Ana SayfaArşivSayı 37Teori ancak devrimci politikanın izinde devrimci olur

Teori ancak devrimci politikanın izinde devrimci olur

  
Teori Ancak Devrimci Politikanın
İzinde Devrimci Olur
 
Orhan Dilber

“Lenin’de aydınlara özgü psikolojik kusurların hiçbiri yoktu. Saf teoriyi reddederdi. Düşüncesi, eylemin başlangıcı, kuralı ve rehberiydi. Teorisi, bilimsel düşüncenin diyalektik yöntemi sayesinde eylem için olguların üzerine tutulan ışıktı. Daha doğrusu, mümkünle gerçeği, arzulananla gerekli olanı, parlak bir sentez içinde birleştiren teorisi, olguların hiç de mekanik olmayan ve canlı, yani zeki ve etkin bir ifadesiydi. Lenin bir yazar değildi; yalnız gerekli olduğu için yazdı. Tastamam gündelik faaliyetin gerektirdiklerini yazdı….

Lenin’in marksist diyalektiği, devrimci eyleme bir yordam sunmaya ve dünyayı değiştirmek üzere anlamaya yarayan toplumsal olayların araştırılması için oluşturulmuş etkili bir bilimsel yöntemdir. … Toplumsal olaylar hakkında, onların birbirleriyle ilişkisi, kapsamları ve nedenleri hakkında derin bir bilgisi vardı. Ama bilgi onun için önceden görmeye yarayan ve bu öngörü sayesinde eyleme geçmeyi sağlayan bir araçtan başka bir şey değildi….

Öngörü ve irade onda öylesine iç içe geçmişti ki, bunların hangisinin olayları incelerken ağır bastığını ayırdetmek zordu; … Onun başarıya ulaşmasının nedeni, en iyi zihinsel yeteneklerle donanmış kılı kırk yaran bir araştırmacı olmasından; tarihin izleyeceği yolları bulup çıkarmasındandı, ama bu sayede tarihin etkin, zeki, yetenekli ve gönüllü bir aleti haline geldi. … Lenin’in devrimci tekniği, Rusya proletaryasına ve köylülüğe hiç de muhakkak olmayan bir zafer sundu…” (Victor Serge, “1917’de Lenin, Beklenmeyenin Yüzyılı”, Revolutionary History, Vol 5, No.3, s.41-43)

Teori ve Politika dergisinin yayınlanması için 10 yıldır çabalayan arkadaşlar arayıp, onuncu yıl vesilesiyle yayınlanacak sayı için benden yazı istediklerinde şaşırmadım; ama evet deyinceye kadar epeyi bocaladım.
Şaşırmadım; zira bu derginin çıkmasına öngelen süreçte, paralel değilse bile eşzamanlı bir muhasebe ve arayış içinde olduk. «Çerçeve Taslağı» metninin sunuşuna yansımış olduğu gibi, ortak sonuçlara varmayan bir tartışma içinden geçtik. Her şey bir yana, Teori ve Politika’nın onuncu yılı en azından bu tartışmanın sonuçlarının irdelenmesi için iyi bir vesile. Kaldı ki, bahis konusu tartışma sadece bizim aramızda geçtiği için değil, herkes için anlamlı. Özellikle tekrar tekrar belirip yayılma eğiliminde olan bir arayışa dair olduğu için; yani örgütsel ve siyasal sorunların çözümünün teoride bulunabileceği hakkındaki yanılgıya dair olduğu için önemli.
Bu bakımdan, Teori ve Politika’nın ele aldığı konular hakkında yazıları yayınlanan biri olmadığım halde, benden bir yazı istenmesi hem çok olağan dışı değildi; hem de iyi bir fırsat olarak göründü.
Öte yandan epeyi bocaladım. Zira epeyi yüklü 30 cildin üzerinde sayısı çıkmış bir teorik dergi hakkında yazı yazmak beni epeyi zorlayacaktı. Her şeyden önce, bu derginin evveliyatı hakkında bilgim olsa ve evrimini takip etmiş olsam bile her sayısını dikkatle ve sektirmeden okumuş biri değildim. Dergide yayınlanan pek çok önemli yazı ve değerlendirmeyi hala okumuş değilim. Bunlar okumaya değmez şeyler olduğu için veya benim aklımın ermeyeceği konulara dair oldukları için değil elbette. Aksine, bu çabayı küçümsemek niyetinde değilim. Ama bu geçen on yıl boyunca tamamen farklı alanlarda ve farklı konulara odaklanmış olarak yaşadığımız için; önceliklerimizin tamamen farklı, yönelişlerimizin zıt istikametlerde olmasından ötürü, Teori ve Politika ile ve başka teorik gayretlerle pek az ilgilendim. Bu durumda Teori Politika’nın 10 yılı hakkında yazı yazmaya kalkışmak sadece zor olacağından değil; ciddiyetsiz olacağı için de bocaladım.
Bu gelgitlerin ardından, farklı yönlerden gelip, bir noktada buluştuktan sonra, ayrı mecralara yönelerek yaşadığımız bu 10 yılı değerlendiren bir yazının yararlı olacağı kanaatine vardım. Hatta farklı duruşlarımızı ele alan kısmi bir muhasebe çabasının bu süreçle hiç ilgisi olmayan başkaları için bile yararlı olabileceğini de düşünüyorum.
Mamafih böyle bir yazının Teori Politika okurlarının ilgisini çekeceğinden endişe etmesem bile, düşüncelerimi asıl iletmek istediğim kimselerin çoğunun farkına bile varmayacakları bir yazı yazmaya koyulmanın gerilimini de üzerimden atabilmiş değilim; son noktayı koyduğumda dahi bu gerilimden kurtulamamış olacağımı da biliyorum. Bu gerilimin okumaya başladığınız yazının tadını kaçırmayacağını umarım.
«Çerçeve Taslağı» ile hangi koşullarda
karşılaştık?
On yıldan biraz daha fazla oldu; sonradan Teori ve Politika’yı yayınlayacak olan arkadaşlarla karşılaşıp ilk temasa geçtiğimizde, içinden çıktıkları ya da çıkmakta oldukları farklı gelenekleri sorgulayan ve farklı arayışları olan çevreler durumundaydık. Ama karşılaştığımızda bu sorgulamayı ifade eden somut politik sorunlardan ve somut örgütlerin sorunlarından ziyade, teoriye ilişkin genel ve daha soyut sorunlar üzerinde tartışmalarımız oldu. Anlaşmazlıklarımızın esası da bu tartışmalar içinde belirginleşti.
O zaman aramızdaki ayrılık marksizmin teorisine ilişkin sorunlar olup olmadığı konusunda değildi. Siyaset ve örgüt alanına dair sorunların teori ile bir ilişkisi olup olmadığı noktasında da değildi. Marksizmin teoriye ilişkin sorunlarının teorik çabalarla çözülüp çözülemeyeceği noktasında bir anlaşmazlığımız vardı.
«Çerçeve Taslağı»nın arkasında duran arkadaşlar teoriye ilişkin sorunları çözmek maksadıyla, pratik politik alandan (bir süre için bile olsa) uzaklaşıp, o alana yukarıdan yahut (kibiri çağrıştırmasın diye başka bir ifade kullanayım) dışarıdan bakarak ele almanın gerekli ve doğru olduğunu savunuyorlardı. Biz ise marksizme bağlı olma iddiasını taşıyan muhtelif akımların oluşturduğu pratik politik alanın sorunlarının bu alanın dışına çıkarak çözülmesinin mümkün olmadığını düşünüyorduk; bu sorunların kavranması için bile o alanda yer almak gerektiğini savunuyorduk.
«Çerçeve Taslağı» döne döne, «marksizmin krizi olur mu, olmaz mı?», «böyle bir kriz var mı, yok mu?» gibi sorulara yanıt veriyordu. Bu soruların bu kaba formüllerde göründüğü kadar basit ve kaba olmadığını ve oldum olası ciddi tartışmalara konu olmuş sorular ve cevaplar olduğunu biliyorduk elbette. Yani bu soruların ve arayışların gereksiz bir fanteziden kaynaklanmadığını önemsiz olmadıklarını da biliyorduk. Bunu bildiğimiz halde, ne bu soruları soruyorduk ne de bu sorulara verilen yanıtları irdeleyip tartışmak istiyorduk. Farklılığımız, bu soruların isabetli olup olmadığı yahut doğru yanıtların verilip verilmediği noktasında değildi. Önceliklerimiz başkaydı; ve bu sorunların çözümüne dair yol ve yöntem hakkındaki kavrayışlarımız da farklıydı.
«Çerçeve Taslağı», «Bütünsel Marksizm alanı» diye bir bütünlük tarif ediyor ve ana hatlarıyla özetlersek bu alanın iç bütünlüğünü ve tutarlılığını zedeleyen ya da ortadan kaldıran bir kriz saptaması yapıyordu. Yahut bazen de bu tutarlılığın ve bütünlüğün bozulmasından ileri gelen bir krizi tarif ediyordu. Biz tartışmamızda bu «Marksizm alanı» tarifinin yetersizliklerine dikkat çekmiş; bu alandaki krize dair saptamaların totolojik karakterine değinmiştik. Bununla birlikte bunun esaslı bir kusur olarak görmüyor, esas tartışmayı da bu noktada yapmayı tercih etmiyorduk. İlle de Marksizmin bir krizinden söz edilecekse, Marksizm adına «İkinci Enternasyonal Marksizmi»nin hüküm sürmesinden ileri gelen krize işaret etmeyi tercih ediyorduk. Birbirlerinden farklı nitelikteki akımların bu ortak ideolojik zemin üzerinde buluşmasından ileri gelen sorunlar üzerinde durulmasını tercih ediyorduk. Politik olarak birbirleri ile bağdaşmayan muhtelif akımların bu ortak payda üzerinden buluşturulduğu bir «Marksizm alanı» tarifi yapmakta ısrar etmenin bile başlı başına bir kriz nedeni olacağına dikkat çekmek istiyorduk.
Asıl farklılık apayrı hatta birbirinin tam karşıtı gibi görünen köklerden gelmemiz ile de ilgili değildi. «Çerçeve Taslağı» ile Teori ve Politika’yı yayınlayan arkadaşlarla birbirinin karşı kutbunda diye tarif edilen geleneklerden geldiğimiz doğruydu. Bu bakımdan bırakalım anlaşmayı, tartışmaya niyet etmemize bile mani olabilecek ayrılıkların en baştan itibaren mevcut olduğu düşünülebilirdi. Ama biz karşılaştığımız zaman sabit değil, hareket halinde çevreleri temsil ediyorduk. Birbirimizden bağımsız olarak ve değişik nedenlerle de olsa, içinden geldiğimiz gelenekleri sorgulayan ve buralardan kopma yönünde hareket ve arayış halinde çevreler idik.
Buluşmamızı da tartışabilmemizi de mümkün kılan asıl bu durumdu.
Niçin tartıştık?
Doğrusu eğer «Çerçeve Taslağı» metninde amaç olarak tarif edilen şeylere bakılırsa, belki de hiç tartışmaya kalkışmamak gerekirdi. Açıkçası bu bakımdan epeyi gelgitli bir didişme yaşadığımız da bir vakıadır. Ama ilişkimiz ve tartışmalarımız bu metin çerçevesinde başlamamıştı. Bu ilişki ve tartışmaların her zaman kağıt üzerinde görünmese bile, zımnen belli olan ve yazı alış verişine öngelen sohbetler içinde şekillenen başka boyutları da yok değildi.
Bunların başında, buluşmamıza sebep olan tesadüflü sürecin kendisi geliyordu; yani sınıf mücadelesindeki tıkanıklıklar ve komünistlerin bunların aşılması noktasındaki yetersizliklerine dair görüş alış verişleri geliyordu.
İkincisi, elbette marksizm temelinde devrimci bir örgütün ortak bir hedef oluşu; ve mevcut örgütlenmelerin bu hedefin yerini tutmadıkları gibi, buna doğru kendi başlarına evrilme yeteneğinde olmadıkları konusunda hemfikirdik.
Üçüncüsü, teori alanında devrimci bir tutumun olabileceğinin kabulü ve teori sorunlarına böyle bir yaklaşımın acil bir ihtiyaç olarak kavranması konusunda da anlaştığımızı sanıyorduk. (Lakin teori alanında devrimci bir tutumun ne olması gerektiği konusunda hemfikir olmadığımızı tartışmaların ilerleyen seyri içinde kavradık.)
Dördüncüsü, farklı gerekçelerle de olsa yüzümüzü döndüğümüz kesimlerin aynı kesimler olması ayrı ve önemli bir ortaklık ve buluşma nedeni idi. Yaşadığımız topraklardaki devrimci hareketin yükünü bilfiil taşıyan militanlara ve bu sorumluluğa ortak olmak için can atanlara hitap etmek gerektiği konusunda farklı düşünmüyorduk.
Nihayet, her ne kadar bu enflasyonu nasıl önleyeceğimiz konusunda aynı çözümleri benimsemesek de «örgütler enflasyonuna katkıda bulunmamak» konusunda da hemfikirdik.
İşte bu mutabakat veya benzerlik noktalarına istinaden bir tartışmaya giriştik. Bu maksatla da esasen bizim öncelikli ilgi alanlarımız arasında olmasa da, «Çerçeve Taslağı»nın ele aldığı temel konular hakkındaki görüşlerimizi ve onların değerlendirmelerine ilişkin eleştirilerimizi dile getirdik.
Tartışmanın başı
Tartışmamızın nesnesi olan «Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı» şöyle diyordu:
“Geleneğimizi oluşturan komünist örgütler (TKP-ML Hareketi, TDKP, TİKB, TKİH ve bir anlamda Kawa), tarihsel sınırlarla sakatlanmış, yetersiz ve eksikli bir nitelik sergiliyorlar. Bu yapılar, içinde bulunduğumuz dönemde bütünlüklü bir tıkanma sürecine girdiler.”
Biz de söz konusu hareketlerin böyle bir tıkanma süreci içinde olduklarında hemfikirdik. Ayrıca biz içinden geldiğimiz troçkist geleneği oluşturan muhtelif akımların «bütünlüklü bir tıkanma süreci içinde olduklarını» da düşünüyorduk. Hatta «Çerçeve Taslağı»nın arkasında duran arkadaşlarla rastlaştığımızda onlardan farklı olarak,[1] bağlı olduğumuz geleneğin baştan itibaren kusurlu olup olmadığı konusuna kafa yormaya başlamıştık. Varılan tıkanıklığın bu hareketin kökleri ile ilgili olup olmadığını irdelemekteydik. Sahiplenerek arkasında durduğumuz Dördüncü Enternasyonal geleneğini yahut daha yaygın tanımıyla «troçkist hareketi» bir bütün olarak ameliyat masasına yatırmak gerektiği sonucuna varmış ve bunu ilan da etmiştik.[2] İşte özellikle bu nedenle, farklı yönlerden ve farklı saiklerle geliyor olsak da, bir noktada buluşmamız çok tuhaf değildi.
«Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyan arkadaşlarla karşılaştığımızda biz dünya durumunu «insanlığın tarihsel bunalımı proletaryanın devrimci önderlik krizine indirgenmiştir» formülü ile ifade ediyorduk. Dolayısıyla «Marksizmin krizi»ni bu durumun nedeni olarak görmüyorduk; aksine «Marksizm alanı» denen alandaki herhangi bir krizin arkasında da son tahlilde bu temel krizin bulunduğunu düşünüyorduk.
Şikayetçi olduğumuz sorunlar hakkında ve ihtiyaç duyulan şeyin tanımlanmasında bir ölçüde mutabık olabilsek bile, bu sorunlardan kurtulmak ve varmak istediğimiz yere varmak üzere aradığımız şeyler bambaşka, arayışlarımız apayrı yönlerde idi. Önceliklerimiz de haliyle farklı idi. Tastamam bu yüzden bir noktada buluşmuş olsak da, yürüttüğümüz tartışmanın verimliliğinden ve sonuçlarından bağımsız olarak, ayrı yönlerde yollarımıza devam etmek üzere ayrıldık.
Teori Politika’nın 10. yılı münasebetiyle yazarken elbette bu tartışmanın ana hatlarını hatırlatıp irdelemek gerekecek. Aynı zamanda arada geçen yıllarda hangi istikametlerde ve ayrı ayrı ne kadar yol kat ettiğimizin ölçülebilmesi için de bu yazının çerçevesi müsaade ettiği ölçüde bazı somut saptamalar yapmaya gayret edeceğim.
12 yıl önce ne tartışmıştık?
O zamanki tartışmanın bir yanında, tartışmanın taraflarından herhangi biriyle yakın uzak bir ilişkisi olmayan Yılmaz Öner’in «Kafalarımız artık omuzlarımızdan daha sağlam olmalı!» öğüdünü benimsemiş olan «Çerçeve Taslağı»nın şu önermeleri vardı:
“Türkiye’de politik marksizm için bir teori-politika misyonu oluşturmak gerekmektedir. …. Bir analiz ve teorik-politik yaklaşım zemini oluşturmak istiyoruz.”
“Hareketimizin hedeflediğimiz biçimsel karşılığını bir «teorik-politik çekirdek» yaratmak olarak adlandırabiliriz. Yaratmaya uğraşacağımız teorik-politik çekirdek kendisini bütünsel marksist oluşum sürecine onun mütevazi bir unsuru olarak kilitleyecektir.”
“Esas olarak teorik olan bu süreci yaşamadan … kendine öncü misyonu yakıştırmaya hiçbir odağın hakkı olamaz”.
“Ve biz şimdilik savaşçıya sadece bir miğfer öneriyoruz.”
Tartışmanın öteki yanını oluşturan biz, birikimimizin, hazırlık ve niyetlerimizin «Çerçeve Taslağı» metninde çizilen perspektifle yakından veya uzaktan ilgili olmadığını vurguluyorduk.
Bizim çıkış noktamız ve arayışımız bambaşka terimlerle ifade edilmişti. Üstelik sorunun gelenek farklılığından doğan bir farklılık olmadığının altını çiziyorduk.
Biz şu saptamaları öne çıkarıyorduk:
“Dün olduğu gibi bugün de bütün enternasyonalist devrimcilerin önündeki temel görev, proletaryanın önderlik bunalımının çözülmesine sahiden katkıda bulunabilecek adımları atmaktır.”
“Bunun için, varolan enternasyonalist komünist çevre, örgüt ve kadroların örgütsel ve politik niteliğini yükseltecek, bunların siyasi merkezileşmesini sağlayabilecek bir atılıma hazırlanmak gerekir.
Bu atılımın gerektirdiği hazırlık ve planın ortaya konmasına katkıda bulunmayı öncelikli bir görev olarak saptamalıyız. Bugün, enternasyonalist devrimcilerin önündeki vazgeçilmez, ertelenmez, öncelikli görev bu sorun üzerinde yoğunlaşmaktır. Yaptığımız, yapacağımız tüm diğer «işler» buna tabi olmalıdır. 
İki yaklaşım karşılaştırıldığında değişik düzeylerde şu farkları saptamak kolay:
Taslağın ele aldığı «marksizmin krizi», «genel marksizm alanı», «teorinin öncelliği», gibi başlıklar bizim hiç kullanmadığımız kavramları ifade ediyordu. Ayrıca onlar «Teorik politik çekirdek» hedefini önlerine koyarken bizim için «devrimci parti çekirdeği»; onların ele aldığı «teorisiz devrimcilik ve kitlesiz politika» kusurları yerine biz «ekonomizm, amatörlük ve maceracılık» veya «devrimci politikadan mahrum parti» «partisiz devrimcilik»; komünist hareketin teorik tıkanıklıklarına çözüm getirmek yerine, amatörlük ve ekonomizmin kıskacında debelenen devrimcilerin sorunlarına çare aramak; teorinin sorunlarını çözmek yerine örgütsel-politik sorunların teorisini ortaya koymak gibi belirgin ayrılıklar vardı. .
Biz vurgularımızı örgütsel-politik sorunlara, söz konusu metin ise teoriye ilişkin sorunlara yapıyordu. Kuşkusuz bu demek değildi ki, biz teorinin sorunlarıyla ilgilenmemekten, diğer arkadaşlar da örgütsel-politik sorunları göz ardı etmekten yana olsun. Eğer böyle olsaydı işte o zaman gerçekten saçma bir işle uğraşıyor olurduk. Aksine bütün sorunlara «devrimci-politika» açısından ve «devrimci-politikacı» gözüyle bakma konusunda temel bir mutabakatımız vardı; bunun bizim tartışmaların labirentinde yolumuzu bulmamıza yardımcı olmasını umuyorduk.
Bu noktalara istinaden, bazı bakımlardan aykırı gibi görünse bile, «Çerçeve Taslağı»nın gündemi üzerinden bir tartışmaya giriştik. «Esas konuya» dönebilmek umuduyla tartıştık. Bugün bu tartışmayı yeniden hatırlarken de benim beklentim elbette aynısıdır. «Esas konuyla» ilgilenenlerden bazılarının bu satırları okumasını ve bu satırları okuyanlar arasından «esas konuyla» ilgilenenlerin çıkmasını umuyorum.
Doğrusu bizim verdiğimiz metin de «Enternasyonalist Bir Devrimciler Örgütünün Çekirdeğine Varmayı Hedeflerken» Üst Başlığını ve «Zorunlu ve Zorlu Bir Tartışma Sürecinin Isınma Hareketleri-1» başlığını taşıyordu. Bir bakıma sırf bu başlıklar bile bizim tartışmadan ne murad ettiğimizi ifade ediyordu. Bu tartışmanın devamını ümid ettiğimizi de «-1» diyerek ifade etmiştik. «-2» ve sonrası hiç olmadı.
Bu metnin sonunda şunlar söylendi:
“Somut Farklılık Nerede?
Önce iki yaklaşım arasında bizce varolan temel farklılığa işaret etmeli:
Biz ana sorunu öznel etkende görüp tanımlıyoruz; asıl krizin proletaryanın önderlik bunalımı olduğunu öne sürüyoruz. Bu krizin çözümünde ele alınması gereken ilk sorunun böyle bir önderliği oluşturacak uluslararası bir devrimciler örgütünün yaratılamamış olması olduğunu savunuyoruz.
«Genel çerçeve taslağı» bu sorunu gözardı etmemekle birlikte, bu sorunun ardında yatan bir başka ana sorun saptıyor: krizi doktrinde tanımlayıp burada çözmek istiyor; sorunlar yumağının ana düğümünü teoride görüyor. «Marksizmin krizi» tanımı ve «marksizmin bütünlüğünün sağlanması» arayışı bunu ifade ediyor. Çözüm arayışlarının zemini olarak bir «genel marksizm alanı» tanımlama gayreti de buna dayanıyor.
Burada epeyidir tartıştığımız metod sorununun esası yatmaktadır. «Genel çerçeve taslağı» metninde politik pratik için rehber olacak bir teorik çerçeve hazırlama yaklaşımı vardı. Bilim ve felsefe bahçesinden bu çerçevenin temel tutamak noktalarını oluşturmak üzere toplayacağımız meyveler bize hem kendimizin ne olduğunu, ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı ve neyle yapacağımızı gösterecekti; hiç değilse bunun ipuçlarını sunacaktı.
Fark şurada idi: biz de bu amaçları önümüze koyuyor ve teorik pratik ve politik faaliyetimizi bu yönde bir arayış içinde yönlendirmek istiyorduk. Teori bu arayışın ihtiyaçlarının giderilmesi sırasında önemli öncelikli bir uğraktı sadece. Daha önemlisi, bizim peşinen benimsediğimiz hedefler doğrultusunda bugüne kadar yürütülen başarılı, başarısız (ki sonuçta nihai bir başarı yok) somut mücadelelerin tarihi ve dersleri bizim için felsefi ve bilimsel alandaki arayışlardan önce geliyordu.
«Genel çerçeve taslağı» ise, aynı yere varmak için önce bilimsel felsefi bir teorik çerçeve oluşturmayı önüne koyuyor; yani teoriyi aslında kendi kendisinin, amaçları da dahil her şeyin tarif edileceği bir başlangıç noktası olarak tanımlıyordu. Bu bakımdan bu ikinci yol bir doktrin arayışı olarak beliriyordu. Biz ise belirli bir amaç doğrultusundaki teorik-pratik politik faaliyetimize bir eylem kılavuzu arıyorduk.
Mutabakat ve ayrılık noktaları nelerdi?
Teori ve Politika dergisini değerlendirmek için elbette önce «Çerçeve Taslağı»nda ortaya konan ve açımlanan saptamaları hatırlamak gerekiyor. Zira derginin kendine biçtiği misyon bu saptamalardan çıkarsanmaktadır:
“• Dünya Marksizmi, boyutları gelecekte daha iyi anlaşılacak ağır bir dönemden geçiyor. Dönem, kendini aşmanın imkanlarını sunacak bir olgunluğa erişiyor.
 • Marksizmin ihtiyaçları, dünya-ölçekli yükümlülükler doğurmaktadır. Yükümlerin dünyasal boyutları, enternasyonalist bir çaba ve ufka sahip olmayı yakıcı bir aciliyet haline getirmektedir.
 • Tarihsel-politik okullar varlık nedenlerini yitirmişlerdir. Onlardan birini baz alarak yükümleri anlamak bile olanaksızdır.
 • Komünist hareketin tarihsel kazanımları olan örgütsel yapılar, sekt ruhunu aşan ufuklara taşamayacak darlıktadırlar. Sosyo-politik yapının ve Marksizmin acil gereklerini karşılamak, enerjilerini kendi dar ve eksikli dünyalarının acil gereklerine hasreden örgütsel yapıların işi olmaktan çıkmıştır.
 • Örgütler, teorik-taktik tıkanma sürecine girmişlerdir. Tıkanıklığı, teori yönünden, örgütlerin içinden yapılacak müdahale ile aşma imkanı kalmamıştır.”
Bu saptamalara esaslı bir itirazımız yoktu; hala da olmaz.
Bu saptamaların peşinden ise biri yapılması, diğeri de yapılmaması gerekenleri bildiren iki ayrı ön kabul geliyordu:
“•Örgütler enflasyonunu, örgüt yaratmayı önceye alan bir süreçle, bir örgüt kurarak kamçılamak, ancak örgütlerin sorunlarında boğulan yeni bir örgüt olmakla sonuçlanacaktır.
 • Türkiye’de politik Marksizm için bir teorik-politika misyonu oluşturmak gerekmektedir.”
Bu iki noktada da mutabık değildik; hala değiliz.
«Örgütler enflasyonuna katkıda bulunmama»
Eğer söylenmiş olan sadece «örgütler enflasyonuna katkıda bulunmama» olsaydı, bazı ihtiyat kayıtlarıyla da olsa bu konuda mutabık olabilirdik. Ama bu durumda dahi, «örgütler enflasyonuna katkıda bulunmama» konusundaki mutabakat aslında esaslı bir farklılığı da barındırmış olurdu. Bir tartışmayı bitirmeden yollarımızın ayrılması da esasen bu farklılıktan ileri gelmekteydi. Bu nedenle öncelikle o nokta üzerinde durmakta yarar var.
«Çerçeve Taslağı»nın arkasında duranlar «örgüt yaratmayı önceye alan bir süreçle, bir örgüt kurarak» «örgütler enflasyonunu kamçılamak»tan uzak durma kararında idiler. Çünkü bu takdirde sadece «enflasyonist bir etki» yaratmakla kalmayıp «örgütlerin sorunlarında boğulan yeni bir örgüt olmakla sonuçlanacak» bir adım atmış olacaklarını düşünüyorlardı. Öte yandan, «çerçeve taslağı»nı ortaya koyanlar da akademiden gelmiyorlardı. Aksine pratik politik alandan geliyorlardı, devrimci örgütlerin ve siyasal faaliyetin sorunları ile dolaysız biçimde yüzyüze bulunanlar arasından sıyrılmaktaydılar. Yani örgütsel sorunlara yabancı olduklarından değil, aksine yakından aşina oldukları halde ve belki de bunun için «örgütlerin sorunlarında boğulan yeni bir örgüt olmakla sonuçlanacak» bir girişime temkinli yaklaşıyorlardı. Böyle yaklaşmaları da anlaşılmaz bir şey değildi. Biz bunu anlamakla birlikte, katılmıyorduk.
Biz farklı örgütlerin oluşturduğu mozaiği başlı başına bir olumsuzluk olarak görmüyorduk; bize kalsa bu tabloya «örgüt enflasyonu» da demezdik zaten. Ayrı durmayı gerektiren kaç nokta varsa o kadar farklı örgüt olmasında bir terslik görmüyorduk. Bunlar arasındaki ayrımları silikleştirerek birbirlerine yaklaştırılmalarını değil, bilakis aralarındaki ayrım çizgilerinin iyice kalınlaştırılması gerektiğini savunuyorduk. Meşruiyetini kendini başka örgütlerden ayırt ederek elde eden her akımın var olmasını gerekli görüyorduk. Bu bakış açısıyla arkadaşların «örgütler enflasyonu» diye tarif ettikleri tabloyu «aynıların aynı yerde gayrıların ayrı yerde» toplanması sayesinde sadeleştirmeyi gerekli görüyor ve savunuyorduk.
Bu nedenle, biz «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyanlardan farklı olarak bütün bu tabloyu birleştirmek için formüller arama peşinde değildik. Bu tür bir sadeleştirmenin yol ve yöntemlerine kafa yormuyorduk. Başkalarının nasıl ve hangi dinamikler sayesinde bir araya gelip «örgütler enflasyonu»nun nasıl azaltılacağına kafa yormaktan ziyade de kendi payımıza düşen ödeve yoğunlaşmayı tercih ediyor ve bu tutumu başkalarına da benimsetmek istiyorduk. «Çerçeve Taslağı»nı çıkaran arkadaşlarla tartışmamızdaki maksat da buydu.
Biz aynı amaçları ve ilkeleri benimsemiş, özellikle ve mutlaka da örgütsel sorunların kavranışı konusunda hemfikir olan komünistlerin birliğini sağlamayı öncelikli ödev kabul ediyorduk. Bu aynı zamanda bizim «örgütler enflasyonu»nu düşürmeye yönelik planımızı da ifade ediyordu.
Bu «enflasyonu» azaltmanın en etkili çaresinin komünistlerin parti birliğinin sağlanması olduğunu tasavvur ediyorduk. Komünistlerin birliğinin sağlanması aynı zamanda bu birliğin dışında kalan akımların ayrıştırılması ve kendi aralarında birleşmesi için de bir manivela olacaktı. Başka benzer akımların bir arada toplanması ister tamamen kendi gayretleriyle, ister kendi aralarında birleşen komünistlerin müdahaleleri ile sağlanacaktı, bizim bakış açımıza göre.
«Çerçeve Taslağı» «örgütler enflasyonu» derken, esasen bir nicelik vurgusu yapıyordu. Yani mevcut örgütlerin teşkil ettiği tabloyu aslında aynı nitelikte oldukları halde gereksiz çoğullukta kümeler halinde tasavvur etmiş oluyordu. Oysa bu bakış açısı açıkça bir tasfiye çağrısı yapmasa bile çözümü mevcut örgütlerin eksilmesini gerektiren bir sorun tespitini ifade etmiş oluyordu. Üstelik bu enflasyona ilişkin vurgular geçerken söylenmiş bir sözden ibaret de değildi; özellikle «hareket biçimi»nin tarif edildiği sonuç bölümünde tekrar ve açılarak vurgulanmıştı.
Yine de yanlış anlamaya fırsat vermeyelim; bu noktadaki eleştirinin bir tasfiye planına yönelik olmadığı açık olmalı. Zaten «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyanlar da yanlış anlaşılmamaya özen gösteriyor. Varolan örgütleri «dünyanın şu elverişsiz koşullarında, tek tek komünistleri koruyan birer “kale”» olarak tasvir ettikten sonra, «düşmanın saldırılarına karşı başka tür mevziler açmak üzere, savaşçılar içinde (teorik-politik) gerilla savaşına uygun -ama sadece bu niteliktekiler!- olanlarının kaleden ve diğer kalelerden çıkmalarının gerektiğini savunuyoruz. Kale(ler) boşaltılmamalı, ama düşmanın hedefleri sayı ve -asıl olarak- tür bakımından çoğaltılırken, saldırı imkanı da kazanılmış olmalı. Çünkü, kuşatma altındaki kalede etkin olmaya çalışan bir direnme savaşından başkası yapılamıyor ve saldırı düzenle-nemiyor.» diyerek muradlarını yanlış bir yöne çekilmeyecek tarzda belirtiyorlardı. Ama gene de bizim anlaşmazlığımızı gidermiş olmuyorlardı. Çünkü zaten biz söz konusu girişimi bir tasfiye çağrısı olarak gördüğümüz için tartışmıyorduk; öyle olsaydı en ufak bir mesaimiz bile olmazdı.
Bu konudaki asıl sorun şuradaydı:
Birincisi azaltılması gereken yahut kamçılanmaması gereken bir örgütler enflasyonu olup olmadığı ve öncelikle ele alınması gerekenin bu sorun olup olmadığı.
İkincisi böyle bir «enflasyon» varsa bile, buna karşı en etkili tedbirin bu enflasyonu kamçılamaktan imtina etmek olup olmadığı.
İkincisinden başlayayım.
Kuşkusuz var olanlara rakip, yeni bir örgüt kurma iddiası taşımayarak örgütler enflasyonuna bir katkı yapmamak mümkündür. Nitekim söz konusu arkadaşlar yıllar boyunca bu katkıyı yapmama konusunda sebatlı bir tutumu sürdürmüşlerdir. Ama bu bir iltifat vesilesi olsa bile, başlı başına bir erdem sayılması için söz konusu iddiayı ortaya koyanların ölçülerini benimsemiş olmak gerekir.
Ama bu alanda tek «anti enflasyonist» tedbirin bu önerilen pasif tutum olmadığı da besbellidir. Nitekim daha bu «Çerçeve Taslağı»nın mürekkebi kurumadan onun arkasında duranların «çıktıkları kaleler» cephesinde örgüt enflasyonuna bir nebze de olsa darbe indiren bir «birlik devrimi» olduğu sır değil; üstelik «kaleleri terk etmeden»! On yıllık varlığı boyunca, Teori ve Politika’nın bu yönde «örgüt enflasyonuna katkıda bulunmama»nın ötesinde herhangi bir olumlu katkısının olmadığı da sır değil.
Bununla birlikte eğer sorun «örgütler enflasyonu» ile baş etmek olsaydı Teori ve Politika daha yola çıkarken bu konuda somut bir adım atma imkanının bulunduğu bir alanı terk edip 10 yıl boyunca bu yönde bir adım bile ilerleyemeyeceği bir mecraya girmezdi.
Ama zaten asıl sorun «örgütler enflasyonu» ile baş etmek değildi. O nedenle Teori ve Politika’nın planının zaafını da bununla açıklamaya çalışmak beyhude olur.
Zira açıktır ki, «örgütler enflasyonuna katkı yapmamak» bu enflasyonu ortadan kaldırmak için bir çözüm değildir. Zaten «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyanların çözüm önerisi de bu değildi. Bu bakış açısı mevcut kriz durumundan çıkmak için ardı ardına birlik projeleri çıkarıp bir tasfiyeler silsilesini körükleyen ve krizi derinleştirmekten başka bir katkı yapamayanların, cehennem yoluna döşedikleri iyi niyet taşlarından birini oluşturur.
Teori ve Politika’nın önerisi böyle bir birlik projesi değildi. Onlar farklı akımlara bağlı örgütlerin bir araya gelebilecekleri bir «Marksizm çatısı»nın «teorik-politika» alanında oluşturulmasına mütevazı bir katkı koyma iddiasında idiler. Daha doğrusu halihazırda dağılmış olan bir çatıyı yani «bütünsel marksizmin» çatısını «yeni iklim koşullarına da dayanabilecek şekilde» yeniden çatmak üzere eksik olan unsurun oluşturulmasına katkı yapma iddiasını ortaya koyup, bu gayrete yönelik bir çağrı yükseltiyorlardı. Yani onların çözüm önerisi de esasen başka tür bir birlik projesi idi. Bu bakımdan varolan örgütlere alternatif veya rakip olmadıkları gibi mevcut veya muhtemel birlik projeleri için bir imkan sunma niyetini ifade etmiş oluyorlardı. Yahut daha belirtik söylersek bir birlik alternatifinin yaratılmasına teorik-politika alanından katkı koymak üzere uğraşma taahhüdünü ortaya koyuyorlardı.
«Teorik-politika misyonunun» neresindesiniz?
Bu taahhüde uyarak, 10 yıldır sistematik ve sebatlı bir uğraş verdiklerini inkar etmek mümkün değil elbette. Ama kısa sayılmaması gereken bu zaman diliminde bu istikamette bir yol kat edilip edilmediğini ölçmek de imkansız olmamalı. Yine de elbette bunu yapmak kendilerine düşer. Başkalarının yerine bilanço çıkarmak doğru ve mümkün değildir. Ben de böyle bir saçmalığa girmeyeceğim.
Hele «Çerçeve Taslağı»nın sonunda ifade edilen iddia üzerinden bir bilanço çıkarmaya kalkmak büsbütün akla ziyan olur.
“Baştan beri sergilemeye çalıştığımız devasa sorunlar ve muazzam yükümler karşısında kendimize nasıl bir misyon biçiyoruz? Bizim çabalarımızla sorunlar birer birer aşılacak, Marksizmin orkestrası, büyük uyum dünyasının sonatını çalmaya devam edecek mi? Hayır! Biz, sadece bu sorunların varlığını iliklerinde duyan ve onlarla uğraşmaya cesaret edenleriz. Uğraşmak, başlıbaşına bir sonuçtur. Ve uğraşımıza, kendimizi “büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak” giriyoruz.
“Biz, Engels’in sözünü ettiği “küçük insanlar”ız. Hiç istemediğimiz halde, karmaşık ve muazzam büyüklükte bir dünya ve sorunlarıyla ‘başbaşa’ kalmış durumdayız.
“Uğraşacağız!”
Bu iddianın sınanması için on yıl yetmez; hatta neredeyse sonsuza kadar sınanması mümkün olmayacak bir misyondur bu. Daima «uğraştık ve uğraşmaya devam edeceğiz» diye olumlu biçimde sonuçlanabilecek bir muhasebe olur bu. Üstelik böyle bir hedef doğrultusunda atılan adımların daima katedilen yolla ters orantılı büyüklükte olacağını göz önünde bulundurursak…
En iyisi bu konuyu tartışmayıp, daha dar ölçekli ve daha somut bir hedefe bakmak.
Bu on yılda «bütünsel marksizmin» teşkili yolunda ne kadar adım atıldığından bağımsız olarak irdelenmesi gereken daha yakın ve somut bir başka hedef vardı:
“Kendini bütünsel Marksist oluşum sürecine onun mütevazı bir unsuru olarak kilitleyecek bir teorik-politik çekirdek yaratma.”
Bu konuda durum nedir? Bu soru sorulabilir işte.
Kastettikleri gibi bir teorik-politik çekirdek oluştu mu? Bu çekirdeğin «kendini onun mütevazı bir unsuru olarak kilitleyeceği» «bütünsel Marksist oluşum süreci» bu on yılda ne kadar mesafe aldı?
Ama bu konuda da 10 yıllık yayını boyunca derginin sayfalarına yansıyan imzalara bakarak hüküm vermek saçma olur. Belli ki bu sorunun cevabını da esasen Teori ve Politika’yı yayınlayanların vermesi uygun düşer. Ben bu bakımdan hangi sorulara ilişkin görüş beyan etmemin doğru olmadığına işaret ettikten sonra, başka bir soruyla ilgileneyim.
10 yıl önce acilen ortadan kaldırılması gereken yegane enflasyon «örgütler enflasyonu» muydu? Bu enflasyona katkı yapmayayım derken bir başka enflasyona katkıda bulunmuş olunamaz mıydı?
Mesela mevcut örgütlerin yetersizlikleri yüzünden, yahut kendini dayatan politik sorunların üstesinden gelemedikleri için, bu örgütlerden «geçici olarak» uzaklaşıp bu sorunlara teorik çözümler bulmayı düşünenler sadece «Teori ve Politika»yı çıkaran ve izleyenlerden mi ibarettir?
Teori ve Politika’nın mütevazı ve (olumlu anlamda) amatör çıkışından ve yıllar boyunca bu çabayı sürdürme yönündeki ısrarından cesaret alıp, böyle bir misyona heves edenler artmış mıdır ve artmakta mıdır? Bunların artmasını arzu etmek ve artışına sevinmek mi gerekir?
Örgütsel bağlılıklarından kurtulup teorik politik alanda devrimci bir duruşa özenenler, daha doğrusu böyle bir kuruntuya kapılanlar bakımından bir enflasyonist gelişme yok mudur?
«Örgütler enflasyonunu» kamçılamayan Teori ve Politika bu enflasyonu ne kadar kamçılamıştır?
Böyle koşullarda Engels’in kaygıyla karşıladığı bir durumu, ondan yaptığımız alıntıyı tersinden okuyarak yorumlayıp «hoş geldin fetret devri!», «iyi ki serbestsiniz yerel ve küçük adamlar!» demek tam da «cenaze kortejindekilere gözünüz aydın» demeye benzemez mi?
Doğrusu biz o zaman bu soruları sormadık. «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyanların da aradan geçen yıllar boyunca bu soruları akıllarına getirdiklerine dair bir emareyi görmedim.
Zaten bunlar sorudan ziyade farklı cevapları ifade etmektedir.
Bizim 10 yıl önce ayrı yollara çıkışımız da bu farklı tercihler ile ilgilidir.
Biz asıl sorunu «örgütler enflasyonu»nda değil, partisiz siyaset ve örgütlerin dışında devrimcilik arayışında görüyorduk. Teorinin Marksistleri ilgilendirmesi gereken sorunlarının da ancak örgütsel-politik alanda durarak ayırt edilebileceğini ve çözülmesinin mümkün hale gelmesinin sadece bu koşullarda mümkün olduğunu savunuyorduk. O nedenle örgütler enflasyonunu kamçılamaktan çekinmeden teorinin sorunlarını basit örgütsel sorunlarla boğuşurken ele alıp çözme yolunu tercih etmek gerektiğinde ısrar ediyorduk. Ancak bu boğuşma içinde önümüze çıkan sorularla ilgilenmek ve onlara yanıt bulmaya çalışmakla yetinmek gerektiğinin altını çiziyorduk. Genel ve evrensel sorunlara mutlaka yanıt getirmek gibi bir kaygımız ve her konuda bir görüşümüz olsun gibi bir arayışımız olmamalıydı. İlle bu tür sorunlara yanıt verme mecburiyeti ile karşılaştığımızda daha önceden verilmiş yanıtlara başvurmakla yetinip bunun için sağlam ve sınanmış bir referans kataloğunu elimizin altında bulundurmaya özen göstermeliydik. Bu referansların da Bolşevizm deneyiminin derslerinden oluşan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre kararlarında ve tezlerinde ifade bulduğunu düşünüyorduk.
O tartışmalarda «Çerçeve Taslağı»nı ortaya atan arkadaşlar gibi, sonradan pek çok başkaları da bunun son derece sınırlı ve yetersiz olduğunu hatta saçma bile görülebileceğini söylediler elbet. Aksini hiçbir zaman düşünmedim ve iddia etmedim.
Eğer öncelikli olanın «bir teorik-politika misyonu» olduğunu düşünseydim elbette ben de bu çerçeveyi dar ve hatta saçma bulurdum. Teorik sorunları dar ve küçük örgütlerin duvarlarına hapsetmenin yanlış olduğunu düşünür ve savunurdum. İnsanlığın yüzyüze bulunduğu muazzam teorik sorunlar olduğunu ve bunlara açıklayıcı yanıtlar getirmek için küçük örgütlerin gündelik didişmesinden azade olmak gerektiğini düşünür ve bu örgütlerinin duvarları tarafından karartılmış bir ufukla bu sorunlara yanıt getirilemeyeceğini savunurdum.
Ama zaten asıl sorun buradan ileri geliyordu; bu konuda farklı arayışlarımız ve bakış açılarımız vardı. Tartışma da hangi yolu seçersek insanlığın sorunlarına veya marksizmin krizine daha kolay ve kestirme yanıtlar bulunacağı noktasında değildi. Elbette biz o tartışmada bahis konusu edilen teorik sorunlara en doğru yanıtların, işçi sınıfının en çok ezilen ve sömürülen kesimleri arasında mevzilenerek ve buralarda yaratılacak örgütlenmeler sayesinde bulunacağını savunmuyorduk. Herkesin önüne bu öncelikleri koyması gerektiğini herhangi bir yerde savunduğumu da hatırlamıyorum. Yani Teori ve Politika’nın önemsediği ve yapılmasını öncelikli görev saydığı işlerin bizim tuttuğumuz yolda yürürken yapılmayacağı aşikardı. O nedenle, kendi planımızı «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyanlara bir alternatif olarak dayatmıyorduk.
Bolşevik tipte bir devrimci partinin mevcut olmadığını, varolan muhtelif örgütlerin birleşerek veya evrilerek bu eksikliği gideremeyeceğini düşünen komünistlere ise elbette öneriler yapıyorduk. Böyle bir partinin hazırlık faaliyetinin teorik bir hazırlık olmadığını, baştan itibaren işçi sınıfının en devrimci ve en ileri kesimleri arasında politik çalışma yürüten örgütler tarafından yürütülmesi gerektiğini vs vs. savunduk. Bu öncelikler konusunda ortak bir inşa planında anlaşanların aynı amaç ve ilkeler etrafında birleştirilmesinden söz ettik. Ama bunun bütün sorunların biricik çözümü olduğunu söylemedik. Garantili bir yol olmadığının da altını çizmeye özen gösterdik.
Kaldı ki Teori Politika’yı yayınlayanların önerileri de herkesi kapsamıyordu ve bütün sorunlara yanıt olma iddiasını taşımıyordu. Bütünsel Marksist oluşum sürecine mütevazi bir unsur olarak kilitlenecek bir unsur olarak teorik-politik bir çekirdek hedefliyordu. Demek ki başkalarının da teori-işinden bambaşka işler yapacağını peşinen öngörüyor ve varsayıyordu. O halde bizim tartışmamızın birbirine alternatif öneriler arasında bir tartışma olmadığı açıktır.
Tartışma konuları neye göre seçilir veya seçilmez?
 
Bu tartışmanın gerildiği noktalar birbirimize kendi seçtiğimiz yolların ve önceliklerin «daha doğru» «daha önemli» «daha gerekli» «öncelikli» olduğunu kabul ettirmek istediğimiz noktalar olabilirdi ancak.
Yahut biraz önce tartıştığım konu gibi, yani «örgütler enflasyonunu» kamçılamanın mı; yoksa örgütlerin dışında devrimci bir varoluş kuruntularını körüklemenin mi daha olumsuz olduğu gibi konular söz konusu olabilir. Veyahut şimdi tekrarlamayacağım ama 12 yıl önceki tartışmada üzerinde durduğumuz «teorinin öncelliği», «teori-pratik ilişkisi», «marksizm alanının tarifi» vb. konular olabilir. Hatta hiç tartışmadığımız öncelikle sınıfın hangi kesimleri arasında çalışılmalı vb. konular da pekala tartışılabilirdi; bundan sonra tartışılmasına da bir engel yoktur. Althusser’in katkısı ve önemi, Batı Marksizmi vb. konuları tartışmaya bir engel var mı, pekiyi? İşçi sınıfının en çok ezilen kesimleri arasında dayanışma örgütleri yaratmaya çalışırken bunların tartışılmasına nesnel ve mutlak bir engel olduğunu mu sanırsınız? Bunları sorun eden insanlar böyle bir faaliyet içinde bir araya gelirlerse ve birbirlerinin sorumluluğunu alıp birlikte yürümeye karar vermişlerse bunları tartışmayıp da ne yaparlar? Bu veya herhangi bir başka konu gündeme gelirse elbette bu sorunları tartışmak için gerekli alt yapıyı temin etmek ve tartışmanın sürüp sonuçlanmasını sağlamak şarttır.
Pekiyi örneğin Lenin’in tam gericilik döneminin ortasında, Mach ve Avenarius ile neden ilgilendiğinin ve durup dururken niçin empiriokritisizm konusunda bir felsefe polemiğine girdiğinin yanıtı üzerinde düşünmeye ne dersiniz? O zaman Bolşeviklerin en önemli örgütçülerinden olan Bogdanov ondan önemsiz olmayan Buharin gibi kadrolar, üstelik Moskova örgütü gibi önemli bir örgütün başını çekerlerken örgüt içinde Machçılığın yayılmasına ön ayak olmamış olsalardı, 1905 devrimi sırasında ve sonra seçimler karşısında otzovist hizbi önemli bir siyasal sorun teşkil etmeseydi, sırf Mach’ın Avenarius’un fikirleri orda duruyor diye Lenin’in o kitabı yazmaya koyulacağına kim inanır! Neden mesela Leibniz veya Fichte ile ilgilenmediğini kim izah edebilir?
Yalnız örgüt duvarları mı sınırlar?
İşte tekrar başa döndük. Buyurun gene teoriyi örgüt duvarları içine hapsetmeye yeltenen malum okullu marksist kafa! Peki bu tür tartışmaları disipline eden sınırlarını çizen sadece örgütler midir? Mesela Teori ve Politika dergisinde niçin John Conway’in hayat oyununun matematiksel kuralları ile mikroorganizmaların davranışları arasındaki ilişki hakkında bir tartışma olmaz; yahut evrendeki kara deliklerin sırları hakkında?
Bunlar önemsiz ve anlamsız konular olduğu için mi; yoksa o camianın ilgi alanına girmediği için mi? Yoksa Teori ve Politika sadece marksizmin teorisi hakkında öncelikli sorunlar olarak saptayıp önüne koyduğu sorunları ele almak istediği için mi?
Peki o zaman birileri teoriyi bu derginin dar duvarları arasına hapsettiğiniz için herkesi değil ama bazılarınızı bu kaleden çıkmaya çağırırsa ne buyurulur?
Görülebileceği gibi, «Çerçeve Taslağı»nın örgütlerin teoriyi sınırlayıcı niteliği hakkındaki saptamaları kolaylıkla bir başka boyuta da taşınabilir ve bu gayet tabiidir. Adına ne derseniz deyin her kolektif bünye kendine belli hedefler ve sınırlar koyar, bunları benimseyenleri kapsar, benim-semeyenleri dışlar ve kendisiyle başkaları arasındaki ayrımları belirginleştirmeye özen gösterir. Ama birisi bunu sadece devrimci örgütlere mahsus bir kusur gibi gösterip bunların dışında bu tür sınırlar olmayacağını iddia ederse işte onu tartışırız; nitekim 12 yıl önce de bunu tartışmıştık.
Bu tartışmada konulardan bir tanesi politikanın daima kumanda mevkiinde olması gereken bir örgüt-siyaset ilişkisi yaratmak üzere yola çıkarken, konacak sınırların hangileri olması gerektiği, kaldırılması gerekenlerin hangileri olduğu ve buna kimin karar vereceği idi. Ya da bu terimlerle tarif edilmese bile, böyle özetlenmesi yanlış olmayan bir tartışmaydı.
Bir alandan bir diğerine aynı kolaylıkla geçilebilir mi?
 
Ben uzun süredir, teorik sorunların çerçevesinin işçi sınıfının en devrimci ve militan kesimleri içinde yürütülen siyasal bir faaliyet tarafından belirlenmesini ve tartışmaların bu kesimler içinde izlenip anlaşılabilecek seviyede tutulmasına özen gösterilmesini savundum. Devrimci teorinin sorunları da bu kesimler içinde pekala tartışılabilir; hatta git gide daha karmaşık ve kapsamlı teorik sorunlarla baş eder hale gelmeleri de imkansız değildir. 150 yıl önce Weitlingler, Proudhonlar vb. çıkabildiğine göre…
Buna karşılık, teori alanından öteki tarafa doğru bir geçiş ise o kadar mümkün ve kolay değil. Sınıfın en devrimci kesimleri içinde siyasal faaliyet yürüten militanlardan oluşan bir çekirdeğin marksizmin teorik sorunlarını ele alan ve bu sorunlara somut çözümler bulan bir bünyeye evrilmesi pekala mümkündür. Buna karşılık teori-işi yapmak üzere örgütlü siyasal faaliyetten kopanların oluşturduğu bir bünyenin içinde şekillenen unsurların sınıfın derinliklerinde siyasal çalışma yürütmeye yönelmesi aynı ölçüde kolay değildir.
Belki de «Çerçeve Taslağı»nı ortaya koyan deneyimli arkadaşlar bunu bildikleri için teorik-politik çekirdeğin başka bir şeye doğru evrilmesi veyahut bir başka boyuta sıçramasından değil, «bir yere eklemlenmesinden» söz etmektedir.
O halde bu plan ile «teorinin öncelliği» saptaması arasında bir uyumsuzluk var. Çünkü teori-işi yapmak eklemlenilecek bir başka bünyeyi varsayıyor. Yani teorik-politika misyonu yerine getirilmiş olsa bile, bu misyonun ürünleri kendiliğinden eklemlenilecek sürecin diğer unsurlarını yaratmış olmuyor; bunların ya hazırda mevcut olduğunu yahut paralel bir süreçte yaratılması gerektiğini varsayıyor.
Şimdi konuyu toparlayıp 10 yılın bilançosunu nasıl ele almak gerektiğine gelelim. Teori ve Politika’nın onuncu yılını değerlendirirken bu on yılda nereden nereye geldiğine; hangi hedefleri ne kadar bulduğuna bakmak gerekecek elbette.
10 yılın bilançosu nasıl çıkarılabilir?
10 yılın bilançosunu çıkarmadan nereye bakmak gerektiğini netleştirmekte yarar var. Hangi koşullar altında, nasıl bir iklimde yaşıyoruz?
Burnumuzun dibinde yürüyen bir emperyalist paylaşım kavgasının gölgesi altında; Türkiye Cumhuriyeti devletine egemen olan finans kapital kesimlerinin bu kurtlar sofrasında menüye dahil olmamak için hangi tarafta yer alacağına karar vermenin eşiğinde giderek gerginleşen it dalaşının damga vurduğu bir siyasal iklimde; solun tablosu inisiyatifin bilfiil bu tabloyu oluşturan tek tek bileşenlerden herhangi birisinin elinde olmadığı bir süreçte şekillenmeye devam etmektedir; dünya çapında da durum pek farklı değildir. Fransa’da 1 Mayısın tablosu AB anayasasına ilişkin olarak birbirinden ayrışan burjuva siyasetlerinin damga vurduğu dinamiklerle şekillenmektedir. İngiltere’dekine eli kulağındaki seçimler vesilesiyle İngiliz emperyalizminin rakip kesimlerinin rakip çıkarlarına göre belirlenen savaşa ilişkin tutum damga vurmaktadır. İtalya’da ve ilh. ha keza…
Buna bakılırsa rahatlıkla on küsur yıl önce söylenenleri tekraren hatırlayabiliriz:
«Dünya Marksizmi, …hala ağır bir dönemden geçmeye» devam etmektedir. Hala «dönem, kendini aşmanın imkanlarını sunacak bir olgunluğa» kendiliğinden erişmiş değildir; erişeceği de yoktur. «Marksizmin ihtiyaçları, dünya-ölçekli yükümlülükler doğurmaya» devam etmektedir. «Enternasyonalist bir çaba ve ufka sahip olmak» her zamankinden daha da yakıcı bir aciliyet teşkil etmektedir. «Varlık nedenlerini çoktandır yitirmiş olan tarihsel-politik okullar»dan herhangi birini «baz alarak bu yükümlülükleri anlamanın bile olanaksız olduğu» bir kez daha tanıt-lanmaktadır.
Bu şartlarda «komünist hareketin tarihsel kazanımları olan örgütsel yapıların, sekt ruhunu aşan ufuklara taşamayacak darlıklarını» hala aşamamış oldukları da aşikardır. Ve bu durum çoktan beri «teorik-taktik tıkanma sürecine girmiş olan örgütlerin «bu tıkanma sürecini teori yönünden bu örgütlerin içinden yapılacak müdahale ile aşma imkanı olmadığı» bir kez daha görünmektedir.
Ama aynı tabloya 10 yıllık bu saptamaların tekrarı ışığında bir kez daha bakıldığında, bu sorunların bu tabloda olmayan, orada göze görünmeyen bir etkenin adeta bir «deus ex machina»nın müdahalesi ile aşma imkanı olmadığı da en az diğer saptamalar kadar aşikar olmalıdır. Teori ve Politika’nın kendine biçtiği ve on yıldır sebatla sürdürdüğü misyonla bu sorunların çözümü yolunda bir adım atılamadığı ve bu yoldan bu sorunları aşmanın mümkün olmadığını görmek zor değildir. Teori ve Politika’nın ele alıp işlediği sorunlardan hangisi içeriden yapılacak bir müdahaleyle teorik-taktik tıkanıklığı aşılamayan herhangi bir örgütün bu sorununu çözdü?
Bunu görmek ve gösterebilmek için biraz daha gayret gerekiyor.
Hangi açıdan bakmalı; nereye ışık tutmalı?
Ağır bir dönemden geçen dünya marksizminin teorik taktik tıkanıklık içindeki örgütlerin içinden çare bulunamayacak olan sorunları ne olsa gerektir; ve bunlara Teori ve Politika’nın getirdiği açılımlar hangileridir? Dönemin kendini aşmasının imkanları nelerdir ve bunlar olgunlaşmakta mıdır? Teori ve Politika’nın önermeleri bunlar; çare aranacak sorunların soyut olarak formülasyonu bunlar ise, bunları somut olarak tarif etmeye çalışmalı.
Sosyalizm ve devrim ufkunu ikame ederek kararttığı halde «reel sosyalizm» diye anılan SSCB ve kopyalarındaki işçi düşmanı çürümüş rejimlerin içten içe olgunlaşan ve etrafa cerahatini saçarak sönen bir çıban gibi tarih sahnesini terk edişinin damga vurduğu, dünya çapında tam ve muazzam bir gericilik döneminden geçiyoruz.
Bu dönemde tarihin lokomotifi olan sınıflar mücadelesinin bir tarafını oluşturanlar bakımından en önemli unsur bu olsa ve bu cenahtaki gelişmelere en azından son on onbeş yıldır bu olgu damga vuruyor olsa bile, esas belirleyici olanın emperyalistler arasında dünya çapındaki bir paylaşım kavgasının alttan alta şiddetlenerek gelişmesidir.
Esasen bu gelişmenin kendisi de hem emperyalistler arasındaki dünya çapında paylaşım kavgasının bir yan ürünüdür hem de bu kavganın keskinleşmesine başlıbaşına ivme katan bir etken oluşturmaktadır. Bu ivmelenme gerek sınıf mücadelesinin bir tarafını teşkil etmesi gereken işçi hareketinin kötürümleşmesi; gerekse de paylaşım kavgasının asli taraflarının kendi aralarındaki hesaplaşmayı git gide daha pervasızca sürdürme cesareti elde etmelerinden ötürüdür.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının odak noktalarının başında, birinci paylaşım kavgasında olduğu gibi, Orta Doğu denilen bölge yer almaktadır; ve böyle bir odak noktası olarak Orta Doğu en azından son 15 yıldan beri doğuya ve batıya doğru genişlemektedir.
ABD ve ortaklarının birinci paylaşım savaşının sonucunda galip devletlerin çıkarlarının bekçiliğini yapmak üzere oraya diktikleri ve bu güne kadar bu maksatla hizmet veren Irak’taki gerici devlete yönelik işgal harekatı Büyük Orta Doğu Projesi diye adlandırdıkları emperyalist saldırı planlarının dumanı tüten kalkış noktalarından birini oluşturmaktadır.
Bu odak noktasının kilit ülkelerinden biri de ayaklarımızın altındadır; ve çoktan beri emperyalizmin bölgedeki kilit ögelerinin başında gelmektedir. Aynı zamanda da tüm bölgenin en güçlü ve deneyimli işçi hareketini, en gelişkin ve direngen devrimci akımlarını, bölgenin devrimci dinamiklerinin başında gelen ezilen Kürt ulusunun en büyük ve dinamik parçasını da içerdiği için emperyalist zincirin kopmaya en müsait halkası da aynı yerdedir.
Öyle olduğu için kendi aralarında dalaşan emperyalist güçlerin her biri tarafından ayrı ayrı tahkim edilmektedir. Çünkü emperyalistler de çoktan beri bilmektedir ki zincirin dayanıklılığı en zayıf halkasının dayanıklılığı ile ölçülür.
Bu koşullarda içinden geçtiğimiz ağır dönemin sorunlarını ve çözüm yollarını görmek için bakışın odaklanması gereken yerlerden birisi elbette üzerinde yaşadığımız topraklardır. Biz zaten orada olduğumuz için değil. Bu nokta, bizim nerede olduğumuzdan bağımsız olarak da nesnel bir ehemmiyet taşır; bundan ötürü zaten oraya bakmak gerektiği için oraya odaklanmak icap eder. Bizim zaten orada bulunuyor olmamız ise, önem derecesini arttıran bir etken olmaktan çok, bizim açımızdan bir kolaylıktır.
İşte bu nedenle, «Dünya Marksizmi, boyutları gelecekte daha iyi anlaşılacak ağır bir dönemden geçerken» «dönemin kendini aşmasının imkanlarının» olgunluğunun sınanacağı yerlerin başında üzerinde yaşadığımız topraklar gelir ve «dünya-ölçekli yükümlülükler doğuran Marksizmin ihtiyaçlarına yanıt verme iddiasındaki enternasyonalist bir ufka sahip çabaların aciliyet kesbettiği odaklardan biridir.
Örgütlerin dar duvarları arasında da iyi kötü oluyor
 
«Çerçeve Taslağı» üzerinde tartışıp yollarımızı ayırdıktan sonra, «örgüt yaratmayı önceye alan bir süreçle» bir yandan «örgütler kurarak» «örgütler enflasyonunu kamçılayıp», bir yandan «örgütlerin sorunlarında boğulurken» ve «enerjilerimizi kendi dar ve eksikli dünyalarımızın acil gereklerine hasretmeye devam ederken» «Sosyo-politik yapının ve Marksizmin acil gerekleri» arasından seçip bulduğumuz kimi sorunlara açıklık getirmek için yaptığımız teori işleri de oldu ve bunların bir kısmı yukarıda kısa formüller halinde özetlediğim gibi konular ve mümkün olduğunca «Çerçeve Taslağı»nın sorularına cevap verecek gibi formüle edildiler. Bunları yapabilmek için o alanın dışına çıkma zorunluluğu duymadık. Bunlardan daha tatminkar olanlarını bir yerlerde bulursak da durduğumuz yerden çıkmaya gerek duymadan alır ekleriz. Tıpkı kendisini bilinçli olarak örgütsel pratik alanın dışına çıkaran Teori Politika’nın zaman zaman o alanda üretilen kimi ürünleri (Callinicos’un yazısı, İrlanda Sosyalist İşçi Partisinin yazısı vb. gibi) tekrar içeri girmeye hacet kalmadan almış olması gibi. Demek ki başta bu teorik işleri yapmak için örgütsel pratik alanın dışına çıkmak gerektiği hakkındaki kategorik önerme doğru değildir. En azından bu mutlaklıkla söylenecek bir şey olmaktan ziyade ve nesnel bir zorunluluk gibi ifade edilmek yerine bir seçiş ve tercih olarak da söylenebilirdi.
 
Öte yandan örgütsel pratik alanın dışına çıkmak da çok mutlak bir durum değil zaten. Bunun üzerinde durmalı. Kendisini bilinçli bir tercih sonucunda bu alanın dışına çıkaran Teori ve Politika’nın bilfiil o tablonun bir parçası olarak görünmediği doğrudur ve gayet tabiidir. Bununla birlikte bilfiil o tabloda yer almayarak da o tablonun ana unsurlarından herhangi biri kadar tablonun bir parçası olmak mümkündür. Hatta belli bir açıdan bakıldığında ve tabloyu aydınlatmak için gerekli «ışıklandırma» sağlandığı takdirde bunu görmemek mümkün değildir. Örneğin Irak’taki işgal bu işgale karşı direniş ve güney Kürdistana bakış konusunda örgütsel politik alanın dışında olmasının bu konuda ne gibi özgün açılım ve katkılar sunmasına yardımcı olduğu belli değildir.
Aynı şekilde bakıldığında bilfiil o tablonun içinde olan hatta o tablonun içinde gözle görünmeyecek kadar küçük bir ayrıntı kadar yer tuttuğu halde, tablonun esas unsurlarının hepsinden ve tabloda bilfiil yer almayan başka unsurlardan da belirgin bir biçimde ayırt edilebilecek unsurları seçmek de mümkündür. Örneğin aynı sorun karşısında PD KöZ’ün konumunu da böyle tasvir etmek gerekir.
Esas tartışmayı hatırlarsak, bu demektir ki değişik çap ve nitelikteki örgütlü faaliyetlerin hüküm sürdüğü pratik politik alandan kopmadan da o alanın içinde ve ondan ayrık olarak durmak ve o alana dışarıdan bir müdahale yapmak mümkündür. Aksine dışarıdan bir müdahale maksadıyla fiziki olarak o alanın dışına çıkıp o alana hakim olan çizgilerden ayırt edilemeyen bir içrekliğe mahkum olmak da olası hatta çoğu zaman kuvvetle muhtemeldir.
Şimdi bir adım daha ilerlemek istiyorum. Teori ve Politika’dan hangi özgül sorunlara ilişkin teorik derinleştirme gayretleri beklenirdi; buna değinmek isterim.
Teori ve Politika’dan hangi konularda bir teorik derinleştirme gayreti beklenirdi?
10 yıl önce, Körfez savaşının dumanları tüterken «marksizmin krizinin» çözümüne katkı sunma iddiasıyla çıkan Teori ve Politika’nın evvela bu savaş ve ondan doğan sorunlara açıklık getiren bir hazırlık çalışmasını ortaya koyması ve şimdi sürmekte olan savaş patlak verirken bu donanımı hazır etmiş olarak vaziyet alması beklenirdi örneğin. Böylelikle gündelik hayhuyları nedeniyle teorik-taktik tıkanıklık içinde olan örgütlerin kendiliğinden gelişmelerin peşinde sürüklenmesine engel olabilecek bir misyonu yerine getirmiş olurdu. Lakin tam tersine Teori Politika’nın «kimi okullu marksistlerin» genel geçer hakim çizgisinden emanet fikirlerle idare ettiğini (Hasan Sabbah ve Alamut süslemeleri bir yana) görmekteyiz.[3]
Öte yandan Irak’taki işgal harekatı ile birlikte Kürdistan sorunu yeniden ve bambaşka bir boyutta önem kazanmaktadır. Çoktandır uykuya yatmış gibi görünen Kemalizm de gün be gün öne çıkmakta ve solun saflarına zaten öteden beri mevcut olan kanallardan sızarak tekrar nüfuz etmektedir. «Irak direnişi» vesilesiyle «Misakı Millicilik» bir çok bakımdan yeniden irdelenmeyi gerektiren bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Marksistler ve devrimci hareket geçtiğimiz mart ayından beri, gün be gün çetinleşen özel bir şovenizm sınavından geçmektedir ve 2005 1 Mayısına bu soruna ilişkin tutumların damga vuracağı da sır değildir.
Oysa Teori ve Politika’nın sadece kendine biçtiği misyon gereği zaten bu sorunlara yanıt getirmekle yükümlü olmanın ötesinde, bir de içinden geldiği gelenek itibariyle de özel olarak bu konularda herkesten fazla bir sorumluluk göstermesi gerekiyor. Çünkü Teori ve Politika’nın içinden geldiği gelenek aynı zamanda yaşadığımız topraklardaki devrimci damarın müstesna bir unsurunu temsil etmektedir. İbrahim Kaypakkaya devrimci hareketi kemalizmin gölgesinden çıkarma doğrultusunda; komünist kimliği yeniden hatırlatan ve TKP’nin oportünist bir çizgiye oturmasını temsil eden Şefik Hüsnü’den kendini ayıran ilk devrimci çıkışı temsil eder. Bu sayede komünistlerin ezilen Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesine ilişkin yükümlülüklerine de zamanının devrimci akımları arasında ilk dikkat çekendir.
O halde elbette Teori ve Politika’nın üstlendiği misyonun önemli bir unsuru da bu konuda teorik açılımlar yapması olsa gerektir. Hem içinden geçmekte olduğumuz dönemin öne çıkan sorunları bakımından, hem güncel ve tarihi unsurlar nedeniyle Teori ve Politika’yı 10 yıldır yayınlayanların bu sorumlulukları omuzlarında hissetmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu derginin değerlendirilmesi bakımından herhalde en önemli ölçülerden biri de bu olsa gerektir. Ama 10 yıllık yayın faaliyetine kuş bakışı bakınca bile anlaşılan o ki, Teori ve Politika’yı yayınlayanlar içinden geldikleri geleneğin bu nadide unsurlarını aceleyle terk ettikleri kalede unutmuş gibidirler.
Öte yandan, ilk sayılarından itibaren marksizm ile ezilenler arasındaki «ontolojik» bağları aydınlatmaya önem verdiği gibi son sayısında başta söylediklerini de tekrar ederek genişleten Teori ve Politika’nın 10 yılının değerlendirilmesinde elbette 2005 yılının 1 Mayıs’ına gelen süreç önemli ip uçları bulunabilecek bir ortam sunma bakımından özel bir önem arzetmelidir. Zira oldum olası 1 Mayıslar sınıf mücadelesinin ezilenler cephesindeki güçlerin geride kalan dönemin bilançosunu çıkarıp ileri dönük perspektiflerin dayanak noktalarını tespit ettiği dönüm noktaları olmuştur. Teori ve Politika’nın da daha önceki 1 Mayısların ardından zaman zaman yaptığı gibi, 2005 yılı 1 Mayısı’nı da bu özel önemin hak ettiği ciddiyetle ele alacağını tahmin etmek yanlış olmaz.
Savaşçıya miğfer
Ama peşinen ve tereddütsüz söylenebilecek bir şey var: Teori ve Politika bu sorunlara ilişkin tutumun ışığı altında 2005 1 Mayısının mihengine vurularak yapılacak bir on yıl değerlendirmesinde geçer not alamayacaktır. Hatta NATO karşıtlığının damga vurduğu geçen yılki 1 Mayıs’ın değerlendirilmesinde olduğu kadar isabetli bir değer-lendirme yapma şansı dahi yoktur. 
Bunu söylemek için, kahin olmaya gerek yoktur. 30’un üzerindeki sayılarına kuş bakışı bakmak bile bu konuda yeterli bir hazırlığın olmadığını görmek için yetecek ip uçlarını vermektedir. Yapılan zahmetli hazırlıkların ise asıl maksada katkısı olmadığı meydana çıkmaktadır.
Birincisi; Teori ve Politika «teori işi yapma» iddiasında bir girişimin hakkını vererek önceki Körfez savaşının ciddi bir teorik değerlendirmesini yapmamıştır. Berlin Duvarının yıkılmasının ardından ivmelenen emperyalist paylaşım kavgasının neye benzeyeceğinin ilk ifadesini sunan bu savaş karşısında gerekli teorik gayreti gösterip bu durumun hak ettiği önemi vermemiştir. Bütün dünyada türlü çeşitli sosyalist ve devrimci akımların bu savaş karşısında hangi nedenlerle ve nasıl savrulduğunu ele alan bir irdelemeye girmemiştir. Bu deneyimden gerekli dersleri çıkarmak üzere gayret göstererek şimdiki savaş karşısında «sağlam miğferlere ihtiyaç duyan savaşçılara» taahhütlerini yerine getirmemiş şimdiki savaş karşısında hazırlıklı ve donanımlı bir vaziyet gösterememiştir.
Oysa iddialarının tam tersine küçük örgüt sorunlarıyla boğuşmak yüzünden bu tür hazırlıkların hakkını yerine getiremeyen örgütlerden bu maksatla kopmuştunuz; ve bunun için kalelerden çıkmayı göze almıştınız. Nasıl oluyor da bu geçen süre boyunca böyle bir ön hazırlığı yapmamış ve vakitlice hazırlanmamış olarak ikinci Körfez Savaşı ile yüzyüze kalırsınız?
Nasıl olur da gündelik sorunları içinde boğulan irili ufaklı örgütlerle benzer bir durumda olabilirsiniz ve savaşın ortaya çıkardığı sorunların karşısında diğer örgütlerden daha hazırlıklı ve donanımlı olmazsınız?
Aynı şekilde içinden geldiğiniz geleneğin en önemli ve özgün mirasının bir parçası olan Kemalizmin değerlendirilmesi konusunda nasıl olur da bugüne kadar, üstelik «örgüt duvarlarının» sınırlayıcı etkisinden azade olarak geçirdiğiniz on yılda ciddi bir teorik çalışma ortaya koyamazsınız?
Nasıl olur da şimdiki Kemalizm rüzgarı ve kabaran sosyal şovenizm dalgasına karşı teorik bir donanım oluşturmuş ve hazırlıklarını tamamlamış olarak vaziyet almazsınız?
Nasıl olur da bu konuda devrimci hareketin 70’lerdeki kopuşunda öncü bir rol üstlenmiş bir gelenekten geldiğiniz halde şimdi Kürt hareketine ilişkin olarak devrimci örgütlerin önünün açılmasında bir öncü rol oynayamazsınız? Nasıl olur da artçılarla aynı seviyede ve alış veriş halinde olursunuz?
İçinden geçtiğimiz kritik dönemece nasıl olur da hem PKK’nin evrimi ile doğan maneviyat bozukluğu hem de Güney’deki hareketin emperyalist bir işgalin damga vurduğu koşullarda şekillenmesi yüzünden beliren kafa karışıklığını dağıtacak bir hazırlıktan mahrum olarak girersiniz?
Açıktır ki Teori ve Politika, iddialarına rağmen ve 10 yıldır sebatla bir yayını çıkarmış olmalarına rağmen, tam da kendilerine biçtikleri misyonu yerine getirebilecekleri bir noktada, «okullu Marksistler»den ve «örgüt duvarlarına hapsolmuş olarak politika» yapanlardan ve yetersiz imkanlarla gündelik sorunlarla didişmekten boğuşanlardan daha farklı bir konumda değildir. Onlarla birlikte aynı rüzgarların önünde savrulmaktadır; demek ki sadece taahhüt ettikleri miğferi yetiştirememiş olmaktan ibaret değildir sorun. 
Bu durumda bırakalım başkalarına miğfer önermeyi Teori ve Politika’yı çıkaranların «omuzlarından daha sağlam olması icap eden kafalarını» korumak için ödünç miğferlere ihtiyacı olacak; bir de sağlam çıpaya.
Daha da vahim bir tablo var. Bu konuda teorik-taktik bir tıkanıklık içinde olduğunu saptayıp bu tıkanıklığı aşmak üzere terk ettiği kaleler, en azından aynı gelenekten olanlar, Teori ve Politika’nın performansı ile kıyaslandığında daha fazla bir teorik-taktik tıkanıklık içinde gözükmemektedir. Hatta özellikle bu değindiğim üç konuda üstelik güya bu tıkanıklığı aşmak üzere bütün engellerden azade olma iddiasında olan Teori ve Politika’nın ilerisinde gözüken örnekler de var.
Özellikle bir örnek yeteri kadar çarpıcıdır: Bolşevik Parti’nin sırf bu konularda ortaya koydukları ile Teori ve Politika’nın ortaya koyduklarını karşılaştırmak bile başlı başına bir ibret vesilesidir.
Kuşkusuz Teori ve Politika benim de arkasında olmaktan kıvanç duyduğum Proleter Devrimci KöZ’e ilişkin olarak atfettiği gibi bu örneğe de doktrinerlik kusuru atfedecektir.
Ama madem ki iddianız «şimdilik savaşçıya miğfer önermektir»; tam da kafalara dönük darbelerin yoğunlaştığı koşullarda miğferin hangi malzemeden olduğunu ve modelini tartışmak öncelikli olmasa gerektir. Kaldı ki, Teori ve Politika’nın özellikle savaş ve ulusal sorun konusunda «dil farkının yaratabileceği» güçlükleri de göze alarak yararlandığı ve savaşçılara miğfer olsun diye önerdiği örneklere bakıldığında bu çelişki daha da barizdir.
Teori ve Politika’nın yazılarını tercüme edip bastığı örneklerden sadece birine değinmek de yeter. Savaşa ilişkin tutum konusunda yazısını yayınladığı İrlanda Sosyalist İşçi Partisi BP’den veya KöZ’ün arkasında duran komünistlerden daha mı az doktrinerdir? Yoksa bu örgüt sizin teorik-taktik tıkanıklıklarını aşma bakımından yetersizlikleri yüzünden terk ettiklerinizden daha mı fazla benzemektedir «iç-itimli bir arabaya»?
Özellikle troçkist örneklerin doktrinerlikle maruf olduğu zaten yaygın bir kanıdır oysa. Üstelik onlardan emanet alınacak miğferlerin daha önce kimbilir kaç kez ve ne büyük kazalara neden olmuş çürük malzemeler olduğu da sır değildir.
Bu nedenle iyisi mi gelin, doktrinerlik suçlamasıyla karşılaşma pahasına önceden defalarca sınanmış ve Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarından kalma «eski moda» miğferlerle bu badireden çıkmaya gayret eden savaşçılarla bu ne idüğü belirsiz mamulleri sunanlar arasında gereksiz bir karşılaştırmaya girmeyin.
Kafa göz yarılmasından usanmadan, küçük örgütlerin küçük sorunlarıyla boğuşmaktan çekinmeden ve doktri-nerlikle suçlanmaktan korkmadan yıpranmış miğferleri ile güvenilir bir noktada sağlam ve sınanmış bir kazığa bağlı kalmak, çürük miğferlerle rüzgara kapılıp savrulmaktan daima daha güvenlidir. Herhangi bir krizi aşma ihtimali de ancak ondan sonra elde edilebilir.
Zaten 10 yıl önce yollarımızı ayırırken de bu nedenlerle ayrılmıştık. Ayrı mecralarda farklı önceliklerle yol alırken siyasal faaliyetin gerektirdiği kadar teori, militanların önünü aydınlatacak kadar eğitimle yetindik. En çok da başka akımlarla ayrımlarımızı politik çizgilerle çekmeye özen gösterdik; teoriye en fazla bunun için ihtiyaç duyduk. Çünkü biz de politikanın kumanda mevkiinde olmasına önem veriyorduk.
Devrimci teoriyi bir aydınlanma aracı olarak değil, eylem kılavuzu olarak kabul ediyorduk. Devrimci teoriyi, tarihin ve mevcut gerçekliğin sırlarını çözecek bir tılsımlı anahtar değil, sınıf mücadelesi deneyimlerinin eleştirel bir özeti olarak kabul ediyorduk. Öyle olduğu için aklımızın yetmediği yerde, «teorik tutamak noktalarını yitirdiğimizi» hissettiğimizde, yeni icatlar peşinde koşmadık veya güvenilmez emanetlere heveslenmedik. Bunun yerine doktriner diye eleştirilme pahasına Komünist Enternasyonalin sınanmış ilkeleri ve öğütleriyle, onun tutamak noktaları ile yetindik. Bu suretle marksizmin teorik sorunlarına çözüm getirmediğimizi ve çözülmesi gereken sorunların haddinin hesabının olmadığını elbette biliyoruz. Ama bu sorunların çözümünün esasen hedeflediğimiz partinin işlevi olduğunu da unutmuyoruz. Biz de devrimci örgüt olmadan devrimci politika yapılamayacağını biliyoruz; ama devrimci teorinin örgütsüz aydınların değil, devrimci bir örgütün işlevi olduğunu da biliyoruz.
İlle Şeyh Sadi’nin elinde tuttuğu meşale ile başkalarının önünü aydınlatan ama kendi önünü göremeyen körünü anmak gerekiyorsa, keşke meşale hiç sönmese ve başkaları onun ışığından yararlanabilseler demekte hiçbir tuhaflık görmem. Daha çok, kör olmadığı halde, kötürüm olduğu için önünde aydınlattığı yolu yürüyemeyecek durumda olmaktan ürkerim. Yine de kendi tuttuğu meşaleyle önünü göremeyen veya aydınlattığı yolda yürüyemeyenlerin elinden tutup yolunu yürütenlerin daima olacağını da biliyoruz.
Şimdi gelin öncü bir misyon yaratma iddiasıyla çıktığınız uzun yolun bu merhalesinde gerekli öngörülerde bulunamamış olmanızın, taahhüt ettiğiniz hazırlıkları yapamayışınızın ve tıkanık diye terk ettiklerinizden daha işe yarar olup olmadığı şüpheli olan emanet mamullere başvurmak zorunda kalışınızın nedenleri üzerinde düşünmeyi deneyin. Gelin sizin engel diye görüp kurtulmak istediğiniz engellere rağmen, devrimci teorinin çetrefilini çözerken bir yandan da örgütsel sorunlarla boğuşmanın boğucu bir iş olup olmadığını tekrar düşünün; aksine yaratıcı bir yönü de olabileceğini tasavvur etmeyi deneyin. Ve sakın yetenek, imkan vb. bahanelerden söz etmeyin. Zira siz de biliyorsunuz ki «Teori-işiyle uğraşmak için özel yeteneklere sahip olmak gerekmiyor. Buna yatkın olmak, sorunların farkında olmak ve onları yaşamak yeterlidir. Nasıl, örgütler alanındaki komünistleri ortalama seviyede tutan unsur, onların vasat zekalı oluşları değilse, bizi de parlak beyinler olmamız ya da olmamamız değil, konumlanmamız, politik-tarihsel gerçek karşısında aldığımız vaziyet belirleyecek.»
İmkanlar bakımından ise, zaten daha ferah bir ufuk ve geniş imkanlar temin etmek için örgütlerin dar sınırlarından çıkmamış mıydınız?
Gelin 10. yıl vesilesiyle teori işi yapmak için ille «kaleleri terk etme fedakarlığında» bulunmanın şart olup olmadığını örgütsel siyasal faaliyet yürütürken teori işi de yapmanın imkanlarını bir daha düşünün; bir kez daha tartışalım.
Umarım 10. yılında Teori ve Politika’yı yaşatanlar ve izleyenler aynı sonuçlara varan bir muhasebe çıkarırlar. Dilerim birikim ve imkanlarını komünistlerin parti birliği için mücadelenin ihtiyaçlarına doğrudan doğruya kanalize etmek üzere sevindirici bir adım atarlar. 10 yılın yarattığı hamlığın vereceği sıkıntı ve sancılarından ürkmeden gerçek bir ideolojik mücadelenin beşiği ve öznesi olacak olan partinin yaratılması mücadelesinde bizzat sorumluluk almaya yönelirler. Ve dilerim ideolojik mücadelenin önemi ve öncelliği hakkındaki yanılgılarından kurtulduklarını göstermek suretiyle hayırlı bir katkı yaparlar; bugünlerde tasfiyeci eğilimlerin dürtüsü ile benzer mecralara doğru sürüklenmekte olan başkalarının da yön değiştirmelerine katkıda bulunarak, gerçek bir ideolojik müdahale yapma dirayetini gösterirler.
Bu bakımdan elbette son sözlerim 10 yıl önceki dileğimden farklı olmayacak.
Gelin önümüzdeki 1 Mayıs’ta sözünüzle duruşunuzu birleştiren bir tutum alın ve Teori Politika’nın 10. yılında ilk kez bir Mayıs’ı yorumlayan değerlendirmeler yapmak yerine 1 Mayıs’ın rayından çıkmasına engel olan bir politik tutumun sorumluluğunu üstlenin. O zaman politika teoriyi rayına oturtur ve ancak o zaman devrimci teori işçi sınıfının egemen sınıf olma mücadelesi içindeki militanların elinde bir silah olacak şekilde siyasallaşır. İçinden geçtiğimiz şartlarda savaşçıların miğfer kadar bu silaha da ihtiyaçları olduğunu, kuşkusuz siz de bilirsiniz.
Buna herkesin ihtiyacı var. Teorik birikim ve gayretlerini parti için örgütlü mücadeleye yüksünmeden tabi kılacak militanlara her zaman ve her yerde ihtiyaç oldu; Şimdi daha da şiddetli bir ihtiyaçtır bu. Ama bu militanlarla teorinin kendisi arasındaki ayrımı unutmadan. Teori devrimci politikanın izinde devrimci olur; devrimci örgütün dışında devrimcilik olmaz.
Teori ve Politikacıların bir çürüme sürecine düşmemek ve teorinin yanıltıcı sırça köşkündeki esaretten kurtulmak için bu atılıma herkesten fazla ihtiyacı var. Ne duruyorsunuz? Kurtuluşunuz için atmanız gereken bir adım var ve 10 yıllık çabalarınıza yansıyan gayretiniz bu adımı atmaya fazla fazla yeter.
Sizin de sizi teorinin dünyasına bağlayan zincirlerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok; hatta bu zincirleri kaybetmeniz kurtuluşunuzun koşuludur. Nerede ve hangi siyasal çizgide yer alacağınızdan ziyade, bu yönde bir adım atmanız önemlidir ve bundan herkes, en çok da siz yararlanırsınız; bir de devrimci teorinin kılavuzluğuna ekmekten sudan fazla ihtiyacı olan proletaryanın en çok ezilen/sömürülen kesimleri yararlanacaktır.
İşçi sınıfının yolunu aydınlatmak için teorinin labirentlerinde bir kör dövüşünü sürdürme azmini 10 yıldır gösteren insanlar için bundan ala ödül mü olur?
Dostlukla.


[1] Gerçi onlar da «Teori-politika-pratik üçleminin kurulamamış olmasını komünist geleneğimizin yapısal bir sorunu olarak vurgulamalıyız» diyorlardı. Ama aynı zamanda bu gelenekten ne kastettiklerini açıklarken, «geleneğimizi oluşturan komünist örgütler (TKP-ML Hareketi,TDKP, TİKB, TKİH ve  bir anlamda Kawa) ….» diyorlardı. Biz ise içinden çıkmakta olduğumuz gelenekten söz ederken  şu ya da bu troçkist eğilimi değil, dünya çapında bir bütün olarak troçkist hareketi kastediyorduk.

[2] Her ne kadar meşhur Kuruçeşme Toplantılarında bu şahsen benim ağzımdan dile getirilmiş olsa da, elbette bu benim şahsi fikrim değildi.

Mamafih o zaman çoğumuz bu geleneğin o ameliyat masasından kalkabileceğini düşünüyor ve buna inanmak istiyorduk. Bu beklentide de şaşılacak bir şey olmasa gerek. Zira eğer örgütsel ve siyasal kaygılardan azade tarafsız bilim adamları olsaydık böyle olması gerekmezdi ama biz öyle değildik ve bir görüşün militanı olmak zaten daima böyle bir inanç ve umudu gerektirir.

Sonuçta bazılarımız bu otopsinin sonuçları konusunda farklı noktalara yöneldik. Bu geleneğin o zaman ameliyat masasına yatırılmasını gerektiren sınavdan geçtiği kanaatine varanlarımız oldu. Buldukları sonuçları hazmedemeyip büsbütün siyasetten vazgeçenler oldu.  Başlangıçtaki kuşku ve endişelerinin yersiz olduğu sonucuna varıp, bu geleneğe daha büyük bir heves ve bağlılıkla sarılanlar oldu. Ameliyat masasına yatırılan hastanın çaresiz olduğuna kanaat getirmekle birlikte, onun soyundan başka akrabalarının daha sağlıklı olduğunu keşfedip bu yönlere yönelenler oldu. Hatta o zaman bu gelenek hakkında bizden daha kuşkulu oldukları halde, takibeden süreçte bu geleneğin en sıkı savunucuları haline gelenler bile çıktı.

Ben zorlanarak da olsa bu geleneğin ameliyat masasında kaldığı sonucuna varanlarla kaldım. O günden beri de bu kanaatimden kuşkuya düşmedim; aksine isabetli bir teşhis olduğu konusundaki kanaatim günden güne pekişti.

Aslında örgütsel ve siyasal varlıklar ameliyatla tedavi edilmez; bu tür bir  müdahaleyi çağrıştıran tutumlar daha çok tasfiyeciliği akla getirmelidir. Teşbihi devam ettirirsek bu alanda ayakta tedavi yöntemlerine başvurmak gerekir; en isabetlisi de fizik tedavi yöntemleridir; şoklar dahil!

Örgütsel-politik alanda bir tür ameliyat gereğini dayatan bir teşhis varsa; bu zaten ölümle eş anlamlı bir teşhistir. Hastanın masadan kalkacağını hayal bile etmemek gerekir. Aslında bir siyasi akımı böyle bir ameliyata tabii tutmak sonucu belli bir adım olsa gerektir. Bu, bir ameliyattan ziyade otopsiye benzeştirilmelidir. Hele ruhun bedenden ayrılıp, ameliyatı izlemesini tasavvur etmek akla ziyandır. Biz bir bakıma böyle bir teşbih ile düşünmekte olduğumuzdan «Çerçeve Taslağı»nın önerisi daha çok bu son seçeneği akla getiriyordu ve şiddetle reddediyorduk. «Çerçeve Taslağı»na ilişkin eleştirin üslubu ve içeriği de büyük ölçüde bu iklimin etkisi ile şekillenmişti.

 

[3] Doğrusu bu konuyu daha titiz ve ayrıntılı bir biçimde ele almayı planlamıştım ama bu sefer yazının çok uzaması bahis konusu oldu. O nedenle bu konuşu başlıbaşına bir konu olarak ayrı bir yazıda yapmayı deneyeceğim.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar