu ve benim engelliliğimi kullanmamalısınız. Çünkü o bana aittir size değil. Yani vücudum, onu siyasi ve toplumsal yorumlarınızda kullanabilmeniz için yaratılmamıştır.”

Öncelikle sizi uyarmalıyım. Eğer sizin engelliliğiniz gerçekten de sadece sizinse ve benim değilse, ben de elbette onun hakkında konuşmayacağım, yaşlı kadını yolda karşıdan karşıya geçirmeyeceğim ve engellilerin toplumsal desteği için bir kuruş bile ödemeyeceğim. Düşüşteki kapitalizmin (her normal insanın nefret ettiği) tabiriyle “o sizin sorununuz”. 

Sol liberallerin ve yeni-solcuların ‒güçsüz küçük burjuvazinin temsilcileri olarak‒ muzip bir çelişkisi var. Bir yandan, düşüşteki kapitalizmin “benim bedenim benim kararım” tarzı bireyci ilkelerini gayet kararlı bir biçimde benimsiyorlar. Diğer yandan, o çok sevdikleri azınlıklar için çeşitli toplumsal muafiyetleri ve imtiyazları ‒nedense‒ talep ediyorlar. 

Küçük burjuvazinin çözemeyeceği bu çelişki eninde sonunda büyük sermaye eliyle çözülecektir. Büyük sermaye, hastalara ve engellilere yönelik ayrımcı sözler söylemeyi yasaklayacaktır. Ve aynı anda da o hastaları ve engellileri iyileştirmeyi ya da en azından hastalığın seyrini hafifletmeyi ve toplumsal adaptasyonu sağlamayı mümkün kılan kamusal sağlık hizmetini yok edecektir. Engellilik sizindir, onunla baş etmek de yine size kalıyor. Başınızın çaresine bakın. Hem o zaten engellilik bile değil, insani çeşitliliğin tezahürüdür. Bazı insanların iki ayağı var, bazılarının yok, bunda bir sıkıntı yok, herkes kendine yetebildiği kadarıyla yaşar.

“Sizin bedeniniz, sizin kararınız!”

Sosyal hizmetlerin neoliberal politika çerçevesinde azaltılması libertaryen formüllerle gerekçelendirilir. Sizin bedeniniz sizin kararınız, kürtajı da kendi cebinizden karşılayın, kendi kendinizi tedavi edin ama kodamanlardan tedaviniz için gelir vergisi beklemeyin, çünkü ilan ettiğiniz “benim bedenim benim kararım” ilkesi çerçevesinde sizin tedaviniz onları bağlamaz.

Eğer benim meselem sadece benim meselemse ve benim engelliliğim de sadece benim külfetimse ‒yani en azından akraba ve arkadaşlarımın da külfeti değilse‒ o zaman insanların toplumsal karşılıklı etkileşiminin şartı sağlanmamıştır. Karşılıklı etkileşim de yoksa eğer, toplum dağılır. Toplumun dağılması ise yine en çok ‒sağlamcılık karşıtı klavye savaşçılarının demagojik olarak destekledikleri‒ engellilere zarar verir.

Ve evet, herkesin vücudunuzu davetsiz yorumları için kullanmaya hakkı vardır. Her insanın her insanı değerlendirme hakkı vardır, ki bu, toplumsal karşılıklı etkileşimin aksiyomudur. Değerlendirilen kişi değerlendirmeye katiyen katılmıyorsa eğer, değerlendiren kişinin suratına bir tane patlatabilir, onu düelloya davet edebilir ya da tersine, değerlendirmeyi dikkate alabilir ve şapkasını önüne koyup düşünmeye ve kendini değiştirmeye başlayabilir. İnsanlar birbirilerini değerlendirirler, değerlendirmeleriyle birbirlerine etki ederler, bunun sonucunda hareket ve gelişim meydana gelir.

Liboşlar vb. ise ölüm sessizliği istiyorlar. İstiyorlar ki insanlar birbirilerine hiçbir biçimde etki etmesin, insanlar kendi hallerine kilitlenmiş zerrecikler olsun. Her türlü ahlaki, psikolojik etkileşim ve canlı toplumda pek çok bağ yaratan ve gayet de insani olan karşılıklı etkileşimler liboşların ölüm ütopyasında yoktur, yasaktır. İzole bireyler ve onların davranışlarını tertipleyen kanun vardır.

Çağdaş kapitalizm bir tür “hospis” kültürü yaratıyor, konforlu ölme kültürü. Sorunlar çözülmüyor, sosyal ve fiziksel hastalıklar tedavi edilmiyor. Ama hastaları ‒tanrı korusun‒ üzmemek için (yoksa üzülürler, kızarlar, sosyal ve fiziksel tedavi talep ederler) ölümün ve yozlaşmanın etrafı güzel sözcüklerle sarılıyor ki hastalar uyutulsun ve hiçbir güç sarf etmeden direkt dibe batsınlar.

Bununla beraber, Batı’daki bu anti-sağlamcı yükselişin bazı nesnel sebepleri var.

Periferi ya da yarı-periferideki anti-sağlamcılar bütünüyle avanak

Sağlıklı bir beden gerektiren maddi üretim, periferi bölgelere itilerek Batı’da düşüşe geçiyor. Emperyalist merkezde ise hizmet sektörü büyüyor. Hizmet sektörünün pek çok alanında ise sakat olmayan bir bedene ihtiyaç yoktur. Çağrı merkezinde ayaksız biri de çağrı alabilir. 

Eskiden bir emekçi için fiziksel sakatlık onu kilise önünde dilenmeye mahkum eden bir felaketti ama bugün bir emekçinin sakatlığı belli çizgiyi aşmadıkça o emekçi çalışma yeteneğini kısmi olarak koruyabiliyor. Çalışma yeteneğinin korunmasına çağdaş tıp tekniği (protez, tekerlekli sandalye vb), engelli ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş kentler gibi yollarla yardım ediyor.

Bunun yanı sıra, burjuvazisi şişkin olduğundan dolayı Batı ülkelerinde sosyal devletin söküm işlemi de o kadar hızlı gitmiyor (Örneğin, BDT ülkelerindeki kadar hızlı değil.) Batı’da engellilerin yararına bazı uygulamalar var. Mesela Madrid’te otobüsler durağa gelince öyle eğiliyor ki kapısı neredeyse asfalta dayanıyor. Tekerlekli sandalyeliler problem yaşamadan otobüse girebiliyorlar. Metro istasyonlarını ise asansörlerle, tekerlekli sandalyelere özel aygıtlarla donatmışlar. 

Ama tüm bunlar emperyalist merkez ülkelerinde var. Yoksul periferi ülkelerinde ise bırakın engelliyi, fiziksel sağlığı yerinde olan bir emekçi bile zor bela yaşıyor. Yani oradaki engelli hayatının trajedi olmadığını sadece bir debil ve down iddia edebilir.

Emperyalist merkez ülkelerindeki anti-sağlamcılar emeğin niteliğindeki değişimin ifadesi olarak ortaya çıkıyor ve bu değişimlere göre ahlakın da değişimini hızlandırıyorlar, ve aynı anda ahlakı yıkıyorlar (böyle tamamıyla gerçek bir çelişki!) ve bu yüzden de toplumun bir kesimi onları aklıselim kimseler olarak görüyor. Ama periferi ve yarı-periferi ülkelerindeki anti-sağlamcılar bütünüyle avanak olarak görülüyorlar. Fransa veya İtalya’da körlerin işi tabii ki kolay değil ama yaşamak mümkün. Rusya veya Ukrayna’da ise kör olmak felaket demektir.

Yazısını alıntıladığımız klavye savaşçımızın muzip bir çelişkisi var. Bir taraftan şöyle diyor:

“Biz, felç olmuş ayaklar veya zayıf duyan kulaklar veya kötü gören gözlerden ibaret değiliz. İnsan olduğumuzu sıklıkla unutarak sadece engelliliğimizi görüyorlar. Bütünsel kişiliğimizi görmeyi, fikirleri ve duyguları olan canlı insanlar olduğumuzu görmeyi bırakıyorlar.” 

Ama diğer taraftan bu doğru düşünceyi şu sözlerle sıfırlıyor:

“Belki de benden bir aktivist olarak memnunlar ama engelli bir aktivist olarak değil. Benden bir ekip arkadaşı olarak memnunlar ama engelli bir ekip arkadaşı olarak değil. Ebeveyn olarak hürmet ediyorlar ama engelli bir ebeveyn olarak değil. Şunun gibi; senden bir aktivist, ekip arkadaşı, ebeveyn olarak memnunlar ama bir kadın ya da Yahudi olarak değil.”

Sormak lazım, ekip arkadaşımın engelliliğinden niye memnun kalayım ki?  Ekip arkadaşı olması güzel ama ekip arkadaşımın bir engeli varsa eğer bu onu sınırlar, onunla olan karşılıklı etkileşimi zorlaştırır ve onun verimliliğini de düşürür. O zaman bu bağlamda memnun kalınacak ne var?

Sonuçta klavye savaşçımızın gerçekte ne istediği anlaşılamıyor. Ne istiyor? Etkileşim kurduğu insanların onu eşit, ödevlerinde onlardan geriye kalmayacak bir yoldaş olarak görmelerini mi? Yoksa “Ben engelliliği olan bir ekip arkadaşıyım, benim gücüm ne ki?” deyip de seni her an ekebilecek bir ekip arkadaşı olarak görmelerini mi istemektedir?

Eski zamanlarda bir ayrım vardı. Sen ya sağlıklı bir herif (veya karı) idin ve seninle ona göre bir ilişki kurarlardı. Ya da meczuptun ve seninle başka tür bir ilişki kurarlardı. Lafı gelmişken, meczupları üzmezlerdi ve sağlıklı birinin yapmasına izin verilmeyen şeyler meczuplara caizdi. (Mesela meczuplar, Çar’a küfredebiliyor ve ceza almıyorlardı. Ama meczup olmanın normdan sapma olduğu belliydi.)

Sağlamcılığa karşı mücadele edenler sınırları belirsizleştiriyor. Gerçekten hasta olanların hasta değil de sadece “insani çeşitlilik” içinde olduklarını söylüyorlar. Öte yandan, sağlamcılık karşıtlarının kendileri genellikle sağlıklıdır ve yaptıklarının sorumluluğunu taşırlar, ama hasta kılığına girerler, çünkü sözleri ve eylemleri hakkında hesap vermekten kaçınırlar. 

Sağlıklı devirlerde dünya basittir ve herkes diğerinin yapabileceklerini ve yapamayacaklarını bilir, ama inişteki kapitalizm devrinde öyle değildir; birbirini dışlayan taleplerle ortaya çıkan kişiler vardır. Böylece toplumsal karşılıklı etki neredeyse imkânsız hale gelir. 

Bir önemli hususu daha belirtmek lazım. BDT ülkelerindeki sol hareket içinde maddi üretim emekçisi olan bir kişinin yer alması ‒eski zamanların devrimci hareketlerinden farklı olarak‒ pek ender görülen bir şey olsa gerek. Rasyonel ve sağlamcı davranış biçimi ise her şeyden önce maddi üretim içinde biçimlenir. Emekçiler arasında sağlamcı ve başarıcı bir ahlak, normalliğin ahlakı kaçınılmaz olarak hakim olur. Çünkü kaçıklar (pardon, “nöro-farklılar”) çalışamazlar. Zihinsel gelişimin çeşitliliği hakkında istediğimiz kadar konuşabiliriz, ama hareket halindeki bir mekanizmaya elimizi sokarsak, o el kırılır. Pres makinesinin altına sokulan el de ezilir. Emekçi ahlakı, ayık bir beyin gerektiriyor. Üstelik emek ‒onun çağdaş türleri bile‒ meslektaşlar ve yöneticilerle sosyal bir işbirliğini gerektirir. Bu nedenlerden dolayı emek bir ehliyet gerektirir ve sağlamcı bir ahlak anlayışını biçimlendirir. 

Korkunç Kör

Tarih, şu ya da bu nedenlerle sakat kalan ama pek çok sağlıklı kişinin beceremeyeceği işler yapan pek çok güçlü ve korkusuz insan tanımıştır. 

Tabortilerin önderi Jan Zizka henüz gençken savaşta tek gözünü kaybetmişti. Diğer gözünü ise Hussit savaşlarında kaybetti. Kör olarak bütün Avrupa’nın feodal ordularını bozguna uğratmaya devam etti. Çekya’daki savaşçıları feodal Avrupa’nın beş haçlı seferini bozguna uğratmışlardır. Dostları hayranlık, düşmanları korku içindeydi. Ona ‘’Korkunç Kör’’ diyorlardı. Ama bu sağlamcılık değil en büyük övgüydü. Çünkü bir kör olarak, görenlere karşı galip geliyordu. 

Yüce İngiliz şair ve öncü devrimci John Milton’un çocukluğundan beri görme sorunu vardı. Uluslararası ilişkileri yönetip masa başında çok çalışmasıyla birlikte görme kaybı yaşamaya başladı. Doktorlar görme yetisini korumak istiyorsa işi bırakmasını söylediler. Milton’un cevabı şöyle oldu: “Pek çok kişi şehvet, sefahat ve kazanç uğruna sağlığından olmuştur. Görme duyumu kutlu davama kurban etmekten nasıl vazgeçebilirim ki?” 

Milton, kör halde, sefalet ve terk edilmişlik içinde, galip gelen gericiliğin azdığı bir dönemde Kayıp Cennet menkıbesini dikte etti. Kayıp Cennet, İngiliz devriminin en güçlü sanatsal ifadesidir. 

Fransız devriminin liderlerinden Couthon’un ayakları eklem hastalığından dolayı felçti, ama bu, Saint-Just ve Robespierre’le birlikte Jakobenlerin liderliğini yapmaya ve giyotinde beraber ölmeye engel olmadı. 

Yüce bestekâr Beethoven’ın başına gelen ise bir müzisyen için en kötü şeydi. İşitme duyusunu kaybetmişti. Ama yine de misyonunu tamamlayamama tehdidi karşısındaki korkunun üstesinden geldi ve dahiyane eserler vermeye devam etti. 

Yüce Ukraynalı kadın şair Lesya Ukraynka 9 yaşından beri kemik veremi hastasıydı, ama cesareti ve mertliğinden dolayı meşhur cinsiyetçi İvan Franko onu Ukrayna şairlerinin tek erkeği olarak adlandırdı. 

Hayatının son 8 yılını yatalak olarak geçiren Heine, şiirlerinde devrimin korkusuz sesi ve Almanya’nın kifayetsizliğiyle alay eden yetenekli bir hiciv yazarı olmaya devam etti. 

Ankilozan spondilit hastası olduğu için eklemlerini hareket ettiremeyen ve görme yetisini kaybeden Nikolai Ostrovsky, kendi jenerasyonuyla, yani 1917’de sosyalizmin aydınlık geleceği için savaşmaya giden delikanlıların jenerasyonuyla ilgili en güzel kitaplardan birini yazmıştır. 

Kamplarda yaptığı açlık grevlerinden dolayı yürüme yetisini kaybeden Ukraynalı ulusal-komünist Aleksandr Şumskoy, Stalin’e kışkırtıcı mektuplar yazardı. 1946’da başında Sudoplatov’un olduğu özel bir NKVD birimi tarafından öldürüldü. 

Görme yetisini 4 yaşındayken kaybeden Yakiv Batyuk, Hitlercilerin işgali altındaki Nizhyn’de bir yeraltı teşkilatının yöneticisiydi ve Naziler tarafından kurşuna dizildi. Ergenlik dönemindeki bir kaza sonucu ayağını kaybeden yetenekli oymacı Nil Khasevych, Ukrayna İsyan Ordusu’nun yeraltı eylemcisiydi ve bir NKVD birliğiyle çatışmada yaşamını yitirdi. 

Sovyet topçu subayı Vasili Petrov bir muharebede iki elini de kaybetti, ama sonrasında da savaşmaya devam etti. İlk Sovyetler Birliği Kahramanlık Nişanı’nı henüz yaralanmadan önce almıştı. İkincisini de yaralandıktan sonra aldı. 

Sovyet pilot Aleksey Maresyev iki ayağını kaybetse de savaşmayı bırakmadı. Ayrıca bir ya da iki ayağı olmadan Belousov, Grisenko, Kiselev, Malikov, Sorokin, İngiliz pilot Bader, inanmış bir Nazi olan Rudel de savaşmaya devam etmişlerdir. 

Günümüzde de BDT’deki sol hareket içinde kör ya da neredeyse kör olan ve aktif bir şekilde mücadele eden ve gözleri sağlam olan pek çok yoldaştan fazla faydası olan birkaç kişi mevcuttur.

Yukarıda bahsedilenler güçlü ve mert insanlardı. Fiziksel sakatlığa rağmen saflara geri döndüler ve parçası olduklarını düşündükleri toplamın davası için mücadeleye devam edebildiler. 

Bu, hayatlarının trajedi olmadığı ve fiziksel sakatlıklarının onlara acı ve eziyet vermeyerek sadece “insani çeşitlilik” olduğu ve fiziksel engellerinin faaliyetlerine yönelik ciddi sınırları getirmediği anlamına gelmiyor. 

Jan Zizka bir komutandı, asker değil. Komutan kör olabilir ama körden asker olamaz. (Gerçi, Jan Zizka türünün tek örneğiymiş gibi görünüyor.) Vasili Petrov bir topçu subayıydı, dolayısıyla onun aklı başında olması ve ince görmesi gerekiyordu, ama mühimmat taşıması gerekmiyordu. Ayağını veya ayaklarını kaybedip de saflara geri dönenlerin çoğu pilottur. Aralarında neredeyse hiçbir piyade yoktur, çünkü ayaklar onlar için çok önemlidir. Eğer Lesya Ukraynka ve Nikolai Ostrovsky’nin sağlık problemleri olmasaydı muhtemelen çok daha uzun yaşar ve farklı bir biçimde eserler verirlerdi. Daha mı iyi, yoksa daha mı kötü yazarlardı? Bu güzel bir sorudur. Sol hareketimizin kör aktivistleri ise görme yetilerini kaybetmeselerdi daha çok okuyabilirler, yazabilirler ve daha çok üretebilirlerdi. 

Eski zamanların ideolojisi fiziksel sakatlıktan bahsederken tam da o sakatlığın acı, dehşet ve eziyetin içinden aşılması idealini önüne koyuyordu. Teslim olmamış ve yıldırılmamış bir savaşçının trajedisi, kifayetsizliğinden memnun olan bir domuzun mutluluğundan kuşkusuz ki çok daha yüce ve değerlidir. Herkes bir Jan Zizka veya Nikolai Ostrovsky gibi olamaz, ama benzer trajik duruma düşen insanlar tam da böylelerini örnek almalıdır. Son ana kadar teslim olmamalıdırlar. Savaşmalı ve kazanmalıdırlar, ya da en azından teslim olmamış olarak ölmelidirler. 

Liboş solculuğun kifayetsiz dünya görüşü ise hayatın trajik olduğunu reddeder ve kelime değişiklikleriyle hayat trajedisinin üstünü kapatmaya çalışır. Bundan dolayı başarıcılığa karşı mücadele politikası ve ponçiklik politikası ‒kendi anti-sağlamcı ortamlarında‒ bu derece gelişme fırsatı bulmuştur. 

Tabii ki “başarıcılık”, yani her insanda tüm sosyal ve fiziksel sınırlara bakmaksızın sırf istedi diye her kaleyi zapt edebilme yeteneği olduğunu söyleyen o iyimser burjuva efsanesi, baştan aşağı yalandır. Ama sağlamcılığa karşı mücadele edenlerin bu efsanenin yalan olmasından çıkardığı sonuç, yapılabilecek her şeyi yapmak için –bir iyimser trajedi ruhuyla‒ çabalamamız gerektiği değildir. Onlar, hiçbir çaba göstermeden doğrudan dibe batmamız gerektiği sonucunu çıkarmışlardır.

Başarıcı mit, ilerici kapitalizm devrinde, Franklin’in herkesin kendi mutluluğunun mimarı olduğunu öne sürdüğü devirde hükmetmiştir. Devir değişti, kapitalist toplum egemen oldu ve çürümeye başladı ve o kendinden emin burjuva savaşçının, yaratıcının, yırtıcı hayvanın başarıcı miti de değişmeye başladı. Başarıcı mitin yerini bırakmaya başladığı şey, kifayetsizliğini topluma egemen kılmak isteyen kifayetsiz bir yaratığın şikayetçi söylenmeleriydi. Hiçbir şeyi değiştirmeye gerek yok. Mücadele etmeye ve mücadele içinde ıstırap çekmeye gerek yok. Kendini olduğun gibi kabul etmek ve sakince dibe batmak yeterli. Senin gibiler de o sırada sana ponçiklik yapsınlar ve desinler ki; noksanlık aslında noksanlık değildir, insani çeşitliliğin bir alametidir. 

Gerçekte ise senin gibiler seni veya başka herhangi bir kimseyi iplemezler. Sadece kendilerini, insanlığın kalanına hiçbir faydası dokunmayan kendi kişiliklerini önemserler. Sağlamcılığa karşı mücadele edenler empati ve şefkat hakkında konuşmayı severler ama genelde bu duygulardan yoksundurlar. Başka bir insana duyulan şefkat, onlar için derin, kişisel, hakiki olan ve yardım etmeye iten bir his değildir, ama bir slogandır. Kendi dünyalarını sembolize eden, aitlik belirten bir slogandır şefkat. Onlar ‒genelde‒ reel hayattaki ihtilaflardan korkarlar, ama ‒mizaçlarına bağlı olarak‒ ya sanal alem kavgalarını şişirmeye ya da suskun ihanete eğilimlidirler. 

Cengiz Han’ın savaş etiği

Bir savaşçının tabi olduğu etik, Cengiz Han’ın savaş etiğidir. Yani bir savaşçı için güvenilenin ihanet etmesinden daha korkunç bir günah yoktur. Liboşluğun düşkünleri içinse ayrımcı sözlerden daha korkunç bir günah yoktur. Devrimci etik bu bağlamda Cengiz Han savaşçılarının çizgisini devralıyor. 

Yukarıda, sakatlığa rağmen saflara geri dönmeyi becerebilen kişileri yazdık. Hepsi de fiziksel sakatlığı olan kimselerdi. Ama ruhsal sakatlığı olan bir örnek aklımıza gelmedi, çünkü fiziksel sakatlık ‒sakatlığın psikolojiye olan olumsuz etkisini bir yana bırakırsak eğer‒, insanın kişilik bütünlüğünün eksilmesine sebep olmuyor. Ciddi ruhsal problemler ise insanın başka insanlarla olan sosyal etkileşimini çok zorlaştırıyor. Karşılıklı etkileşim, sadece, tarafların birbirlerinin ne yapabileceklerini az çok bildiği durumda mümkündür. Eğer etkileşimin taraflarından biri her an beklenmedik bir hareket yapabilecek ve bunun etik sorumluluğunu da üstlenmeyecek durumdaysa ‒çünkü şuursuzdur‒, o zaman böyle bir insanla karşılıklı etkileşim de ister istemez zor ve sınırlı olur.

Bununla birlikte, sağlamcılığa karşı mücadele edenler, romantize edilmesi zor olan fiziksel sakatlıklar üzerine yoğunlaşmazlar. Tespit edilmesi çok daha zor olan ruhsal hastalıklar üzerine yoğunlaşırlar. Ruh hastalıklarının romantikleştirilmesi, iç dünyası zengin ‒ve bazen çift cinsiyetli‒ genç kızların meşgalesi olmuştur. Solun nicelik artışına azımsanmayacak bir katkı da sağlamakta olan bu ıstıraplı genç kızlar ‒çoğu vakada‒ iyi-kötü çalışabiliyorlar, iyi bir iştah sahibidirler, tüm davranışlarının sorumluluğunu taşıyorlar ve doktor müdahalesini gerektirecek ruhsal bozukluklara sahip değiller. Onlar fizyolojik değil sosyal sebepler dolayısıyla noksandırlar. Toplumsal atomizasyonun ürünüdürler ve aynı zamanda da bu atomizasyonu güçlendiren bir enzimdirler. Toplumsal hastalığın kurbanıdırlar ve enfeksiyonun kaynağıdırlar. Bu tarz insanlar mevcut toplumda sosyalleşmeye ve batmamaya zorlandıkları için toplumdaki arızaları ve hastalıkları da daha ıstıraplı hissederler. Sorun şu ki, çağdaş sol hareket böyle kişiler için sosyal terapinin bir aracı değildir. Onları güçlü ve yekpare bir hale getirmiyor. Kifayetsizliklerini ve noksanlıklarını silmeye yardım etmiyor. Tersine, sol onların kifayetsizliklerini muhafaza ediyor ve hatta artırabiliyor. 

Erken Hristiyanlıkta da kifayetsiz ve noksan kişiler az değildi. O devrin politik doğrucu dili onlara meczup diyordu. Ama onlar kitle hareketine katılınca değişiyorlardı. Tanrı’nın krallığı ve İsa için canını veren şehitler her şey olabilirlerdi, ama kifayetsiz değillerdi. 

Geçmiş zamanların devrimci-sosyalist hareketi ise temelde güçlü ve yekpare kişilerden oluşurdu, ama apaçıktır ki o hareket meleklerden oluşmuyordu. Devrimci-sosyalist hareket, dönemin koşulları tarafından ciddi biçimde sakatlanmış kişilerden müteşekkildi. Devrimci örgütlere çok içki içen, karısını ve çocuklarını döven işçiler de ilgi gösteriyordu, ama devrimci harekete katılan böyle bir işçi değişiyordu. İçkiyi bırakıyor, karısı ve çocuğuyla ilişkisini değiştiriyordu. 

Çağdaş sol âlemde ise insanlar zaten iyi yönde değişmiyorlar, ama sağlamcılığa karşı mücadelenin kapsamı cinsiyetçilik ve homofobiye karşı mücadelenin kapsamına ulaşırsa, o zaman insanların iyiye doğru değişmelerini talep etmenin temelleri bile ortadan kalkar. Benim bedenim benim kararım, benim engelliliğim sadece benimdir, benim korkaklığım, riyakârlığım ve yalancılığım da yine sadece benimdir ve kimseye dokunmaz. Korkak bir hıyar olmam da insani çeşitliliğin bir alametidir, ama sen “korkak hıyar” gibi ayrımcı bir ifade kullandığın için faşo ilan edileceksin ve sol hareketten gösterişli bir şekilde uzaklaştırılacaksın… Böyle bir duruşa, olsa olsa, kapitalist yozlaşmanın hem ürünü hem de etkeni olan bir bataklık sahip olabilir. Ki dünyayı ileriye doğru değiştirecek hiçbir kımıldama o bataklıktan çıkmaz.

‘’Sağlamcılığa’’ ve ‘’ayrımcı ifadelere’’ karşı mücadele edenler, beden olumlama hareketi taraftarları ve ‘’başarıcılığa’’ karşı mücadele edenler olumlu yönde değişmek istemiyorlar. İnsanların nevrozu, otizmi, şizoidliği aşmalarını istemiyorlar. Şişman kişi zayıflasın, zayıf kişi vücut yapsın, bahtsızlar sonuç alsın istemiyorlar. Kendilerinin ve takipçilerinin durumlarını muhafaza etmek istiyorlar. Huzur istiyorlar. Bundan dolayıdır ki onların düşmanları sadece kötürümleri ezenler değildir. Noksanlığın ve kötürümlüğün sebeplerinin kökünü kazımak isteyenler de düşmanlarıdırlar. İstiyorlar ki toplum onlara konfor temin etsin, ama onları analiz etmeye cesaret edemesin. 

Eski zamanların devrimci hareketi baştan aşağı sağlamcıydı. Istırap içindekilere ve mülksüzlere seslenirlerdi, kifayetsizlere ve noksanlara değil. Derlerdi ki; dünyanın tüm maddi ve manevi değerlerini üreten cesur, dürüst, şefkatli, zeki, her şeyin en iyisine layık ve soylu emekçileri sömürülmektedir. Yalancı, korkak, ikiyüzlü, çıkarcı, cimri sömürücüler, yani kifayetsiz ve noksan sömürücüler tarafından sömürmektedirler ve bu “insani çeşitliliğe” bir son vermemiz lazımdır. Her şeyin en iyisine layık emekçiler, hakları olan şeyleri zorla geri almalıdırlar. Çıkarcı yozlar ise zorunlu emek terapisine tabi tutulacaklardır ki bu terapi onlara dejenerelikten çıkıp iyiye, güzele layık insan olma şansı verecektir. Devrimler esnasında kitleleri harekete geçiren tam da böyle bir mittir. Her mit gibi o da içinde bir miktar gerçeği barındırıyordu, ama bütün gerçeği değil. (Her bir emekçi cesur ve dürüst değildi ve her bir sömürücü de kifayetsiz ve noksan değildi.) Yine de tam da bu mit, devrim için ayağa kalkan, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilen alt katmanlardaki halkın dayanağı olmuştur. 

Eğer her şey henüz kaybedilmemişse ve çağdaş toplum dejenerasyondan dolayı çileli bir ölüme mahkûm değilse, geleceğin devrimci hareketi akıntıya kapılmayacaktır. Kontr-toplum yaratıp 300 yıl süren mücadeleden sonra çürümekte olan Roma imparatorluğuna son veren ve insanlık tarihinde yeni bir devir başlatan erken Hristiyanların yaptığı gibi toplumsal dejenerasyona karşı koymaya çalışacaktır. 

Roma’da tüm sosyal bağların çürümesi, canlı bir toplumda bulunabilen hayatın anlamının kaybedilmesi yüzünden en çok ıstırap çeken ve en çok eziyet gören kişiler (çeşitli sınıflardan geliyorlardı) Hristiyan cemaatlerine katılıyorlardı. Yozlaşmakta olan Roma imparatorluğunda bulamadıkları her şeyi Hristiyan kontr-toplumunda buluyorlardı. Gelip geçici tutkuların kültü yerine Tanrı’nın Krallığını yaklaştırmak adına uzun ve sıkı bir çalışmaya yönelim, kendi içgüdülerinin peşine sürüklenmek yerine onları denetim altına almayı bilmek ve hayatına hakim olmak, yalan ve ihanet yerine “öl ama ihanet etme” prensibi ve “hiç kimsede, insanın, dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur” ve tabii sosyal bağların dağılması yerine yüce bir dava için savaşan bir kardeşlik hissi vardı.

Hıristiyan şehitler boşuna ölmedi. Tanrı’nın Krallığını elde edemediler ama Hıristiyanların zaferi sonucunda oluşan toplum ‒çürüyen köleci imparatorluğa kıyasla‒ daha canlı ve ilericiydi. Yozlaşmış Hıristiyan kiliseler, ilk 300 yılın şehitlerinin kanı üzerinden 2000 yıldır var olmaktadır. 

Gelecekteki devrimci hareketi Hıristiyanlıktan ayıran en önemli farklardan biri onun mistisizme değil rasyonel düşünüşe ve bilime ‒ki bu kısır postmodernizm devrinde kötü durumdadır‒ olan yönelimidir. Bir yanda nesnel hakikat vardır ve diğer yanda ise yalan vardır ve insani çeşitlilik üzerine olan hiçbir konuşma bu gerçeği silemez.

Hayatın ölüme, sağlığın hastalığa, hakikatin yalana, cesaretin korkaklığa, gücün noksanlığa, acı ve çelişkiler içinden gelen ilerici gelişimin, ileriye hareketin de acısız yozlaşmaya ve dibe batmaya karşı çıktığı gibi gelecekteki devrimci hareket de liboş-yeni solcu anti-sistemin ölüm ütopyasına karşı çıkacaktır. İnancı, onuru ve iktidarı savunacaktır. Hakikate olan inancını ve onu sonuna kadar korumaya hazır olmayı, ıstırap çeken, yaşamını yitiren ama teslim olmayan savaşçıların onurunu, üretenlerin ve emekçilerin kendi yaşamları ve bütün toplumun yaşamı üstündeki iktidarını savunacaktır. 

Eğer o kazanır, gönüllü ve gönülsüz parazitleri emek tedavisine sokarak ve ölüm sevdalılarına sevgi objelerini daha yakından tanıma fırsatı sunarak toplumsal dejenerasyona son verirse, işte o zaman ileri gelişimin yeni bir devri başlayacaktır. Peki, sonra ne olacak, yüzlerce yıl sonra? O konuda da en fazla, ilk Hıristiyanların günümüzün sorunlarıyla ilgili bilgi sahibi oldukları kadar bilgi sahibiyiz.

Bu makaleyi Bön dininin iyimser marşıyla sonlandırmak istiyorum. Tibetli Bön dini, Gumilyov’a göre Mitraizmin vârisidir ve bu dine göre, verilen söze sadakat ve korkusuzluk en yüksek erdemlerdir. En büyük günahlar ise yalancılık ve korkaklıktır.

Gökyüzü safir olsun!

Sarı güneş dünyayı sıcaklığıyla doldursun, turuncu-altın!

Geceler dolu olsun, Ay’ın inci parlaklığıyla

Yıldızlar ve gezegenlerden sessiz bir ışık insin

Ve gökkuşakları, mavi ateşle parlasın!

Gökteki rüzgâr coşsun

Yağmur okyanusu içirsin

İyi niyetin velisi Dünya, sonsuz olsun

Kırlar çok yeşil burada

Ne güzel ülkeler var!

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar